Arkabahçe | Ebru Çaloğlu | Birazoku


“14 klasik eserin doğuş öyküsü…”

Klasikler henüz yaşama acemisi olan bizlere büyük keşiflerin kapılarını açan yapıtlardır. Kahramanıyla tek yürek; heyecanla, öfkeyle, acıyla, sevinçle, umutla yol alırken taraf olup, yargılayıp, hak verip, nihayetinde “edenin bulacağı” o anı dört gözle beklediğimiz bir serüvendir deneyimlediğimiz.

Bazen okuruna yaşattığının bir benzeri gelir bir yapıtın başına. Yaratım sürecinde bir sıçramayla yazılıverilir tüm hikâyesi. Bazen de ilginç bir ayrıntıda gizlidir kaderi. Bir klasiğin yaratıcısına ilham olan ayrıntıyı öğrenmekse bir klasikle tanışmanın, onu farklı bir gözle yeniden okumanın fitilini ateşleyebilir.

“Çaloğlu, Arkabahçe adlı eserinde, dünyaca tanınan on dört ünlü eserin pek bilinmeyen, bazıları okuyucuları hayrete düşürecek olan dünyaya geliş öykülerini anlatıyor. Kolayına görülmeyen, henüz kamuya açılmamış arkabahçeleri görmek isteyenlerin ufuklarını zengin bakış açısıyla genişletiyor.” 

İçindekiler

Önsöz…………………………………………………………………………………7
Halloa Old Girl?………………………………………………………………….9
Akıllı Olmak İçin Asla Geç Değildir…………………………………….15
Kuzey Yıldızı……………………………………………………………………..22
İnsanların Hepsi İnsan……………………………………………………….38
İyi Küçük Bir Adam…………………………………………………………..50
Bıçak da Benim Yara da… ………………………………………………….58
Bir Geçit Olabilir mi?…………………………………………………………66
Yeşil Sopaya Kazılı Sır ………………………………………………………..76
İki Kulaç Derinlik………………………………………………………………83
İnsanlar Tamahkârdır ………………………………………………………..92
Gelecekten Haber Veren Ermiş …………………………………………..98
Adam Ol ve Benim Yolumdan Yürüme……………………………..105
Bana İsmail Deyin……………………………………………………………112
Ebedi Gençliğe Doğru………………………………………………………119

Önsöz

Yaşamımızın, özellikle okul yıllarımızın en önemli okumalarıdır klasikler. Öyle ki çoğu, yaratıcısının pabucunu dama atan kahramanlarıyla yaşamaya devam eder belleğimizde. Oliver Twist, Dickens’ın; Don Kişot, Cervantes’in; Madame Bovary, Flaubert’in; Gregor Samsa, Kafka’nın; Goriot Baba, Balzac’ın yerini çoktan almış, hikâyeleriyle sarıp sarmalamıştır gençlik yıllarımızı. Klasikler henüz yaşama acemisi olan bizlere büyük keşiflerin kapılarını açan yapıtlardır. Kapağını açtığımız anda merakımızı cezbeden bir serüvendir bizi bekleyen; bazen girmek için sabırsızlandığımız, bazen de gafil avlandığımız… Kahramanıyla tek yürek; heyecanla, öfkeyle, acıyla, sevinçle, umutla yol alırken taraf olup, yargılayıp, hak verip, nihayetinde “edenin bulacağı” o anı dört gözle beklediğimiz bir serüvendir deneyimlediğimiz. Sunduğu keşiflerle gençlik yıllarımızda bizi ardı sıra sürükleyen klasikleri olgunluk çağımızda, tüm yaşanmışlıklarımızın görgüsüyle bu kez biz konuk etmeliyiz. Çünkü her okumada okuyana yeni bir keşif vaat edecek kadar zengindir klasikler. Klasikleri “klasik” yapan da bu yönüdür zaten. Söyleyeceklerinin hiç tükenmiyor olmasıdır. Her okumada size bir sırrı daha açacak, kendinize dair eksik bildiğiniz bir şeyi tamamlatacak olmasıdır.

