ÇOK SATAN ‘BOZKIRIN SIRRI-TÜRK PEYGAMBER’ ve ‘AŞKIN ŞEHİDİ’ ROMANLARININ YAZARINDAN!..
İrfâni bir anlatımla yine tarih, insan ve edebiyat içe içe…
Kerbelâ Serisinin ilk romanı AŞKIN ŞEHIDİ’nde yüz binlerce okur Hz.Hüseyin ile buluşmuştu.
AŞKIN ELÇISI’ndeyse Seyyide Zeyneb ve şehitlerin ardınca kalan diğer aşka şahit canların çağrısı var.
“Bu roman her biri Hz.Fatıma Yürekli Peygamber Ciğerparelerine ve onların kanla, gözyaşlarıyla yazdıkları Kerbelâ Destanına bir selâmdır. Gök kubbede baki kalacak olan elbette onların sedasıdır.”
Ahmet Turgut
“Ey güzel!.. En Güzelden neşet bulan güzel!
Gel! Gel ki; Yakub’un gözyaşı dinsin!
Ey güzelliğine bin Yusuf’un kurban olduğu Habib’in Canı!
Gel!.. Gel ki; Yusuf nasıl sevilirmiş, öğrensin Züleyha!..”
“Gel!..” muştuşu erişmişti cana. Gayrı sevenin ‘Ben’i de, sevdiğinin ‘Sen’i de yok hükmündeydi. Ben ve Sen ile beliren ikilik aradan çekildikçe “Hû” kelâmı kâinata ritim vermekteydi. Vuslat gecesinde aslına râci olana da “O” diyorlardı ya; selâma durmuştu yıldızlar, ay ve güneş…
“O geliyor, O!..
Ceddinin Reyhanı, Zehra Gülü,
Toprağı Haydar’dan olan geliyor.
Açılsın yedi kat semâ!..
Müctebanın İncisi, Hüseyin’in Mercanı
Rabbine Kurban, ahdine sadık âşık geliyor!..”
***
ROMANIN KONU EDİNDİĞİ DÖNEME DAİR KISA TARİHÇE
Hicri altmışıncı yılın Receb ayında (Mayıs/680) Emevi Sultanı Muaviye bin Ebu Süfyan yerine oğlu Yezid’i bırakarak öldü. Şaban ayının ilk günlerinde Medine’ye ulaşan saray ulakları Hz. İmam Hüseyin’den yeni sultana biat etmesini istediler. Bu dayatmalara boyun eğmeyen İmam, Medine’den ayrılarak Mekke’ye geçti. Buradaki üç aylık beklemenin nihayetinde 8 Zilhicce günü yârenleriyle birlikte Kule şehrine doğru yola çıktı. Kendilerini karşılayan İlk Emevi birliği, kafilenin Kûfe’ye girmesine izin vermeyince güzergâhlarını değiştirdi. Menzili kendisince mâlum başka bir yöne ilerlemeye başladı. 02 Muharrem 61’de (Ekim/680) “Kerbelâ” denilen mevkiye ulaşınca burada kamp kuracaklarını bildirdi.
Yeni birliklerle takviye edilen Yezid leşkeri kafile üzerindeki fiili ablukayı günbegün sertleştirdi. Kuşatmanın sekizinci gününe gelindiğinde kafile ahâlisinin yanı başlarındaki Fırat’tan su temin etmesine bile izin verilmiyordu. Kamptaki çocuklar ve bebekler dâhil olmak üzere son üç gün bir damla suya hasret bırakılan İmam Hüseyin ve yârenlerine karşı 10 Muharrem Cuma günü nihai katliam başlatıldı.
Seyyide Zeyneb birkaç saat içerisinde yetmiş iki yakınının şahadetlerine tanık oldu. Son olarak ağabeyi İmam Hüseyin’ini de Hakk’a uğurladığında bir düzine kadın-çocuk ve o esnada hasta yatağında olan yeğeni Ali Seccâd (Hz. Zeyn’el-Abidin) ile baş başa kalmışlardı.
