Türkçe edebiyatın güçlü kalemlerinden Mehmet Atilla’nın imzasını taşıyan Güvercin Adımları, kişisel, kültürel ve toplumsal yargılar üzerine düşünme fırsatı sunan gerçekçi bir roman.
Çok katmanlı yapısıyla 10 yaş ve üzeri okurların ilgisini çekecek Güvercin Adımları, farklı etnik kültürler içerisinde büyümüş üç çocuğu ortak bir hedef etrafında buluşturan umut verici bir hikâye anlatıyor.
Yetişkinlerin dünyasındaki hoşgörüsüzlüğün çocukların “saf” duygularıyla nasıl yumuşayabileceğini gösteren Güvercin Adımları, edebiyatın iyileştirici ve birleştirici gücünü kullanarak farklılıkların zenginliğine vurgu yapıyor.
İlkay, Berfin ve Arman. Farklı kökenlerden ve kültürlerden gelen üç sınıf arkadaşı, öğretmenleri Kemal Bey’in rehberliğinde valilik tarafından düzenlenen bir robot tasarlama yarışmasına katılırlar. Tatlı bir tesadüfle bir araya gelen bu üç öğrenci ekip çalışması yapmak üzere birbirlerinin evlerinde toplandıklarında, kendi çocuk dünyalarında daha önce hiç rastlamadıkları bir sorunla karşılaşırlar. Ebeveynlerinin önyargıları ve hoşgörüsüzlüğü…
Yaşadığımız çağın en büyük sorunlarından etnik ayrımcılığa eleştirel bir yaklaşım getiren Güvercin Adımları, güncel toplumsal konuların yanı sıra teknolojik gelişmelere de yer vererek robotlarla insanların birlikte yaşayacakları geleceğe dair öngörülerde bulunuyor.
Ödüllü yazar Mehmet Atilla, Güvercin Adımları’nda, genel roman kurgusu arasına yerleştirdiği bir üst anlatıcı ile okuruna doğrudan sorular yönelterek etkileşimli bir okuma deneyimi sunuyor.
Önce Ekibi Kuralım
Diyorlar ki bazı romanların ilk sayfalarını okumakta zorlanıyormuşsun. Olabilir. Yalnızca senin başına gelen bir şey değil bu. Benzer sorunlar yaşayan birçok tanıdığım var. Hele yazarı da doğru dürüst tanımıyorsan iştahın iyice azalıyormuş. Bunu da anlarım. Kimileri böyle durumlarda öğüt vermeyi çok sever, “Olmaz öyle şey, ilk adımlar önemlidir. Sonrakiler peşinden gelir,” gibi sözler söyler. Buna da bozuluyormuşsun biraz. ‘Tepeden bakan laflar etmeyin böyle, ne olursunuz,’ diyormuşsun içinden. Peki, bunu da yazalım bir kenara. Üzerinde düşünürüz sonra, vaktimiz bol. Her romana aynı hızla girilmez gerçekten. Kiminde sıra dışı bir çekicilik olur, kiminde hafif bir tökezleme… Biliyorum, sende de öyle oluyor. Okudukça içinde bir kıpırdanma başlarsa, harika! Başlamamışsa ve başlamayacak gibiyse?..
İşte o zaman bırakıyorsun kitabı. Ne yazarın gözünün yaşına bakıyorsun ne de yayınevinin. Bu konuda sizinkilerle (annen, baban, ötekiler…) anlaşamıyorsun. Onlar farklı düşünüyor çünkü. “Hayır,” diyorlar, “bir kitabın kalitesine kaşla göz arasında karar verilmez. Biraz sabırlı olacaksın.” Bilmiyorum, belki de doğru söylüyorlar. Merak etme, bunun üzerinde de kafa yorarız. Dedik ya, vaktimiz var. Kimi durumlarda ise arka kapak yazıları yardım ediyor elbette. Fakat sen de az değilsin hani. O yazıların çoğunu abartılı bulduğun için pek kulak astığın söylenemez. Laf aramızda, haksız da sayılmazsın. Neyse, çok da enseyi karartmayalım. Diyelim ki, ilk coşkuyla birkaç sayfayı geçtin, olacak gibiyse devam… Kitapların çoğu okudukça güzelleşir çünkü. Önemli olan eşiği geçmek, kapıyı aralamak ve içeriye girebilecek kadar güçlü olmak. Bir kitapta başına ne geleceğini de bilemezsin üstelik. Bir şey söyleyeyim mi, ben de bilmiyorum. İyi vakit geçirmek, düşünmek, eğlenmek, hüzünlenmek… Bunların hepsini yaşayabilirsin. Ama hangi kitapta, ne kadarıyla buluşacağını kestirmek zor. Kaldı ki bazen yazarın suskun kaldığı yerler olur. Oraları senin tamamlaman gerekir. Buna hazır mısın acaba?
