Ruh Adam | Hüseyin Nihal Atsız


«Ruh Adam», Türk edebiyatında pek alışılmamış çeşitte bir romandır. Müellifin tarihî romanlarını okumuş olanlar, tarihî bir roman gibi başlayan bu eserin öyle olmadığını görecek, sayfalar ilerledikçe kendilerini aşırı bir sembolizmin içinde bulacaklardır. Bir tarih çeşnisinin de yer aldığı roman, yaşamanın gayesini yalnızca askerlikte bulan bir subayın hayatıdır. Tabiatüstü olaylarla anlatılan bir hayat hikâyesinin, dikkatle bakıldığı zaman, gerçeklerin sembollerle çerçevelenmiş ifadesinden başka bir şey olmadığı görülecektir.

–                    «Ruh Adam», kendi nefsi ile mücadele eden bir insanın macerasıdır. Edebî-ruhî tahlilini yapanlar, eserin hakikaten bir roman mı, yoksa yaşanmış bir hayat mı olduğunu kestirmekte hayli tereddüde düşeceklerdir.

***

1

Kamlançuülkesine bahar gelip de kuşlar ötüşmeye başlayınca, ağaçlarda ve yerlerde çiçekler açınca Yüzbaşı Burkay yine o büyük çam ağacının yanına geldi. Parlak bakışlı, ay yüzlü kızı orada gördü. Yüreğine od düştü. Yeryüzü gözüne karanlık oldu. Ona yaklaşıp şöyle dedi:

«Yüzün aya benziyor.
Kaşın yaya benziyor.
Gözlerin yeşil alası.
Saçların arslan yelesi
Yürüyüşün turna gibi
.
Salınışın suna gibi.
Hangi yerden, kaynaktansın?
Hangi boydan
, oymaktansın?»

Parlak bakışlı, ay yüzlü kız bir şey söylemedi. Yalnız gözlerini kaldırarak Burkay’a baktı. Bu bakışla onun ka­nını kaynattı. Yüreğini oynattı, içine od düştü. Yeryüzü gözüne karanlık oldu. Kıza şöyle dedi:

«Bakışların ışık mı?
Saçların sarmaşık mı?
Yıldız mısın, güneş mi?
Alev misin, ateş mi?
Neden sessiz bakıyorsun?
Beni niçin yakıyorsun?
Çiçek gibi her bir yanın.
Söyle, nedir adın, sanın?»

Parlak bakışlı, ay yüzlü kız bir şey söylemedi. Gülüm­seyerek Burkay’a baktı. Bu bakışla onun aklını başından aldı. Yüreğini derde saldı. İçine od düştü. Yeryüzü gözü­ne karanlık oldu. Kıza şöyle dedi:

«Beni niçin üzüyorsun?
Gözlerini süzüyorsun.
Kirpiklerin paralıyor.
Bakışların yaralıyor.
Rengin sanki çiçekten.
Bilmem hangi çiçekten?
İster darıl, ister kız.
Tek adını söyle kız!»

Parlak bakışlı, ay yüzlü kız gözlerini Burkay’ın gözle­rine dikti. Kayalardan dökülen suların, kırlarda esen rüz­gârın, ormanda öten kuşların sesinden daha güzel sesiyle şöyle dedi:

«Beşbalık’ta doğdumsa da Karluk kızıyım.
Nice erin yüreğinde saklı sızıyım.
Yüreğine od düştüyse zorlayıp söndür.
Bilen bilir; adım, sanım: Açığma-Kün’dür.
Ölmemeyi istiyorsan yaklaşma bana.
Belâm çoktur, görünmeden dokunur şana…»

Burkay’ın yüreğine od düştü. Yeryüzü gözüne karanlık oldu. İyi yürekli kişi idi. Tanrı’ya ve insanlara karşı suç işlememişti. Tapıncağa gidip Tanrı’ya yalvardı: «Tanrım! Yüreğimdeki odu söndür.» dedi.

