ARABA SEVDASI’NA DAİR
Tanzimat’la birlikte Türkiye’nin toplumsal hayatında görülen Batılılaşma hareketleri Türk edebiyatına da etki etmiş, o güne kadar geleneksel formda süregelen anlatı türlerine paralel olarak Batı edebiyatının edebî türlerinden olan roman ve hikâye edebiyatımıza girmiştir. Ahmet Midhat Efendi, Şemsettin Sami, Namık Kemal, Emin Nihat Bey gibi isimlerin ardından aynı zamanda yenileşme dönemi Türk edebiyatının ilk teorisyenlerinden olan Recaizade Mahmut Ekrem de roman ve hikâye sahasında yerini aldı.
Recaizade Mahmut Ekrem bu sahaya Muhsin Bey (1889) ve Şemsa (1896) adlarını taşıyan iki uzun hikâyeyle girmiştir. Romantizm akımının etkilerinin belirgin bir şekilde görüldüğü bu eserler, hem olayların işlenişi hem de anlatım bakımından basit ve başarısız eserlerdir. Bu çalışmaları takip eden Araba Sevdası ise Türk romancılığının ilk önemli eserlerinden biri olarak edebiyat tarihlerine geçmiştir. Yazar, 1889’da kaleme aldığı bu eseri 1896 yılında Servet-i Fünun dergisinde tefrika ettirmiş, daha sonra da kitap hâlinde yayımlamıştır. Gerek dergideki tefrika gerekse kitap ressam Halil Paşa tarafından resimlenmiştir.
Araba Sevdası büyük ölçüde romanın baş kahramanı olan Bihruz Bey’in etrafında gelişir. Eserde yer alan diğer şahıslar, âdeta Bihruz Beyin çeşitli yönlerinin daha belirgin bir şekilde ortaya çıkmasını sağlamakla görevlidirler. Bihruz Bey eski vezirlerden birinin çocuğudur ve babasının çeşitli vilâyetlerdeki görevleri nedeniyle düzenli bir eğitim alamamıştır. Daha sonra paşanın görevden alınmasıyla İstanbul’a dönülür ve Bihruz bir rüştiyeye yerleştirilir. Paşa tekrar bir görev gereği İstanbul’dan ayrılır, ama oğlu ile karısını bu defa yanında götürmez. Paşa iki sene sonra döndüğünde oğlunun eğitimini yeterli görerek onu okuldan alır ve devlet dairelerinden birine yerleştirir. Ayrıca Fransızca, Arapça ve Farsça ders alması için oğluna maaşlı hocalar tutar. Yazar, Bihruz Beyin Fransızca öğrenme macerasını şu cümlelerle aktarır okuyucuya: “Bihruz Bey ilk hevesle beş altı ay kadar kaleme devam ederek daha Fransızca bir ibare okumaya iktidar hâsıl etmeden ağızdan bellediği bir hayli elfaz ve terakip ile en alafranga genç beylerin tavır ve kıyafet ve hâl ve hareketini taklitte hakka ki bir büyük eser-i istidat gösterdi.” Burada dikkat çeken en önemli ibare ve kelimeler “daha Fransızca bir ibare okumaya iktidar hâsıl etmeden…” ve “taklit”tir. Bunlar Bihruz Beyin mizacını ortaya koyan ilk ipuçlarıdır.
Bihruz’un özelliklerinin ortaya konduğu ilk bölümlerdeki bir diğer önemli paragrafta Bihruz’un hobileriyle karşılaşırız: “Vilâyetlerde bulunduğu zaman en büyük zevki, sırmalı esvap içinde, midilli veya at üzerinde, arkasında çifte çifte uşaklarla sokak sokak gezip dolaşmaktan ibaret olan bu beyin İstanbul’a geldikten sonra merakı üç şeye masruf oldu ki birincisi araba kullanmak, ikincisi alafranga beylerin hepsinden daha süslü gezmek, üçüncüsü de berberler, kunduracılar, terziler ve gazinolardaki garsonlarla Fransızca konuşmak idi.”
Burada araba kullanmak ve süslü giyinmek devrin alafranga tipinin en önemli özellikleri arasındadır. Roman boyunca araba ile Bihruz Beyin alafrangalığı birbirine paralel bir gelişim gösterirler. Başlangıçta okuyucu Bihruz Bey hakkında fazla bir şey bilmez, onun sadece bir alafranga olduğu bilgisini alır. Buna karşılık arabası da yepyeni ve çok güzeldir. Roman ilerledikçe Bihruz’un alafrangalığının sağlam bir temele dayanmadığı, sadece gösterişten ibaret olduğu görülür. Aynı şekilde romanın sonlarına doğru arabanın bazı yerleri çizilmiş, çarpılmıştır. Tıpkı Bihruz’un alafrangalığı gibi onun da boyası dökülmüştür. Diğer taraftan Bihruz’un “berberler, kunduracılar, terziler ve gazinolardaki garsonlarla Fransızca konuşmak” sevdası onun ne kadar Fransızca bildiğini ortaya koyar. Berberler, kunduracılar, terziler ve garsonlar bir yabancı dili ancak ihtiyaçları oranında kısıtlı bir kelime kadrosuyla kullanırlar. Yazarın bu ifadesi de Bihruz’un yabancı dil bilgisini dolaylı olarak ortaya koymakta, yani onun Fransızca’yı, öğrendiği sınırlı sayıdaki kelimelerle konuştuğunu gösterir.
Görüldüğü gibi yazar bu romanda alafrangalığı ya da başka bir ifadeyle yanlış batılılaşmayı tenkit etmektedir. Daha önce Ahmet Midhat Efendi’nin Felatun Bey ile Rakım Efendi romanında işlenen bu tema, sonraki dönem eserlerinde de sıklıkla işlenmiştir. Bihruz ile Felatun, batılılaşmayı yanlış anlamış alafranga tipler olmaları, babalarından kalan mirası sorumsuzca çar çur etmeleri, yazar tarafından gülünç duruma düşürülmeleri bakımından birbirlerine benzerler. Ancak Bihruz ile Felatun’un tam olarak birbirlerine benzediklerini söylemek de mümkün değildir. Felatun amacına ulaşabilmek için her şeyi mübah gören, misafir gittiği evin hizmetçilerine sarkıntılık eden bir kişidir. Bihruz’un bu tür özelliklere sahip olduğunu söylemek mümkün değildir. Bihruz tam tersine saf, daima istismar edilen ve aşkına sadık bir insan olarak karşımıza çıkar. Felatun Bey’in olumsuzluklarını daha belirgin hâle koymak için karşısına olumlu bir tip olan Rakım Efendi konulurken, Bihruz için böyle bir şey söz konusu değildir. Ahmet Midhat’ın kahramanı eserin sonunda gerçeğin farkına varıp “ıslah” olmuşken Bihruz’da böyle bir emareye rastlayamıyoruz. Bu hükümleri her iki yazarın edebiyat anlayışlarıyla açıklamak mümkündür.
İşte bu Bihruz, bir gün Çamlıca Bahçesi’nde araba içinde Periveş isimli bir kadına rastlar ve ona âşık olur. Bu kadın aslında düşmüş bir kadındır, Bihruz iletişim kuramadığı bu kadını hayallerinde yüceltir ve onu görmek için mesire yerlerini dolaşıp durur, ama onu bir daha göremez. Bir gün yalancılığıyla meşhur arkadaşı Keşfî, ona kızı tanıdığını ve geçenlerde öldüğünü söyler. Bihruz’un âdeta hayatı kararmıştır. Günlerce bu hayalî sevgilinin yasını tutar, yataklara düşer. Daha sonra Periveş’i –onun ablası zannederek– kıyıdan uzaklaşmakta olan bir vapurda görür, ona yetişmek isterse de başarılı olamaz. Bir dahaki karşılaşmalarında artık her şeyi anlamış, büyük bir hayal kırıklığı içinde Periveş’in yanından uzaklaşmıştır.
