Alev Alatlı’nın 1992de yayımlanan ve Türkiye’nin dönüşümlerini çözümleyen dörtlemesi “Or’da Kimse Var mı?” her kitabıyla geniş ve yoğun tartışmalara yol açmıştı. Dizinin ilk kitabı Viva La Murte!’yi izleyen ‘Nuke’ Türkiye, Valla Kurda Yedirdin Beni! ve O.K. Musti Türkiye Tamamdır’ın ardından Alev Alatlı, Beyaz Türkler Küstüler aracılığıyla yirmi yıl sonra yeniden soruyor: “Orda Hâlâ Kimse Var mı?”
Beyaz Türkler Küstüler’in başkişilerinden Mehmet Sedes, efsanevi Günay Rodoplu’nun trajik hikâyesini anlatan kişi, 70’li yılların TİP kökenli militanı. İkinci eşi Meral, aynı yılların THKP-C militanı; anneleri Mübeccel Atiye, ’40’lı yıllardan, Behice Boran, Niyazi Berkes, Muzaffer Şerif Başoğlu’nun DTCF’den arkadaşı. Amiral bir eş, Prof. Ayhan Songar, Prof. Recep Doksat’la içli dışlı bir muhit; Mübeccel Atiye hocanın temsil ettiği “orijinal beyaz Türk” 1940’lı yılların “laik-hümanist” eğitiminin şekillendirdiği Nişantaşı-Ayvalık tipolojisi. Hasan Âli’nin, Yakup Kadri’nin idealleri uyarınca “insan zekâsının aslı Yunan’dadır” şiarı doğrultusunda, tüm enerjilerini “çağdaşlaşma” dedikleri ve fakat aslında Batı medeniyetine Yunan-Roma bacağından duhul etme çabasıyla beraber yasalarla vicdanları arasında kalıp bizar olan yurdum insanları ve onların günümüzdeki uzantıları…
***
Kime kin ettin de giydin alları
Yakın iken ırak ettin yolları
Mihnet İle yetirdiğim gülleri
Varıp gittin bir soysuza yoldurdun
Hacı Taşan, 1908-1969
Kırmızı halı paçozluğu
(1)
31 Aralık 2010. Günay Rodoplu’nun ölüm yıldönümü. Karanlık, ıslak bir sabah. Mehmet beni uyandırmamak için usulca kalktı, yatak odamızın perdesini araladı, Teşvikiye Camii’ni seyretmeye durdu.
Sessiz, abartısız, palavrasız ve tümüyle kişiye özel, her yıl tekrarlanan bir anma törenidir bu. Sabah ezanından hayli önce başlar, müezzinin o son la ilahe illallah yakarışıyla hitam bulur. Yatağımıza döndüğünde hayli üşümüştür, sakat bacağı yaprak gibi titrer. Telaşa vermeden yaklaşmaya, ısıtmaya davranırım. Ne Mehmet yüzler kapalı gözlerimin ardından kendisini seyrettiğimi, ne de ben ikrar ederim. Yıllar içinde geliştirdiğimiz bir mutabakattır, Rodoplu’nun ölümü üzerine konuşulmaz. Mezarı ziyaret edilmez. Melali avutmaya çalışmanın nafileliğini nicedir kabullenmişizdir, matemini mahrem bir sır gibi paylaşırız. Bakışlanmız bile karşılaşmaz. Buna karşın, fikriyle zikriyle kesintisiz bir varoluştur Günay. Bizimle yaşar. Mübeccel Atiye Hanım, annem, “Hitchcock’un Rebecca’sı!” diye takılır. 1940’lı yıllarda, Ankara Dil Tarih’te okurken izlediği gerilim filmidir Rebecca. Alfred Hitchcock’un ilklerinden birisi. Başroldeki Laurcncc Olivier’ın müteveffa ilk eşinin hayaleti, ikinci eşine musallattır. Kendisinin durduğu yerden bakıldığında bütünüyle haksız da değildir, Mübeccel Atiye. Lâkin, Mehmet’i birinden kıskanacak olsam, Yasemin’den kıskanırdım. Mehmet’in ilk eşi Yasemin, efsanevi bir militandı THKP-C’de. Günay Rodoplu ise bir “ahir zaman piri, bir üstade.” Annem bunu bilmez ama aslında kişiliği itibariyle Rodoplu öz kızı ben Meral’den daha yakındır kendisine. Hatta Mehmet Sedes’in “ben”imle değil, Mübeccel Atiye vc Günay’ın da içkin olduğu “biz”imle evli olduğunu düşündüğüm olur.
