«Ruh Adam», Türk edebiyatında pek alışılmamış çeşitte bir romandır. Müellifin tarihî romanlarını okumuş olanlar, tarihî bir roman gibi başlayan bu eserin öyle olmadığını görecek, sayfalar ilerledikçe kendilerini aşırı bir sembolizmin içinde bulacaklardır. Bir tarih çeşnisinin de yer aldığı roman, yaşamanın gayesini yalnızca askerlikte bulan bir subayın hayatıdır. Tabiatüstü olaylarla anlatılan bir hayat hikâyesinin, dikkatle bakıldığı zaman, gerçeklerin sembollerle çerçevelenmiş ifadesinden başka bir şey olmadığı görülecektir.
– «Ruh Adam», kendi nefsi ile mücadele eden bir insanın macerasıdır. Edebî-ruhî tahlilini yapanlar, eserin hakikaten bir roman mı, yoksa yaşanmış bir hayat mı olduğunu kestirmekte hayli tereddüde düşeceklerdir.
***
1
Kamlançuülkesine bahar gelip de kuşlar ötüşmeye başlayınca, ağaçlarda ve yerlerde çiçekler açınca Yüzbaşı Burkay yine o büyük çam ağacının yanına geldi. Parlak bakışlı, ay yüzlü kızı orada gördü. Yüreğine od düştü. Yeryüzü gözüne karanlık oldu. Ona yaklaşıp şöyle dedi:
«Yüzün aya benziyor.
Kaşın yaya benziyor.
Gözlerin yeşil alası.
Saçların arslan yelesi
Yürüyüşün turna gibi.
Salınışın suna gibi.
Hangi yerden, kaynaktansın?
Hangi boydan, oymaktansın?»
Parlak bakışlı, ay yüzlü kız bir şey söylemedi. Yalnız gözlerini kaldırarak Burkay’a baktı. Bu bakışla onun kanını kaynattı. Yüreğini oynattı, içine od düştü. Yeryüzü gözüne karanlık oldu. Kıza şöyle dedi:
«Bakışların ışık mı?
Saçların sarmaşık mı?
Yıldız mısın, güneş mi?
Alev misin, ateş mi?
Neden sessiz bakıyorsun?
Beni niçin yakıyorsun?
Çiçek gibi her bir yanın.
Söyle, nedir adın, sanın?»
Parlak bakışlı, ay yüzlü kız bir şey söylemedi. Gülümseyerek Burkay’a baktı. Bu bakışla onun aklını başından aldı. Yüreğini derde saldı. İçine od düştü. Yeryüzü gözüne karanlık oldu. Kıza şöyle dedi:
«Beni niçin üzüyorsun?
Gözlerini süzüyorsun.
Kirpiklerin paralıyor.
Bakışların yaralıyor.
Rengin sanki çiçekten.
Bilmem hangi çiçekten?
İster darıl, ister kız.
Tek adını söyle kız!»
Parlak bakışlı, ay yüzlü kız gözlerini Burkay’ın gözlerine dikti. Kayalardan dökülen suların, kırlarda esen rüzgârın, ormanda öten kuşların sesinden daha güzel sesiyle şöyle dedi:
«Beşbalık’ta doğdumsa da Karluk kızıyım.
Nice erin yüreğinde saklı sızıyım.
Yüreğine od düştüyse zorlayıp söndür.
Bilen bilir; adım, sanım: Açığma-Kün’dür.
Ölmemeyi istiyorsan yaklaşma bana.
Belâm çoktur, görünmeden dokunur şana…»
Burkay’ın yüreğine od düştü. Yeryüzü gözüne karanlık oldu. İyi yürekli kişi idi. Tanrı’ya ve insanlara karşı suç işlememişti. Tapıncağa gidip Tanrı’ya yalvardı: «Tanrım! Yüreğimdeki odu söndür.» dedi.