Romanda dikkat çeken şahıslardan biri Bihruz’un Fransızca hocası Mösyö Piyer’dir. Mösyö Piyer, sürekli olarak ve çeşitli yollarla Bihruz’dan para sızdırmaktadır. Boğazına düşkündür. Yani aç gözlü ve bencil bir insan olarak karşımıza çıkar. Romanda bir Avrupalı tipin yer alması bakımından yine Felatun Bey ile Rakım Efendi romanıyla bir paralellikten söz etmek mümkünse de bunların romanlardaki fonksiyonları farklıdır. Felatun Bey ile Rakım Efendi romanındaki Ziklas ailesi gerçek anlamda batıyı temsil eden ve batılılaşma yolunda örnek alınması gereken bir aile olarak romanda yerini almıştır. Çünkü okuyucu dolaylı bir şekilde Felatun ile Ziklas ailesi üyelerini karşılaştırdığında Felatun’un batılılığının ne kadar yüzeysel ve temelsiz olduğunu fark ediyor. Dolayısıyla bu romanda Ziklas ailesi âdeta gerçeği gösteren bir turnusol kâğıdı özelliği taşımaktadır. Buna karşılık Araba Sevdası’ndaki Avrupalı tip tamamen olumsuz yönleriyle karşımıza çıkarılmıştır.
Romanın gerçekçilik akımına bağlı olduğu çeşitli araştırmacılar tarafından ifade edilmiştir. Sözgelimi romanın başında yer alan Çamlıca tasvirinin oldukça gerçekçi olduğunu söylemek mümkündür. Anlatıcı sadece gördüklerini tasvir etmiş, gördükleri hakkında olumlu ya da olumsuz yargılarda bulunmamıştır. Bilindiği gibi, daha önce Namık Kemal de İntibah romanının başında bir Çamlıca tasviri yapmıştı, ancak buradaki tasvir Divan edebiyatından gelen etkiyle olanın değil, olması gereken’in tasviridir. Buna karşılık yazarın eser içindeki kimi müdahaleleri eserin gerçekçilik amacına gölge düşürmektedir.
Berna Moran’a göre bu romanın en önemli özelliklerinden biri, Bihruz Bey’in iç dünyasının iç çözümleme, iç konuşma ve bilinç akışı metotlarıyla ortaya konulmasıdır. Daha da önemlisi günümüz romanında da artık sıklıkla kullanılan bilinç akışı tekniğinin dünyada ilk defa Recaizade Mahmut Ekrem tarafından Araba Sevdası’nda kullanılmış olmasıdır[1].
Görüldüğü gibi Recaizade Mahmut Ekrem’in bu eseri yazıldığı zamanda bir aşamayı temsil etmekte, roman ve hikâyede realizme açılan bir kapı olarak karşımıza çıkmaktadır.
ERBAB-I MÜTALÂAYA
Malûmdur ki insan eğlencesiz yaşayamaz. Bendeniz gibi fıtraten [yaratılıştan] inzivayı [yalnızlığı] sevenler için ise mütalâa ve tahrirden [okumak ve yazmaktan] iyi eğlence olamaz. Şu kadar ki bu suret-i iştigal [bu türlü uğraş] mütemadi [sürekli] ve hususiyle ciddi olunca yorgunluğuna tab-aver olmak [dayanmak] kabil değildir [imkânsızdır]. Bu hâlde yorgunluğu az, eğlencesi çok meşguliyetler aranmak tabiîdir. İşte şu ihtiyacın sevkiyledir ki ara sıra böyle şeyler tahririyle imate-i zamana [vakit öldürmeye] mecbur oluyorum.
İyi bilirim ki içimizde bu türlü iştigalâtı [uğraşları] meselâ satranç oynamaktan on kat abes [saçma], bahçe kazmaktan on kat faydasız addedenler [sayanlar] az değildir. İhtimal ki bu hüküm doğrudur. Ne fayda ki, ben satrancı merak edemedim. Bahçe kazmaya ise mevsimin müsaadesi yok!..
Muhsin Bey hikâyesi hiçbir şey değil iken erbab-ı mütalâa [okuyucular] tarafından epeyce mazhar-ı rağbet olduğu [beğenildiği] için bu hikâyenin de neşrine cesaret olundu. Niyet-i ahkaranem [Basit amacım] bunları birkaç parçaya iblağ etmek [çıkarmak] ve ondan sonra biraz daha büyüklerini de yazmaktır.
Beşeriyete müteallik [İnsanlığa ilişkin] olarak cereyan etmekte olan mucib-i ibret vakayi ve ahvale [ibret verici olaylar ve durumlara] şiir ve hikmetle memzuç [felsefeyle karışmış] bir nazarla [bakışla] bakılırsa hepsi de az çok hazin görünür. Bunlardan birtakımının girye-i teessürle [üzüntüyle], diğer bir kısmının hande-i istiğrap ile [sevinçle] telâkki edilmesindeki [karşılanmasındaki] fark, vukuatın mahiyet-i asliyelerindeki feciliğe [olayların kendisindeki trajikliğe] değil, keyfiyet-i itibara [algılanışına] aittir. Hakikat [gerçeklik] veya imkân dairesinde [olabilirlik çerçevesinde] tasavvur ve tasvir olunmakla meşrut olan [kurgulanıp betimlenme şartına bağlı olan] büyük, küçük hikâyeler ise vakayi ve ahval-i beşeriyetin [insanlığa ilişkin olay ve durumların] birer mirat-ı ibret-nümasıdır [ibret verici aynasıdır].
Bu mütalâaya [düşünceye] göre Muhsin Bey hikâyesi erbab-ı mütalâaca [okurlarca] ağlanacak şeylerden görülmüş olduğu hâlde, bu Araba Sevdası gülünecek hâllerden addolunsa [sayılsa] gerektir. Fakat dikkat olunursa bu ondan elbette daha ziyade hazin, elbette daha çok mü’limdir [elem vericidir]!..
Üsküdar’dan Bağlarbaşı tarikiyle [yoluyla] Çamlıca’ya gidilirken Tophanelioğlu’ndaki dört yol ağzı mevkiinden takriben [yaklaşık] bir yüz hatve [adım] ileriye medd-i nazar olunur [bakılır] ise o vasi [geniş] şosenin münteha-yı vasatîsinde [sonuna doğru] etrafı bir buçuk arşın kadar irtifada [yükseklikte] duvar içine alınmış bir ağaçlık görülür.
Bu ağaçlığa varıldığı gibi şose yol sağ ve sol olmak üzere iki şubeye ayrılır. Duvar ile muhat [çevrili] olan ağaçlığın büyücek bir kapısı vardır ki iki yolun tamam nokta-i iftirakında vakidir [ayrıldığı noktadadır].
Sağ ve soldaki yollardan hangisine gidilecek olsa taraf-ı muhalifi [karşı tarafı] mahut [sözü edilen] ağaçlıkla mahduttur [sınırlanmıştır]. Ağaçlığın yanındaki duvar alçacık olduğundan üzerinden hayvan ve bahusus insan aşamamak için boyunca teller uzatılarak muhafaza olunmuştur.
Mutedil [Hafif eğimli] bir yokuş üzerindeki bu yollardan seyr-i adî [normal yürüyüşle] ile dört beş dakika kadar gidilince daima duvar ile mahdut [çevrili] olan ağaçlık bir meydancığa müntehî olur [ulaşır]. Ağaçlığın burada da cephede aşağıkine muhazî [aynı hizada] bir kapısı vardır. Yüksekten kuşbakışı bir nazarla [bakışla] bakmak mümkün olsa bir şekl-i mahrutîde [koni şeklinde] görünecek olan ağaçlık burada biter ise de iki yol yine birleşemez. Meydancığın bir otuz hatve [adım] ötesinde epeyce vasi [geniş] ve mürtefi [yüksek] bir set üzerinde –kâr-ı kadim [eski tarz] binaları taklit yolunda yapılmış– enli saçaklı bir kattan ibaret bir bina ve bunun etrafında bazı büyücek ağaçlar mevcuttur. Onun üst yanında diğer bir set ile başlayan yer ise birtakım selvi ve meşe ağaçlarını ve vaktiyle kırılamayıp kalmış ve mevkiin Sarı Kaya ismiyle benam [adlandırılmış] olmasına sebep olmuş büyük büyük sararmış kayaları havî [barındıran] inişli yokuşlu metruk [terk edilmiş] bir mezarlıktır ki geçtiğimiz meydancıktan buraya değin olan mesafe de yine bir beş dakikalık kadar tahmin olunur.
Bu mezarlık da geçildikten sonradır ki iki yol hem birleşir hem de düzleşir. Buradan yine bir beş dakika kadar ileri yürünürse artık Çamlıca dağının eteğinde Kısıklı köyünün çarşısına varılmış olur.