“Zorunlu muyum?” diyorsun.
“Değilsin elbette. Ama okurun katkısı olmadan
bu işin tadı çıkarılamaz.”
Kafanı kaldırıp gözümün içine bakıyorsun. “Sizinle tanışıyor muyuz?” diye soruyorsun yavaşça.
“Orada burada rastlıyoruz birbirimize,” diyorum.
“Tam bir tanışma sayılır mı bu?”
“Sayılmaz, ama yeterli.”
Gerçekten de öyle. Kim olduğunu bilmiyorum. Gözümün önüne bulanık bir resim geliyor yalnızca. Adın soyadın, yaşın, boyun bosun, cinsiyetin belirgin değil. Bunların hepsi kocaman bir parantezin içinde. Geri kalanları ise duruma göre tamamlıyorum. İzin ver de o kadarcık yeteneğim olsun. Unutmadın herhalde, geçen yıl bir olay gelmişti başına hani. Karşı dairede oturan İzzet amcayla bahse tutuşmuştunuz. Apartman giderleri hakkında konuşmak için size gelmişti. Baban bulamadığı bir belge yüzünden çalışma odasının altını üstüne getiriyor, bir yandan da söyleniyordu. Gün batmak üzereydi. Annen eve gelmemişti henüz, sen de İzzet amcayı yalnız bırakmamak için odana gidemiyordun. Dereden tepeden söz ediyor, arada bir televizyona göz atıyordunuz. Bir ara ekranda Tarkan’ın Şımarık adlı şarkısına çektiği klip gösterilmeye başlanmıştı. Yıllardır dillerde olmasına karşın eskimeyen ve senin de sık sık mırıldandığın ezgilerden biri:
“Seni gidi fındıkkıran
Yılanı deliğinden çıkaran
Kaderim, püsküllü belam
Yakalarsam muck muck!”
zzet amca kafasını oynatarak müziğe eşlik etmişti bir süre. Sonra da gözlerini ekrandan ayırmadan, “Harika bir klip bu!” demişti. “Ne zaman izlesem içim bir hoş oluyor.” Bir ekrana, bir de adamın yüzüne bakmıştın. Hayır, şaka yapmıyordu. Hafif bir övünme payını da işin içine katarak düşüncesini söylüyordu yalnızca. Övünmek de hakkıydı sence. Altmış yaşlarındaki birinin Tarkan’ın şarkıları hakkında böylesine bilgi sahibi olması, sık görülen bir şey değildi çünkü. Hem saygı duydun hem de küçük bir katkıda bulunmak istedin. Tutamadın kendini. İnsanlar böyledir, ayrıntı gibi duran bilgileri öne çıkarmaktan hoşlanırlar. “Marsilya’nın da payı var bu güzellikte,” dedin. İzzet amca şaşırdı. “Ne Marsilya’sı?” “Bu klip Marsilya’da çekildi İzzet amca.” “Yok canım, uyduruyorsun.”
