Her yaştan insanın zevkle okuduğu usta romancı Ahmed Günbay Yıldız, “Aşka Uyanmak” ile karşımıza çıkıyor bu kez… Eserde, her türlü olumsuzluklarla karşı karşıya gelmiş fakat hiçbir yol göstericisi olmayan gençlerin açmazları ele alınıyor. Bugüne kadar pekçok insanın üzerinde olumlu etkiler bırakan yazar, bu eseri ile önceki romanlarını da aşarak yepyeni bir tahlil ve ifade zenginliğine ulaşmıştır. (Arka Kapak)
***
Geceleyin bir ses böler uykumu,
İçim, ürpermeyle dolar “Nerdesin?”
Arıyorum yıllar var ki ben onu,
Aşıkıyım ‘beni çağıran bu sesin
Gün olur sürüyüp beni derbeder
Bu ses, rüzgârlara karışır gider,
Gün olur peşimden yürür beraber,
Ansızın haykırırbana “Nerdesin?”
Sesler geliyordu kulaklarına, gecenin o gocunan, ruha işkence veren, gamlı mefluç sükûtunu hiç acımadan paramparça eden.
Bu ses lanetleyen, niteliksiz, fakat dehşetli bir ürpertinin insafsız kıskacında sıkıştırıp, sonra amansız, nefes aldırmayan keskin bir güçle sallıyordu vücudunu.
Akortsuz bir sazın, inadına gergin duran tellerini andırıyordu sinirleri. Sonra hoyrat bir mızrap, tellerin üzerine notasız hırçın bir vuruşla iniyor, huzuru bozan, ortalığı velveleye veren, öfkeyi kudurtan bir ses yayılıyor etrafa:
– Boyacı!
Delikanlının o anda, uykunun kollarına düşmek için sabırsızlanan yüreği, dehşete kapılıyor. Uykuya ramak kala, dipsiz bir öfkenin dürtüsüyle açıyor gözlerini.
Nefesi daralıyor beklenmedik bir ürpertinin ardından, dişlerini kararsızca sıkıyor, hırsını dindirmek için. Gecenin bu ilerlemiş saatlerinde, o meçhul şahsın yaptığı densizlik, hudutsuz bir hırçınlık kazandırıyor öfkesine. Yatağın içinde çıldıracakmış gibi oturuyor, geçiştirmek istiyor rahatsızlığını. Ellerini kulaklarına bastırıyor sesleri duymamak için. Fakat çare değil bu yaptığı, uğultular hâlinde kesik kesik, beynini hançerleyerek uçuşuyor havada sesler:
– Boyacı! Boyacı!
O ses, bazı gecelerde ortaya çıkan, pembe hayallerini katleden, uykusunu kaçıran renksiz ses. O belki de, uykuya en çok ihtiyaç duyduğu geceleri seçen, duygularını hançerleyen lanetli ses. Tıpkı peşini bırakmayan kapkara bir kâbus gibi doluyor kulaklarına:
– Boyacı! Boyacı!
O kendisine has ayrı bir besteyle geceyi kuşatan, gecenin sükûtunu bozan, bu ayrıksı ses, incitiyor delikanlıyı:
– Boyacı! Boyacı!
Avuçlarının içi sıkıntı terleriyle yapış yapış… Biraz uzaklaşır gibi oluyor, sustuğunu sanıp rahatlamış gibi oluyor çehresi, daha derin bir nefes alma fırsatını bile vermeden, yeniden duvarları delip beyninde. O çıldırmamak için direnen dokularının üzerinde, hınçlı bir hançer ucu gibi, acımasızca saplanıp dönüyor, dönüyor:
– Boyacı! Boyacı!
O asap bozucu ses boğazın sularına doğru çekiliyor biraz sonra, sırra kadem basıyor her zamanki gibi.
Onu bir gece mutlaka yakalayıp benzetmek geçiyor düşüncesinden.
Gece lambasının, loş bir ışıkla aydınlatmaya çalıştığı odada, huzursuz kıvranışlarla dönüyor yatağının üzerinde. Duvar saatinin sarkacı sallandıkça, huzursuzluğu sindiremeyen beynine âdeta bir balyoz gibi inip kalkıyor her defasında.
Delikanlı son günlerde henüz adını koyamadığı bir azabı yaşamaktaydı. Üniversiteyi bitirdikten sonra, kendisini bir boşlukta hissetmişti.
Önce, babasının fabrikasında görev almıştı. Kısa bir denemenin hemen arkasından, sıkıldığını anlamıştı. Buna bir sebep, bir mazeret arıyordu günlerdir. Anlaşılan, kulaklarına kadar gelen fısıltılar, henüz sahibi olmadığı, üzerinde yamalık gibi iğreti bir görüntü vererek duran itibar, onu fazlasıyla sıkmaya başlamıştı.
– Bey’in oğlu.
– Patronun oğlu.
– Küçük Bey.