Kırk gün büyük çam ağacının yanına gitti. Her gidişte Açığma-Kün’ü orada gördü. Her gidişte içindeki ateş yalazlandı. Her dönüşte tapmcakta Tanrı’ya yalvardı. Her yalvarıştan sonra bir daha çam ağacının yanma gitmeme­ye karar verdi. Fakat güneşin her yeni doğuşunda kızın hasretine dayanamadı. Verdiği kararı unutup çam ağacı­nın yanma geldi. Kızın yeşil ala gözleriyle büyülenip ken­dinden geçti.

Kırk birinci gün çam ağacının yanına gelince kızı bu­lamadı. Gözleri bulandı. Yüreği yandı. İçi sıkıntıyla dol­du. Gün batıncaya kadar bekledi. Açığma-Kün gelmeyin­ce onu çam ağacına sordu. Ağaç ah edip ağladı: «Onu ben de bekliyorum. Artık gelip bana yaslanmayacak!» dedi. Yaprakları dökülüp kurudu. Uçan bir akdoğan görüp ona sordu. Akdoğan ah edip ağladı: «Onu ben de bekliyorum. Artık gelip beni koluna almayacak!» dedi. Kanatları çırp­maz olup otlara düştü; öldü. Yeşil otlara sordu. Otlar ah edip ağladılar: «Onu biz de bekliyoruz. Artık gelip bizi çiğnemeyecek!» dediler. Yanıp duman oldular.

Burkay bezginleşip yerine, yurduna döndü. Açığma- Kün’den başka bir şey düşünmez oldu. Tapıncağa gidip yalvardı, olmadı. Ekşi kımız içip esridi, kâr etmedi. Tatlı şarap içip kendinden geçti, fayda vermedi. Kağan savaş açınca o da katıldı. Ölmek için atına zırhsız bindi. Oklar sağından, solundan uçtu; biri değmedi. Kalkansız, tulgasız vuruştu. Kılıçlar sağından, solundan geçti; biri vur­madı.

Yine yurduna döndü. Açığma-Kün’den başka bir şey düşünmez oldu. Benzi sarardı. Hasta olup yatağa düştü. Burkay’ın iyi yürekli bir evdeşi vardı. Erkeği iyi olsun diye okuyucular, bakıcılar, kamlar, bakşılar getirtti. Hiçbir ilâç, hiçbir dua, hiçbir büyü fayda vermedi. Günden güne eridi, soldu, bitti. Ölecek hale geldi. Bir gece Açığma-Kün’ün adını sayıklayınca kadın işi anladı. Bütün Kamlançu’ya adamlar çıkarttı. Kırk gün aradılar, taradı­lar. Açığma-Kün bulunmadı. Bir gün ihtiyar, çirkin bir büyücü kadın geldi. «Bunun derdine ancak Kilimbi çare bulabilir. O, şeytanların akıllısıdır!», dedi. Burkay’ı Şey­tan Kilimbi’ye götürdü. Burkay ona yüreğini açtı. Sevdiği kızı anlattı. «Bana onu verirsen senin ordunda çeri olu­rum.» dedi. Kilimbi başını salladı: «Yüreğin büyük derde girmiş. Kurtulmak zor. Buna çareyi bulsa bulsa Şeytanlar Başı Madar bulur.» dedi. Şeytanlar Başı Madar’a gittiler. Burkay ona yüreğini açtı. Sevdiği kızı anlattı. «Bana onu (verirsen senin ordunda çeri olurum.» dedi. Madar, başını salladı. «Gönlünü büyük belâya sokmuşsun!» dedi. Bur- kay’ın içi yandı. Gözü dumanlandı. «Hiçbir çare yok mu?» diye sordu. Madar, başını salladı. Ellerini açtı: «Var!» dedi. «Eğer evdeşini götürüp Ejderler Kağanı Naranta’ya kurban adarsan Açığma-Kün’ü kaybettiğin yerde bulur­sun.»

