Aşkın ömrü bir kelebeğinki kadar mı?
İlk bakışta aşktı onlarınki. Sevda ve Orhan göz göze geldikleri anda her şey olup bitmişti. Bir kelebek kanat açmıştı göğe. Aşkla…
Bu iki sıradışı, tutkulu insan ölüm onları ayırıncaya kadar mutlu olabilirdi. Fakat söz konusu aşksa üçüncü kişiler araya girerdi. Üçüncü kişiler katlederdi aşkı.
Sevda ve Orhan aşka tutunabilecek, aşkla birbirlerine tutunabilecek miydi? Yoksa aşklarının ömrü de yüreklerinden kanatlanan kelebeklerinki kadar kısa mıydı?
***
Giriş
Anne, bahçede kelebekler var.”
Küçük kız yemek yapan annesinin eteğini çekiştiriyor, onu bahçeye çıkarmaya çalışıyordu.
Kadınsa, işi başından aşkın olduğu için ilgilenmedi bununla. Şunun şurası bahçede üç beş kelebek vardı muhtemelen ve işini bırakmasını gerektirecek bir şey değildi bu.
“Aferin benim kızıma… Hadi sen git. Ben de yemek yapmayı bitirince yanına gelirim.”
“Ama çok güzeller anne. Rengârenk hepsi.”
Kadın gülümsedi.
Küçük kız annesini bahçeye çıkaramayacağını anlayınca çaresiz, tek başına gitti.
Kadın tezgâhın üzerinde duran, az önce küp küp doğradığı soğanları tencerenin içine atıp kavurmaya başladı. Yaz sıcağında ter içinde kalmıştı. Lanet olası yazlığa klima taktırmak için saatlerce dil dökmesine rağmen kocasını ikna edememişti bir aydır. Tabii ona göre hava hoştu. Hafta sonları geliyor, bütün gün arkadaşlarıyla plajda vakit geçiriyordu.
Yemek yapan, evi toplayan, cehennem sıcağında ter döken kendisiydi.
Bir an için eriyip suya dönüşmek üzere olduğunu hissetti. Üstündeki tişört terden tenine yapışmıştı. Dahası soğan kokmak istemiyordu çünkü akşama misafirleri gelecekti.
Saffet Bey in her zaman iki dirhem bir çekirdek dolaşan karısı Seval da gelecekti ve onun yanında hizmetçi gibi görünmek istemiyordu.
Soğanları karıştırdığı kaşığı tencerenin içine bırakıp pencereye gitti. Camı açsa biraz cereyan yapardı hiç yoktan. Kızı mutlaka bahçeye çıkarken verandanın kapısını açık unutmuştu; emindi bundan. Her seferinde aynı şeyi yapıyordu çünkü.
Camı açtı.
Öylesine dalgındı ki dışarı bakmadan yaptı bunu. Ne giyeceğini düşünüyordu akşam için. Üç çift olacaklardı. Beş de çocuk. Masaya kaç tabak koyması gerektiğini hesap etti. Bu işi hallettikten sonraysa ne giyeceğini düşünmeye döndü vakit kaybetmeden.
Kırmızı elbisesi ve mavi şortlu takımı arasında gidip geliyordu ki pencereden içeri bir kelebek girdi. Kocaman bir kelebekti bu. O güne kadar gördüğü en büyük kelebekti belki de.
Görünce bir an korktu ve ufak bir çığlık attı. Öyle büyük bir kelebekti!
Fakat birkaç saniye sonra büyülenmişçesine bu kelebeğe bakmaya başlamıştı. Rengârenkti kelebek. Bunca rengi bir arada görmemişti sanki. Gökkuşağı gibi bir kelebek… Mutfağında dolaşıyordu neşe ile. Kanatlarını çırpıyor, sonra birden duruyor, havada süzülüyordu kısa bir süreliğine. Sonra yeniden çırpıyordu kanatlarını, yüksele alçala geziyordu.
Tenceredeki soğanların yanmasını bile umursamıyordu artık. Kelebek onu büyülemişti.
Neden sonra yerleri gördü. Her tarafa renk renk boyalar damlamıştı.
Şaşırdı. Bunun nasıl olduğunu akıl erdirmeye çalıştı bir an için. Düş mü görüyordu? Mutfağına dev gibi bir kelebek giriyor, sonra yerlerde birden boya lekeleri beliriyordu. İnanılır şey değildi.