Eski emektarların, babasına yakın çevrelerin iltifat için söyledikleri bu sözler, farkında olmadan incitmeye başlamıştı delikanlıyı. Kim bilir, belki de başkalarına göre çok gülünç bir alınganlık olabilirdi; ancak, Faruk’u haddinden fazla rahatsız etmekteydi bu.
Aslında kendisine has bir şahsiyet kazanamayışımn sıkıntılarıydı bütün bunlar:
– Melih Bey’in oğlu
Artık her nefesinde hararetle hissetmeye başladığı bir boşluk açılmıştı ruhunda. Sonunda bir kimlik arayışı olduğuna karar verdi sıkıntılarının.
Kendisini zor durumda bırakan, amansız bir arayış içinde çırpınmaktaydı düşünceleri.
Mastır, doktora, doçentlik ve profesörlük. Bunların hiçbirisi de anında sahip olunabilecek bir kimlik değildi. İşte, sırf bu yüzden başladığı mastırı inanılmaz bir alakasızlıkla askıya almıştı.
Gözü hep zirvelerdeydi. Merdivenin ön basamaklarına hiç basmak istemiyordu bu yüzden. Hep son basamağına takılmıştı gözleri. Nedense ihtiraslı, dipsiz bir hırsla seyrediyordu yüksekleri.
Ürpertici bir boşluk, dairesini her geçen gün biraz daha genişletiyor dünyasında ve mesafeler gözlerinde inanılmaz bir şekilde büyüyor, tıpkı bir ejderha olup hayallerini içip tüketiyor, sıkıntıları güç yetmez oluyordu bu yüzden.
Bir solukta, belli bir hedefe varmak, şöhret olmak, isim yapmak, merdivenin ilk basamağına dokunmadan tepesine çıkıp, işte tam orada sırçadan bir saray kurup oturmak ve dünyayı hep oradan seyretmek istiyordu.
Yürekli, macerayı haddinden farla seven, kavgacı, cesur bir delikanlıydı.
Fabrikadan soğuyuşunun yegâne sebebi de bu değildi hani. Bir gün, çalıştığı bölümden kalkıp babasının makamına habersiz gelmişti. İkinci sekreterin ikazına rağmen, kapıyı çalmadan girmişti odasına. İşte o zaman olanlar olmuştu tabi. Hiç beklemediği bir manzara çıkmıştı karşısına. Genç, güzel sekreterve babası!
Yüzündeki derinin tutuştuğunu hissetmişti. Kanı damarlarında akışını durdurmuştu bir an. Gözleri görüntüyü kesmiş, o darda kalan Bey’in, babasının sık sık kotardığı dürüstlük hikâyelerinden anekdotlar getiriyordu uğultulu kulaklarına:
– Hayatta hakkım olmayan hiçbir şeye el sürmedim. Kıskanmadım kimseyi. Başaramasam bile arkadaşlarımın ve çevremdekilerin başarılarını alkışladım.
Annenle mesut oldum. Benim hayatımda bahar, daima bir çiçekle geldi ve o çiçekle son bulacak.
Dolu dolu bir hayat yaşamayı severim. Annenle tabii. Yalan en iğrenç sığmaktır şerefli insanlar için. Ona tenezzül eden kim olursa olsun, şahsiyet edinememiş kusurlu, eksik insanlardır.
Bir an meselesi olmuştu her şey. Aklı başına gelip irkildiğinde, ilk işi kapıyı yüzlerine hışımla kapamak olmuştu.
Demek kendisinin başka bir bölümde çalışmasını isteyişi az önce karşısında beliren çirkin manzaranın ta kendisiydi.
Melih Bey nefes nefese çıkmıştı peşinden. Daha, özel kalem odasından ayrılmadan bir ses, inadına heyecanlı ve aceleci yakalamıştı onu:
– Faruk, duur!
Umursamaz bir eda içindeydi delikanlı. Kırgın, hırpalanmış, acı çeken bir çehresi vardı arkasına döndüğünde.
Bozulmayan, derin sükûtu ve yüzündeki anlamlı mimikleriyle ifade ediyordu nefretini. Babasının yanma sokulup, kısık bir sesle suçuna mazeret giydirmeye çabalayışı onu biraz daha silmiş ve küçültmüştü yanında:
– Bak, yanlış anlama sakın. Gözüme bir şey kaçmıştı da. Onu alayım derken.
Esefli gözlerin yansıdığı çehrenin derisi, alev rengindeydi hâlâ. Heyecanın kuşatabildiği en dipsiz mesafelerin nirengi noktasındaydı bedeni. Tüyleri ürperten bir fısıltıyla karşılık verdi babasına:
– Çöp kaçan göz, kızarır ve sulanır. Oysa!
Usançlı, sıkışmış, aceleci bir üslûpla zorda kalmışlığın tipik bir örneğini yansıtıyordu Melih Bey. Durakladı, yutkundu. Sert bir otorite tepkisiyle bastırmak istedi suçunu:
– Öööfbe! Ben de neden izah ediyorsam bunları sana?
Emir ve komut dinlemeden yürüdü. Bir protesto, bir karşı
koyuş, bir tehdit gizliydi edasında.