Seyyide gayrı Hz. Fatımatü’z-Zehra’nın vâsiyetinde yer alan “Ağabeylerinin Annesi” olmakla sınanacaktı…
KARAKTER DİZİNİ
Seyyide Zeyneb: Hz. Hüseyin’in anne-baba bir kardeşi. Romanda “Kevser’in Kızı” veya “Haydar’ın Kızı” olarak da anılmakta. 54 yaşında…
İmam Seccâd: Hz. Hüseyin’in ortanca oğlu. Tarihte “Hz. Ali Zeynelabidin” veya “Ali Evsat” olarak da bilinmekte. Kerbelâ’da yaşanan vahşetten sağ kurtulan yegâne erkek. 23 yaşında…
Seyyide Ümmü Gülsüm: Seyyide Zeyneb’in anne-baba bir kardeşi. 51 yaşında…
Seyyide Fatımatü’l-Kübra: Hz. Hasan’ın kızı. İmam Seccâd’ın eşi. Romanda “İncinin Fatıması” veya “İncinin Kızı” olarak da anılmakta. 19 yaşında…
Muhammed Bakir: İmam Seccâd’ın ve Seyyide Fatımatü’l-Kübra’nın henüz 2 yaşındaki oğulları…
Seyyide Fatımatü’l-Sügra: Hz. Hüseyin’in büyük kızı. Romanda “Mercanın Fatıması” olarak da anılmakta. 17 yaşında…
Seyyide Rukayye: Hz. Hüseyin’in küçük kızı. 6 yaşında…
Rübab: Hz. Hüseyin’in eşi, Şehid Ali Asgar’ın annesi. 40 yaşında…
Atike: Hz. Hüseyin’in gelini. Şehid Ali Ekber’in eşi. Hamza ve Hacer’in annesi. 22 yaşında…
Hacer: Hz. Hüseyin’in torunu. 5 yaşında…
Hamza: Hz. Hüseyin’in torunu. 3 yaşında…
Safiye: Hz. Hüseyin’in baba bir kız kardeşi. 32 yaşında…
**
ROMANDA KULLANILAN EHL-İ BEYT’E DAİR KÜNYE VE TANIMLAR
HABİBULLAH: Allah’ın En Sevgili Kulu…
RESÛLULLAH: Allah’ın Elçisi…
FAHR-İ KÂİNAT: Kâinatın övünç Kaynağı…
RAHMETTENLİL-ÂLEMİN: Âlemlere Rahmet Olan…
HATEM’ÜL-ENBİYA: Nebilerin Mührü…
ÂL-İ ÂBA: Tathir âyeti geldiğinde Resûlullah’ın (S.A.V.) âbası altına aldığı Hz. Fatıma, Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin ile birlikte toplam beş kişi…
EHL-İ BEYT: Birebir kelime manasıyla “Ev Halkı”. En dar anlamıyla Âl-i Âba’daki beş kişiyi karşılamakta. İkincil olarak Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in soy ve ahlâk bakımından vârislerini ifade eder.
ÂL-İ MUHAMMED: Peygamber Efendimizin evlât larını anlatan Arapça tamlama…
SEFİNE-İ ÂLİ MUHAMMED: “Ehl-i Beyt’im, Nuh’un Gemisi hükmündedir. Ona tutunan kurtulur!” hadis-i şerifine binaen “Âl-i Muhammed Gemisi” anlamında bir tamlama…
KEVSER: Bereketi, rahmeti, ilmi ve sürekliliği anlatan Kuranî bir terim. Özelde Hz. Fatımatü’z-Zehra (R.A) için kullanılmakta…
BETÜL: “Temizlik ve saflıkta herkesten ayrılan” manasında bir isim- sıfat. Hz. Muhammed (S.AV.) tarafından Hz. Fatıma için söylenmiştir.
ZEHRA: “Ak ve pak olan” manasında bir İsim-sıfat. “Fatımatü’z-Zehra” şeklinde tamlama olarak da zikredilmekte…
HAYDAR: SaldıRI anındaki aslanı anlatır. Hz. İmam Ali (K.V.) için kullanılmakta…
MURTEZA: “Razı olunmuş” manasındadır. Uzun hâli; “Aliy’yel-Murteza”.