Buraya çıkıncaya kadar yorulmadıksa yine aşağı doğru inelim de nikât ve hududunu [sınırlarını] tayin ettiğimiz mevakii [bölgeyi] tahkik edelim [inceleyelim]. Tabiîdir ki bu tahkikata mahut [söz konusu] ağaçlıktan başlayacağız.
Burası Çamlıca Bahçesi namıyla İstanbul’da en evvel tanzim ve küşat olunmuş [düzenlenip açılmış] olan bahçedir. Birkaç zamandan beri rağbet-i ammeden [halkın beğenisinden] bütün bütün mehcur [uzak] olduğu cihetle [için] ekser eyyamda [çoğu günler] kapıları kapalı durur.
Yazın ve bahusus baharlarda bu bahçeyi açtırıp da aşağıki kapıdan içerisine girerseniz beş on kadem [adım] ilerleyerek etrafınıza bir nazar ediverince muazzam ve mamur bir ravza-i dil-küşa [büyük ve imar edilmiş bir iç açıcı bahçe] içinde bulunduğunuza derhal kail olursunuz [inanırsınız].
Bahçenin yalnız meydana geldiği tarihte güzel görünmesi fikriyle değil, ileride yani zamanlar gelip geçtikçe ağaçların, ormanların büyüyerek kesp edecekleri [kazanacakları] hâle göre letafetlerini [güzelliklerini] daima tezyiden [artarak] muhafaza eyleyebilmesi mütalâa-i dûr-endişanesiyle [uzak görüşlülüğüyle] icra olunan taksimat-ı dahiliyesine [iç düzenlemesine] ve o büyüklü küçüklü tarhların tenasüp [uygunluk] ve vaziyetlerine bakarak iptida tanzimini deruhte eden [ilk düzenlemesini üzerine alan] tabiat-şinas-ı mahir [usta tabiat bilgini] kim ise sanatına tahsin-han olduktan [sanatını beğenip övdükten] sonra her tarafını birer birer nazar-ı dikkat ve istihsandan geçirmeye [dikkat ve beğeniyle gözden geçirmeye] başlarsınız.
Haricin enzar-ı tecessüsünü [Dışarının meraklı bakışlarını] kesmek için kenarlara bir tertib-i matbu’da [düzgün bir sıra hâlinde] dikilip gereği gibi feyizlenmiş, dal budak salıvermiş salkım, aylandoz, atkestanesi gibi saye-dar [gölgeli] ağaçlar ile orta yerlerde ca-be-ca mağrus [yer yer dikilmiş] çınar, kavak, manolya, salkım söğüt misillü [gibi] eşcar-ı gûn-a-gûnun [çeşit çeşit ağaçların] ve bazı yerlerde nur-ı nazarın [göz ışığının, bakışın] değil, eşia-i şemsin [güneş ışığının] bile içerisine kolaylıkla nüfuz edemeyeceği surette sıklaşmış ormancıkların etrafında dolaşır, bunları ziyadesiyle dil-pesend [gönül alıcı] bulursunuz.
Biraz ilerleyince bir düzlüğün vasatında [ortasında] üstü kapalı, etrafı açık kameriyemsi bir şey ve bazı kenar yollar üzerinde kulübe tarzında muntazam ve matbu’ [güzel] ufak ufak binalar müsadif-i nazarınız olur [gözünüze ilişir]. Bunlardan kameriyeye benzeyen şeyin –eyyam-ı mahsusada icra-yı ahenk için celp olunacak [özel günlerde konser vermek için çağırılacak]– çalgıcı takımına mahsus bir yer ve o kulübelerin de bahçe dahilinde me’kûlat ve meşrubat [yiyecek ve içecek] satmak için yapılmış “büfe”ler olduğuna intikal eder, bunları da beğenirsiniz.
Azıcık daha ileri gidince bir büyük lâk[2], onun ortasında dil-nişin [hoş] bir adacık, bu adayı kenara rabt etmek üzere suret-i gayr-i muntazamada [düzensiz şekilde] çitten yapılmış tabiî güzel köprüler ve adanın üzerinde yine işlenmemiş ağaç dal ve kütüklerinden inşa olunmuş zarif bir köşk müşahede eder [görür], bunlardan da aşırı hoşlanırsınız. En sonra yukarıki kapıdan çıkarak mahut [sözü geçen] meydancığı mürur [geçer] ve set üzerine suud ile [çıkarak] evvelce gördüğünüz binayı da yakından temaşa ettiğiniz [seyrettiğiniz] ve bunun da bahçeye merbut [bağlı] bir gazino olduğunu öğrendiğiniz hâlde bahçenin her suretle mükemmeliyetini tasdik eylersiniz.
Şu birkaç sözle evsafı [nitelikleri] kabaca tarif edilmiş olan Çamlıca Bahçesi bundan evvel şimdiki gibi hüzünlü bir sükût-abad-ı tenhayî [sessiz ve tenha yer] değil, hengâmeli [kalabalık] bir sur-gâh-ı şevk ü şagab [neşe ve eğlence yeri] idi.
Tesviyesiyle, tanzimiyle [tertip ve düzeniyle] bir hayli zaman uğraşılan bu bahçenin 1286 sene-i rumiyesi [rumî takvime göre 1286 senesi][3] mevsim-i baharında [ilkbaharında] küşat edileceği [açılacağı] havadisi İstanbul ile Bilâd-ı Selâse [üç belde][4] tabir olunan mevaki [yerler] ahalisi beyninde [arasında] şayi olunca [yayılınca] erbab-ı heva vü hevesten [gezip eğlenme meraklısı] olan gençler ve bahusus böyle eğlenceleri erkeklerden birkaç kat ziyade aramaya tab’an [yaratılıştan] mecbur olan hanımlar hulûl-i vakt-i merhuna intizaren [belirli zamanın gelmesini bekleyerek] elbiseye, süse müteallik [ilişkin] hazırlıklara gereği gibi germiyet vermişler [ısınmışlar] ve bizim memlekette emsali [benzeri] henüz meşhut olmayan [görülmeyen] bu “moda” nüzhet-gâhtan [gezinti yerinden] her vakit ve belki mehtaplı gecelerde bile istifade maksadı kolaylıkla hâsıl olmak için pek çok aileler Çamlıca, Bulgurlu, Kısıklı, Tophanelioğlu, Bağlarbaşı içinde köşkler, haneler isticar ederek [kiralayarak] bahar gelir gelmez hemen nakle müsaraat göstermişler [taşınmaya girişmişler] idi.
Nihayet o senenin mayıs ayı iptidalarında [başlarında] bahçe açıldı. İstirahat ve tenezzühe [dinlenme ve gezinmeye] mahsus olan cuma ve pazar günleri Üsküdar, Kadıköyü, Beylerbeyi gibi Çamlıca’ya civar sayılan yerlerden başka İstanbul’un mahall-i baidesinden [uzak semtlerinden], Boğaziçi’nden ve sair mahallerden arabalar, hayvanlarla ve bazen yayan olarak gelen kadın, erkek binlerce seyircinin bahçeye tehacümü [hücumu] hakikaten görülecek temaşalardan [seyirlerden] idi.
Hududu bir çeyrek saatte ancak devrolunabilen [dolaşılabilen] bahçe o kadar vüsatiyle [genişliğiyle] beraber o cemm-i gafiri [kalabalığı] istiap edemediğinden [alamadığından] halkın birtakımı girdikçe, diğer birtakımını çıkmaya mecbur eder idi. Bu suretle gerek yukarıki gerek aşağıki kapıdan lâyenkat’ [sürekli] girip çıkan seyircilerin kesret-i izdihamıyla [çokluğuyla] o koca bahçe –teşbih biraz kabaca ise de– azim [büyük] bir arı kovanını andırır idi. Fakat bu bir kovan idi ki arıların bal alacakları çiçekler de içinde bulunurdu! İçeride kalanlardan, alafranga bir tabir ile, taife-i lâtifeye [güzel cinse, kadınlığa] mensup olanlar ezhar-ı baharîye rekabet eder [bahar çiçekleriyle yarışır] gibi en parlak, en güzel renkler içinde ve üçü beşi bir yerde çiçekler gibi iki taraflarına salınarak gezinirler ve bunlardan bal almak hevesiyle bî-karar olan [dengesini kaybeden] zünbur-mizaç [eşek arısı mizaçlı] genç beyler de çiçeklerin arasında ikişer ikişer dolaşırlardı.