Burkay hiçbir şey düşünmeden kabul etti. Gözünü sevda bürümüş, kanma çılgınlık yürümüştü. Evdeşini Naranta’ya adak verdi. Naranta, onu öldürüp yedi. Kadın ölürken ellerini göğe kaldırıp beddua etti: «Burkay! İyili­ğe kemlik ettin. Tanrı seni bedbaht etsin. Kıyamete ka­dar, dünyaya her gelişinde ruhun ızdırap içinde çalkan­sın!» dedi. Tanrı bu dileği kabul etti.

Burkay, Şeytan Madar’ın dediklerini yaptıktan sonra çam ağacının olduğu yere gitti. Kız gitti diye yaprakları dökülüp kuruyan çam yine yeşermişti, Açığma-Kün onun gövdesine yaslanarak duruyordu. Burkay yaklaşıp şöyle dedi:

«Nerde kaldın ay bakışlı?
Neden gittin inci dişli?
Senin için hasta düştüm.
Eller gezip dağlar aştım.
Artık bana varmaz mısın?
Derdime em vermez misin?
Gel
, benim ol çiçek yüzlüm!
İpek saçlım
, ışık gözlüm!»

Açığma-Kün bir şey demedi. Büyülü gözlerle Burkay’a bakarak gülümsedi. Burkay’ın aklı başından gitti. Az kaldı, kımız gibi eriyip akacaktı. Kıza yaklaşarak sıkı sıkı tuttu. Çiçek kokan yüzünü öptü. Onu evine getirip eş edindi. Fakat bununla derdi bitmedi. Açığma-Kün’ü her gün biraz daha çok sevdi. Öpmekle doymadı. Sevmekle kanmadı. Uçan kuştan kıskandı. Esintiden yüksündü. «Sen insan değilsin. Peri Kan Katun’sun.» dedi. Sevgisi durulmadı. Arzusu kırılmadı. Öpmekle kanmaz oldu. Sevgisi dinmez oldu. «Sen Peri Kan Katun değilsin. Tanrı Katun’sun.» dedi. Bir gün ihtiyar, çirkin büyücü kadın yine geldi. «Bunun derdine ancak Madar çare bulabilir.» dedi. Birlikte Madar’a gittiler. Madar güldü. «Sen Nızvanı cehennemine düşmüşsün. Eğer o da sana bir defa seni seviyorum derse bundan kurtulursun.» dedi.

Burkay yurduna döndü. Açığma-Kün’e «Beni seviyor musun?» diye sordu. Kadın, saçlarıyla onu sararak ne soracağını unutturdu. Bir ay geçti. Burkay «Beni seviyor musun?» diye yine sordu. Kadın, kollarıyla onu sıkarak ne soracağını unutturdu. Bir ay daha geçti. Burkay «Beni seviyor musun?» diye yine sordu. Kadın onu öperek ne soracağını unutturdu.

Böylece aylar geçti. Yıllar geçti. Burkay sevgiden çılgı­na döndü. Izdırap ızdırap üstüne, keder keder üstüne çekti. Hekimler geldi, ilâç bulamadı. Bakşılar geldi; çare edemedi. «Seni ancak ölüm kurtarır. Açığma-Kün, Tanrı’nın sana bir cezasıdır.» dediler. Burkay büyük ızdıraplar içinde öldü. Ölürken yine «Beni seviyor musun?» diye sordu. Kadın onu saçlarıyla sardı, kollarıyla sıktı, öptü. Fakat bir şey demedi. Burkay’ın öldüğünü görünce gözleri yaşardı. İnci gibi yaşlar aktı. «Izdırap çekiyorum!» diye inledi. Fakat «Ben de seni seviyorum.» demedi.