EBU TÛRAB: “Toprağın Babası” demektir. Hz. Ali’ye ilk olarak Habibullah bu künye İle hitap etmiştir.
EMİR’EL-MÜMİNİN: “Müminler için emir sahibi olan” demektir. Yöneticiliği anlatır.
KUR’AN-l NÂT1K: “Konuşan Kuran” mânâsına gelir. Özelde Hz. Ali, genelde vahyi tevil eden tüm Ehl-i Beyt’e dairdir.
HASANEYN: “İki Güzellik” manasındadır. Vurgulu-kâmil bir güzellik ifade eden “Hasan” ve pekiştirilmiş güzellik vazeden “Hüseyin” isimlerinin -Arap gramerine binaen- ikili kullanım hâlidir.
MÜCTEBA: “Seçkin, seçilmiş” manalarına gelir. Özelde Hz. Hasan (R.A.), genelde tüm Ehl-i Beyt için kullanılır.
İNCİ: Habibullah (S.A.V.) tarafından torunu İmam Hasan için söylenmiş bir işarettir.
SEYYİDÜ’L-ŞÜHEDA: “Şehidler Efendisi” demektir. Hz. Hüseyin’i (R.A.) anlatır.
MERCAN: Habibullah S.A.V.) tarafından İmam Hüseyin için söylenmiş bir işarettir. Kuran-ı Kerim’de yer alırken ‘İnci’ ile birlikte kullanılır.
ZEBH-İ AZİM: Kurân-ı Kerim’den alınmış bir tabirdir. “Büyük Kurban” manasına gelir. İmam Hüseyin için kullanılır.
ABİLERİNİN ANNESİ: Hz. Fatımatü’z-Zehra’nın vasiyetine atfen sadece Seyyide Zeyneb için kullanılır…
SÖZ BAŞI
Sesler arasından bir ses düştü gönlüme…
“Esirsin sen, esaretine meftun; garipsin ve gurbetinden habersizsin!” diyordu.
Sonra açıldı Kitap. Karşımdaki âyette “Akletmiyor musunuz?” yazılıydı.
Kelimelere baktıkça utandım. Utandıkça bakılanlar görülmeye başlandı.
“Belki hatırlarsınız!..” diyordu; on dört asır evvel mushafa çekilmiş kelimeler…
Ve ardı ardına sıralamaktaydı ikâzlarını:
“İki güzelden bir başkasını mı bekliyorsunuz?.. ”
“…Yanmızdakiler tükenir. Allah’ın katındaki ise bakidir.”
Kapanınca gözlerim; bakışların ufkunda ‘Seçkin Güzeller’den biri belirdi.
‘En Sevgili’nin Ciğer parelerindendi.
Yaklaştıkça fark ettim.
Suskunluğuyla Zehra’nın, seslenişiyle Haydar’ın Kızıydı o…
Şevkle karşısına geçip ses verdim:
“Ey Özgürlüğün Annesi!.. Seninledir, Dirayet ve Kurtuluş Kapısı! Senin bileklerine vurulan kelepçeler benim yüreğimdekilerden daha mı sert, daha mı acımasız?.. Bilirim! Sen zincirler içindeyken bile benden daha özgürdün.”
Annesinin Kızıydı ya; sükût ile yetindi.
Ses bana kalmıştı yine.
Yalvardım. “Öğret!..” dedim: “Sen öğret! Muallimsiz Âlim değil misin?”
Haydar’ın Kızıydı bu kez.
“Dinle!..” diyordu: “Duyarsan, duyulursun. Anlarsan, anlaşılırsın!”
Yetmeyince bu sözler, devamını istedim. Acındım, yakındım, bekledim.
Nedensonra rengi eladan maviye, griden bala dönen o gözlerden üç kelime düştü gönlüme:
“Ben-Sen-O…”
Gayrı tüm kâinat sessizliğe ve renksizliğe bürünmüştü.