Enderdir ama bazen Nişantaşı semalarında atmosferik bir durum oluşur, Şişli camilerinin kametleri bizim dairede patlar. O sabah da öyle oldu. Teşvikiye, Muradiye, Osmanbcy hatta Maçka Camii müezzinleri, camın önünde ihtirama duran Mehmet Bey’e katılmış, Rodoplu’nun anısını onurlandırırmış gibi oldular. Dokunaklı bir tevafuktu, sabahın kör karanlığında sokaklara dökülen belediye işçilerinin dandunuyla dağıldı. Mustafa Sarıgül’ün “Kentsel Tasarım Projesi” kapsamında “baştan aşağı yenilenen” mahallemiz, o gece “Türkiye’de bugüne kadar görülmeyen bir ‘şov‘a imza atmaya” hazırlanıyordu. “RTL, SAT1, BBC, FOX International ve Fransız TV5 kanalları bizimle caddede yılbaşı çekimi yapmak için konuştu,” diye demeç verdi Mustafa. “Reuters da Nişantaşı’nda olacak ve dünyanın bütün tivileri New York, Londra ve Berlin’le birlikte bir de Nişantaşı’nı gösterecek. Bence bu dünyâdaki en büyük şov olacak! Paris Champs-Elysees, New York 5’inci Cadde ve Londra Piccadilly Meydanı ile yarışacağız. Ben Piccadilly’yi geçeceğimiz kanısındayım. Çünkü orada ayrı bir meydan var ama fazla oturan yok. Burada ise sokaklar da, oturanlar da yaşayacak.”
(2)
Mustafa, o hep bildiğimiz Peer Gynt Mustafa. Hem kentli, hem köylü, hem kentsoylu şehirli, hem kjrsoylu şehirli, hem Sünni, hem Alevi. Çoğu zaman Türk, bazı bazı Kürt. Hatta Ermeni ve Yahudi ve Rum. İbsen’in “beni nasıl beğeniyorsanız öyleyim” karakterinin Türkiye uyarlaması. ’89 seçimlerinde Şafak Özden’le dalaştıklarında Tunceli-Sivas-Erzincan derintisiyle birlikte hareket eden Mustafa’nın kimlik seçenekleri günümüzdeki kadar zengin değildi. Mehmet Bey, o günlerde Çayırtepe Belediye Başkan Adayı olan Özden’in, “İstanbul’u bunlardan kurtarmak için anamız ağlıyor,” diye yakındığını anlatır, “Türklerle Lazlar birleşmeden bu iş olmayacak. Kotil, Baykal’a destek atacak, ancak öyle temizleyeceğiz Alevi-Kürt cephesini,” dermiş.
Günay’ın “yeşil elma, tarçın ve kekik” kokulu çakma yiğidinin kestiremediği, Erzincanlı Mustafa’nın Rizeli Kotil’e damat olmak gibi üstün bir hamle yapabileceği! Güzeller güzeli Aylin’e yapmadığı şirinlik kalmıyor, 1993’te evleniyorlar. Alman kayınvalidesi, Mustafa’nın AB vizesi. 2005 ve 2008 seçimlerinde Alman Sosyal Demokrat Partisi SPD’ye destek çıkmış olmakla övünmekte.
