Ünlü vatan şairi Namık Kemal’in romanı…
Hıfzı Topuz, bu kitapta dönemin ilginç portreleri eşliğinde, Namık Kemal’in yaşamı ve özgürlük mücadelesini ayrıntılarıyla ele alıyor. Ünlü vatan şairimizin mektuplarından ve dostlarının anılarından yola çıkarak, onun özel hayatını ve iç dünyasını gün ışığına çıkarıyor…
Namık Kemal’in istibdata karşı yalınkılıç savaşımını, sürgünlerde çektiklerini ve Abdülhamit döneminde sarayla kurduğu yakın ilişkileri bu belgesel romanda bulacaksınız.
***
I
Çocukluk, Ilkgençlik, Evlilik, 7
II
Başkaldırı ve Yeni Osmanlılar, 16
III
Avrupa’da Jön Türkler, 41
IV
Vatan Yahut Silistre, 83
V
Magosa’da Üç Yıl, 111
VI
Midilli Sürgünü, 159
VII
Bağımlılık: Sürgünden Mutasarrıflığa, 197
Elveda, 225
Meraklısı için Dizin, 249
I
Çocukluk, İlkgençlik, Evlilik
Namtk Kemal’in Çocukluğu
19. yüzyılda Osmanlı topraklarında efsane bir şair yaşadı. Vatan sevgisinin ne olduğunu anlatabilmek için yıllar boyu belleklerden silinmeyen hamasi şiirler yazdı. Avrupa’ya kaçtı. İngiliz ve Fransız yazarlarının düşüncelerinden yararlanarak bilgisine hazineler kattı. Yurda döndü. Yazdığı Vatan Yahut Silistre adlı oyun bütün İstanbul halkını ayağa kaldırdı. Sultan’ın ve sadrazamların baskısına, keyfi yönetime ve zorbalığa karşı direndi. Vatan aşkının ve özgürlüğün simgesi oldu. Sürgünlere gönderildi, adını altın harflerle Osmanlı tarihine yazdırdı. 48 yıllık yaşamının on sekiz yılı sürgünde geçti. Ama son dokuz yıl devlet hizmetindeydi. Düzenden yana oldu, padişaha övgü dolu mektuplar yolladı. Devleti kurtarmaya çalışan üst düzeyde bir kahraman durumundaydı.
Kimdi o ünlü kahraman?
Gelin bu efsane şair Namık Kemal’i yakından tanıyalım.
Namık Kemal’in babası Mustafa Asım Bey tarihe meraklıydı, Arapça ve Farsça bilirdi, önceleri mal müdürlükleri yapmış,
müneccimliğe de yönelmişti. Yani astrolojiyle uğraşıyor, yıl dız falına bakarak geleceğin gizemlerini çözmeye çalınıyordu. Müneccimlik bir zamanlar önemli bir işti. Bazı kumandanlar savaşlarda taarruza geçmeden önce başarı olasılıklarını müneccimlere sorarlardı. Bu, kökünü Ortaçağın karanlıklarından alan, bilim dışı bir araştırma yolu, yani falcılıktı.
Mustafa Asım Bey, ünlü bir Osmanlı ailesinden geliyordu. Büyük dedesi Topal Osman Paşa sadrazamlığa kadar yükselmişti. Asım Bey, genç yaşlarda Abdüllatif Paşa adında varlıklı ve bilgili bir muhassılın kızını aldı. Muhassıl diye taşrada vergi toplayan görevlilere deniyordu. Abdüllatif Paşa o dönemde Tekirdağ Muhassılıydı. Arnavut kökenli ve Bektaşi’ydi. Asım Bey de kayınpederinin evine içgüveysi olarak yerleşti.
Eşi, yani Abdüllatif Paşa’nın kızı Fatma Zehra da görgülü ve bilgili bir hanımdı. Paşa, kızına çok düşkündü. Bir süre sonra 21 Aralık 1840’ta Zehra Hanım nur topu gibi sevimli bir oğlan doğurdu. Asım Bey birkaç gün sonra çocuğunu kucaklayarak bir dervişe götürdü. Derviş, yavruyu okuyup üfledikten sonra dualarla çocuğa Mehemmed Kemal adını koydu.