“Evet. Öyle gerçekten.” “Kim çıkarmış bunu yahu?” “Her yerde yazıldı çizildi. İnternette, gazetelerde…” “Bırak Allah aşkına şu medya palavralarını. Bal gibi Ayvalık orası.” “Palavra olur mu İzzet amca? Bu konuda yalan söylemenin kimseye faydası yok ki. Zaten güzel bir klip. Bence sen yanılıyorsun.” “Hayır, yanılmıyorum. Yıllarca Ayvalık’ta yaşadım ben. Her gün gezdiğim sokakları bilmez miyim?” Demek ki bilmiyorsun, diyecektin; sustun. Ayıp kaçacaktı. Ne ki İzzet amca işin üstüne gitmeye kararlıydı. “Bak, şurası var ya, Barbaros Caddesi işte. Renklerle biraz oynamışlar, o kadar.” ‘İşte bunu yapmayacaktın İzzet amca,’ dedin içinden. ‘Hem yanlış biliyorsun hem de ısrar ediyorsun. Sonunda sabrımı taşırdın işte.’ Yüzünde alaycı bir gülümseme oluştu. Belki sen bile farkında değildin bunun. “Bakıyorum, yarım yamalak da olsa bu işlerden anlıyorsun,” dedin adamın gözlerinin içine bakarak. “Bu kadarı bile iyi. Ötesini boş ver.” Tahmin ettiğin gibi oldu. İzzet amca bozuldu bu sözlere: “Var mısın iddiaya?” dedi sinirli bir sesle.
“İddiaya mı? Bahse mi gireceğiz yani?” “Evet. Kimin haklı, kimin haksız olduğu ortaya çıksın.” “Böyle bir şeye gerek yok bence.” “Var, var. Eğleniriz biraz.” Hani bir söz vardır; inceldiği yerden kopsun, deriz, tam zamanıydı işte. “Peki İzzet amca,” dedin, “nasıl istersen öyle olsun. Söyle bakalım, nesine?” “Benim için fark etmez. Nasıl olsa sen kaybedeceksin.” “Ben mi? Ben neden kaybedeyim ki? Sen düşün.”
“Ooo, seninle anlaşmak deveye hendek atlatmaktan daha zor. Baban şimdi gelecek, işin tadını kaçıracak. İyisi mi, önce sonuca bakalım. Sonrası kolay.” Üşenmeyip minik bir sorgulamaya giriştin hemen. Arama motorlarına can kurban. Beş on saniye içinde kliple ilgili onlarca bilgi ve görüntü dizildi ekrana. Birine inanmazsa diğeri… Sonunda durum netleşti ve senin haklı olduğun ortaya çıktı. Birkaç kez mırın kırın etse de İzzet amca pes etmek zorunda kaldı. Adın kadar emin olduğun bir sonuçtu aslında bu. Medya haberleri bir yana, çevrendeki çok kişi koyu bir Tarkan hayranıydı ve onun şarkılarını dinlemedikleri günü yaşanmamış sayarlardı. Dedik ya, neyin üzerine iddiaya girdiğinizi kararlaştırmamıştınız bile, öylesine hızlı ve ayaküstü bir şeydi. Hatta senin için orada başlayıp orada biten söz dalaşıydı belki de. Fakat İzzet amca ertesi günü minik bir paketle çıkageldi ve kapıyı açar açmaz göğsüne doğru uzattı. “Sen kazandın,” dedi. “Bu da armağanın.” Karşı konulamayacak bir kararlılık vardı gözlerinde. “Ama ben aslında… öylesine…” gibi şeyler gevelemeye başlamışken İzzet amca sözünü kesti: “Tatavaya gerek yok. Bilgisine sahip çıkanları severim.
Bu kadar.” Baktın ki bu kez galip gelme şansın yok, “Teşekkür ederim,” diyebildin usulca. “Sağ olun.” Paketi alır almaz içinde kitap olduğunu anladın. Doğrusunu söylemek gerekirse, heyecan verici bir armağan değildi bu senin için, fakat bu duygunu yansıtacak kadar kabalaşmayı şükür ki aklından geçirmedin. “Sürpriz oldu benim için. Gerçekten…” “İlk fırsatta okuyacaksın ama. Kıyıya köşeye atıp da unutmak yok.” “Olur mu öyle şey! Okuyacağım tabii ki.” “Öyleyse bana güle güle diyebilirsin şimdi.” Şaşkınlıktan çabucak sıyrılıp onun mantığıyla yanıt vermeyi başardın: “Güle güle İzzet amca.” İri adımlarla uzaklaşan adamın kapısını açmasına kadar bekledin. İçeri gireceği sırada dönüp baktı. “Biliyor musun, hayatımda ilk kez bir iddiayı kaybettim. Demek ki yaşlanmışım.” Ne diyeceğini bilemedin. Zaten fırsat da kalmadı. Bir anda gözden kayboldu. Kapanan kapının sesini bıraktı arkasında. Yalnız yaşıyordu İzzet amca.