Kırk gün büyük çam ağacının yanına gitti. Her gidişte Açığma-Kün’ü orada gördü. Her gidişte içindeki ateş yalazlandı. Her dönüşte tapmcakta Tanrı’ya yalvardı. Her yalvarıştan sonra bir daha çam ağacının yanma gitmemeye karar verdi. Fakat güneşin her yeni doğuşunda kızın hasretine dayanamadı. Verdiği kararı unutup çam ağacının yanma geldi. Kızın yeşil ala gözleriyle büyülenip kendinden geçti.
Kırk birinci gün çam ağacının yanına gelince kızı bulamadı. Gözleri bulandı. Yüreği yandı. İçi sıkıntıyla doldu. Gün batıncaya kadar bekledi. Açığma-Kün gelmeyince onu çam ağacına sordu. Ağaç ah edip ağladı: «Onu ben de bekliyorum. Artık gelip bana yaslanmayacak!» dedi. Yaprakları dökülüp kurudu. Uçan bir akdoğan görüp ona sordu. Akdoğan ah edip ağladı: «Onu ben de bekliyorum. Artık gelip beni koluna almayacak!» dedi. Kanatları çırpmaz olup otlara düştü; öldü. Yeşil otlara sordu. Otlar ah edip ağladılar: «Onu biz de bekliyoruz. Artık gelip bizi çiğnemeyecek!» dediler. Yanıp duman oldular.
Burkay bezginleşip yerine, yurduna döndü. Açığma- Kün’den başka bir şey düşünmez oldu. Tapıncağa gidip yalvardı, olmadı. Ekşi kımız içip esridi, kâr etmedi. Tatlı şarap içip kendinden geçti, fayda vermedi. Kağan savaş açınca o da katıldı. Ölmek için atına zırhsız bindi. Oklar sağından, solundan uçtu; biri değmedi. Kalkansız, tulgasız vuruştu. Kılıçlar sağından, solundan geçti; biri vurmadı.
Yine yurduna döndü. Açığma-Kün’den başka bir şey düşünmez oldu. Benzi sarardı. Hasta olup yatağa düştü. Burkay’ın iyi yürekli bir evdeşi vardı. Erkeği iyi olsun diye okuyucular, bakıcılar, kamlar, bakşılar getirtti. Hiçbir ilâç, hiçbir dua, hiçbir büyü fayda vermedi. Günden güne eridi, soldu, bitti. Ölecek hale geldi. Bir gece Açığma-Kün’ün adını sayıklayınca kadın işi anladı. Bütün Kamlançu’ya adamlar çıkarttı. Kırk gün aradılar, taradılar. Açığma-Kün bulunmadı. Bir gün ihtiyar, çirkin bir büyücü kadın geldi. «Bunun derdine ancak Kilimbi çare bulabilir. O, şeytanların akıllısıdır!», dedi. Burkay’ı Şeytan Kilimbi’ye götürdü. Burkay ona yüreğini açtı. Sevdiği kızı anlattı. «Bana onu verirsen senin ordunda çeri olurum.» dedi. Kilimbi başını salladı: «Yüreğin büyük derde girmiş. Kurtulmak zor. Buna çareyi bulsa bulsa Şeytanlar Başı Madar bulur.» dedi. Şeytanlar Başı Madar’a gittiler. Burkay ona yüreğini açtı. Sevdiği kızı anlattı. «Bana onu (verirsen senin ordunda çeri olurum.» dedi. Madar, başını salladı. «Gönlünü büyük belâya sokmuşsun!» dedi. Bur- kay’ın içi yandı. Gözü dumanlandı. «Hiçbir çare yok mu?» diye sordu. Madar, başını salladı. Ellerini açtı: «Var!» dedi. «Eğer evdeşini götürüp Ejderler Kağanı Naranta’ya kurban adarsan Açığma-Kün’ü kaybettiğin yerde bulursun.»