Kemal’in ilk yılları Tekirdağ’da ana ve babasıyla birlikte büyükbabasının evinde geçti.
Çocuk beş yaşındayken paşa Afyon muhassıllığına atandı. Asım Bey, eşi Zehra Hanım ve oğlu Kemal de paşayla birlikte Afyon’a taşındılar. 1845 yılının Mart ayıydı. Soğuk bir kış günü paşanın eşyaları iki at arabasıyla Afyon’a getirildi. Aile de ayrı bir arabayla çamurlu yollara bata çıka Afyon’a ulaştı.
Afyon’un adı o dönemde Karahisar-ı Sahip Sancağıydı. Sancak, Hüdavendigâr eyaletine bağlıydı. Tanzimat’ın ilanından sonra yitirilen savaşlarda Rumeli’den ve Kafkasya’dan buraya çok sayıda insan göç etmişti. Kentin yaklaşık dörtte biri Ermenilerden oluşuyordu. Türkler ve Ermeniler aynı mahallede barış içinde, birlikte yaşıyorlardı.
Abdüllatif Paşa ailesini kente gelirken etkileyen ilk manzara peri bacaları gibi dizi dizi kayalar ve onların ardında yükse len Karahisar Kalesi olmuştu. Kemal, kaleyi hayranlıkla izliyor ve içini korku kaplıyordu.
Araba sonra kent yollarına saptı. Kemal ilk kez bu kadar zengin bir çarşının içinden geçiyordu. Büyük hanların arasında uzanan çarşılarda neler yoktu ki? Dericiler, pabuççular, samancılar, yemciler, yağcılar, bezciler, saraçlar, zahireciler, af- yoncular, demirciler, bakırcılar, kalaycılar, gümüşçüler, daha neler neler…
Geçtikleri yollarda büyük camiler, mektepler ve bir Mevlevihane vardı.
Abdüllatif Paşa’yı en çok ilgilendiren tarihsel yapılardan biri bu Mevlevihane oldu. Torununa şöyle dedi:
“Bak yavrum, burada ilk işim sana şu gördüğün Mevlevihane’yi gezdirmek olacak. Şimdiden şunu aklında tut, burası 16. yüzyılda Hz. Mevlâna’nın yedinci kuşak torunlarından Sultan Divani zamanında yapılmıştır.”
Kemal Mevlevihane sözünü ilk kez duyuyordu. Bunu hiç unutmadı. Araba az sonra eski bir konağın önünde durdu. Oraya yerleşeceklerdi. Paşa ve ailesi bu türlü göçlere alışık oldukları için konağa yerleşmekte güçlük çekmediler.
Kemal, konağı ve mahalleyi çok sevdi. Sokakta kendine arkadaşlar edindi. Babası Mustafa Asım Bey, annesi Zehra Hanım ve dedesi Abdüllatif Paşa da çocukla çok ilgileniyor ve onu yetiştirmeye çalışıyorlardı.
Paşa, torununa verdiği sözü tuttu, damadıyla birlikte çocuğu Sultan Divani Mevlevihanesi’ne götürdü. Kemal heyecan içindeydi. Onu en çok ilgilendiren yer de hattat odası olmuştu. Büyüyünce böyle bir çalışma odasına sahip olmayı ne çok istiyordu. Mevlevihane‘deki derviş odaları, matbah (mutfak), semahane ve avludaki mezarlık da çocuğu büyüledi.
Kemal, dedesinin Afyon’da bulunduğu üç yıl boyunca sık sık Mevlevihane’ye gitmek fırsatını buldu, sema ayinlerine ve aşure yemeklerine katıldı.