Burkay ölmekle ızdıraptan kurtulmuş olmadı. Her yıl bahar olup çiçekler açtıkça, Açığma-Kün’ü görüp sevdiği çam ağacının yanında ruhu dolaşıyor, «Izdırap çekiyo­rum. Sen de beni seviyor musun?» diye inliyor. O günden bugüne kadar bin yıl geçtiği halde Burkay her bahar ora­da ağlıyor. Yanında duran Açığma-Kün «Sus, sus, ben de ızdırap çekiyorum.» diye yanıp yakılıyor. Fakat «Ben de. seni seviyorum.» demiyor ve yıllar böylece akıp geçiyor…

***

Yazı masasının önünde oturarak bu masalı okuyan kadın gözlerini kaldırdı. Büyük odada muttarid adımlarla gezerek Uygur masalını dinleyen erkeğe sordu:

-Nasıl buldun? Beğendin mi?

Bol ışıkla aydınlanan odada bütün duvar kitap rafla­rıyla doluydu. Küçük bir masanın üzerindeki saat, vaktin gece yarısına yaklaştığını gösteriyor, saatin yanında kes­kin bir içkiyle dolu sürahi, bir de kadeh bulunuyordu. Erkek, doldurduğu kadehi içtikten sonra istihfaf edici bir yüzle:

-Masal, diye cevap verdi.

Biraz kırılmış gibi olan, fakat hiçbir şey belli etmeyen kadın tekrar sordu:

Evet, masal… Dokuzuncu Asırda, en geç Onuncu Asır başında yazılmış bir masal… Fakat sen bunda edebî bir taraf, bediî bir unsur bulmuyor musun?

Erkek bu sefer istihfafı istihzaya çevirdi:

-Edebî taraf, bediî unsur gibi yüksek kıymetlere akıl erdiremem. Bir değeri varsa anlat da öğrenelim…

-O halde tercüme hakkındaki fikrini söyle…

-Erkek, yürümekte olduğu odada sert bir hareketle durdu:

-Tercüme mi? dedi. Bunun Uygur masalı olduğunu söylemiştin. Uygurca dediğin dil Türkçe değil mi?

Kadın zoraki bir sükûnetle cevap verdi:

-Uygurca şüphesiz Türkçedir. Fakat bugün konuştu­ğumuz Türkçeye benzemez. Sana okuduğum masal Uy­gurca metnin bugünkü Türkçeye tercümesidir. Tercüme­yi başarıp başaramadığım hakkında fikrini öğrenmek istemiştim de…

Erkek, bir kadeh daha içtikten sonra ciddî mi, alay mı olduğu anlaşılmayan bir eda ile:

-Fena değil, dedi. Fakat hiçbir tercüme, aslındaki gü­zelliği muhafaza edemez. Eğer aslında bir güzellik var­sa…

Ve kadının cevap vermesinden önce davranarak ilâve etti:

-Benim bu gibi meseleler üzerinde fikir yürütmem şüphesiz haddimi bilmemek oluyor. Çünkü romanların ne zaman değerli sayılacağı hakkında en iptidaî bilgiye bile malik değilim…

Kadın ağır ve ciddî bir tavırla onun sözünü kesti:

-Roman değil. Masal…

Beriki çok acı bir gülümseyişle cevap verdi:

-Öyle mi? Romanla masalı aynı şey sandığım için özür dilerim. Demek ki aralarında mühim farklar var­mış…

Kadının yüzüne dikkatle bakarak bir kadeh daha içti:

Fakat ne çıkar? Ben kayısı ile zerdaliyi de birbirine karıştırırım. Benim bu büyük hatam yüzünden insanlığa zarar erişmedikten sonra…

Kadın biraz daha ciddileşti:

-Senin için değeri olmayan bu masalların da erbabı yanında ehemmiyeti vardır. Sen kayısı ile zerdaliyi birbi­rine karıştırırsın ama manav karıştırmaz.

-Şu halde manav da benden üstün bir şahsiyetmiş demek…

Bunu söyleyerek bir kadeh daha doldurdu. Kadına doğru uzatarak gayet ciddî bir tavırla:

-Benden üstün ve zekî olan manavların şerefine! dedi ve bir dikişte bitirdiği kadehi oldukça sert bir vuruşla masaya koyarak odadaki gezinmesine devam etti. Bir müddet birbirlerine hiç bakmadılar. Sonra erkek, masa­nın önünde durarak:

-Rica ederim, bana bu masalın değeri hakkında bir­kaç söz söyler misin? dedi.