Ey Rahîm, Samed ve Muhyi olan Rabbin Kulu!..
Ey ‘Kitap‘ın, ‘Harfler‘in ve ‘Nokta‘nın Kızı!..
‘İnci‘ ve ‘Mercan‘ın Kardeşi!..
Allah’ın salât ve selâmı senin ve sevdiklerinin üzerine olsun.
Ahmet Turgut
İstanbul / Eylül 2011
1
“Menzile ‘Kerbelâ’ desin o diller,
Gönüldeki ismi ‘Kurb-ı Âla’dır.
Ebu Tûrab’sa Sahib-i Zülfikâr,
Toprağın adı ‘Hüseynî Can’dır.”
Birkaç saat evvel Âlemlerin Rabbine yürümüştü, Aşkın Şehidi; Can Hüseyin…
‘İki Kardeş Güzel’in şahadeti zâhir olanıydı ya; ağabeyi İmam Hasan gibi kanını içine akıtmamıştı. Yetmiş iki ok, kılıç ve mızrak yarasıyla baştan ayağa mercan kızılına bürünmüş hâlde uzanıvermişti Kerbelâ’ya…
Evet!..
Ebu Tûrab’ın bir oğlu daha düşmüştü toprağa. Arz bunun hicabıyla sarsılıyordu.
Esenlik ve rahmet pınarı olan Kevser’in Ciğerpâresi bir damla suya hasretken katledildiğinden coşkun aka gelen Fırat dahi sessizliklere gömülmüştü.
Habibullah’ın “Oğlum!” diyerek öptüğü o pak boyun, gövdesinden ayrılıp mızrakların ucuna geçirilince bunca zulmün tanıklığından utanan güneş bile erkenden çekilmişti semâdan. Hem de Kerbelâ yetimlerinin gönüllerine inme bahasına! Artık o koca ziya, kâinatı aydınlatmak yerine Hüseynî canları yakıp kavurmaktaydı. İlle de onun kızlarını…
Yaşları altı ve on yedi olan kardeşlerin ahları Kerbelâ arzından Muharrem arşına yükseliyordu.
“Va Ebî!.. Va Huseyna!..
Ah babacım! Neredesin?..
Sana ağlamayanlara kimler ağlasın?”
Aynı katliamda Şehîd İmam’la birlikte yetmiş iki civan daha doğranmıştı. Üstelik onlara kıyan zâlim eller, geride kalan gül kokulu tenleri bile rahat bırakmıyorlardı. Düzinelerce süvari, şehidlerin çıplak naaşlarını atların toynakları altında ezip parçalıyor; bu şekilde onları yeryüzünden silmeyi umuyorlardı. Hadlerini öylesine aşmışlardı ki; kinlerini nefesi süt kokan baladan bile sakınmamışlardı. El kadar Ali Asgar’ı babası İmam Hüseyin’in kollarındayken boğazlamaları yetmiyormuş gibi şimdi de o minicik kan kızıl teni annesinden esirgiyorlardı. Sarılıp koklamasına dahi izin verilmeyen kanlı kundağı uzaktan uzağa izleyen kadıncağız, düşündükçe dert içre dert ekmişti gönlüne…
Yineleye yineleye asra yemin ediyordu. İnsanoğlu ziyandaydı, nankördü ve zâlimdi. Al kanlara belenmiş yavrucağızına son bir kez bakıp “Canımın canı!..” diyerek seslendi:
“Kundaklar içerisinde ellerini, ayaklarını bile çırpamadan boğazlanan şehid!.. Ah kundağı kanlı balam! Annen neyler şimdi!..”
Feryadın bayrağı elden ele, gönülden gönüle devrediyordu ha bire. Yürek yangınlarına tüm arzı ve semâyı şâhid tutma sırası Hüseyin’in mazlum gelinindeydi sanki. İki yavrusunun gözleri önünde doğranan şehid erine yanıyordu. Her bir adımıyla ardı sıra dağları da yürüten yiğit Ali Ekber’i böyle mi görecekti?