Sekiz yaşındayken orada çocukluğunun en büyük acısını yaşadı. Annesi Zehra Hanım amansız bir hastalığa yakalanmıştı. Günden güne soluyor ve eriyordu. Hekimler ve hoca efendiler kadına çare bulamadılar. Zehra Hanım 1848 yılının Temmuz ayında yaşama veda etti. Kendisini yakınlarının gözyaşları içinde Mevlevihane’nin avlusunda toprağa verdiler.
Ne yazık ki paşa o günlerde İstanbul’da bulunuyordu, kızının cenazesine yetişemedi. Annesinin ölümü çocuğu çok etkilemişti. Kemal mutluluğu onun kucağında bulmuş ve anasına hiç doyamamıştı. Bu ana sevgisini yaşamı boyunca hiç unutmadı. Onun sıcak gülümsemesi ve şefkatle kendisini kucaklaması hiç gözlerinin önünden gitmedi. Gördüğü, tanıdığı bütün kadınlarda yıllar boyu hep o sıcaklığı aradı.
Bu ölüm Asım Bey’i de çok sarsmıştı. Şimdi ne yapacaktı? Oğlunu yanına alıp evden ayrılmak içinden gelmiyordu ve yaşamını kayınpederinin yanında sürdürmeyi düşünüyordu.
İstanbul’dan Afyon’a dönen paşa burada Kütahya’ya atandığını öğrendi. Ama Afyon’da hemen hemen hiç kalmadı ve kısa süre sonra İstanbul’a yerleştiler. Artık yeni ve iyi bir yaşam başlıyordu. Ama Asım Bey’in gözü dışarıdaydı, bekârlık ona yaramamıştı. Kendine yeni bir eş arıyordu. Abdüllatif Paşa buna karşı koymadan “Sen genç adamsın, evlen, ama torunumu sana bırakmam, o benim,” dedi.
Asım Bey zaten dokuz yaşına gelmiş olan oğluna nasıl bakacaktı? Paşa’nın bu önerisi üzerine Kemal’i orada bırakarak ayrı bir eve çıktı ve evlendi. Kemal de dedesinin yanından hiç ayrılmak istemiyordu.
Artık çocuğun yaşamında yeni bir dönem başlamıştı. İstanbul’da dedesinin çevresi Mevlevi şairler ve düşünürlerle doluydu. Kemal de çocuk yaşlarda onlardan esinlenerek şiirler uydurmaya çalışıyordu.
Yalan mı, doğru mu, yakıştırma mı bilinmez, bir gün ayağı takılıp düştü. Ve o kızgınlıkla:
Dinine yandığımın kaldırımı Acım baldırımı diye bir dize söyleyiverdi.
Bunu duyanlar da “Maşallah maşallah, bu çocuk büyük şair olacak,” dediler.
Kemal, o yaşlarda ilk kez âşık oldu. O yaşta çocuk âşık olur mu? Oldu işte, hem de sırılsıklam. Sevgilisine bakarken bayılacağını sanıyordu.
Sevdiği kız annesiyle birlikte paşaların evine geldiği zamanlarda on yaşındaydı. Kemal kızın yanından hiç ayrılmıyordu ve onu bahçeye sürüklüyordu. Bahçede Kemal bir fırsatını bulup kızı kollarının arasına alıyor ve uzun uzun sıkıştırıyor, kız da bu oyunlardan çok hoşlanıyordu. Ama bir süre sonra büyükler bu oyunların tehlikeli gelişmelere yol açacağını düşünerek çocukları bir daha hiç yalnız bırakmadılar.
Namık Kemal’in İlkgençliği
Kemal çevresinde herkesin dikkatini çeken, ele avuca sığmaz, sevimli, akıllı, zeki, cin gibi bir oğlan oldu. Arkadaşlarıyla oyun oynarken hepsini yeniyor, onlara akla gelmez küfürler ediyordu. Çok da yakışıklıydı.
işte o sıralarda Abdüllatif Paşa’nın evine gelen giden ünlü şairlerden Eşref Paşa çocuğun adını hiç beğenmedi. Kemal de zaten Mehemmet adından hiç hoşlanmıyordu. Onun üzerine Eşref Paşa, bu genç şaire yeni bir ad buldu: Namık Kemal.