Kadın hiçbir kırgınlık eseri göstermedi:

-Bir kere bu masal hemen hemen tam olarak ele geç­miş bir Uygur metnidir. Yalnız başından bir iki satır eksik. Sonra dil bakımından Uygurcanın yabancı tesirlere maruz kalmamış bir örneğidir. Mühim bir hususiyeti de hem budizm, hem maniheizm, hem de şamanizmin izle­rini aynı zamanda taşımasıdır. Bir de mazhariyeti var: Bir Türk tarafından bulunan ilk Uygurca parçadır.

Erkek kayıtsızlıkla sordu:

-Bundan öncekiler kimin tarafından bulunmuştu?

-Bilhassa Almanlar tarafından… Fakat onların bulup neşrettikleri parçalar sırf dinî mahiyette idi. Bunda da dinî izler bulunmasına rağmen görüyorsun ki, daha ziya­de lâdinî mahiyettedir ve ahlâkî bir gaye ile yazılmıştır.

-Ne gibi?
-Eserin tezi fenalığın ceza görmesi üzerine oturtul­muştur. Bundan başka…

Erkek onun sözünü kesti:

Evet ama ahlâkî bir ders vermek için bir de aşk efsa­nesi uydurmuştur. Bu kadar olmayacak bir aşkı masala temel yapmak bana pek iptidaî bir düşünce gibi geliyor. Hem de bir adamın kıyamet kopuncaya kadar ızdırap çekmesi… Öldükten sonra da ızdırap çekmesi… Bunlar ne şahane yalanlar… Hele o kadın… O ışık bakışlı kadın… Neydi onun adı?

-Açığma-Kün.

-Evet, Açığma-Kün… O ne biçim kadın öyle? Gerçek­te böyle bir kadının, bu derece kudretli bir kadının bu­lunmasına imkân var mı? Bu kadar uydurma bir araya gelince onu çöp tenekesine atmak icab ederken siz tutu­yor, edebî değerinden bahsederek göklere çıkarıyorsu­nuz. İnsanların beynini safsatalarla doldurmak bence yanlış bir harekettir…

Çok sert bir tavırla söylenen bu sözlere kadın yine kızmadı. Aynı sakin haliyle cevap verdi:

-Edebiyat, hakikatların hayalle süslenmesidir. Bütün masallar ve destanlar gibi bunun da eski bir hakikati saklamış olması muhtemeldir…

Erkek bu sefer hakikaten ilgilendi:

-Sahi mi söylüyorsun? Bu uydurmanın neresinde bir hakikat gizli acaba?

-Kadın gülümsedi:

-Masal en geç Onuncu Asır başlarında yazıldığına ve anlattığı vakadan beri bin yıl geçtiğini bildirdiğine göre çok eski zamana ait bir aşk hikâyesini bize kadar getiri­yor demektir. Yazıldığı tarihten önceki bin yılı hakikat diye kabul edersek, aşağı yukarı milât yıllarında cereyan etmiş bir hâdisenin edebiyatla mübalagalanmış şekli karşısındayız.

Bu kadar mübalağanın arasındaki hakikat kırıntıla­rını hangi teleskopla görüp keşfedeceğiz?

-Teleskopa ihtiyacımız yok. Yalnız akıl ve ilim adese­siyle bakacağız…

Masalın ihtiva ettiği şamanizm unsurla­rı da, Onuncu Asırdan önceki bir zamana ait olduğunu ispat eder. Çünkü Onuncu Asır Uygurları arasında artık şamanizm yaşamıyordu. Masal kahramanının yüzbaşı olması da çok eski bir devrin, belki Hunlar çağının izleri­ni saklıyor. Ağızdan ağıza naklolunurken çok değiştiği muhakkak olan ve budist Uygurlar arasında kitaba geçi­rildiği zaman budizm karakteri verilen masalda, her şeye rağmen, şamanizmin ve çok eski devirlerin hâtıraları, kırıntıları kalmıştır ki, bunlar sayesinde ait olduğu devri anlamak, biraz hata ile, kabil oluyor,