Bahçenin dışarısına gelince, o da bir başka âlem idi: Süslü hanımları, şık beyleri hamil [taşıyan] birkaç yüz kadar araba bahçenin etrafını kuşatarak bir zincir-i müteharrik [hareketli zincir] gibi birbiri ardınca muttasıl ve müteselsil devrederler [sürekli dolaşırlar] idi.
Vakıa o tarihte ağaçlar daha pek genç ve belki çocuk, ormanlar ise pek seyrek olmakla beraber sunuf-ı nebatat [bitki türleri] içinde hüsn-i manzaraya malik [güzel bir görünüşe sahip] ve tezyin-i riyaza hadim [bahçeleri süslemeye yarayan] eşcar [ağaçlar] ve ezharın [çiçeklerin] ve çemenlerin her nev-i makbul ve muteberi [beğenilen ve değerli cinsi] kendisinde mevcut bulunduğu için baharistan-ı tabiatın [tabiatın bahar bahçesinin] bir mecmua-ı müntehabatı [seçilmiş bir topluluğu] gibi manzur olmaya liyakat gösteren [görülmeye lâyık olan] ve fazla olarak derununda [içinde] lâk[5] ve köşk gibi enzarı [bakanları] başkaca memnun edecek şeyleri ve alelhusus [özellikle] istirahat ve huzur arzu edenler için ca-be-ca [yer yer] sandalyeleri, kanepeleri bulunan bu bahçe halkın sair seyir yerlerine olan rağbetini tamamıyla kendisine celp etmiş [çekmiş] idi. Binaenaleyh cuma ve pazardan gayrı günlerde ve bazen mehtaplı gecelerde bile bahçe züvvardan halî [ziyaretçisiz] kalmaz idi. Onun için demiş idik ki, Çamlıca Bahçesi bundan evvel şimdiki gibi hüzünlü bir sükût-abad-ı tenhayî [sessiz ve tenha yer] değil, hengâmeli [kalabalık] bir sur-gâh-ı şevk ü şagab [neşe ve eğlence yeri] idi. Filhakika [gerçekte] o pirane-ser [yaşlı] ağaçlar vaktiyle genç idi. Heva-yı arzu önünde bî-karar olan ehl-i şebab [heves ve istekleri önünde dengesini yitirmiş gençler] gibi bunlar da en hafif bir rüzgâr ile hemen ihtizaza gelirler [salınırlar] ve şevk ve ümide dair güft ü şinide [konuşmaya] başlarlar idi!.
O senenin haziranı evasıtına [ortalarına] doğru sıcaklar günden güne şiddetini artırdı. Sıcaklar ziyadeleştikçe bahçedeki germiyet [sıcaklık (kalabalık)] noksan bulmaya başlamış idi. O esnada bir perşembe gecesi zuhur eden [ortaya çıkan] bir fırtınayı müteakip [takiben] ta-be-sabah [sabaha kadar] devam eden yağmur havayı tasfiye ve tadil ettiği [temizlediği] ve tozları kâmilen bastırdığı gibi dağlara, bağlara da bir taravet-i cedide [yeni tazelik] bahş eylediğinden bir gün sonraki cuma günü saat sekiz sularında bahçe emsali [benzeri] görülmedik bir kalabalığa mazhar olmuş [kavuşmuş] idi.
Bu kalabalığın ekseriyeti –kadınlar başka, erkekler yine başka olarak– üçer beşer bahçenin içinde aşağı yukarı gezinirler, diğerleri de tarhların arasındaki kanepelere, sandalyelere oturarak ve çalgıcıların –o zamanlar İstanbulca pek moda olan– Bell Elen operasından çaldıkları havaları dinleyerek gezinenleri temaşa ile [seyrederek] eğlenirlerdi.
Bu temaşacıların [seyredenlerin] içinde takriben [yaklaşık] yirmi üç, yirmi beş yaşlarında, top simalı, saz benizli, elâ gözlü, kara saçlı, az bıyıklı, kısaca boylu, güzel giyinmiş bir bey görülürdü ki aşağıki kapıya yakın ve kapıdan her gireni çıkanı görmeye müsait bir mevki tutarak bir masanın iki yanındaki birer sandalyeden birisine kendisi kurulmuş, diğerine de –yakasının iç tarafındaki Terzi Mir markası yakından geçenlerin gözlerine çarpmakta olan– pardösüsünü sanki gelişi güzel atmış idi.
Masanın üzerinde bir tepsi içinde görülen bir arpa suyu kadehi hemen bir saatten beri geldiği gibi dolu durmakta idi. Genç bey ise oturduğu yerde sol ayağı üzerine atmış olduğu sağ ayağını mızıkanın usulüne muvafık [uygun] bir hareketle muttasıl [sürekli] oynatır ve o ayağı pek de küçük değil iken ziyadesiyle nazik, ziyadesiyle biçimli gösteren Heral işi parlak botunun sivrice burnuna elindeki bağa saplı ve sapının üzeri Fransızca M.B. harflerini irae eder [gösterir] gümüş markalı bastonuyla bir düziye vurur ve en azı her beş dakikada bir kere uçları altınlı bir siyah ipek şeride merbut [bağlı] mineli saatini beyaz yeleğinin cebinden çıkarıp baktıktan ve sabırsızlıkla yerinden fırlayarak kapı tarafına doğru beş on adım gittikten sonra yine sandalyesine avdetle [dönerek] evvelki vaziyetini alırdı. Genç beyin bu hâline dikkat edenler kendisinin mühim bir intizar [bekleme] rahatsızlığı içinde bulunduğuna hükmedebilirlerdi.
Muhteşem Bihruz Bey kudema-yı vüzeradan [eski vezirlerden] müteveffa [vefat etmiş, ölmüş] (…) Paşanın mahdumudur [oğludur].
Vilâyetten vilâyete intikal ile [göç ederek] on beş sene kadar ale’t-tevalî [birbiri ardınca] İstanbul’a ayak basmamış olan pederiyle sigar-ı sinninde [küçük yaşlarında] memleket memleket dolaştığından dolayı Bihruz Bey bir çocuk için derece-i ulâda [birinci derecede] vacibü’t-tahsil olan [öğrenilmesi gereken] malûmatı [bilgileri] on altı yaşına kadar ele getirememiş idi. Nihayet pederinin bir infisali [görevden alınması] üzerine İstanbul’a vürudunda [dönüşünde] mahdum beyin [oğlunun] bir rüştiyeye [ortaokula] konulmasına nasılsa himmet olundu. Aradan altı ay mürur etmeden [geçmeden] (…) Paşa yine bir vilâyet valiliğine memur ve İstanbul’dan tekrar müfarekata [ayrılmaya] mecbur oldu ise de artık bu defa Bihruz Bey tahsilinden geri kalmamak için validesiyle beraber İstanbul’da bırakıldı.
İki sene sonra paşa yine mazulen [görevinden alınarak] İstanbul’a geldiği zaman mahdum beyi [oğlunu] kara cümleden, imlâdan, kıraatten [okumadan] bizzat bi’l’imtihan [sınav yaparak] malûmatını derece-i kâfiyede [yeterli derecede] görmekle tahsilini ikmal edip [tamamlayıp] de bir şehadetname [diploma] alıncaya kadar mektebe devam ettirmeye lüzum görmeyerek çocuğu kendi arzusu üzerine Babıali aklâmından [devlet dairelerinden] birisine çırak ettirmiş ve beyefendi için tahsili artık bittabi vacip görünen Fransızca ile beraber ikinci derecede lüzumu teslim olunan Arabî ve Farisî’yi [Arapça ve Farsça’yı] öğrenmek üzere Bihruz Beye başka başka maaşlı hocalar tayin etmiş idi.
Bihruz Bey ilk hevesle beş altı ay kadar kaleme devam ederek daha Fransızca bir ibare okumaya iktidar hâsıl etmeden [kazanmadan] ağızdan bellediği bir hayli elfaz ve terakip [kelime ve terkipler] ile en alafranga genç beylerin tavır ve kıyafet ve hâl ve hareketini taklitte hakka ki [gerçekten] bir büyük eser-i istidat [yetenek] gösterdi.