Yeniden kelebeğe baktı. Hayret ederek kelebeğin kanatlarından süzülen bir damla mavi boyanın yere süzüldüğünü gördü.
Panikledi. Bu ne demek oluyordu? Kanatlarından rengârenk boyalar damlayan bir kelebek…
Mutfağın açık camından dışarı bakmayı o zaman akıl etti. Pencereye gittiğinde ise gördükleri adeta kanını dondurdu. Gümüşlük’ün üstü neredeyse kelebeklerle kaplıydı. Sanki bir gökkuşağı sarmıştı kasabanın üstünü.
Kızı geldi aklına. Bahçede kelebekler var demişti. Rengârenk kelebekler… Onu merak etti. Koşarak çıktı mutfaktan.
Bahçeye vardığında küçük kızını aradı gözleri. Havuzun yanında gökyüzüne bakıyordu kızı. Üstü başı boya olmuştu. Sadece üstü başı mı? Her yeri… Her yer… Her şey rengârenkti. Kelebekler her taraftaydı. Tüm bahçe alacalı bulacalı bir hal almıştı. Havuzun suyu, ağaçların yaprakları, çitler, duvarlar, yollar… Rengârenkti…
Korkuyordu. Sadece o da değil; tüm komşuları, sokaktan geçenler, arabayla bir yerden bir yere gidenler durmuş, başları gökte kelebekleri izliyordu. Hepsi bu yaşananların ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Kimine göre bir mucizeydi bu, kimine göreyse kıyamet alameti.
Kızını alıp eve girmek, kocası gelinceye kadar saklanmak istedi. Koşarak havuzun yanına gitti. Elinden tuttuğu kızı üzgün görünüyordu.
Annesine baktı küçük kız. Annesinin gözlerindeki korkuyu görünce şaşırdı.
“Korkma anne. Onlar bize zarar vermez.”
Kelebekleri gösteriyordu.
Kadın yeniden baktı kelebeklere. Gerçekten zararsız görünüyorlardı. Ya bu her yana damlayan rengârenk sıvı… Boya mıydı?
Kızı, sanki annesinin aklından geçenleri okuyormuşçasına yanıtladı.
“Boya değil o. Kelebekler ağlıyor anne… Görmüyor musun? Kelebekler ağlıyor.”
1
Zengin ve köklü bir ailenin tek oğluydu Orhan. Mükemmel bir hayatı olmuştu. İyi bir eğitim, insanların rüyalarını süsleyen evler, kaliteli, pahalı kıyafetler… Her şeyiyle gıpta edilecek, yerine geçmek istenilecek birisiydi.
Annesi Nezihe Hanım ve babası Cüneyt Bey’in medarı iftiharıydı. Çünkü onların tüm beklentilerini karşılayan, koltuklarını kabartan, okulu birincilikle bitiren bir evlattı.
Son derece yakışıklıydı da. Geniş omuzları, buğday teni, siyah saçları ve yeşil gözleriyle cemiyet hayatının gözde bekârlarından biriydi. Pek çok kız arkadaşı olmuştu. Ama hepsi gelip geçici… Âşık olmamıştı henüz. Aşkı tatmamıştı Orhan.
Bay Mükemmel’imizin âşık olmamak dışında ufak bir sorunu daha vardı.
Mutsuzdu.
Masal prenslerinin saray koridorlarında pelerin gibi peşlerinden sürüklediği bir mutsuzluktu Orhan’ınki.
Neden mutsuzdu? Bilmiyordu. Her şeyi tamam değil miydi?
Değildi işte. Mutluluk yoktu. Huzursa sanki hiç olmamıştı hayatında. Bir de aşk… Ama şu anda aşksızlığını düşünecek halde değildi.
Bir çeşit Doktor Jekyll hikâyesiydi onunki. Tanımlı, düzenli ve zengin bir hayat… Her şeyin iyi, güzel ve imrenilecek kadar mükemmel olduğu bir gençlik… Hayır, Orhan’ın içinde dışarı çıkarılmayı bekleyen bir Mister Hyde vardı.
Amerika’da mastır yaparken ya da diploması ile Türkiye’ye dönüp petrol şirketlerinin başına, babasının yerine geçtiğinde de duyuyordu aynı sıkıntıyı. Bir şeyler eksikti, bir şeyler oturmuyordu yerine. Dahası duyduğu sıkıntı gitgide şiddetleniyordu. Her davette, her iş toplantısında katlanarak büyüyordu mutsuzluğu.