Burkay hiçbir şey düşünmeden kabul etti. Gözünü sevda bürümüş, kanma çılgınlık yürümüştü. Evdeşini Naranta’ya adak verdi. Naranta, onu öldürüp yedi. Kadın ölürken ellerini göğe kaldırıp beddua etti: «Burkay! İyiliğe kemlik ettin. Tanrı seni bedbaht etsin. Kıyamete kadar, dünyaya her gelişinde ruhun ızdırap içinde çalkansın!» dedi. Tanrı bu dileği kabul etti.
Burkay, Şeytan Madar’ın dediklerini yaptıktan sonra çam ağacının olduğu yere gitti. Kız gitti diye yaprakları dökülüp kuruyan çam yine yeşermişti, Açığma-Kün onun gövdesine yaslanarak duruyordu. Burkay yaklaşıp şöyle dedi:
«Nerde kaldın ay bakışlı?
Neden gittin inci dişli?
Senin için hasta düştüm.
Eller gezip dağlar aştım.
Artık bana varmaz mısın?
Derdime em vermez misin?
Gel, benim ol çiçek yüzlüm!
İpek saçlım, ışık gözlüm!»
Açığma-Kün bir şey demedi. Büyülü gözlerle Burkay’a bakarak gülümsedi. Burkay’ın aklı başından gitti. Az kaldı, kımız gibi eriyip akacaktı. Kıza yaklaşarak sıkı sıkı tuttu. Çiçek kokan yüzünü öptü. Onu evine getirip eş edindi. Fakat bununla derdi bitmedi. Açığma-Kün’ü her gün biraz daha çok sevdi. Öpmekle doymadı. Sevmekle kanmadı. Uçan kuştan kıskandı. Esintiden yüksündü. «Sen insan değilsin. Peri Kan Katun’sun.» dedi. Sevgisi durulmadı. Arzusu kırılmadı. Öpmekle kanmaz oldu. Sevgisi dinmez oldu. «Sen Peri Kan Katun değilsin. Tanrı Katun’sun.» dedi. Bir gün ihtiyar, çirkin büyücü kadın yine geldi. «Bunun derdine ancak Madar çare bulabilir.» dedi. Birlikte Madar’a gittiler. Madar güldü. «Sen Nızvanı cehennemine düşmüşsün. Eğer o da sana bir defa seni seviyorum derse bundan kurtulursun.» dedi.
Burkay yurduna döndü. Açığma-Kün’e «Beni seviyor musun?» diye sordu. Kadın, saçlarıyla onu sararak ne soracağını unutturdu. Bir ay geçti. Burkay «Beni seviyor musun?» diye yine sordu. Kadın, kollarıyla onu sıkarak ne soracağını unutturdu. Bir ay daha geçti. Burkay «Beni seviyor musun?» diye yine sordu. Kadın onu öperek ne soracağını unutturdu.
Böylece aylar geçti. Yıllar geçti. Burkay sevgiden çılgına döndü. Izdırap ızdırap üstüne, keder keder üstüne çekti. Hekimler geldi, ilâç bulamadı. Bakşılar geldi; çare edemedi. «Seni ancak ölüm kurtarır. Açığma-Kün, Tanrı’nın sana bir cezasıdır.» dediler. Burkay büyük ızdıraplar içinde öldü. Ölürken yine «Beni seviyor musun?» diye sordu. Kadın onu saçlarıyla sardı, kollarıyla sıktı, öptü. Fakat bir şey demedi. Burkay’ın öldüğünü görünce gözleri yaşardı. İnci gibi yaşlar aktı. «Izdırap çekiyorum!» diye inledi. Fakat «Ben de seni seviyorum.» demedi.