Peşinden sert bir azarla yetişti yine sesi:
– Faruk!
Dönmedi. Arkasına bile bakmadan, hiç aldırış etmeden yürüyüp gitti. Bilirdi inadını. Bozuk bir moralle, lanetler gibi baktı peşinden ve hırçınlaştı. Dişlerini kıyasıya sıktı öfkesinden:
– Hay Allah!
Akşam eve döndüğünde Melih Bey’in korktuklarının hiçbiri olmamıştı. Faruk, oldukça içine kapalı ve anlaşılmaz biçim de ketum bir delikanlıydı. Sır içinde kurt olsa, yine bulunduğu yerde kalıp bedenini kemirirdi.
İşte gecenin bu saatlerinde, tedirgin edilmiş duygularının yelpazesini açıp bunları düşündü.
Uyuyamayacağım fark edip yatağından usulca indi. Odasının, balkona açılan kapısına yaklaşıp araladı.
Balkonun demir parmaklıklarından tutunup derin bir nefes aldı etrafını seyrederken.
Ne az önceki ses ne de ortalarda kimseler vardı. Boğazın sularını seyretti mahmur gözlerle. Solgun renkli ışıklarla cilveleşmesini, açıklara demir atan dev gemileri.
Kirpiklerini kıstı, görüntünün mesafesini azaltıp daha yakınlara doğru çekti bakışlarını. Oturdukları görkemli villanın bahçe hududuna kadar getirdi.
Önü sarp kayalıklarla uçurumlaşan, bahçenin duvarını, herkesin hülyalarını süsleyen yüzme havuzunu, biraz ötesinde bir sanat abidesi gibi gülümseyen çardağı, daha batısındaki hudutta şirin bir manzara oluşturan koruma evini ve hemen alt yamacında âdeta gözleri kamaştıran köpek kulübesinin üzerinde bekletti gözlerini.
Bu sokak sahiden de adı kadar ütopik. Kuzey kanadı çıkmaz, batısında, villaların giriş kapılarının caddeye açıldığı patika taşlarla döşeli bir zemin. Üst sokakların, dar yollarının birleştiği, sahile indikçe inadına dikleşen çok az trafiği sırtında çeken bir ara cadde.
İşte bu sokağın adı “Hayal Sokağı”. Hep aynı projede yapılmış, altı villanın yerleştirildiği ender manzaralı, boğazı bütün cepheleriyle seyreden muhteşem bir mevki.
Hep aynı tonda renklerin hakim olduğu, aynı evler, kulübeler, havuzlar, aynı dizaynda bahçeleri olan altı adet villa.
Bahçelerinden birbirine geçit veren, şirin ve küçük komşuluk kapılarıyla tam bir sanat örneği.
Ön tarafı kayalık eteklerinin çam ağaçlarıyla ormanlaşan alanın bitiminde, tıpkı bir yılan kavisiyle kıvrılan sahil yolu, kıyıdaki elektrik direklerinin lambalarıyla aydınlanışı, gözlerinde nefis bir aksesuar niteliği taşıyor, sularla cilveleşirken.
Boğazı, paralel iki çizgiyle kesen asma köprülerin görüntüsü, daha bir başka özellik taşıyor bu saatlerde.
Şuh bir kadının boğazında parıldayan gerdanlık gibi kristalleşiyor ışıklar. Kıyılara demir atan gemiler, prangaya vurulmuş bir idamlık mahkumun gamlı manzarası kadar mağrur ve muzdarip.
Faruk, gecenin hüzünlü manzarasını, işte bu duygular içinde seyretti.
Altına bir sandalye çekti. Yorulmuştu anlaşılan. Bu güzide, ruha haz veren manzara karşısında, düşünceleri derinlik kazanmıştı anlaşılan.
Son günlerde iç dünyasının o ürperti veren düşüncelerin, fırtınalarını dindiremeyişinin azabı içinde, çetin çırpmışlar veriyordu âdeta.
Yine kendisini ve etrafmdakileri sorgulamak hissi düşmüştü akima.
Zenginlerdi. Maddede inanılmaz boyutlardaydı harcamaları. Arabası, motosikleti, yatları, yazlıkları vardı. Bütün bu varlıkların içinde kendisini hissettiren müthiş bir boşluğun hasretini çekmekteydi hayatında.
Sıradan bir isim olarak yaşamak istemiyordu. Şimdilik, en mühimi buydu. Şöhret ve makam. Kim bilir belki de sevgi ve aşk. Henüz hiçbirine mücerret olarak ulaşamadığı üç kavram.
Daha önce hangisine ulaşırsa, huzuru yakalayabilirdi? Sık sık bunları düşünüyor, kördüğüm sendromlar oluyor ruhunda erişemediği kavramlar ve işte onları çözebilmek için çırpmışlar veriyordu.
Sıradan bir insan olmak! Silik ve renksiz olarak yaşamak! Hatta babası bile olsa, bir başkasının adıyla tanıtılmak! Oldum olası nefret duyduğu olgulardı bunlar.
Diskotekler, barlar, pavyonlar ve meyhaneler, korkunç maceralarla tüketilen günler, tıpkı bir sinema şeridi gibi geçti gözlerinin önünden. Kaç defa babası kurtarmıştı onu karakoldan.
– Melih Bey’in oğlu!
Kulaklarına fısıltı halinde gelen bu sözler bile, artık sıkmaya başlamıştı delikanlıyı.
Mahmur gözleriyle, oturduğu balkondan Hayal Sokağı’nı içli bir seyirle yeniden gözden geçirdi.
Yönü boğazın sularına dönük olarak durmaktaydı balkonda. Sağında Hilâller vardı. Üniversite ikinci sınıf talebesiydi bu kız. Fırsat buldukça peşinde gölgesi gibi dolaşırdı. Semtin en güzel en hareketli kızıydı. Faruk’la dolaştığı için muhitte dokunulmazlığı olan kızlardan birisiydi o da.
Babası İrfan Bey, iş adamıydı. Ağabeyi Bilâl, baba mesleğini seç-memişti nedense, Tirajı yüksek, günlük bir gazetede köşe yazarıydı.
Faruk’u o da severdi. Köşe yazılarını tartışırlardı onunla sık sık.
Faruk, bu dünyayı dolu dolu yaşamak isteyen kızla, haftanın her tatil gününde birlikte olmalarına rağmen, onu hâlâ teşhis edebilmiş sayılmazdı.
Hilâl seviyordu Faruk’u. Sezdirmemeye çalışsa bile, esrarlı bakışları, onu başkalarından kıskanışı, hayranlık ifadelerinin gözlerinden yansıyan tezahürü, aşkın ipuçlarını veriyordu.
Hilâllerin yanında en uçtaki Güney’e düşen binada dul bir kadın ve oğlu Efruz yaşıyorlardı. Efruz, Faruk’un en yakın arkadaşıydı.
Kafasını hafifçe sol omzunun üzerine doğru çevirdi. Kuzey yakasına. Bitişiklerindeki villanın üzerinde bekledi biraz ve bahçeye doğru indirdi bakışlarını. Yutkundu, içli, derin bir nefes aldı. Bu bahçenin çardağında havuzunun kenarında çırpınırdı yüreği. Leylâ vardı oralarda. Kendisini bütün çabalarına rağmen hissettiremediği kız.
Âşıktı ona. Konuşuyorlardı, hatta bazen birlikte çıkıp dolaşıyorlardı. Fakat duygularını açamamıştı ona.
Ne vakit hislerini deşifre etmeye kalkışsa, usta bir manevra ile konuyu değiştiriyor, Faruk’a fırsat vermiyordu. Umut veriyordu aslında, belirsizlik taşımasını istediği sevdalı bakışları vardı onun da.
Hilâl kıskanırdı Leylâ’yı. Ne zaman ikisini birlikte görse, Faruk’u yakalar yakalamaz taşı gediğine koyardı. Farkında olmadan ıslanan gözlerini saklardı Faruk’tan.
Leylâ, Tıp Fakültesi son sınıf talebesiydi. Yoğun bir ders programı vardı. Anlaşılan aşka vakit yoktu hayatında.
Kuzeyde en uçtaki villada bir Leyla daha vardı. Ünü İstanbul’un sınırlarını çoktan aşmış bir babanın kızı. Kurt İlyas’m.
Hayal Sokağı’nda yadırgı bir manzara gibi sırıtırdı bu ailenin fertleri. Asra, çağdaşlığa aykırı yaşıyorlardı bunlar.
Haftalık toplantılara, kumar partilerine katılmazdı her nedense. Komşuluk ilişkileri hiçbirisi ile yok denilecek kadar sığ.
Bir mafya babası, yüreklere korku salan bir adamdı Kurt İlyas. Herkes yapmacık bile olsa, ondan çekinir, karşılaştıkları zaman kimse saygıda kusur edemezdi.
Her akşam geç vakitlerde evlerine korumaları eşliğinde gelir ve yine her sabah erken denilebilecek saatlerde, yine korumaları eşliğinde, âdeta görkemli bir törenle evinden alınırdı.
Leylâ’ya hiçbir erkek selam veremezdi yörede; sataşmaz, laf atamazdı kimse. Dokunulmazlığı vardı bu genç kızın. Daha da tuhafı, yöreye tezat teşkil ederdi kıyafeti. Tesettürlüydü. Hatta akranı kızlar bile kaldırım değiştirirlerdi onu yolda görünce. Yalnızdı.
Hayal Sokak’taki simaları inceledi sıra sıra. Yine kendisine döndü iç sıkıntılarını hatırladı. Uykusu iyiden iyiye kaçmıştı. Sıkıntıları biraz daha büyüdü. Ne yapsa kendisini aşamıyordu. Ulaşamadığı gizlilikleri vardı yaşadığı hayatın. Henüz açamadığı kapılar, perdesi aralanmamış, gölgesi kısa ufuklar vardı beyninde.
Sendromlarla, gizemlerle dolu bir dünya vardı önünde Faruk’un. El değmedik duygular sırlar âleminden bir şeyler taşıyordu düşüncelerine. Yakası yırtılmamış hisler gülümsüyordu bazen dünyasına, koyu sislerin arasından tebessüm eden taze bir güneşin pırıltıları gibi. Hâlâ masumiyeti vardı yine, ona göre beyninden söküp atamadığı şartlanmışlıklarm. Hicap perdesini tam manasıyla yırtmamıştı anlaşılan.
El yordamıyla, bilinçsiz adımlarla yürüyordu belki fakat zaman zaman iç dünyasını velveleye veren dipsiz bir çığlık kasırgalaşı-yordu:
-Hayır, hayır! Hayat bu olamaz. Kalıplaşmış, monoton, renksiz ve silik. Aynı geçici zevkleri, aynı anlamsız heyecanları yaşamak.
Bir beton, tunç, kronikleşmiş, basit kalıplar yardımıyla dökülmüş ruhsuz heykeller gibi.
Evet, başka bir üslûbu yahut daha değişik iklimleri olmalıydı hayatın. Faruk öylesine derinleştirdi düşüncelerini.
İnsanın sıkılmaması, yaşadığı hayattan haz alması gerekirdi. Beklediği sesi duymak, ruhunun derinliklerinden, sımsıkı bağlamak hayata. Bir şekle, bir biçime, aşınmamış vakarlı bir realiteye göre uyarlanması, asude bir estetiğe kavuşması ruh ikliminin.
Gönlünün sırlar kapısını bilinmeyenlere açık tutması, onların perdelerini aralayıp arkalarında saklanan gizlilikleri seyredebilmesi insanın. Ufkun bir zirveyi hedeflemesi ve tırmanabilmesi oralara.
Evet, insan kendisini sorgulayıp, kendisini tanımalı önce. Noksanlarını bulup kendisini yine kendi elleriyle yeniden yaratılıştaki esasa göre inşa etmeli.
İşte öylesine biçimlenmek ve yaşamak. Fark edilmek, evet fark edilmek yaşarken. O hâlde, en azından arayış içinde olmalıydı. Deneme ve yanılma usulüyle bile olsa modeller seçebilmek hayattan.
Toplumun içinde sivrilmiş, isim yapmış simalardan yola çıkıp, vücutta herkesin kıskandığı gıpta ettiği bir şahsiyeti oluşturmak. Etten kemikten ve sinirden hasetle seyredilen özlenen bir saray kurmak.
Rastgele bir insan olmak, başkalarının kimliği ile tanıtılmak, işte bu sıkıyordu Faruk’u.
Beyni “dank” dedi birden. Yitiğini bulmuş insan gibi sevindi. Ferah bir rüzgâr esti çehresinde. “Kurt İlyas” tıpkı onun gibi yapılanmak. Ona hizmet eden insanlar vardı etrafında. Herkes korkuyordu ondan. O bir zirveydi. İşte, o zaman Leylâ bile ayrılmazdı peşinden.
Sevinç vardı çehresinde. Gözleri gecenin loş karanlıklarının parçalarcasma keskin, nefesi bir o kadar derindi. Hayatta yapabileceği en kolay işti bu. Macerayı seviyordu. Girdiği her kavgadan galip ayrılmıştı şimdiye kadar.
Vücudu balkondaki boşluğa bile sığmıyordu şu an. Peş peşe başka rüzgârlar esti düşüncesinde. Tıpkı bir hırsız sessizliğinde içeriye savuştu. Gardırobunu açıp üzerine bir şeyler taktığı gibi, merdivenlerden sessizce indi. Aynı maharetle sokak kapısını aralayıp bahçeye çıktı. Sabah oldukça yakın sayılırdı. Çünkü gökyüzünün karanlığı koyulaşmıştı.
Sessizce garaj kapısına doğru yürüdü. Kulübesinin önünde beliren köpek boynunda sürüklediği uzun bir iple dolaşıyordu bahçede. Kendisini tanıyıp huysuzlandı, şikâyet nevinden mırıldandı, yaltaklandı. O dev, tanımayan insanlar için yürekleri ürperten kangal köpeğini okşadı, sakinleştirdi. Sonra garaj kapısını açıp arabasını aldı, caddeye açılan demir kapının kilidini açıp arabayı parke taşlarla döşeli caddeye çıkardı.
Dik yokuştan sahil yoluna doğru inerken uykusunu bölen meçhul adamı ararcasma seyretti etrafını. Yoktu kimseler.
Sahilden aheste bir gidişle boğaz istikametine doğru süzüldü.
İstanbul, mefluç bir görüntü içinde, gamlı bir çehreye bürünmüş, hüzünlü bir inilti tutturmuştu. Deniz, biraz sonra sökmek için çırpman şafağın alacalanmış göğe nispet edercesine sakin ve sessizliği içindeydi.
Arabasını sağda bir köşeye çekti. Kıyı betonun üzerinde arabanın ön camından Marmara’nın sularını seyre daldı.
Duyguları bugün sır küpünü delmek üzereydi. Her hâliyle dehşetli bir yol arayışı içinde olduğunu sezmek, hiç de zor sayılmazdı. Şu an çok farklı bir ruh iklimi içinde kıvranıyordu. O her vakit, hırçın, duygularında korkunç dalgaları barındıran haletiru-hiyesinden hiçbir emare yoktu. İnadına sığ bir görüntü veriyordu dış dünyasına.
Belki de sırf bunun için kalkıp gelmişti buralara. O ihtişamlı villalarına kapladığı alandan, hatta Leylâ’dan, Hilâl’den.
Bütün debdebe ve ihtişamdan, lüksten, kibirden gösterişten yapmacık sevgiler diyarından. Hayal Sokak adı verilen o görkemli evlerin ruhsuz şatafatından kaçmıştı. Gizli bir kahırdı belki de bunlar hayatında.
Konup kalkarken denizin düzgün çarşafını yırtan martılarını seyretti. Vakit bir düşünce derinliğinin nihayetsiz mesafelerinde eriyip gitmişti. Egzoz homurdanışları, yoldan gelip geçen tek tük ayak sesleri… Boğazın sularında beliren tekneler ve alacalanmaya başlayan gök kubbeyi kuşatan ezan sesleri, düşünce derinliğinden çekip aldı Faruk’u.
Dünyaya göz kırpma hazırlığı içinde olan güneşi fehmetti ve arabasını çalıştırıp yeniden Boğaz istikametine doğru sürdü.
Vakit oldukça ilerlemişti. Sahil pastanesinde kahvaltısını yaptı. Sonra evleri düştü akima. “Merak ederler” diye mırıldandı.
Henüz ortalarda kimseler yoktu. Villanın ikinci kat balkonundan bahçeleri seyrediyordu. Hâlâ uykunun mahmurluğu vardı üzerinde. Anlamsızlık ifade eden bakışların perdesini yırtan bir sahne oluşmuştu gözlerinin önünde. Önce durakladı, dikkatini toplayıp yeniden baktı. Aşina bir araba savuştu garajına.
Vücudundaki uyuşukluk derin bir infialle ayrıldı üzerinden, gözlerinde kıvılcımlar parladı. Yüzü asık, dumanı başında tüten öfkesiyle fırladı oturduğu sandalyenin üzerinden.
Kararsız bir düşüncenin etkisiyle şaşkın gelgitler yaşadı balkonun kısa mesafeli alanında. Anî bir karar verdi beyni, odasından merdiven boşluğuna çıkıp basamaklardan oldukça dengesiz indi bahçeye.
Faruk’ların bahçeye geçit veren küçük, şirin kapıyı aralayıp derin soluyuşlarla güçlükle durdu yerinde.
Nihayet, Faruk belirdi karşısında. Dişlerini sıktı, küskünlüğünü belli etmemek için zorladı kendisini, beceremiyordu ne yapsa. Yine de alıngan baktı.
Faruk bir şeyler sezmişti hareketlerinden. Buruk, anlam taşıyan bir tebessümle seyretti Hilâl’i. Dokunsa ağlayacak gibiydi gözlerine bakarken:
– Bir gariplik var sende!
Yüzünde biraz daha belirginleşen hüznün mimikleri, kirpiklerinin arasından kristal, buğulu bakışlar yansıtıyordu:
– Darıldım sana.
Hayrete düştü Faruk:
– Neden?
– Yük mü oluyoruz artık?
Derin bir nefes aldı:
– Hay Allah! Uyuyamadım yine. Gecenin ortasında arabaya atlayıp sahile indim. Boğaz’ın sularını hissedercesine yaklaştım denize ve uyanışını seyrettim suların.
Duygularının ürkek, tedirgin sorusu takıldı dudaklarına:
İçli bir sesin dekorunu hazırlıyordu dudakları:
– Yine Leylâ mı?
Faruk bu hissiyatın farkındaydı. Ona ısrarla karşılık vermemek için direnirdi hep; yine öyle yaptı. Gamsız bir gönülle cevapladı sorusunu:
– O da var! Fakat beni bu gece oralara sürükleyen sebepler biraz daha farklı. Gecenin sessizliğini insafsızca hiç acımadan yırtan, onu inciten bir ses geldi mi kulaklarına?
– Yo, hayır.
– Bak uyuyorsun. Hayatta tek düşüncen var senin. Eğlenmek, gönlünce yaşamak ve hudutsuz maceralar… Oysa ben, oldukça farklıyım çevremdeki insanlardan. Ben de eğleniyorum, maceralardan maceralara koşuyorum, hatta âşığım. Fakat düşünüyorum.
Ayaküstü anlatılacak şeyler değil bunlar. Sen sadece, bir macera vardı bu çıkıştı ve onu kaçırdım diye üzülmektesin. Yemin ederim ki olmadı öyle bir şey.
Güneş gönlümce doğdu bu sabah. O, sadece cılız kıpırdanışlarm bozmaya çalıştığı düşüncelerim boyut kazandı. En azından temelsiz bile olsalar değişik ufukların kanatlarında gezindi düşüncelerim, anlıyor musun beni?