Şafak Özden’e bir dönem milletvekilliği yetmiş gibi duruyor. O artık yok, lâkin Sarıgül’ün adı Adıyaman’dan Avvalık’a dağa taşa kazınmış durumda: Çare Sarıgül! Halkçı Sarıgül! Umudumuz Sarıgül! Hatta Başbakan Sarıgül! Türkiye Değişim Hareketini siyasi partiye dönüştüreceğini ilan etmiş, bir de tarih vermiş durumda: 19 Mayıs 2010. Tarih manidar, “değişim” meşkuk. Mamafih, geleneksel ekürisi Moğultay, Hikmet Çetin, Kumbaracıbaşı orada. Başta Hıncal Uluç, basınımızın mümtaz kalemleri orada. Şişli’de iş tutan sermaye sahipleri orada. Biraz Boyner, çokça da Uzan, milliyetçi, liberal, komünist, sosyalist, muhafazakâr, cumhuriyetçi ve demokrat bir girişim TDH. Şafak, öğretmen çocuğuydu, Sarıgül’ün ihtirasını törpüleyecek Köy Enstitüsü nostaljisi de yok. Ne “Küstürdüm, barışamam,” ne “Karşıki dağları duman bürümüş.” Bu defa Erzincan’dan türkü de yok. Zeynep Tunuslu’dan Ece Gürsel’e muhtelif kıratlarda “sosyetikler” var. Twitter, FriendFeed, Flickr, Facebook üzerinden ülkemizin “desparate” netdaşlarına elbirliğiyle umut dağıtmaktalar, alkışlarımızla.
46A&Tuvanam, bizim apartmandan elli metre kadar ötede, cadde üzerinde. Demet Akalın, Sinem Kobal, Ebru Akel gibi “selebriti”lerle onların basındaki uzantılarının dadandıkları butik, “enfes aksesuarlarının ve göz alıcı kıyafetlerinin gösteriş ve ihtişam yüklü dünyasını terennüm eden bir “marka” imiş. Mustafa’yı da onlar giydiriyor. Sarı atkısı, sarı kravatı, sarıya boyattığı garibim güvercinleriyle her daim rüküş, her daim sığ, her daim hamasi ve mükemmel bir uyum içinde yükselen değerleriyle halkımızın. Nitekim, “2010 Nişantaşı şov”unu Tuvana Büyükçınar’a outsource ettiğinde ilk kutlama Hürriyet’in life style editörlerinden gelmişti: “Sevgili Tuvana, Nişantaşı sokaklarını süslemek üzere Şişli Belediyesi ile işbirliği yapmış! Müthiş bir haber! Yeni yılı ‘bir tasarımcının işi sadece elbise tasarlayıp giyeni güzelleştirmek değildir, bakış açısının güzelliğini, gördüğü güzellikleri, tüm insanlığa göstermektir’ ilkesinden ödün vermeyen Tuvana Büyükçınar’dan daha iyi anlatacak bir tasarımcı tanımıyorum! Başkan Sarıgül’ü tarzındaki ışıltıyı her şekilde anlatan Sevgili Tuvana’yı seçtiği için yürekten kutluyorum!”
İyi ya.
(3)
Annem Mübeccel Atiye Hanım, halen oturduğumuz İleri Apartmanı’na, “yoğurtçu Ahmet Efendi’nin at arabasıyla meyve-sebze sattığı” ’50’li yılların başında gelin gelmiş. “O günlerden bir tek Yekta kaldı. Kenan Paşa seferden döndüğünde, ailecek Yekta’ya gidilir, kaşar pane yenilirdi,” diye anlatır. “İleri” babaannem Sitare Hanım’ın kızlık soyadı, apartman ona da babasından kalmış. Sitare Hanım vefat edince mirası iki oğlu arasında paylaştırılmış. Amcam, kendisine düşen daireleri satmış, ’60’ların başlarında New Jersey’e yerleşmiş. Orada evlenmiş, bir daha da gelmemiş. Babama kalan dairelerin sonuncusunda biz oturuyoruz, diğerleri zaman içinde elden çıkarıldı, en son 2001 krizinde.
Kışların Nişantaşı’nda geçirildiği, baharda Erenköy’deki sayfiye evine geçildiği günlere ben yetişemedim. Taşınmalar Sitare Hanım’ın erken vefatıyla son bulmuş. Toplumsal olarak ayrıştırılmış ve ayrıcalıklı bir yaşam sürmüş oldukları kuşkusuz, ancak Tayfun Er’in Erguvaniler‘inden sayılmaz bizimkiler; paraya ve dolayısıyla kentlerine hükmetmişlikleri yoktur. Şehre hükmetmek, başka bir şey. Eski Yunan’da şehir dendiğinde siyasetin, politikos‘un, yapılaşması anlaşılırmış. “Şehrin yapılanmasına bak, hâkim ideolojiyi anla” gibisinden bir tembih. Geçen hafta itibariyle Adil Gür nam araştırmacının anketlerinde oylarının yüzde on altı bandında olduğunu düşününce Mustafa’nın, Aristo ve Eflatun’a bir kez daha şapka çıkarmamak ne mümkün! Adamlar iki bin beş yüz yıl öncesinden bildirmişler 2010’nun Nişantaşı Mahallesi’nin Sarıgül siyasetinin cismanileşmiş hali olduğunu.