Erkek bir kadeh daha içti. Alaycı bir tavırla kadına baktı:

-Fakat bütün bu sözlerden ben bir netice çıkaramıyo­rum. Bir manavın kabiliyetine malik olsaydım şüphesiz mühim hakikatları anlayacak, bediî unsurları bulacak ve belki de edebî hülyalara dalarak birkaç dakika huzur içinde yaşayacaktım. Şu zavallı talihsiz Yüzbaşı Burkay beni ilgilendirmedi desem yalan olur. Yalnız, bir subay için büyük askerî ve vatanî fikirler dururken güzel bir kıza bu kadar yakınlık duyup mahvolmayı kabul edemi­yorum. Çok rica ederim, bu masaldaki hakikat ne ise, yahut ne olabilirse, bana kendi anladığın kadar ve benim anlayacağım basit bir dille izah et de kafamdaki düğüm­ler çözülsün.

Kadın hâlâ sakindi. Odada muttarid adımlarla gezen ve kendisine bakmayan erkeği gözleriyle takip ederek anlattı:

Hakikat şu olabilir: Bugünden belki iki bin yıl önce, o zamanki Türk devletinin ordusunda tanınmış bir subay büyük bir suç ve yahut büyük bir günah işledi. Bu günahı işlemesindeki âmil çok güzel bir kadındı. Bu subay, su­çunun veya günahının cezasını çok pahalı bir şekilde, büyük maddî veya manevî ızdıraplarla ödedi. Fakat bu öyle bir vaka idi ki halk bunu asırlarca unutamadı. Suba­yın çektiği cezayı umumî vicdan kâfi görmediği için onun ruhunun da ızdırap içinde kıvranmasını ve dünyaya her gelişinde aynı cezanın tekerrürünü arzu etti. Ceza pek şiddetli olduğuna ve masal iki bin yıl öncesini anlattığına göre bu vaka Mete zamanında geçmiş olabilir. Senin sev­gili Mete’n zamanında…

Mete’nin adı geçince erkeğin gözleri parladı:

-Bu iğrenç asırda yaşamaktansa Mete zamanında dünyaya gelmiş olmayı tercih ederdim.

Kadın, onun bu safiyane arzusu üzerine şakaya başla­dı:

-Kim bilir? Belki O zamanda da yaşamışsındır. Bu masalda nasıl Mete devrinin izleri, unsurları varsa sende de o zamana ait çok şeylerin bulunduğu muhakkak… Şu farkla ki masalda o zamana ait şeyler kırıntı şeklinde bulunduğu halde sende Yirminci Asır kırıntı olarak yaşı­yor. Denilebilir ki sen Mete ordusunun hiç ihtiyarlama­dan bugüne erişmiş bir subayısın. Tenasüh akîdesinin lehinde delil arayanlar seni görmelidir. Hoş zaten o naza­riye de pek ceffelkalem reddolunacak bir fikir değil ya…

Erkek gülümsedi: İçkiyle kızarmış yüzünde şimdi bir çocuk safiyeti vardı. Kadehini doldurarak:

-Tenasüh uydurmasını da bir yana bırakalım, dedi.

Sonra sert bir hareketle esas vaziyeti aldı. Sol eli, as­kerî talimnamenin tarifine tıpatıp uygun bir şekilde pantalonuna yapışmış olduğu halde kadeh tutan sağ elini kaldırdı:

-Büyük asker Mete’nin ölmez hâtırası şerefine! dedi.

Kadın gülümseyerek nazikâne başını eğdi:

-Afiyet olsun! diye karşılık verdi.

Son kadeh içilmişti. Odada uzun bir sessizlik oldu…

Benzer İçerikler

Muhassal Yeni Kelam İlmine GiriЕ

yakutlu

Daha Ne Olsun – Kurt Vonnegut – Online Kitap Oku

yakutlu

Düşerken

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy