Kayıp Bir Notayım Ben! Ellerimi Tut.
Düşüyorum. Yaklaştır Dudaklarını.
Kalbimin Müziğini Duyamıyorum.
“Sen gelmeden önce kendimi ölümün ucunda sallandırıyordum. Sense ipimi çözüp beni kalbine bağladın. Eğer geri çekilirsen, beni kalbinin meydanında asmış olursun Sade.”
Dedi Ozan.
“Günlerce onunla beslenememek, tenimde ellerini hissedememek yavaş yavaş öldürmeye başlamıştı beni. En sevdiği içkisi gözünün önünde duran ama ona asla dokunamayan bir alkolik gibi kıvranıyordum onu gördükçe. Hemen yanı başımdaydı. Ama müziğin oluşturduğu sihirli kalkanı aşıp bir türlü ulaşamıyordum ona. Her gün, bir öncekinden daha yoğun çalışıyordu ve ben, yavaş yavaş siliniyordum onun kalbindeki bir numaralı yerimden.”
Dedi Sade.
“DAYATILANI DEĞİL, KENDİ ARZULADIKLARI HAYATI YAŞAMAK İSTEYEN, TOPLUMUN İKİYÜZLÜ AHLAK ANLAYIŞININ UZAĞINDA, HİÇBİR SİSTEME AİT OLMADAN ÖZGÜRCE MÜZİK YAPMAK ARZUSUYLA BİR ARAYA GELEN İKİ GENÇ, HER YERDE KURALLAR VE DUVARLARLA KARŞILAŞIR. AŞK, ONLARI BU DUVARLARDAN KORUYABİLECEK Mİ? YOKSA TUTSAK OLDUKLARI YENİ BİR BAĞIMLILIĞA MI DÖNÜŞECEK?
***
1
Gözlerinin mavisini üzerime örterek
uykuya dalsam, kalbine kıvrılıp
uzansam, beni gerçeklikten saklar miydin?
“Ne olur şimdi öpme beni! Öpme…” demiştim ona, çünkü en sevdiğim şey elleriyle yüzümü okşamasıydı. Parmaklarının ucunu yavaş yavaş dudaklarıma değdirmesi… Yüzünün sıcaklığını biraz daha hissetmek isterdim. O yüzden hep, “Ne olur şimdi öpme beni!” derdim. “Avuçlarının ateşini biraz daha emsin yanaklarım. Dudaklarından önce yüzünle öp yüzümü…”
Gözlerim buğulanır, yanaklarımda yangın çıkardı beni öptüğünde. Serinlemem için yüzüme nefesini üfleyip gülümsemesi de yetmezdi. Gülüşü öyle sıcaktı ki, ağzımın kilidini eritirdi. Dudaklarımın arasından akan yakıcı soluğu yüreğime indiğinde…
Beni ilk öptüğünde, dudaklarımla birlikte kalbimi de emmişti. Boşalan göğüs kafesime lav akıtmıştı dili. Ağzımda dağılan mayhoş tadına daha doyamamışken aniden iğrenç, tuzlu bir sıvı değmişti dilime. Burnu kanıyordu… Neden? Kendini sertçe geriye çekmişti. Hemen elleriyle örtmeye çalışmıştı yüzünü. Bense parmaklarımı dudaklarıma sürmüştüm. Kanı geçmişti üzerlerine. Acaba aşkının şiddetinden dudaklarım mı patladı diye düşünmüştüm bir an. Elimle dokunmak istemiştim yüzüne, öpersem belki geçer diye. Ama o, “Yaklaşma!” diyerek iyice geriye çekmişti kendini. Sırtını duvara vurup, eline bulaşan kana dalıp gitmişti. Titriyordu; benim kalbimden bile fazla. O yüzden, “Lütfen gelme!” demesine rağmen, yanına yaklaşıp tutuvermiştim ellerini. Yüzüme bakamıyordu. Neden bu kadar utandığını anlayamıyordum. Alt tarafı bir burun kanamasıydı işte. İlk öpüşme açısından pek romantik sayılmazdı ama…
Susuyordum; çünkü hala bakmıyordu yüzüme. Erkekliği mi incinmişti? Bir kızı öpmeyi bile beceremediğini düşünüp utanmış mıydı kendinden? Ellerimi iterek banyoya koşmuştu. Arkasından gitmemek için zor tutmuştum kendimi. Ne tepki vereceğinden korkmuştum. Acaba yanına gitmemi mi bekliyordu? Ona şefkat ve ilgi göstermemi mi? Gelmiyorum diye bencil mi buluyordu beni? Sorunları olduğu zaman ondan kaçacağımı, onunla ilgilenmeyeceğimi mi düşünüyordu? Arkasından gittiğim takdirde beni istememesinden korkuyordum. İlginle beni boğuyorsun, demesinden… İki dakika rahat ver, diye söylenmesinden… Oysa o, gerçekten de yanında istiyordu beni.
Gözlerini aynaya dikmiş bakıyordu Ozan. Musluğu açmıştı ama kan lekelerini yıkamamıştı. Gözleri nasıl boş bakıyorsa su da aynen öyle akıyordu. Boşluğu doldurmak adına, yüzünü yıkamamız gerektiğini söylemiştim ona. Tıpkı küçük bir çocuk gibi uslu uslu sözümü dinlemişti. Başını eğip, suyla yüzünü okşamama izin vermişti. Bense yüreğindeki kandan habersiz, yüzündekini silebildiğime sevinmiştim. Kollarımın arasına yığılmıştı sonra. Gözleri yere odaklanmıştı. Bütün gece hiç durmadan saçlarını okşamıştım…
“Ozan, lütfen böyle bırakma kendini. Bunda bu kadar üzülecek bir şey yok. İnan, ben unuttum bile. Ne var yani, hava çok sıcak olunca benim de burnum kanar…”
Başı omzuma düşmüştü. Yüzünü iyi kurulayamamıştım, su damlacıkları tenime dokunuyordu. Kalbinin hızlı hızlı vurduğunu duyuyordum. Sakinleşemiyordu bir türlü. “Konuşmak ister misin?” diye sormuştum. Susmuştu. Her zamanki gibi susmuştu. Sözcüklere güveni yoktu. Araları iyi değildi, biliyordum. O yüzden zorlamazdım onu hiç. İstediği zaman konuşurdu nasılsa. Belki de hata ediyordum onu bir şeylere zorlamamakla. Israr ederek onu boğmamı, son anda da ipini çözüp hayatını kurtarmamı mı istiyordu yoksa? Bilmiyorum. Tek bildiğim, başı kıpırdadıkça boynumu öpen saçlarıydı. Nefesi kalbime yağıyordu. Gözleri, cama çarpan yağmur damlacıklarına takılıyordu.
“Yağmur damlaları durup durup kendi hallerine ağlarlar,” demişti bana. “Varoluşları ağlamak üzerine kuruludur zaten. Önce her damla, öteki damlaların ıslattığı cama tutunmaya çalışır ve sesleri ağlayışın ağlarına dolanır. En sonunda daha fazla dayanamayıp aniden aşağı bırakıverirler bir damlacık bedenlerini. Bazıları iyice yapışıp kalırlar cama, düşmemek için direnirler ve sonlarının orada kuruyup gitmek olduğunu bilmezden gelirler. Ben camdan aşağı kalbimi bırakmış kayarken, aniden yanıma sen düştün Sade. Artık tutunmak için bir nedenim var. İyi ki geldin su perisi…”
Su perisi! Bana adımdan başka bir isimle seslenen ilk kişiydi Ozan. Birdenbire onun su perisi olup çıkmıştım işte. Gözlerini dikip saatlerce bana bakardı. O öyle baktıkça çekemezdim gözlerimi. Su olup dudaklarından ruhuna akmamı istediği için bana su perisi dediğini söylerdi. Zaten tenime her dokunduğunda, oluk oluk kalbimi içerdi.
Ona aşık olmaya başladığımı hissettiğim ilk gece, evine bir sürü arkadaşı doluşmuştu. Pek azını tanıyordum. Ama o, hiç ayrılmıyordu yanımdan. Yalnızlık çekmeyeyim diye benimle oturmak zorunda kalmasına üzülüyordum. Bana aşık olduğu için yanımda kaldığı hiç aklıma gelmiyordu. Ne iyi çocuk diyordum, geçireceği hoş saatleri sırf ben yalnız kalmayayım diye feda ediyor…
Yerdeki minderlere oturmuştuk. Şarap rengi iki minder… O hep bana bakıyordu, bense köşedeki piyanosuna. Korkuyordum ona bakmaktan. Daha doğrusu, aşık olursam sarf edeceğim sevginin şiddetinden… Birdenbire, “Fareyi bilir misin?” diye sormuştu bana. Ben de bu durumda verilebilecek en normal karşılığı vermiştim tabii.
“Ne faresi?”
“Bilim adamının labirente kapattığı fare.”
“Öyle çok hikaye duydum ama, sen yine de anlatsana.”
“Tamam, dinle o zaman. Bir varmış bir yokmuş… Bilim adamının biri, zeka geliştirmeye yarayan formülü icat etmeye karar vermiş. Asıl amacı, bütün dünyaya ne kadar akıllı bir adam olduğunu kanıtlamakmış. Böylece herkes ona hayran kalacakmış…”
Masalcı nineler gibi karşıma oturmuş neler anlatıyordu bana öyle! Yüzüm yüzüne böylesine yakınken, o kadar zordu ki sözlerine kulak vermek. Aslında bir aşk hikayesi anlatmasını yeğlerdim ama mecburen fareyle idare edecektim artık. Hem öylesine tatlı anlatıyordu ki, onu dinlemeye mecbur hissediyordum kendimi. Sanki konu çok ilgimi çekmiş gibi arada bir yorum bile yapıyordum.
“Tabii, formülü denemek için bir fare gerek.”
“Evet, aynen öyle Sadeciğim. Biliyor musun, ismini çok seviyorum. Gerçekten de seni yansıtıyor. Saf ve katıksız… Neyse, konumuza geri dönelim…”
“Yaa, dönmeyelim!” diyememiştim tabii. “Seviyorum” kısmında kalsaydık aslında çok daha iyi olurdu ama, o öyle bir hevesle devam ediyordu ki anlatmaya…
“Öncelikle, son derece karmaşık, devasa bir labirent inşa etmiş adam. Normal insan zekasının bile çözemeyeceği karmaşıklıkta bir labirent… Sonra başlamış fareye hormonlar yüklemeye, iğneler yapmaya… Ardından da labirente bırakmış hayvanı. Ödülü de peynir tabii. Fare peynire giden doğru yolu bulabilirse, formülün işe yaradığı ortaya çıkacakmış. Ama fare bir türlü bulamıyormuş peyniri. Her seferinde eli boş dönüyormuş. Bir daha, bir daha deniyormuş, yok! Sonuç hep başarısızmış. Bilim adamı bu işe acayip sinirlenmiş tabii. Fareye türlü türlü eziyetler yapmaya başlamış. Arada sırada da, başkaldırmasın diye bir parça mutluluk hormonu veriyormuş ona. Bunca acıya dayanamayan fare ise en sonunda ölmüş.”
Ne romantik bir hikayeydi bu böyle! Üstelik zavallı fare de ölmüştü.
“Madem o kadar zekiymiş bu fare, niye bulamamış o zaman peyniri?” diye çıkışmıştım tabii.
“Çünkü bilim adamı labirente peynir koymayı unutmuş.”
“Ne?”
“Evet, doğru duydun. Hikayenin kilit noktası da bu zaten. Adam kendi egosunu tatmin etmek için öyle çok hırslanmış ki, sonunda gözü hiçbir şey görmez olmuş. Peyniri koymayı bile unutmuş işte! Kendini son derece üstün gördüğünden, hatanın kendisinde olabileceği aklına bile gelmemiş… Bunu niye anlattım biliyor musun Sade?”
“Açıkçası, ben de tam bunu soruyordum kendime!”
“Anlattım çünkü aslında Tanrı’yla insanların hikayesi bu. O farenin peyniri araması gibi, biz de hayat labirentinde deli gibi dolanıp bir parça anlam arıyoruz. Arada bir de, pes etmeyelim diye mutluluk pompalanıyor yüreğimize. Ama belki de bulunabilecek hiçbir anlam yoktur, çünkü Tanrı hayatın anlamını koymayı unutmuştur… Bak, kafiye de oldu, şiir gibi!”
Yüzüme bakıyordu, bir şeyler söylemem için… Ne diyebilirdim ki? Öykünün kendisinden çok, onun neden böyle bir öykü anlattığını anlamaya çalışırken, ne diyebilirdim? Aslında öykünün sonu gerçekten hoşuma gitmişti. Ama neden bu öyküyü seçmişti? İnsanlara ne kadar kültürlü olduğunu göstermek için olur olmaz yerlerde felsefî laflar eden tiplerden olmadığını biliyordum. Gözlerindeki masumiyetten, sesindeki çocuksu heyecandan belliydi bu. Belki de beni sıradan bir kız olarak görmediğini, bana değer verdiğini göstermekti amacı.
“Madem Tanrı peyniri koymayı unuttu, biz de kendi peynirimizi kendimiz yaratırız o zaman,” demiştim ona. Bunun üzerine yüzünde beliren o kocaman gülümsemeyi keşke o da görebilseydi! Aslında, benzer bir gülümsemeyi iki gün sonra benim yüzümde görmüştü. O gün ellerimden tutup minik bir koltuğa oturtmuştu beni. Sonra da gözlerimin içine bakıp, “Ben peynirimi buldum Sade,” demişti. “Söyle lütfen, hayatımın peyniri olur musun?”
Özgür’ün evindeki partide söylemişti bunları bana. İnsanlar sevgililerine aşkım, bebeğim, gülüm, birtanem diye seslenirken, ben onun su perisiydim işte. Daha da önemlisi peyniriydim. Ne diyebilirdim ki, tarifsiz bir mutluluktu bu. Özgür de konuştuklarımıza kulak misafiri, daha doğrusu davetsiz misafir olup, bir tabak dolusu peynirle gelmişti yanımıza. “Al oğlum,” demişti. “Çok acıktıysan bunları ye de Sade’yi bana bırak!”
Sevgili Özgür… Ne çok severdim onu… Ozan’la birleşmemizde, fare hikayesinin yanı sıra onun payı da az değildir hani! On dokuz yaşımda tanışmıştım Özgür’le. Konservatuvarda müzik öğrencisi olmasına rağmen, bendeki “anormal” müzik tutkusuna akıl sır erdiremezdi. Onun için dersten ibaretti müzik. Benim içinse her şey… Ondaki isteksizliğe de ben hayret ederdim. Keman çalabilen bir insanın bundan zevk almayışını anlamam mümkün değildi. Oysa özgürün canı sürekli sıkılır, eğlenmek için keman çalmak aklının ucundan bile geçmezdi. Kemandan ve klasik müzikten zevk almayışını da rock müzikten hoşlanmasına bağlardı. Sanki her ikisinden de hoşlanılamazmış gibi… Oysa ben hem rocktan hem de klasik müzikten farklı zevkler alırdım, özgür gibi her gece Beyoğlu’ndaki barlara gidip kafayı çekmezdim ama rock dinlerken ondan daha mutlu olduğum kesindi.
Bir konserde tanışmıştık onunla. Anlattığına göre, herkes zıplayıp tepinirken benim sakin bir mutlulukla sahnedeki grubu dinliyor olmam dikkatini çekmişti, özellikle de yüzümdeki gülümsemeye takılmıştı aklı. Uzun süre beni izledikten sonra yanıma gelip, nasıl bu kadar büyük bir hazla gülümseyebildiğimi sormuştu. Şaşırmıştım. Aniden yanıma birinin gelip böyle sorular sorması alışık olduğum bir şey değildi tabii. Daha da çok gülümseyerek, “Müzikten…” demiştim. “Keşke dinlemenin yanı sıra sahnedekiler kadar iyi çalabilseydim de!” Bunun üzerine Özgür, “O zaman ben sana müzik öğreteyim, sen de bana mutlu olmayı öğret, anlaştık mı?” diye sormuştu. İşte böyle başlamıştı dostluğumuz. Ama ne ben keman çalmasını öğrenebildim ne de o mutlu olmasını…
Sık sık görüşürdük özgürle. O her ne kadar müziğe tutkun bir keman aşığı olmasa da ben onu dinlemekten büyük keyif alırdım. Önce epey bir nazlanır, sonra da sıkıcı bir görevi yerine getirircesine kemanını çalmaya başlardı. “Sırf senin hatırın için,” derdi. “Yoksa bıktım artık bu işten. Sekiz yaşından beri çalıyorum, bir düşünsene! Bugünlerde tek dinlediğim müzik de senin şarkıların!”
Benden önce sesimle tanışmıştı Ozan. Özgür, şarkılarımı kaydettiğim CD’yi ona da dinletmişti. İki üç hafta boyunca, Ozan’ın benimle çok tanışmak istediğini söyleyip durmuştu. Ama bir türlü işlerimi ayarlayıp gidememiştim. Reklam Çözümlemeleri dersim için hazırlamam gereken bir proje vardı. Sabahlara kadar oturup saçma sapan reklamların altında yatan gizli ve açık mesajları, insanları etkilemek için hangi yöntemlerin kullanıldığını, görsel ve işitsel unsurları, kısacası sıkıntıdan nasıl patlanılacağını iyiden iyiye bellemiştim. Zaten Özgür’ün de iyi kalpliliğinden ve bana moral olsun diye, şarkılarımı çok sevdiğini söylediğine inanıyordum. Yeteneğini ballandıra ballandıra anlatıp neredeyse bir müzik kahramanı haline getirdiği o Ozan denen arkadaşının da (tabii o zamanlar Ozan’ı sadece bu şekilde tanımlıyordum) şarkılarımdan çok keyif aldığına inanmam biraz zordu doğrusu; çünkü Özgür’ün anlattığına göre büyük bir yetenekti Ozan. Okuldaki hocaların hem gözbebeği hem de baş belasıydı. Piyanoyu mükemmel çaldığı için öğrencilerden çok hocalar tarafından kıskanıldığını anlatırdı Özgür. “Çünkü öğrenciler onunla kıyaslanamayacaklarının bilincindeler,” derdi.
“Bazı hocalar onun dünya çapında büyük bir piyanist olacağını düşünüyorlar. Bazıları da onun kural tanımaz, dik başlı ve geleneğe saygısız olduğunu, bu yüzden de asla iyi bir yere gelemeyeceğini söylüyorlar. Ve ne yazık ki, ikinci görüşte olanlar, yani onu bir piyano anarşisti olarak görenler birinciye göre daha fazla.”
Özgür, Ozan’ın son günlerde okuldan iyice koptuğunu da anlatmıştı bana. “Çocukta acayip bir yetenek var. Hiçbir kurala da boyun eğmiyor,” demişti. “Hocalar ondan daha kötü çalınca, Ozan da onları pek ciddiye almıyor tabii. Kafası-