Vehimli baktı Faruk’a:
– Neyin var senin?
– Arıyorum.
– Neyi?
– Nerden bileceksin.
– Sinirlerin gergin senin.
– Uykusuzum.
Yumuşadı sinirleri pelteleşti, âdeta görünmeyen bir kuvvet yelpaze tuttu kızaran yanaklarına, serin bir rüzgâr esti çehresinde, ona müşfik bir iklim armağan etti farkında olmadan:
– O adam, yine meçhul adam geçti sokağımızdan. Uykumu bozdu. Sonrası malum.
– Boyacı! Hiç unutmam yine uykuya hasret, uykuya ölümüne susadığım bir geceydi. O çıldırtan öfkenin ardından uyumuştum. Rüyama girmişti o meçhul adam.
Sermest bir gönülle uyanıyorum. Penceremden okşayan bir rüzgâr doluyor içeriye ve ben o canlılıkla kollarımı açıp işte aynen şunları söylüyorum:
– Oh be, uykuyu almışım. Yüzünü hiç görmediğim, aşina olmadığım, müsterih, tebessümlü bir adam dikiliyor karşıma ve bana dokunaklı bir sesle, gözlerimin içine baka baka şunları fısıldıyor:
– Uyku seni mi aldı, sen uykuyu mu?
– Evet, işte aynen bunları söylüyordu. Günlerce etkisi altında kaldım o rüyanın. Rüya ki irademizle görüp yaşamıyoruz onları.
Sen hiç böyle efsane şeyleri düşünür müsün? Hayatımızı kuşatan gizlilikleri, çözemediğimiz sırları, yaşadığımız hayatın anlamını. Dünya sadece doğum yenilemesi ile ölüm eksiltmesi arasında sürüp giden bir muamma mı sadece?
Yaşadığımız hayatla ne yapmalıyız? Hiç düşündün mü sen?
Soluğu daraldı yüzü kırıştı:
– Yo, hayır. Ben inançsızım, ateistim. Yaşarım ve giderim, düşünmem ötesini. Düşündükçe acı var, korku var o sırların arkasında.
İnsanı eskiten, köhneleştiren, sonra toprağın arasına katan acımasız gerçeklerle, kısacık ömrümü hiç etmek istemiyorum anlıyor musun?
– Ama bunlar soğuk şeyler olsalar bile, birer gerçek.
– Bunun için sıkıntılı yaşıyorsun işte. Ne var bunları düşünecek sanki? Aşk, sevgi ve macera, unutsana olumsuzlukları.
– İnkâr etmiyorum. Ben sıkıntılı yaşıyorum. Ve yakalayamadığım, sırrını çözemediğim bir boşluğun esiriyim.
Ne yapmalıyım, onu nasıl yakalayıp huzura kavuşmalıyım? İşte hep bu sorular hançerlemekte beynimi.
İnsan tertemiz, lekesiz bir sayfa, dünyaya geldiğinde. Onu yaşadığı hayatla dolduracak. Ama nasıl?
Bir kimlik bunalımı benimki. Belki, henüz sırrını çözemediğim bir sevgi, aşk. Ama bir gün mutlaka yakalayacağım onu. İşte o zaman o boşluk benim esirim olacak.
– Faruk, çok tuhaf düşünceler bunlar. Zenginsiniz. Paran var, arzularını yaşayacak kadar hür ve yakışıklısın. İstersen, makam sahibi bile olabilirsin.
– Hayır, hayır! Bunlar sıkıyor beni.
– Melih Bey’in oğlu bu.
– Küçük bey.
Karakolda bile aynı şeyler anlıyor musun?
– Melih Bey’in oğluymuş.
Bir başkasının edindiği kimlikle yaşamak bunaltıyor beni; küçültüyor, basitleştiriyor ve yaşadığım hayatı anlamsız hâle getiriyor.
– Bugün ne kadar yadırgı düşüncelerin. İnsan babasının ismiyle, şöhretiyle iftihar eder.
– Farklı şeyleri konuşuyoruz hâlâ. Elbette insan babasının ismiyle, şöhretiyle iftihar eder. Fakat isminin başında anılmasından rahatsız olur. Babama hiç öyle demiyorlar. O, kendisi kazanmış kimliğini, ben de öyle yapmak istiyorum işte.
İsmimle bahsedecekler. Belki, babamı gördükleri zaman, işte Faruk’un babası diyecekler. Hayat bir yarıştır, ben bu yarışta babamı geçmeliyim.
Hayreti, duygularını etkilemişti. Dudak büktü, garip bir eda ile süzdü Faruk’u. Sözü değiştirmek, başka boyutlara taşımak istedi:
– O boşluk belki de bir aşktır. Sen de öyle söyledin biraz önce.
Hırçınlaştı:
– Bak, sen de beceriksizliğimi vuruyorsun yüzüme. Tamamlanmamış, yarım kalmış ulaşamadığım bir sevdadan söz ediyorsun işte.