Onu her zamanki ıssızlığına uğurlamış olmak yetmezmiş gibi son cümlesine karşılık verememenin hüznü de yaladı geçti yüreğini. Bir süre dikilip kaldın orada. “Olur mu öyle şey! Okuyacağım tabii ki.” O gün böyle dedin ama zavallı kitap iki ay bekledi bir kenarda. Araya başka şeyler girdi, eline alıp bakamadın doğru dürüst. Unuttuğun günler de oldu; aklına geldiğinde, “Dur yahu, zamanı değil,” dediğin de… Bir akşamdı. Odanda yalnızdın. Nasıl olduysa o kitap yine geçti eline. Şöyle bir karıştırdın. Biraz başından, biraz ortasından derken, bazı yerleri hoşuna gitti. Göz kamaştıran kimi cümlelerin yüzü suyu hürmetine devam etmeye karar verdin. Hangi yazardı, unuttun şimdi, “Roman yazmak kolaydır. Zor olan anlamlı bir cümle kurmaktır.” demişti kitapların birinde. Çok hoşuna gitmişti bu söz. İşin sırrı buradaydı belki de. O anda bu sözün peşine takılmaya karar verdin. “Şunu adam gibi okuyayım bari,” diye mırıldandın.
Ve başladın. Elbette ilk sayfaya dönerek… Kitabın ana karakterlerinden biri, İlkay’dı. İyi çocuk, hoş çocuktu, öyle görünüyordu yani, ancak bazı kavramları öğrenmekte zorluk çektiğini birkaç sayfa sonra anladın. Özellikle de soyut kavramları… Karmaşık problemler şurada dursun, dört işlemde bile zorlanıyor, okuduğunu ve yazdığını bir bütün olarak zihnine yerleştirmeyi beceremiyordu. Yalnızca matematik ve fen dersleri değil, sözel incelikler de sıkıntı yaratıyordu çoğu zaman. Herkesin kahkaha attığı, paylaşmaktan bıkmadığı fıkraları boş gözlerle dinlediği oluyordu. Bazen de beş on saniyelik gecikmelerle gülüyor, birçoğu yapmacık olan bu kahkahaların başkalarını ayrıca güldürdüğünün farkına bile varmıyordu. “İyi ki farkına varamıyor,” diye avuntu yarattın kendine.
“Yoksa epeyce yıpranırdı.” Birkaç sayfa sonra şunu da anladın ki, roman kahramanları da karşılaştıkları sorunlarla baş etmeyi ve soruna göre çözüm üretmeyi biliyorlar. İlkay ve ailesi için de geçerli kural bu. Mademki zor öğreniyor, bu durumda birilerinin ona yardım etmesi, yeteneklerini geliştirmesi için çaba harcaması gerekiyordu. Annesi babası elinden geleni yapıyordu gerçi, arkadaşları da öyle. Peki okul? Orada da bir çözüm bulunmuştu; kaynaştırma öğrencisi olarak belirlemişlerdi İlkay’ı. Kimi yetersizliklerinin üstüne arkadaşlarıyla birlikte gitmesinin yararına inanılıyordu.
“Bu onun en doğal hakkı,” demişti rehber öğretmenler, “arkadaşlarıyla ne kadar bütünleşirse o kadar iyi.” Derslerde zaman zaman sıkıntılar yaşıyordu elbette, olmayacak şeylere olur diyor, basit işlemlerde komik hatalar yapıyordu. Neyse ki bunların çoğunun bilincinde değildi ve bu yüzden de arkadaşlarının arasında son derece mutluydu. Fakat sıra ödevlere gelince dananın kuyruğu kopuyordu. “Şu ödevler olmasa,” diyordu sık sık, “şu ödevler olmasa okul ne güzel!” Kendini İlkay’ın yerine koydun bir an. Sonra da yakınlarının yerine… Edebiyatın böyle bir esintisi oluyor ister istemez. Kendinle başkaları arasında uçuşup duruyorsun. Belki birkaç saniye, belki bir ömür… Bu arada bir bakmışsın, 16. sayfanın sonuna gelmişsin bile. Çevirdin yaprağı…