Bihruz Bey valideyninin [anne ve babasının] tek evlâdı olduğu için zaten pek şımarık büyümüş idi. Pederin servet ve sâmânı [zenginliği] mahdumun her arzu ettiği şeyi kolaycacık istihsal edebilmesine [elde edebilmesine] müsait olduğu gibi gençlik icabatından [gereklerinden] olan temayülâtına [istek ve eğilimlerine] da hiçbir taraftan bir gûne mümanaat [engel] görmediği cihetle Bihruz Bey sonraları kaleme [devlet dairesine] gidip gelmeyi pek seyrekleştirmiş idi.
Kaleme gitmediği günler ise saçlarını kestirmek, terziye esvap ısmarlamak, kunduracıya ölçü vermek gibi hiç eksik olmayan vesilelerle Beyoğlu’nda, ötede beride vakit geçirir, cumaları, pazarları da sabahleyin hocalarıyla yarımşar saat ders müzakeresinden sonra hanesinden çıkar, akşamlara kadar seyir yerlerinde dolaşır idi.
Vilâyetlerde bulunduğu zaman en büyük zevki, sırmalı esvap içinde, midilli veya at üzerinde, arkasında çifte çifte uşaklarla sokak sokak gezip dolaşmaktan ibaret olan bu beyin İstanbul’a geldikten sonra merakı üç şeye masruf oldu [yöneldi] ki birincisi araba kullanmak, ikincisi alafranga beylerin hepsinden daha süslü gezmek, üçüncüsü de berberler, kunduracılar, terziler ve gazinolardaki garsonlarla Fransızca konuşmak idi.
Bey, kışları Süleymaniye’deki konaklarında, yazları da Küçük Çamlıca’daki köşklerinde ikamet ederdi. Kendisi gibi kibarzadegânın [zengin (sosyete) çocuklarının] rağbet göstereceği hiçbir seyir yeri bulunmazdı ki bu beyefendi en son modaya muvafık surette [uygun şekilde] giyinmiş olduğu hâlde bazen yağız ve bazen kır bir çift beygir koşulu dört tekerlek üzerinde üstü ve yanları açık süslü bir peykeden ibaret olan ve seyis oturmaya mahsus yeri arka tarafında bulunan arabasıyla orada hazır bulunmasın.
Kışın, meselâ zemheri içinde, bir açık hava görünce, arkasında mücerret süse halel vermemek [sadece süsünü bozmamak] için dar ve incerek jaket, dizlerinin üzerinde ise mücerret [sadece] süslü görünmek için bir kadife örtü bulunduğu hâlde Beyoğlu caddesinde, Kâğıthane yollarında araba kullanmak hevesiyle en şedit [sert] poyrazın karşısında tiril tiril titreyen Bihruz Bey, yazın da otuz otuz beş derece sıcak günlerde Çamlıca, Haydarpaşa, Fenerbahçesi yollarında yine o hevesle en kızgın güneşin altında haşım haşım haşlanır ve fakat bu azabı kendisine en büyük zevk addeder [sayar] idi. Bihruz Bey her nereye gitse, her nerede bulunsa maksadı görünmekle beraber görmek değil, yalnız görünmek idi.
Nihayet (…) Paşanın vuku-ı irtihali [ölümü] üzerine mahdum bey def’aten [bir anda] yirmi sekiz bin liralık bir mirasa nail olarak ef’alince [hareketlerince] de serbest kalınca o servet-i cesimeyi [büyük serveti] az zaman içinde ifna [yok] edecek bir sefahete [zevk ve eğlenceye] koyuldu. Çünkü valide hanımefendinin mahdum bey hakkında eskiden beri hiçbir hükmü, hiçbir tehdidi nafiz ve müessir [etkili] olamazdı. Pederinin irtihalinde [ölümüyle] oğluna intikal eden [geçen] servetin hüsn-i idaresi [iyi idare edilmesi] yolunda akrabadan bazı zevatı [kişileri] işe karıştırmak gibi tedabire [tedbirlere] teşebbüs etmiş ise de semeresiz [sonuçsuz] kalacağını anladığı gibi çocuğu bütün bütün kendi hevasına [heveslerine] bırakmak zaafını göstermiş ve fazla olarak genç beye o cihetle de bir sıkıntı çektirmemek üzere konağın mutfak mesarifini ve hizmetlerinde ibka ettikleri [tuttukları] bazı emektar etbaın [hizmetçi ve uşakların] maaşlarını kendi iradından [gelirinden] tesviye etmeye [karşılamaya] razı olmuş idi.
Mirasyedi beyefendinin kendi sefahatinden [zevk ve eğlencesinden] başka hiçbir masrafı olmadığı hâlde her ay eline geçen yüz elli lira kadar bir para o sefahate kifayet etmezdi.
Bu arada idi ki beyin Arabî ve Farisî hocaları birer birer duçar-ı istiskal olarak [küçümsenip aşağılandıklarından] konağa gelmemeye başladılar. Yalnız Mösyö Piyer namındaki Fransızca hocası beyin mizacına göre şerbet verir kurnaz bir ihtiyar olmakla onun kemakân [eskiden olduğu gibi] devamına müsaade ve hatta dört liradan ibaret maaşı altı liraya iblağ olundu [çıkarıldı].
Alelumum [Bütün] mirasyedilerin düşündüğü gibi Bihruz Bey de servetini yemekle bitmez tükenmez zannederdi. Binaenaleyh ulu orta giriştiği istihlâkâta [harcamalara] nakitten [paradan] başlandı. Onlar bitince İstanbul tarafındaki en az irat [gelir] getiren dükkânlar birer birer defolundu. Badehu [Ardından] Beyoğlu’ndaki ehemmiyetli mağazalara sıra geldi. Bunlar da elden çıkarıldı. İrat namına Galata’da bir han kalmış idi. Nihayet o da satıldı. Mülk olarak elde Süleymaniye’deki konak ile Küçük Çamlıca’daki
.köşkten başka bir şey kalmadı. Mamafih Bihruz Bey dalmış olduğu mezlaka-i sefahatte [zevk ve eğlence yolunda] arabasıyla, etbaıyla [uşak ve hizmetçileriyle], debdebesiyle puyan olmakta [koşmakta] devam ediyordu. Çünkü valide hanımın renk renk kadife mahfazalar içinde çekmecelere ziynet veren mücevherat ve hulliyatına [ziynet eşyalarına] henüz el sürülmemiş ve hanımın kendi uhdesinde bulunan diğer beş on parça akarata [gelir getiren mülklere] ise hiç taarruz olunmamış idi.
Çamlıca bahçe-i umumîsinin [halk bahçesinin] açılacağını civariyet münasebetiyle [yakınlığı dolayısıyla] bittabi herkesten evvel haber alan Bihruz Bey mart gelir gelmez validesini zorlaya zorlaya sayfiyeye nakle irza etmiş [yazlığa taşınmaya razı etmiş] ve köşke nakillerinin ertesi günü hemen jarden püblik’e[6] şitab ile [koşarak] dahil ve haricini muayene [içini ve dışını inceleyerek] ederek buranın pek a la mod[7] ve hususiyle kendi arzusu vechle [yönünde] arz-ı ziynete [süsünü sergilemeye] pek favorabl[8] bir promönad[9] mahalli [yeri] olacağını anlayınca ekipajına[10] biraz daha süs vermek için Beyoğlu’nda tedarik ettiği bazı vesaitle [aracılarla] Bender fabrikası mamulâtından olmak üzere gayet hafif ve zarif bir araba ile mevcutlarına nispeten ikişer parmak daha boylu bir çift muallem [eğitilmiş] Macar araba hayvanı ısmarlamış idi.
Araba ile hayvanlar bahçenin açıldığının ikinci haftasında hele geldi yetişti. Bihruz Bey de hemen o haftadan itibaren her cuma ve pazar günü bahçe-i umumî [halk bahçesi] seyircileri arasında görünmeye başladı.
Araba filhakika [gerçekten] o senenin moda rengi olan gayet açık tatlı sarıya boyanmış, yan tarafları beyin isim ve mahlasının [lâkabının] ilk harflerini havî yaldızlı birer marka ile muvaşşah [süslenmiş], tekerleklerinin çubukları incecik, fakat kendisi ziyadesiyle yüksek, zarif ve nazik ve amiyane bir tabir ile kız gibi bir şey idi.
Macar cinsinin en güzellerinden olan kır hayvanlara gelince bunların da gerek boyları, gerek renkleri araba ile mütenasip [uyum hâlinde] olduğu gibi koşum takımı da tabiî en alâsından idi.