Kendisini boğuluyormuş gibi hissetmeye başlamıştı nicedir. Bir başkasının hayatını yaşıyormuş gibiydi. Bir tür kâbustu sanki.
İşi, kız arkadaşı, evi… Hepsine yabancılaşmıştı Orhan.
Garip bir durumdu bu. Pek çoklarının şımarıklık diyeceği türden bir kıymet bilmeme, hor görme belki… Nasıl o hale geldiğini, hangi yol ayrımında gerçeklerden koptuğunu bilmiyordu.
Ama onun çok iyi bildiği bir şey vardı… Böyle bir hayat yaşamak istemiyordu.
Çünkü çok temel, çözümsüz, var oluşsal bir sorunla karşı karşıyaydı ve kendini yiyip bitirmeye başlamıştı. Çözmesi gerekiyordu bu sorunu kısa süre içerisinde. Bir yerden sonra, belki de en başından beri yavaş yavaş anlamını yitirmeye başlamıştı varlığı.
Ve boğuştuğu sorun kadar temel, hayati bir karar vermesi gerektiğini hissediyordu.
Orhan, bir gün yatını alıp denize açıldı. Bir tür kaçıştı. . Kendinden, hayatından… Her şeyi geride bırakıp Marmara’yı, oradan Ege’yi gezmeye başladı.
Yattayken Orhan’dan uzaktı. Kendinden uzak… Bambaşka, niteliksiz biriydi artık. Tamam, havalı bir yattı, her tür lüksü vardı, ama onu var eden, tanımlayan sosyal bağları geride bırakmıştı sonuçta. İşi yoktu mesela, annesi, babası yoktu… Hiçbir bağı yoktu. Hepsi kopup gitmiş gibiydi. Bir süreliğine de olsa!
Ve bu durumu sevdi Orhan. Bir tür sınamaydı bu yolculuk. Dahası kendi olmak, bambaşka bir kendi olmak için tüm bağlarından kurtulması gerektiğini fark etmişti sınavın sonunda. Her şeyi bırakmalı ve yeniden, sıfırdan, bu defa ne istediğini, ne yapacağını düşüne taşına başlamalıydı hayata. Yeniden yola düşmek, yeni bir yola girmek için… Önce durmalı, yoldan çıkmalıydı bunun için.
Aslında herkesin bir şekilde yaşadığı bir sorgulamaydı onunkisi. Pek çokları hayatının anlamını ya da yolunu tekrar tekrar bulmak istemiştir ömürleri boyunca. Ama Orhan’ın geride bırakacakları öylesine çoktu ki… Herkesin Bay Mükemmel olarak parmakla gösterdiği, ailesinin medarı iftiharı ve koca bir petrol şirketinin başıydı, o. Tanrım, ne kadar çok şeydi tek başına!
Zaten onu bu denli sıkan da buydu. Kaybedecek şeyi çoktu. Kaybedecek bir şeyi olmayan insanlar için cesur olmak kolaydı. Kaybedecek bir şey yokken her şey bir kazanımdı sonuçta. En kötü netice bile. Ama kaybedecek şeyi çok olanlar… Onların güçlü, çok güçlü olması gerekirdi.
Fakat güçlüydü Orhan. Yatıyla Ege’yi dolaşırken kararını vermişti. Parası vardı ne de olsa. Kolay verebilirdi kararını. Kaybedecek şeyi kadar parası da vardı. Bu durum, işleri kolaylaştırıyordu.
Kararı netti Orhan’ın. Her şeyi geride bırakacaktı. Yepyeni bir sayfa açacak, sil baştan hayata başlayacaktı.
Bu kararı verdiği gün Gümüşlük iskelesine demirlemişti yatını. Yeni hayatının ilk günüydü. Sanki yeni doğmuş gibiydi. Çünkü artık kafası netti. Ona neye mal olursa olsun, her şeyi geride bırakacak, sıfırdan başlayacaktı.
İki gün kaldığı Gumuşlük’e dünyaya yeni gelmiş bir bebek gibi meraklı ve korkusuz gözlerle baktı. Yeni doğmuş bir bebek gibi, sevgi doluydu gözleri. Gümüşlük’ü sevdi. Kendini annesinin kollarında güvende hisseden bir oğlan çocuğuydu şimdi Gümüşlük sokaklarında huzur duyuyordu. Gördüğü her ev, gezdiği her yer onu mutlu ediyordu sanki.