“Belediye işçileri Abdi İpekçi Caddesi’ni kırmızı halı konsepti ile süsleyerek boydan boya kırmızı halı ile kaplarlarken, cadde üzerine asılan avizeler caddeyi ışıl ışıl aydınlatıyor. Farklı konsept ve renklerde süslenmiş dev yılbaşı mankenleri göz alıyorlar. Sevgili Tuvana, kulağa masal gibi gelen açık hava sergisine imza atıyor. Mutlaka gidilmesi, gezilmesi gereken Alice Harikalar Diyarında gibi birşey oluyor!”
Berbat Türkçenin sorumlusu, çiçeği burnunda ikoncan –gazeteci, Aslı kızımız. “Yaşam mekânlarına samimi detaylar katarak keyifli paylaşımları çoğaltan, hayata farklı bir perspektiften bakmamızı” sağlayan bu çalışmayı “gerçekten” çok sevdiğini, twit‘lediğini ayrıca duyuran ikoncan pek ısrarlı: “Bölge bölge geliştirilen konseptler dahilinde yılbaşı etkinlikleri ve süslemeleriyle donatılan Nişantaşı sanki ‘Masallarda Yolculuk’ gibiydi! Her yer süslüydü, göklerden yıldızlar, hediye paketleri yağıyordu!” diye sürdürüyor. “Türkiye’nin iki başbakanının, Tansu Çiller ve Mesut Yılmaz’ın, oğullarının İtalyan restoranlarının da yer aldığı Atiye Sokak da ‘Yıldızlar Geçidi’ konsepti ile süslenmiş. Bostan sokağın üzeri ‘Işıklı Yıldız’ kaplanmıştı. Teşvikiye Caddesi ‘Hediye Cenneti’ konsepti ile hayata merhaba demekte, cadde boyunca dizilen’ Işıklı Hediye Çelenkleri’ Nişantaşı’na gelenlerin oldukça ilgisini çekmekte. Nişantaşı Meydanı’na kurulan yedi metrelik dev yılbaşı ağacı da oldukça ilgiyle karşılanıyor.”
Aşağıda çalıştırdıkları hiltinin gürültüsü, işçilerin bağrışmalarını bastıramıyor. Amele çavuşu olmalı, “were cem min!” diye seslendiğini çıkarabiliyorum. Kimbilir hangi mezranın Kürt’ü, Tuvana’nın yaldızlı kutularını bağlıyor. Yorganı başıma çekmem kâr etmiyor. Abdi İpekçi’ye serili kırmızı halı rahat bırakmıyor. Aldırmayayım diyorum, olmuyor. Bugüne kadar insan kemikleri üzerine inşa edilmemiş tek bir metropol görmediğimi düşünüyorum. Ne Paris, ne Roma, ne Londra. Ne görkemli bir bina, ne bir katedral, ne bir piramit, bir bulvar, şıkır şıkır bir şehir görmedim ki, temelinde sömürü, kan, cinayet, fuhuş, uyuşturucu, karapara yatmasın. Evsizlerin sığınmış titreştikleri karanlık köşeleri, şiddetin kol gezdiği arka sokakları bulunmasın.