Mevsimin modasına göre bazen koyu, bazen açık renkte gayet dar elbisesi, bal renginde eldivenleri, ufarak fesi ile yan taraftan simasının bir nısfı [yarısı] frenk gömleğinin dimdik duran yüksek yakasıyla örtülmüş, bileğinden aşağı ellerinin yarısından ziyadesi yine o gömleğin uzun kolları içinde saklanmış olduğu hâlde Bihruz Bey arabanın ön tarafında bulunarak hayvanların terbiyesini tutar, parlak düğmesi, lacivert setresi, malta renginde açık ve dar pantolonu, diz kapaklarına kadar çıkan uzun konçlarının yukarıdan tersine kıvrılmış tarafı beyaz, oradan aşağısı siyah çizmeleri ve beyinkinden daha açık büyücek fesi ile seyis de mevki-i mahsusunda [kendisine ayrılmış yerde] oturarak beyefendinin harekâtına [hareketlerine] dikkat ederdi.
Binaenaleyh Bihruz Beyin ekipajı[11] –yukarıda tarif olunduğu vechle– bahçenin etrafını muttasıl ve müselsel devreden zincir-i müteharrikin [sürekli dolaşan hareketli zincirin] birinci halka-i mübahatı addolunmaya [seçkin halkası sayılmaya] lâyık idi.
Bihruz Bey bahçe seyrinde araba kullandığı zamanlar bir kimseyi çiğneyip de bir kaza çıkarmamak, arabayı bir yere çarptırıp da bir sakatlığa meydan vermemek için kendi hayvanlarının ve hususiyle öndeki ve gerideki arabaların harekâtına hasr-ı dikkat-i mütemadiye etmek [sürekli dikkatini vermek] mecburiyetinde bulunduğundan dolayı hiçbir şey göremez, hiçbir kimseye bakamazdı. Ancak görmek, bakmak da istemezdi. Çünkü maksad-ı mücerredi [tek amacı] arayiş ve debdebe [süs ve gösteriş] hususunca araba-güzinan-ı temaşayiyan [seyredilen arabalar] içinde birinciliği ihraz etmekten ibaret olarak bu maksadın husulünden [gerçekleşmesinden] ise kendisi tamamıyla emin idi. Şu kadar ki o kıyafette, o vaziyette ve alelhusus o kalabalık içinde saatlerce araba kullanmak yorgunluğuna tahammül edemediğinden, hem dinlenmek hem de ekipajının erbab-ı temaşaca [seyredenlerce] hâsıl ettiği efeyi[12] bizzat müşahede etmek [görmek] için ara sıra bahçenin üst tarafındaki meydancığın –gelen geçen arabaları görmeye, içindekileri seçmeye müsait– bir noktasında arabasını durdurur ve bazı vakit arabadan inerek bahçenin içerisinde bir tur yapmaya da rağbet gösterirdi.
Yine bir defa o suretle araba içinde temaşa-yı devr-i daimle [dolaşıp seyretmekle] eğlenirken kalem refiklerinden [büro arkadaşlarından] kendisi gibi epeyce süslü, fakat arabalı değil, hatta hayvanlı da değil, piyade [yaya] bir genç bey, Bihruz Beyin arabasına takarrüple [yaklaşarak] beyefendiye a la mod[13], yani kısacık bir temenna ederek [selam vererek] el de verdikten ve arabanın, hayvanların medh ü senasına müteallik [övgüsüne ilişkin] birkaç sözden sonra Bihruz Beyin daveti üzerine arabaya çıkmış, ötekinin yanına oturmuş idi.
İki refik [arkadaş] hem konuşurlar, hem de gözleri önünden mürur etmekte [geçmekte] olan arabaları temaşa ederlerdi. Bu arabalardan bir tanesi ikisinin birden nazar-ı dikkatini celp etti [bakışlarını üzerine çekti]. Çünkü bu araba güzel bir çift doru beygir koşulu büyücek ve müceddet [yeni] bir lando idi. Çünkü landonun siej’i[14] üzerinde bir temkin-i mahsus [özel bir dikkat] ile oturmakta olan koşe, yani arabacı parlak düğmeli idi. Çünkü landonun içinde bulunan iki beyaz baştan bir tanesi beylerin bulundukları noktaya gelince arabadan dışarıya doğru bir eda-yı mahsus ile [özel bir tavırla] uzanarak iptida arabaya, hayvanlara, sonra da beyefendilere başka imale-i nigâh-ı dikkat etmiş [dikkatlice bakmış] idi.
Lando ikinci defa geçtiği sırada o beyaz baş yine evvelki hareketi tekrar edince Bihruz Beyin söze iptidar ile [başlayarak] iki genç arasında şu muhavere cereyan etti [konuşma geçti]:
— Tre şik![15]
— Trez elegant![16]
— Monşer kimin bu lando?
— Landoyu tanıyamadım.
— E la blond?[17]
— Blond’u[18] tanıyacağım gibi.
— Kim bakayım?
— Fakat pek sür[19] değilim. Bilmem benzetiyor muyum?..
— Kem port dit![20]
— Zannederim ki bizim köyden. Belki de bizim kartiyeden.[21]
— Drol![22] Dünyada ne kadar güzel varsa hepsi de sizin köyden mi olur?..
— Hepsi değil, ama bazıları. Ne zannettin ya. Bizim köy cennetten bir parça. Bunlar da hurileri.
— Fenerbahçesi’nden dolayı mı?
— Hayır, Kuşdili’nden dolayı.
— Ben o dilden anlamam. Fener âlemi nasıl gidiyor? Mond[23] geliyor mu?
— Ne gezer!.. Sizin bu jarden’iniz[24] yok mu?.. Papasın bağını da kuruttu. Fener’in parlaklığını da söndürdü. Moda’yı da eskitti. Şimdi buradan başka her yer dezer![25]
Refikiyle [arkadaşıyla] bu muhavereyi [konuşmayı] ettiği müddet-i kalile zarfında [kısa süre içinde] Bihruz Beyin zihninden bir alay mülâhazat [düşünceler] geçmiş idi.
“Ne münasebet?.. Kadıköyü gibi burjuva kartiyede[26] bu derece şık bir ekipaj[27] bulunsun. Ne münasebet?.. Orada olanlar hep malûm. Blondu tanırım demesi de ağız. Tanısaydı öyle mi dururdu?.. Oh! Kel bote divin! Sürtu kel gu ekselans![28] Benim ekipaja ne kadar dikkatli bakıyordu!.. Hüsn-i tabiatını [güzel yaratılışlı olduğunu] bu da ispat etmez mi? Acaba kimdir bu?.. Şüphesiz ün jön fiy blond.[29] Lâkin şu Keşfi’yi nasıl savayım? O vakit çabuk anlaşılır. Bakalım iltifat bana mı mahsus imiş, yoksa ona mı? Kim olduğunu öğrenmek kolay. Takip de eder, gittiği yeri görürüm.”
Şu mülâzahatından [düşüncelerinden] da anlaşılır ki Bihruz Bey landonun Kadıköyü tarafından olduğuna ihtimal veremiyor ve arkadaşı Keşfi Beyin: “Landoyu her ne kadar tanımazsam da sarışın hanımı bileceğim” yollu sözünü –hanıma manzuriyette hem-hâl bulunmak cihetiyle [birlikte bakıyor olmaları sebebiyle]– bir nevi ihtiyata hamletmekle [bir tür çekinmeye yormakla] beraber, bu bapta da [konuda da] bütün bütün şüpheden vareste [uzak] olamıyordu.
Landoyu Kadıköyü’ne yakıştıramıyordu. Çünkü pek alaf-ranga beylerle ihtilât [karışmak, arkadaşlık etmek] sayesinde peyda etmiş [kazanmış] olduğu bazı garaib-i efkâr cümlesinden [tuhaf düşüncelerden] olmak üzere Bihruz Bey İstanbul ile mülhakatındaki [çevresindeki] mevaki ve mahallâtı [bölge ve mahalleleri] –birincisi kendisi gibi noblese,[30] yani erbab-ı asalet ve itibardan [soylu ve seçkinlerden] olan sivilize[31] kibara [sosyeteye], ikincisi burjuva sınıfına yani efkâr-ı me-deniyeden [medenî fikirlerden] o kadar behresi [nasibi] olmayan kaba tabiatlı, orta hâlli halka, üçüncüsü esnaf takımına mahsus olmak üzere– üç sınıfa ayırmış ve Kadıköyü’nü birinciye geçirmek lâzım gelirken her nasılsa ikinci sınıfa ithal etmiş idi.