Burkay ölmekle ızdıraptan kurtulmuş olmadı. Her yıl bahar olup çiçekler açtıkça, Açığma-Kün’ü görüp sevdiği çam ağacının yanında ruhu dolaşıyor, «Izdırap çekiyorum. Sen de beni seviyor musun?» diye inliyor. O günden bugüne kadar bin yıl geçtiği halde Burkay her bahar orada ağlıyor. Yanında duran Açığma-Kün «Sus, sus, ben de ızdırap çekiyorum.» diye yanıp yakılıyor. Fakat «Ben de. seni seviyorum.» demiyor ve yıllar böylece akıp geçiyor…
***
Yazı masasının önünde oturarak bu masalı okuyan kadın gözlerini kaldırdı. Büyük odada muttarid adımlarla gezerek Uygur masalını dinleyen erkeğe sordu:
-Nasıl buldun? Beğendin mi?
Bol ışıkla aydınlanan odada bütün duvar kitap raflarıyla doluydu. Küçük bir masanın üzerindeki saat, vaktin gece yarısına yaklaştığını gösteriyor, saatin yanında keskin bir içkiyle dolu sürahi, bir de kadeh bulunuyordu. Erkek, doldurduğu kadehi içtikten sonra istihfaf edici bir yüzle:
-Masal, diye cevap verdi.
Biraz kırılmış gibi olan, fakat hiçbir şey belli etmeyen kadın tekrar sordu:
Evet, masal… Dokuzuncu Asırda, en geç Onuncu Asır başında yazılmış bir masal… Fakat sen bunda edebî bir taraf, bediî bir unsur bulmuyor musun?
Erkek bu sefer istihfafı istihzaya çevirdi:
-Edebî taraf, bediî unsur gibi yüksek kıymetlere akıl erdiremem. Bir değeri varsa anlat da öğrenelim…
-O halde tercüme hakkındaki fikrini söyle…
-Erkek, yürümekte olduğu odada sert bir hareketle durdu:
-Tercüme mi? dedi. Bunun Uygur masalı olduğunu söylemiştin. Uygurca dediğin dil Türkçe değil mi?
Kadın zoraki bir sükûnetle cevap verdi:
-Uygurca şüphesiz Türkçedir. Fakat bugün konuştuğumuz Türkçeye benzemez. Sana okuduğum masal Uygurca metnin bugünkü Türkçeye tercümesidir. Tercümeyi başarıp başaramadığım hakkında fikrini öğrenmek istemiştim de…
Erkek, bir kadeh daha içtikten sonra ciddî mi, alay mı olduğu anlaşılmayan bir eda ile:
-Fena değil, dedi. Fakat hiçbir tercüme, aslındaki güzelliği muhafaza edemez. Eğer aslında bir güzellik varsa…
Ve kadının cevap vermesinden önce davranarak ilâve etti:
-Benim bu gibi meseleler üzerinde fikir yürütmem şüphesiz haddimi bilmemek oluyor. Çünkü romanların ne zaman değerli sayılacağı hakkında en iptidaî bilgiye bile malik değilim…
Kadın ağır ve ciddî bir tavırla onun sözünü kesti:
-Roman değil. Masal…
Beriki çok acı bir gülümseyişle cevap verdi:
-Öyle mi? Romanla masalı aynı şey sandığım için özür dilerim. Demek ki aralarında mühim farklar varmış…
Kadının yüzüne dikkatle bakarak bir kadeh daha içti:
Fakat ne çıkar? Ben kayısı ile zerdaliyi de birbirine karıştırırım. Benim bu büyük hatam yüzünden insanlığa zarar erişmedikten sonra…
Kadın biraz daha ciddileşti:
-Senin için değeri olmayan bu masalların da erbabı yanında ehemmiyeti vardır. Sen kayısı ile zerdaliyi birbirine karıştırırsın ama manav karıştırmaz.
-Şu halde manav da benden üstün bir şahsiyetmiş demek…
Bunu söyleyerek bir kadeh daha doldurdu. Kadına doğru uzatarak gayet ciddî bir tavırla:
-Benden üstün ve zekî olan manavların şerefine! dedi ve bir dikişte bitirdiği kadehi oldukça sert bir vuruşla masaya koyarak odadaki gezinmesine devam etti. Bir müddet birbirlerine hiç bakmadılar. Sonra erkek, masanın önünde durarak:
-Rica ederim, bana bu masalın değeri hakkında birkaç söz söyler misin? dedi.