Bu şehir gettoların kara bağrında, hemşolar gibi dikilenlerindir…
Kabul etmem lazım, şatafat ürkütüyor beni, altında çapanoğlu aramaktan alıkoyamıyorum kendimi. Nişantaşı caddelerini “her adımını kırmızı halı zarafeti ile atarken yıldızların yollarını aydınlattığına inananlar ve gökten hediyelerin yağmasını dileyenler için süslediğini” söyleyen Büyükçınar’ın bendeki karşılığı, varoş çocuklarını New Age hayalleriyle oyalamaktan hicap duymayan bir oportunist, “Buraya alışveriş için gelen hanımlar topuklu ayakkabılarla yürüyememekten yakınıyorlardı, onun için taşları Bergama’da özel olarak kestirdiğimiz yeşil diyabaz ve granit taşlarla değiştirdik,” diyen Mustafa da sahne ışıklarına meftun bir varoş çocuğu. Onların ilişkileri yağmurkuşu ve Afrika timsahınınki gibi. Sembiyotik.
“Tuvana, Mustafa’nın korkunç dişlerinin arasına sıkışan yemek parçalarıyla beslenirken, Mustafa’nın dişleri yeni bir av için temizleniyor.”
Mehmet Bey, benzetmelerimi çoğu kez rahatsız edici boyutlarda gerçekçi buluyor, hatta sivri dilli olmakla suçluyor beni. Oysa, konu siyaset olunca, timsah benzetmesinin pek yerinde olduğunu düşünüyorum. Nitekim, öteki stil-ikonu-köşeyazarı, adı Eda olanı da, “kadınlara ve yüksek ökçelere verdiği değerden dolayı” Mustafa’ya teşekkür üstüne teşekkür etmekte beis görmüyor. “Biz kadınlar, her gün yeni bir çift ayakkabı alsak doyamayız!” yazdı haspam, “Bunları alınca da giymemek olmaz! Ayakkabılarımızı giyeceğiz giymemize de, bunlarla yürürken bir de o topuklar kaldırım arasındaki boşluklara girmese! Ah, o arnavutkaldırımları! Kadınların korkulu rüyası! İşte bu korkulu rüyaya son vermenin ilk startını Sarıgül gerçekleştirdi! Ne için? Kadınların vazgeçemedikleri ve paha biçilmez ayakkabıları için! Bu tadı yaşamak için topuklu ayakkabılarımı giyip Nişantaşı’na gittim. İnanın yüksek ökçelerimin burda yürüdüğüm için bana teşekkür ettiğini duyar gibi oldum! Taş aralarında boşluk olmadan, kadınların rahatlıkla yürüyebileceği bir yol gerçekten anlatılmaz! Çevremde yürüyen kadınların düşüp kalkmadan, tökezlenmeden ve sarsılmadan dimdik yürüdüklerini görmek çok güzeldi. Zaten bu zorluğu da topuklu ayakkabı tutkunu olan kadınlardan başkası da bilmez!”
Şaka gibi bir yazı! Lâkin, Eda, önemli ve ödüllü bir stil-ikonu-köşeyazarı. Değeri gazetesinin kendisine tahsis ettiği alanın boyutlarındaki bir ilan için talep ettiği ücretten belli. Mübeccel Atiye Hanım’a emri hak vaki olduğunda, Eda’nın hükmettiği alanın yarısı kadar bir yeri bir gün için olsun kiralayıp anamın ölüm ilanını veremeyeceğimizden belli.
Dördüncü Kuvvet’in karargâhına giriş, özel pass istiyor.
“Süsleme projesinde yer alanlardan birisi olan Betül Mardin bile değişiklikten çok memnun,” diye sonlandırmış Eda yazısını. Sihirli kelime: bile. “Bile”, Betül Mardin’in sosyetik ekürisine gönderdiği, “Mustafa’yı dışlamayın” mesajı. Sarıgül daha ne ister? “Esasen bizim amacımız da İstanbul’un çok yaratıcı bir şehir haline gelmesidir!” diye coşuyor, pahalı dişleri ışıl ışıl, “Biz şehrimizi şahlandırmak, dünyanın bir numarası yapmak istiyoruz. Artık Avrupa, Türkiye’nin cazibe merkezi Nişantaşı’na gelsin istedik. Öyle de olacak!”
Bu şehir kimin? Bu şehir… ardına bakmadan yollara düşen: Sanayi’den İkitelli’yi soranlarındır…
Aşağıda az önceki amele çavuşu sesleniyor: “Kani?!”
(4)
Gözlerimi açmamakta kararlıyım. Mehmet Bey’in komodine dayalı bastonuna uzandığını hissediyorum. Bacağı ağırlaşmış olmalı, zorlukla dönüyor, yatağın ayakucundaki markizin üstünden gocuğunu alıyor. Odadan dışan çıktığını hayal meyal hatırlıyorum. Dalmışım. Sekiz buçuğa doğru ancak uyandım. Cadde tarafındaki mutfak masasında oturmuş, son kitabı Erken Yaşta Ölüm‘ün bilgisayar çıktılarının üstünden gidiyordu.
Belki de bir gün biri açarda okur umuduyla “denize attığı şişe” bu kitap. On dokuzuncu yüzyılın son çeyreğinden başladı, özgürlük, hak, vicdan gibi toplumsal telmihleri olan belli başlı kavramların hangi alanlarda ve hangi maksadarla kullanıldıklarını araştırdı. Yeni Osmanlılardan Genç Sivillere, toplumsal algıdaki değişimi belgelendirdi. Resmi eğitim başta olmak üzere, hizmet kurumlarının algı değişimde oynadıkları rolü inceledi. Devasa bir gerçeklik kontrol çetelesi, “check list” dökümledi. Araştırmaya sevk eden, Rodoplu’nun “Büyük Yalan” dediği ruh halinin neden ve niçin yaşatıldığını anlamak iştiyakı. Neden bir “ritüeller ülkesi”yiz? Neden “-miş gibi” yapmaktan usanmaz bu toplum? Muhafazarkâr-mış gibi, cumhuriyetçi-imiş gibi, Liberal-miş gibi, demokrat-mış gibi, solcu-ymuş gibi, laik-miş, şimdi de Müslüman-mış gibi yapmakta ısrar ederiz, neden? “Yirmi birinci yüzyıl fırtınası camları sarsıyor, Cancağızım,” diyor, “Hâlâ, neden?!”
Mehmet Sedes’in üniversiteye geri dönüşünü tetikleyen de Rodoplu’nun ölümü olmuş. “Yangın kulesinde nöbetçi olmak sırası bendeydi!” diye açıklar. Geçen yıla kadar aynı okuldaydı. Eğitim Programları ve Öğretim anabilim dalında doçentken emekliliğini istedi. Profesör olmamasının nedeni, akademik özgürlüğünden taviz vermeye yanaşmaması. Esasen, üniversitede kalabilmiş olması da ilgi alanının gösterişsizliğinden. Mehmet Hoca’nın angaje olduğu bir şey varsa, o da Türkiye’nin toplumsal tarihidir. Meslektaşlarının kariyerlerine tehdit oluşturmaktan doğan bir husumet yaşamamışlığımız da bundan.
Ben, “Günaydın!” diye sesleninceye kadar içeri girdiğimi fark etmedi. Başını kaldırdı, gözlüklerinin altından baktı, gülümsedi, sağında yığılı gazeteleri işaret etti: “Dışardaki rüküşlüğü nasıl paketlediklerini görmek istedim, Cancağızım. Üşenmedim, Vali Konağı’nın köşesindeki yeni bayiye yürüdüm. Hürriyet, Milliyet, Sabah, Yeni Şafak, ne buldumsa aldım. Vakit gelmemişti, onun yerine Zaman aldım. Buyurun, hepsi burada! Ne diyorsunuz?!” Salih Efendi’yi bekleseydi keşke diyorum, soğukta bacağının daha bir kötülemiş olacağını düşünerek. Nasılsa birazdan ekmek getirecekti Salih Efendi, ondan rica edebilirdi. “Onların işleri başlarından aşkın!” diye gülüyor, “Apartmanın önünde açtıkları tezgâhı görmediniz siz. Akşama buraya yüz elli bin kişi bekliyorlarmış. Maaile, kırmızı don satıyorlar. Tırabzanların altındaki mermere yarım metre uzunluğunda bir ok yapıştırmışlar: Klasik yeniyıl hediyeniz burada! Kızlar hazırlamış. Gönderdiğiniz bilgisayar için ayrıca teşekkür ettiler. Yanlız, korkarım, üstünden kırmızı yağlıboya ile geçmişler, çıkarmazlarsa yazık olacak güzelim mermerlere.”
Kırmızı don mu?! Doğru mu duydum?