Refiki Keşfi Beyin “Sarışın hanımı tanırım” demesini hakikatten ziyade bir kizb-i ihtiyatiye hamletmesindeki [yalandan bir tedbire yormasındaki] sebep ise şu idi: Güya Keşfi Bey bu nazenine [cilveli güzele] kur edecek olursa –kendi köyünden bulunduğu ve zaten tanıdığı için– Bihruz Beyin bir şey demeye hakkı ve rekabete kalkışmaya yüzü olamayacak. Halbuki Bihruz Bey nerede, Keşfi Bey nerede? İkisinin arasında asaleten, liyakaten, zarafeten ve şahsen mevcut olan fark Küçük Çamlıca ile Kadıköyü beynindeki [arasındaki] fark kadar azim [büyük] olarak landonun arayiş-i sedir-i mübahatı olan [arabanın seçkin koltuğunu süsleyen] nazeninin bu farkı bilmemesi ise Bihruz Beyin fikrince mümkün değil idi. Burası öyle ise de hanımefendinin bir aralık Keşfi Beye de bakışındaki hikmet [sebep] ne idi?
Bu bakışın manası Keşfi Beye: “Bey! Sen o arabaya hiç de yakışmıyorsun!” demek mi idi, yoksa kendisine karşı “Ne için öyle adî adamlarla görüşüyorsunuz!” veyahut “Yanınızda o bulunmasa idi size daha başka türlü bakacaktım” yollu bir şey miydi? Bunu derhal anlamak Bihruz Bey için pek mühim ve bu da Keşfi Beyin savulmasına mütevakkıf [bağlı] idi. Onun için Keşfi Beyi yanından defetmeye zihninde bir çare arayıp dururken Keşfi Beyin, “Monşer, ben biraz da bahçeye gireceğim. Arkadaşlardan birisiyle randevumuz var, bakayım gelmiş mi?” yollu taleb-i müfarakata [ayrılmak istemeye] kalkışmasını, “Öyle ise orövuar[32]” diye karşılayarak iki refik [arkadaş] birbirinden ayrıldı.
Keşfi Bey filhakika bahçeye dahil ve kalabalığın içinde kayboldu. Bihruz Bey de fesini, boyunbağısını düzelttikten, potinlerinin tozunu arabacısına aldırdıktan sonra mevkiinde rahatça yerleşti. Landonun vüruduna muntazır oldu [gelmesini beklemeye başladı].
Aradan iki dakika geçmeksizin lando bahçenin öbür köşesinden zuhur etti [göründü]. Zavallı Bihruz Bey o güne gelinceye kadar öyle bir yürek çarpıntısına uğramamış idi. Başındaki kan kalbine doğru hücum ederek çehresi mavi bir renk peyda etti. Kendi kendine “Diyabl! Par hazar sörej amurö?”[33] gibi alafranga söylenmeye başladı. Oturduğu yerde bazı pozlardan sonra landoya gözlerini dikti. Lando kemal-i azametiyle [görkemli ve gösterişli hâliyle] Bihruz Beyin bulunduğu noktaya geliyorsa da içindekilerde kat’iyen bir hareket görülmüyordu. Bihruz Bey arabasını biraz geri almak bahanesiyle hayvanlarını hareket ettirdi. Bundan maksadı landonun içindekilere “Ben buradayım!” demekti. Bu hareketin de hükmü olamadı. Lando geldiği gibi geçti gitti.
“Ne bayağı kadın!.. Yazık ekipaja! O da bir şey değil a. Zati modası geçmiş!.. Hayvanlar dersen kaç paralık şeyler?.. Öyle ordiner[34] insanlar kendileri gibi insanlara meyleder. Se tunatürel[35], lâkin domaj! Vuala ün bote mal plase! Si se tün bote par egzampl!”[36]
Bihruz Beyin böyle sözler söylemeye kalkışması arabadan evvelki iltifata mazhar olamadığı için bir teselli-i mahrumane kabilinden [elde edememenin tesellisi türünden] olarak, yoksa hakikat-i hâlde [gerçekte] o zamana kadar bir kerecik olsun tadını tatmadığı bir meraret-i hasetle [kıskançlık acısıyla] birdenbire telh-mezak olmuş [keyfi kaçmış] ve bu hasedin netayic-i tabiiyesinden [kıskançlığın doğal sonuçlarından] olmak üzere bir tehevvür-i nagehanîye [anî bir kızgınlığa] tutulmuş, gözleri kararmış, efkârı [düşünceleri] bulanmış idi. Binaenaleyh kendisine bir dakika evvel bir âlem-i sûr u sürur [neşe ve eğlence âlemi] gibi manzur olan [görünen] o cemiyetgâh-ı tenezzühü [gezinti yerini] gözleri bî-huzur [huzursuz] eden bir kargaşalıktan ibaret görmeye ve bahçeden doğru gelen mızıka sadalarını kulakları tırmalayan bir aheng-i cehennemî [cehennem gürültüsü] gibi duymaya başladı.
Fakat ne yapsın?.. Arabanın arkasından gitmek bir tenezzül, orada durmak haric-ez-tahammül [tahammül edilemez]. Bütün bütün savuşup gitmek varsa da o da teessüre haml olunacağı [etkilenip üzüldüğüne yorulacağı] için kendince bir nevi zül [küçüklük]. Bîçare Bihruz Bey zihninde hiçbir şeye karar veremediği için olduğu yerde durur düşünürdü.
Fransızca hocasıyla beraber okuduğu bazı romanlarda kendisinin duçar olduğu [düştüğü] mevki-i müşküle [güç duruma] benzer bazı vukuat [olaylar] geçmiş idi. Bir aralık hatırına onlar geldi. Onları düşündükçe yavaş yavaş kanındaki hiddet soğumaya başladı. Çünkü böyle ahvalde [durumlarda] kadınlara karşı endiferans[37] göstermekten başka müessir ve müfid [etkili ve faydalı] bir tedbir olamayacağı kaide-i tecrübiyesini [denenmiş yöntemini] o romanların kendisine bahşettiği fevaid cümlesinden [kazandırdığı faydalardan] olmak üzere tahattur ederek [hatırlayarak] olduğu gibi orada kalmaya ve lando tekrar gelip geçtiği vakit kendisi de vazifesizce [ilgilenmiyormuş gibi] başka bir tarafa bakmaya karar verdi. Bu defa landoyu müsterihane [rahat bir şekilde] bekledi.
Lando dördüncü defa olmak üzere yine öbür taraftan zuhur etti [göründü]. Fakat bu defa doğruca bahçenin kapısı hizasına geldi durdu. Hanımların emir ve işaretleri üzerine arabacı derhal aşağıya atladı, arabanın kapısını açtı. Zihninde tamamıyla vazifesiz [ilgisiz] görünmeye karar veren Bihruz Beyin gözleri evvelkinden daha ziyade açılmış, ileriden bu hâle nazar ediyordu [bakıyordu]. Arabanın kapısı açılır açılmaz birbirini müteakip [izleyerek] iki hanım indiler. Bunlardan birincisi o bildiğimiz sarışın hanım, diğeri de refakatindeki hanım idi.
Hanımlar arabadan indikten sonra arabacı aldığı bir emir üzerine landoyu öbür tarafa doğru yürüttü. Sarışın hanım –kendisi gibi dil-şikârlıkta [gönül avlamakta] ustalık ihraz etmiş [kazanmış] nazeninlerin [cilveli güzellerin] mahsusat-ı işve-füruşanesinden [kendilerine has cilvelerinden] olmak üzere– yanındaki hanıma bir şey söylemiş de ona gülüyor gibi gülümseyerek Bihruz Beye imale-i nigâhı müteakip [göz süzdükten sonra] ağır ağır yürüdü. Refikasıyla [hanım arkadaşıyla] birlikte bahçeye dahil oldu.