Kadın hiçbir kırgınlık eseri göstermedi:
-Bir kere bu masal hemen hemen tam olarak ele geçmiş bir Uygur metnidir. Yalnız başından bir iki satır eksik. Sonra dil bakımından Uygurcanın yabancı tesirlere maruz kalmamış bir örneğidir. Mühim bir hususiyeti de hem budizm, hem maniheizm, hem de şamanizmin izlerini aynı zamanda taşımasıdır. Bir de mazhariyeti var: Bir Türk tarafından bulunan ilk Uygurca parçadır.
Erkek kayıtsızlıkla sordu:
-Bundan öncekiler kimin tarafından bulunmuştu?
-Bilhassa Almanlar tarafından… Fakat onların bulup neşrettikleri parçalar sırf dinî mahiyette idi. Bunda da dinî izler bulunmasına rağmen görüyorsun ki, daha ziyade lâdinî mahiyettedir ve ahlâkî bir gaye ile yazılmıştır.
-Ne gibi?
-Eserin tezi fenalığın ceza görmesi üzerine oturtulmuştur. Bundan başka…
Erkek onun sözünü kesti:
Evet ama ahlâkî bir ders vermek için bir de aşk efsanesi uydurmuştur. Bu kadar olmayacak bir aşkı masala temel yapmak bana pek iptidaî bir düşünce gibi geliyor. Hem de bir adamın kıyamet kopuncaya kadar ızdırap çekmesi… Öldükten sonra da ızdırap çekmesi… Bunlar ne şahane yalanlar… Hele o kadın… O ışık bakışlı kadın… Neydi onun adı?
-Açığma-Kün.
-Evet, Açığma-Kün… O ne biçim kadın öyle? Gerçekte böyle bir kadının, bu derece kudretli bir kadının bulunmasına imkân var mı? Bu kadar uydurma bir araya gelince onu çöp tenekesine atmak icab ederken siz tutuyor, edebî değerinden bahsederek göklere çıkarıyorsunuz. İnsanların beynini safsatalarla doldurmak bence yanlış bir harekettir…
Çok sert bir tavırla söylenen bu sözlere kadın yine kızmadı. Aynı sakin haliyle cevap verdi:
-Edebiyat, hakikatların hayalle süslenmesidir. Bütün masallar ve destanlar gibi bunun da eski bir hakikati saklamış olması muhtemeldir…
Erkek bu sefer hakikaten ilgilendi:
-Sahi mi söylüyorsun? Bu uydurmanın neresinde bir hakikat gizli acaba?
-Kadın gülümsedi:
-Masal en geç Onuncu Asır başlarında yazıldığına ve anlattığı vakadan beri bin yıl geçtiğini bildirdiğine göre çok eski zamana ait bir aşk hikâyesini bize kadar getiriyor demektir. Yazıldığı tarihten önceki bin yılı hakikat diye kabul edersek, aşağı yukarı milât yıllarında cereyan etmiş bir hâdisenin edebiyatla mübalagalanmış şekli karşısındayız.
Bu kadar mübalağanın arasındaki hakikat kırıntılarını hangi teleskopla görüp keşfedeceğiz?