Küskün bir bakış düşürdü yüzüne ve ayaklarının dibine indirdi gözlerini konuşurken:
– Leylâ’dan mı söz ediyorsun?
– Evet, hayatta ulaşamadığım tek arzum o.
Kırgın ve ıstırap doluydu sesi, gözlerine bakamıyordu bunları söylerken:
– Kim bilir araşan, etrafına alıcı bir gözle baksan, belki ondan daha mükemmelleriyle karşılaştığının farkında olurdun.
İnce bir mesaj değildi kulaklarına gelen. Fakat Faruk anlama-mışlığm örtüsünü kaldırmadı üzerinden:
– Güçle, parayla olacak iş değildi ki gönül işi. O yumruk kadar etten ibaret olan kalp, avuçlarının ortasına bırakılmış bir çamur parçasına benzemiyor asla. O yüzden, dilediğin şekli veremiyorsun.
Sıradanlıktan sıkılan bir içyapım var. Dedim ya, yarışta hissediyorum kendimi. Belki bir gün, çırpınışlarım ve arayışım bana zirveyi gösterecek.
Güçlüyüm, örnekler seçiyorum hayattan ve yazıyorum. Belki zirvenin bir yolu satırlarımda ölsem bile, mutlaka ardımda bırakabileceğim ismim olmalı.
Sitemli konuştu yine:
– Leylâ için başladığını söylediğin roman, meşhur olman için yeter sanırım!
– Alınma öyle. Benim aslında daha cazip bir fikrim var.
– Meraklandım.
– İşte bu tam sana göre.
– Çabuk söyle.
– Burnumuzun dibinde bir model var.
– Söyle şunu.
– İlyas Baba.
Sevinir gibi olmuştu. Keyfi kaçtı yeniden. Yüzü ekşidi bakışları azarcıydı:
– Umarım mafyalığa soyunmuyorsundur?
– Öyle değil. Gücümle, yumruğumla isim yapmak. Diskoları, pavyonları karıştırarak, yan bakanı pişman edip hızlı bir hayat yaşayarak.
Çok basit geldi bu fikir Hilâl’e. Etkilenmeyişine şaşırdı Faruk:
– Eeee, zaten yapıyorsun bunları!
– Bundan sonra, daha şiddetlisini…
– Sen şimdi git. İyice bir uykunu al. Kalktıktan sonra bir duş ve kahvaltını da yaptıktan sonra konuşalım olmaz mı?
Aptallaştı. Bön baktı suratına, dudak büktü onu küçüksemek için:
– Bu da normal, doğrusu senden daha başkası da beklenemezdi hani. İşin gücün karşı fikre, zıt bir görüş belirlemek.
– Bu öyle değil. Sen önce boşluktan kurtulmak için, babanın fabrikasında bir iş ve kuracağın yuva hakkında geliştir düşüncelerini.
Para derdi, geçim derdi olmayan insanların sıhhati yerinde olduğu hâlde bazı zenginlerin aklını yanında gezdiremediklerini çok duymuştum. Yeni bir hastalık değil seninki.
– Hilâl kızdırıyorsun beni.
– Gemiyi kıyıya çek bir kaç günlüğüne ve dediklerimi düşün.
– Bak, iyi dinle beni. Hayatta en çok kızdığım tipler, senin gibi inancı, ideali olmayan, arayışlardan kaçan, gerçeklerle yüzleşmekten korkan insanlardır. Ben sebebini hâlâ bulamadığım bir boşluk içindeyim.
– İnanmam öyle şeylere ben. Evlen. İşin olsun. Ve çocukların.
Öfkesi beynini zonklatıyordu:
– İnanmazmış. Ya aşka! Ona da inanmaz mısın?
– Aşk!
Durakladı anlamlı baktı gözlerine. Utandı, al al benekler belirdi yanaklarında. Gözlerini kaçırdı ondan ve mırıldandı:
– O insanın hâkim olamadığı duygulardan ibaret. Duygularsa masum.
Komşu çocuklarıyla bazen karşılıklı derin bakışlar olurdu aralarında. İkisi için de geçerliydi bu. Derin bakan, âdeta hata kabul ettikleri bu davranışın farkına varır, toparlanır, acı acı yutkunurdu.
Hilâl sır küpüydü Faruk’un. Macera arkadaşı, daha önemlisi hadiseleri münakaşa ve münazara arkadaşıydı. Ona çok değer verirdi bu sebeple. Sık sık kendisine sorduğu da olurdu. “Hem Leylâ’yı hem Hilâl’i mi seviyorum yoksa?”
Kıskanıyordu onu farkında olmadan, kimse ile bölüşemediğini hissediyordu. Sadece gönül ibresi Leylâ’ya doğru çekiyordu onu. O hâlde Hilâl’den ayrılamayışı? Yoksa onu arayışında, münakaşalarını derinleştiren, sorularla ufkunu açan, el yordamıyla yürüdüğü hayatta, arayışını kolaylaştıran, daha da fenası onu bir kobay olarak mı kullanıyordu?