Anne ve babasıyla konuşmak, istifa etmek için döndü İstanbul’a.
Hiçbir şey umurunda değildi. Böyle büyük bir değişikliği gerçekleştirirken tek düşündüğü Gümüşlük, tek üzüldüğü oradan uzak kalmaktı.
Birkaç günde özlemeye başlamıştı Gümüşlük sokaklarını. İlk bakışta aşktı belki de onunki… Gümüşlük’ü görür görmez sevdiğini, onu görmeden edemediğini İstanbul’a gelir gelmez anlayıvermişti.
Anne ve babasını karşısına alıp onlarla konuştu. Cüneyt Bey ve Nezihe Hanım anlamadılar tabii ki oğullarının bu sıkıntısını. Verdiği kararı mantıksız buldular. Orhan, onlara bu hayata devam edemeyeceğini, bambaşka bir yaşam arzu ettiğini söylemişti. Ama neden? Her şeye sahip olan, sevilen genç bir adam neden bu kadar iyi durumdayken her şeyi bırakıp gitmek, uzaklaşmak isterdi? Bu, pek çok insan gibi onların da anlayabileceği bir şey değildi.
Ancak bunun bir tür tatil, geçici bir süreç olduğunu düşündüler. Oğulları tam olarak sebebini kavrayamasa da sıkılmıştı. Bir süre gitmek, kaçmak, dinlenmek istiyordu. Gümüşlük’te bir ev alıp asude bir hayat yaşayacaktı. Belki birkaç ay, bilemedin bir yıl
Bu süre sonunda Orhan’ın her şeyi bırakıp kaldığı yerden hayatına devam etmek için İstanbul’a döneceğinden emindi neredeyse Cüneyt Bey. Karısı, bavullarını toplayan oğluna bakıp ağlarken o, sakin olmasını söylüyor, Orhan’ın er geç geri geleceğinin teminatını veriyordu.
Bir haftadan az kaldı Orhan İstanbul’da. Bir sabah iki bavulla yatına atladı ve yeni bir hayata açıldı büyük bir heyecanla Gümüşlük’te demirledi yatını. Yeniden. Bir pansiyon odası tuttu kendisine. Bir ev bile istemiyordu. Tanımlı mekânlar, tanımlı işler, tanımlı ilişkiler… Hepsini geride bırakmıştı. Bazen pansiyonda, bazen yatında kalacak; bohem bir hayat yaşayacaktı.
Resim yapmak… Çocukluğundan beri resim yapmak istiyordu Orhan. Ailesinin ona aldırdığı sayısız ders arasında resim de vardı. Gittiği özel ilkokulda resim dersi hocasının dikkatini çekmiş, bu iyi niyetli hoca anne ve babasını çocuklarının yeteneği konusunda uyarmıştı. Bunun üzerine Nezihe Hanım ve Cüneyt Bey, o dönem sosyetik çevrelerde ün yapmış, resimleri binlerce liraya satın alman bir ressam tutmuş, yaz tatili boyunca haftada iki gün ders aldırmışlardı Orhan’a.
Resim huzur demekti Orhan için. Resim yaparken dinlenir, bambaşka bir dünyaya dalardı. Hocası da beğeniyordu işlerini. Ancak iki üç yıl sonra sınavlar başlamış, derken yurtdışı eğitimi, ardından iş hayatı… Resim geri planda kalmıştı.
Orhan, Gümüşlük’e gelip her şeyden uzak rahat bir nefes aldığında aklına resim yapmak geldi. Duyduğu huzuru bütünlemek ya da içinde ukde kalan bu hobisi sayesinde gençleşmek istemişti. Hemen boyalar, defterler aldı kendisine. Çizmeye başladı. Vakti boldu. Günlerce, bazen gecelerce çizdi. Birkaç ay sonra kendisini hazır hissettiğinde de karakalemden yağlıboyaya, defterden tuvale geçti. İşin boyutu değişince ve yaptığı resimlerin sayısı günbegün artmaya başlayınca pansiyon odası ya da yat yetmez oldu.
Kaldığı pansiyonun hemen karşısında bir atölye tuttu. Böylece bir anlamda yerleşik düzene de geçmiş oluyordu, ama son…