Çocuğun eğitimiyle doğrudan dedesi ilgileniyordu. Paşa, Kemal’in mutlaka okula gitmesinden yana değildi. Ama çevresinden gelen önerilere uyarak çocuğu üç ay kadar Beyazıt Rüştiyesi’ne yolladı, bir yıl kadar da Valide Mektebi ne. Kemal’in bütün okul eğitimi bu kadarla kaldı. Gerçekte çocuğu dedesi yetiştiriyor ve o eğitiyordu. Kemal de eline ne geçse okuyordu.
Çocuk on üç yaşına geldiği zaman Abdüllatif Paşa Kars mutasarnflığına atandı. Aile 1853 Martı’nda Kars’a taşındı. Kent karlar altındaydı. Isı gece sıfırın altında on beşe kadar düşüyordu. Kar hiç kalkmayacak gibiydi. Sokaklarda başıboş çoban köpekleri dolaşıyor, dış mahalleleri zaman zaman kurtlar basıyordu. Kemal, bu kış görüntülerinden çok etkilendi ve yaşamı boyunca Kars’ın soğuğunu unutamadı.
Bahar gelince Kemal dedesinin önerisiyle bol bol ata bindi ve ava çıktı. Kars’taki Jandarma Kumandanı Karaveli Ağa çocuğa hem ata binmesini öğretti, hem de avlanmasını. Kemal iyi bir binici olmuştu. Bütün gün at koşturmaktan hiç yorulmuyordu. Sırtında tüfeği dağ tepe dolaşıp duruyordu. Kendini artık sınırları aşan akıncıların başında bir kumandan gibi görüyordu. Bu gençlik yaşamı Kemal’i çok etkiledi.
Paşanın konağına gelip giden ünlü insanlardan biri de Vaiz- zade Seyit Mehmet Hamit Efendi’ydi. Kendisine Büyük Hamit Efendi diyorlardı. Kemal ilk edebiyat eğitimini bu bilge insandan aldı.
1853 yazı erken bitti. Birdenbire havalar soğudu, yolları yine kar kapladı. Artık at sırtmda dolaşmak hiç de kolay değildi. Kemal on dört yaşındaydı. Kendinden büyük arkadaşlar edinmişti. Onlarla kahvelerde buluşuyor, bol bol çay içiyor, Karslı âşıkları dinliyordu. Halk ozanlarım ilk kez tanıdı. Onlardan kahramanlık ve aşk türküleri, destanlar dinledi.
Ne var ki 1854 Martı’nda Fransa ve İngiltere, Rusya’ya savaş ilan etmişti. Osmanlı Devleti zaten bir süredir Rumeli’de Ruslarla savaş halindeydi. Derken Fransızlar, Osmanlıların desteğiyle Kırım’a saldırdılar. İşte o sıralarda Kırım savaşı bütün şiddetiyle sürüp gidiyordu.
Doğu Cephesı’ndeki başarısızlıkların üzerine Osmanlı hükümeti bölgedeki tüm yöneticileri görevden aldı. Abdüllatif Paşa da azledilenler arasındaydı. 1854 Martı’nda paşa ailesiyle birlikte İstanbul’a döndü.
Kemal, on beş aylık bir özlemden sonra İstanbul’da babasına kavuştu. Artık on dört yaşındaydı ve babasıyla çok daha iyi anlaşıyordu.
Ama bu keyifli dönem çok sürmedi. 1855 Mayısı’nda paşa Sofya kaymakamlığına atandı. Demek ki Kemal, babasından yine ayrı düşecekti. Abdüllatif Paşa ne yaptı yaptı, Asım Be/in de Filibe Mal Müdürlügü’ne atanmasını sağladı. Böylece Kemal babasından uzak kalmayacaktı.