-Teleskopa ihtiyacımız yok. Yalnız akıl ve ilim adesesiyle bakacağız…
Masalın ihtiva ettiği şamanizm unsurları da, Onuncu Asırdan önceki bir zamana ait olduğunu ispat eder. Çünkü Onuncu Asır Uygurları arasında artık şamanizm yaşamıyordu. Masal kahramanının yüzbaşı olması da çok eski bir devrin, belki Hunlar çağının izlerini saklıyor. Ağızdan ağıza naklolunurken çok değiştiği muhakkak olan ve budist Uygurlar arasında kitaba geçirildiği zaman budizm karakteri verilen masalda, her şeye rağmen, şamanizmin ve çok eski devirlerin hâtıraları, kırıntıları kalmıştır ki, bunlar sayesinde ait olduğu devri anlamak, biraz hata ile, kabil oluyor,
Erkek bir kadeh daha içti. Alaycı bir tavırla kadına baktı:
-Fakat bütün bu sözlerden ben bir netice çıkaramıyorum. Bir manavın kabiliyetine malik olsaydım şüphesiz mühim hakikatları anlayacak, bediî unsurları bulacak ve belki de edebî hülyalara dalarak birkaç dakika huzur içinde yaşayacaktım. Şu zavallı talihsiz Yüzbaşı Burkay beni ilgilendirmedi desem yalan olur. Yalnız, bir subay için büyük askerî ve vatanî fikirler dururken güzel bir kıza bu kadar yakınlık duyup mahvolmayı kabul edemiyorum. Çok rica ederim, bu masaldaki hakikat ne ise, yahut ne olabilirse, bana kendi anladığın kadar ve benim anlayacağım basit bir dille izah et de kafamdaki düğümler çözülsün.
Kadın hâlâ sakindi. Odada muttarid adımlarla gezen ve kendisine bakmayan erkeği gözleriyle takip ederek anlattı:
Hakikat şu olabilir: Bugünden belki iki bin yıl önce, o zamanki Türk devletinin ordusunda tanınmış bir subay büyük bir suç ve yahut büyük bir günah işledi. Bu günahı işlemesindeki âmil çok güzel bir kadındı. Bu subay, suçunun veya günahının cezasını çok pahalı bir şekilde, büyük maddî veya manevî ızdıraplarla ödedi. Fakat bu öyle bir vaka idi ki halk bunu asırlarca unutamadı. Subayın çektiği cezayı umumî vicdan kâfi görmediği için onun ruhunun da ızdırap içinde kıvranmasını ve dünyaya her gelişinde aynı cezanın tekerrürünü arzu etti. Ceza pek şiddetli olduğuna ve masal iki bin yıl öncesini anlattığına göre bu vaka Mete zamanında geçmiş olabilir. Senin sevgili Mete’n zamanında…
Mete’nin adı geçince erkeğin gözleri parladı:
-Bu iğrenç asırda yaşamaktansa Mete zamanında dünyaya gelmiş olmayı tercih ederdim.
Kadın, onun bu safiyane arzusu üzerine şakaya başladı:
-Kim bilir? Belki O zamanda da yaşamışsındır. Bu masalda nasıl Mete devrinin izleri, unsurları varsa sende de o zamana ait çok şeylerin bulunduğu muhakkak… Şu farkla ki masalda o zamana ait şeyler kırıntı şeklinde bulunduğu halde sende Yirminci Asır kırıntı olarak yaşıyor. Denilebilir ki sen Mete ordusunun hiç ihtiyarlamadan bugüne erişmiş bir subayısın. Tenasüh akîdesinin lehinde delil arayanlar seni görmelidir. Hoş zaten o nazariye de pek ceffelkalem reddolunacak bir fikir değil ya…
Erkek gülümsedi: İçkiyle kızarmış yüzünde şimdi bir çocuk safiyeti vardı. Kadehini doldurarak:
-Tenasüh uydurmasını da bir yana bırakalım, dedi.
Sonra sert bir hareketle esas vaziyeti aldı. Sol eli, askerî talimnamenin tarifine tıpatıp uygun bir şekilde pantalonuna yapışmış olduğu halde kadeh tutan sağ elini kaldırdı:
-Büyük asker Mete’nin ölmez hâtırası şerefine! dedi.
Kadın gülümseyerek nazikâne başını eğdi:
-Afiyet olsun! diye karşılık verdi.
Son kadeh içilmişti. Odada uzun bir sessizlik oldu…