Bunlar landolarını bahçenin hizasında durdurur durdurmaz Bihruz Bey kendi kendine: “Keşfi’nin randevusu anlaşıldı. Hay şıllık hay! Se ne kün grizet![38] Ya berikinin o ağızları ne idi? Lâkin bu kim? Belli ki bir kokot! Böyle bir bayağı kokotla Keşfi gibi bir bayağı kurörün[39] muamelelerini görmek de hoştur ya!.. Ben de bahçeye girer, bir tarafta bunları seyrederim. Ne ehemmiyeti var ki. Ah o zevzeğe niçin yüz verdim de arabama çağırdım, yanıma oturttum!.. Lâkin şunun kim olduğunu öğrenmeliyim. Laparans e trompöz[40] derler, ne kadar doğru bir söz” yollu birtakım sözler söyleyerek bahçeye girmeye zaten karar vermiş iken sarışın hanımın o suretle bakışından yine kendisi için hükümlü ve ümit-bahş [ümitli] bir mana çıkardığı cihetle kadıncağız hakkındaki sözlerini muvakkaten [geçici olarak] geri alarak hemen arabasından fırladı, bahçeye girdi. Önü sıra lâkırdı ederek gayet betaetle [yavaş] yürümekte olan iki hanımı takibe başladı.
Sarışın hanım, kısadan uzunca, uzundan kısaca, tamam orta boylu, zarif yapılı, yürürken def’aten [aniden] durur, dururken birdenbire hareket eder, döner döner arkasına bakar, hani şu:
Ahû zi tu amuht behengâm-ı devîden
Rem gerden ü üstaden ü vapes nigerîden[41]
kavl-i meşhurunda [meşhur sözünde] tarif olunan eda-yı dil-firibe malik [alımlı edaya sahip] bir nazenin idi. Saçları şimdiki boyaların verdiği kızıl renkte değil, gayet açık tabiî sarı, gözleri ise nakkaş-ı tabiatın [tabiat ressamının (Allah’ın)] bir sehv-i savab-nüma-yı lâtifi [güzel bir hatası] olmak üzere mavi değil de tahrirli koyu sarı, kaşları kumral, siması vücudunun narinliğine nispeten dolgunca, burnu ise çehrenin dolgunluğuna nispeten incerek, “çekme” tabir olunan biçimde, ağzı şairlerin tasavvur ettikleri nokta-i mevhume [görünmeyecek kadar küçük nokta] derecesinden beş on bin defa büyük, fakat yine alelade küçük idi.
Şu evsafı [nitelikleri] ile epeyce güzel denilen sarışın hanımın en büyük, en müessir [etkili] güzelliği bakışıyla, dudaklarında idi. O bakışta bilmem ne hiddet vardı ki dikilip durduğu vakit taallûk ettiği [yöneldiği] gözlerden bir barika-i seyyale [akıcı bir şimşek] gibi nüfuz ederek [saplanarak] ta can-gâha vasıl olur [ruha ulaşır] ve sûz u tâb-ı harikuladesi [olağanüstü güç ve ateşi] karşısında yürekleri tir tir titretirdi. O dudaklarda bilmem ne kuvvet vardı ki, nazikâne tekellüm [söz] veya zarifane tebessüm ile hareket etmeye başladığı zaman enzar-ı hasrete [hasretli bakışlara] türlü türlü manalar arz eder ve bu manalar havsala-sûz-ı aram u tahammül olurdu [dayanma gücünü yakardı].
Nazenin ne kadar da güzel giyinmiş idi: O zamanın modasına pek de muvafık [uygun] olmayarak biraz darca kesilmiş süt mavisi rengindeki atlas feracesi endamındaki tenasübü [uyumu] gizlemekten âciz olduğu hâlde araba içinde saatlerce üzerine oturulmaktan dolayı birçok kırımlar, bükümler peyda etmiş olması cihetiyle [sebebiyle] güneşe karşı gelince bir musavvir-i mahir [usta bir ressam] için örnek ittihazına [sayılmaya] lâyık surette gayet lâtif, gayet dil-pezir [gönül alıcı] ışıklar, gölgeler içinde nazar-rüba bir manzara-i temevvüc-nüma [dalgalanma manzarası] arz etmekte idi. En ince nev’inden yaşmağı tozpembemsi rengindeki yanakları üzerinde yeni açmış bir güle piraye-bahş olan [süs veren] buhar-ı lâtif [güzel buhar] hükmünü verir ve yaşmağın iki yanından haylazcasına dışarıya sarkmış olan ve edna tahrik-i nesim [en hafif bir esinti] ile hemen oynamaya başlayan sırma teller ise beyaz bir bulut parçasına in’itaf eden [yansıyan] eşia-i afitabı [güneş ışıklarını] andırırdı. Başındaki hotoz da havaî mavi idi. (Teşbihatımızın iptizale [benzetmemizin bayağılığa] düşmeyeceğinden emin olsak bunu da o sarı saçlarla beraber güneşli bir gökyüzüne benzetirdik.) Eflatunun açığı eldivenler içinde mahfuz ellerin ve tahminen otuz dört numarada iskarpin içinde ipek çorapla mestur ayakların derece-i tenasüp ve nezaketleri [uyum ve inceliklerinin derecesi] bilinemezse de nazar-ı iştiyakta [arzulu bakışlarda] bunlar da pek sevimli, pek nazik idi.
Sarışın hanımın şemsiyesine gelince; öyle dantelli, saçaklı nev’inden parlak renkli değil de tabiatındaki –hani ya şu Bihruz Beyi iptida-yı nazarda “Kel gu ekselans!”[42] sözüyle kendisine sitayiş-han eden– zarafetin en büyük nişanı olmak üzere sade, güzel ve yalnız sapına feracesinin renginde bir kurdele merbut [bağlı] siyah ağır atlastan idi. (Erbab-ı mütalâa [okuyucular] isterler ise bu şemsiyeyi de o güneşli gökyüzünün bir tarafında bir kara buluta benzetebilir. Şu kadar ki o zaman teşbihin arz edeceği hayal makûs zuhur eder [tersine çıkar]. Çünkü bulut göğün içinde olmak lâzım gelirken gökyüzü bulutun içine girmiş olur).
Sarışın hanımın yaşından bahsetmedik, çünkü bilmiyoruz. Dişlerini vasfetmedik, çünkü göremedik. Fakat tahminimizce nazenin olsa olsa yirmi yaşını henüz bitirmiş olmalı. Dişler de elbette iki dizi incidir. Buna refakat [eşlik] eden hanıma gelince bu ötekinden uzun boylu, ötekinden enli, ötekinden yaşlı, hem de çok yaşlı, mavi gözlü, esmer yüzlü, fakat canlı canlı yürüyüşüne nazaran pek dinç, lâkırdıyı çok etmesine, lâtifeyi [şakayı] çok sevmesine, muttasıl [sürekli] gülmesine nazaran [bakılırsa] pek neşeli, yanlarından gelen geçenlere hemen hemen bir şey söyleyecek gibi dikkatli dikkatli bakmasına nazaran serbestçe alışmış, sanki Kalpakçılarbaşı’ndaki dükkânlardan çokça alışveriş etmiş olmasını hatıra getirir bir hanım idi.
Siyaha mail [yakın] koyu yeşil canfesten feracesine söz yoksa da bunun arka eteğini daima sağ eliyle tutup kaldırmasında pek de zarafet [incelik] yok idi. Karamandola’dan potinleri eski değilse de yürürken feracenin etekleri ziyade kalktığından o potinlerin üst tarafından beyaz tire çorapların görünüşü pek güzel gelmiyordu. Sol elindeki beyaz şemsiye ipekli gibi parlıyorsa da büküm yerlerinin bir parçacık sararmış olması o kadar hoş görünmüyordu. Kalınca yaşmağı o yaşta bir hanım için pek münasip ise de bu yaşmağın ara sıra çenesinden aşağıya doğru düşmesi hiç de sevilir şey değil idi. Mamafih bu iki hanımın yekdiğerine refakati [birbirine eşlik etmesi] ifrat ve tefriti hüsn-i tadil ederek [aşırılıkları törpüleyerek] bir güzel manzara husule getiriyordu. Sarışın hanım meselâ bir sarı gül, diğeri ise o güle bend olmuş bir mazı dalı idi. Yahut sarışın hanım çiçek açmış bir nazik fidan, yanındaki ise o fidanın gayr-ı muntazam [düzgün olmayan] bir gölgesi idi. Veyahut sarışın hanım parlak bir güneş, öbürü ise o güneşin yanından ayrılmaz, o güneşi daha şaşaadar [parlak] göstermekle beraber kendisi de hoş görünür bir kara bulut idi.