Sofya, Kemal’e yeni ufuklar açtı. Bir yandan Arapçasını ve Farsçasım güçlendirdi, öte yandan da Fransızca öğrenmeye başladı. Şiir denemelerini ilerletti. Artık kendini şair sayıyordu.
İlk Evlilik
Kemal’in kızlara ve kadınlara karşı heyecanlı davranışları büyükbabası Abdüllatif Paşa’da endişeler uyandırıyordu. Duruma çare bulmak için dedesi çocuğu genç yaşta evlendirmeye karar verdi. Paşa o yıl Sofya mutasarrıfı olmuştu. Yani bugünkü Bulgaristan’ı kaplayan bir bölgenin yöneticisiydi. Torununa kendi düzeyine yaklaşan bir aileden kız aramaya koyuldu. Yakınları paşaya Niş Kadısı Mustafa Ragıp Efendi’nin 011 iki yaşındaki kızı Nesime’yi önerdiler. Görenler kızın güzelliğini anlata anlata bitiremiyorlardı.
Paşa, Niş’e bir yakınını göndererek kızı torununa istetti. Kadı Mustafa Ragıp Efendi bu öneriye çok sıcak baktı. Yaşı ne olursa olsun kızını mutasarrıfın torununa vermek ona yeni kapılar açacaktı. Kaldı ki damat adayının zekâsını ve bilgisini çevrede duymayan kalmamıştı.
Kadının rızası alındıktan sonra Sofya’da görkemli bir düğün hazırlandı. Yüzlerce kişi düğüne davet edilecekti. Düğün günü bütün kasaba ve köylerden gelenler mutasarrıfın konağının çev resine toplandılar. Oyunlar oynandı, tulumlar çalındı, şarkılar söylendi, akşam da havai fişekler atıldı ve zengin bir fener alayı düzenlendi.
Kemal, zifaf gecesi Nesime’nin yüzünü görünce çok heyecanlandı. Gelin, onun umduğunun çok üstünde bir güzellikteydi. ikisinin de içi içine sığmıyordu. Ama Kemal’in aklı konağın önündeki alanda kalmıştı. Perdeyi aralayıp dışarıya bir göz attıktan sonra:
“Nesime gel, biraz dışarıyı seyredelim,” dedi. “Baksana köylüler nasıl oynayıp eğleniyorlar.”
Nesime de pencereye koştu, sabahın erken saatlerine kadar şenlikleri izlediler. Artık ikisi de çok yorgun düşmüştü. Kemal: “Nesime, ne dersin, uzanıp yatsak iyi olmaz mı?’’ dedi.
Genç eşi “Emredersiniz Kemal Bey, benim de uykum geldi,” diye yanıt verdi.
Kendilerini yatağa attılar. Ama o yorgûnluğun içinde odadaki mumları söndürmek akıllarına gelmemişti. Yatağa girerken Nesime’nin ayağı bir muma takıldı, mum devrildi ama genç gelin mum nasıl olsa söner diye buna boş verdi. Ne var ki mum sönmemiş ve yerdeki halı yanmaya başlamıştı, ikisi de bunun farkına varmadılar. Kısa bir süre sonra da genç evliler uykuya daldı.
Sabah olurken konağa bir yanık kokusu yayılıyordu. Ev halkı telaşa düştü. Her yeri koyu bir duman kaplamıştı. Bu duman acaba nerden geliyordu? Bir de baktılar ki koku ve dumanlar gelinle güveyin odasının kapı aralığından geliyor.
Uşaklar ve halayıklar kapıya vurdular, ama ses yok. Gelinle güvey derin bir uykudaydılar. Uşaklar sonunda kapıya yüklenerek odayı açtılar. Göz gözü görmüyordu. Halıdan yükselen ateşler nerdeyse perdeleri saracaktı. Kemal’le genç eşi gürültüler içinde gözlerini açınca çok şaşırdılar. Kemal “Burada ne arıyorsunuz, ne işiniz var,” diye bağıracak oldu ama hemen olanı biteni anladı. Odaya kovalarla su taşınıyor ve yangın söndürülüyor…