Bizler Cervantes, Shakespeare, Dostoyevski ve Tolstoy’un okurları olarak zamanı ve mekânı aşarak birbirimizi tanırız ve kendimizi aynı türün üyeleri olarak duyumsarız. Çünkü klasikler, bizi birbirimizden ayıran engin farklılıkların ötesinde hepimizde ortak olanın ne olduğunu, insanlar olarak neyi paylaştığımızı bize öğretir. Onlar, her çağ(ımız)da duygu ve düşünce dünyamızın “sıçrama tahtası”dır. “Sıçrama” hayatta zaman kazanmaktır. Altın tepside sunulan yüzlerce deneyimle dolu onlarca yıl gibi… Bazen okuruna yaşattığının bir benzeri gelir bir yapıtın başına. Yaratım sürecinde bir sıçramayla yazılıverilir tüm hikâyesi. Bazen de ilginç bir ayrıntıda gizlidir kaderi. Bir klasiğin yaratıcısına ilham olan ayrıntıyı öğrenmekse bir klasikle tanışmanın, onu farklı bir gözle yeniden okumanın fitilini ateşleyebilir.

Ebru Çaloğlu

Halloa Old Girl? 

19. yüzyılın ikinci yarısında Victoria dönemi İngilteresi… Yüzyılın en büyük ticaret kapasitesine sahip ülkesi, dünyanın hiçbir yerinde görülmemiş sosyal, ekonomik ve teknolojik bir değişime sahne oluyordu. Arabanın, elektrikli ampulün icadı, buharlı motorun, telgrafın geliştirilmesi derken, neredeyse her gün yeni bir buluşun gerçekleştiği ülkede birçok İngiliz, bilim konuşuyor; her geçen gün doğa bilimlerine rağbet artarken bazı bilimsel deneyler amatör bir şekilde evlerde tekrar ediliyordu. Dönemin erkekleri, kadınları etkilemek için astronomi hakkında okumalar yaparken kadınlar da bu sohbetlerden içtenlikle etkileniyordu.19. yüzyıl İngilteresinde bilimin ne denli popüler olduğunu anlamak için bu kadarını bilmek yeterli sanırım. Şimdi bugünün dünyasından bakarak düşünmeye çalışalım biraz.

Neredeyse iki yüz yıl önce, dünyanın bir yerinde erkekler astronomi okuyor çünkü kadınlar bundan etkileniyor! Şimdi de bu insanların iki yüz yıl sonraki bir gelecekte bir kadınla bir erkeğin yapacağı sohbeti hayal ettiklerini düşünelim. İsabetsiz öngörüleri için onları mı yoksa kendimizi mi küçümsemeliyiz, karar bizim. Bildiğimiz sorudan başlayalım ve bugünden bakmaya devam edelim. Kaçımız hayal edebiliyoruz kendimizi benzer sohbetleri yaparken? Cevabın bir kısmı, şu anekdotta gizli olabilir:

1980 yılında Amerikalı bir avukat olan Dennis Hope, Birleşmiş Milletler Uzay Antlaşması Yasası’ndaki bir boşluğu fark eder. Yasada hiçbir ülkenin uzaydaki bir gezegen üzerinde hak iddia edemeyeceği yazmaktadır. Hope, bu maddeye dayanarak ülkelerin, gezegenler üzerinde herhangi bir hak iddia edemeyeceğini, ancak şahısların toprak satın almasında herhangi bir kısıtlayıcı madde olmadığını ileri sürer ve Ay’ı kendi adına tescil ettirir. Ardından Beyaz Saray’a, Kremlin’e ve Birleşmiş Milletler’e bir mektup yazıp Ay’ın artık kendi tescilinde olduğunu bildirir. Hatta belgelerini ve kendi hazırladığı tapu örneğini de gönderir. Olumlu ya da olumsuz herhangi bir yanıt gelmeyince de kanuni süreç başlamış olur. Hope, Ay’ı her biri 4 bin metrekarelik 5 milyon parsele bölerek satışa çıkarır.

Sertifikalar şu ana kadar dünyanın 192 ülkesinde 4 milyondan fazla satış rakamına ulaşır. İlginç değil mi? “İşte alelade insanın bilimde geldiği nokta.” Hikâyemize kaldığımız yerden devam edelim. 19. yüzyılın İngilteresi, elbette hepimizde özel bir döneme tanıklık edildiği hissini uyandırıyor. Gelişmeler insanlık tarihine altın harflerle yazılıyor ama madalyonun arka yüzünde ne yazık ki bambaşka bir gerçek karşılıyor bizi: Fakirlerin süründüğü, hastalığın ve suçun kol gezdiği, insanlar arası eşitsizliğin derinleştiği diğer İngiltere… Endüstri Devrimi’nin ağır şartları altında, acınacak derecede yoksul ve mutsuz insanlar… Ağır koşullarda çalışan her yaş ve cinsiyetten çocuk… Hatta bazı bölgelerde demir ve kömür madenlerinde çalışan dört beş yaşlarındaki çocuklar… O çocuklardan birinin hikâyesi ise damgasını vuracaktır kültür tarihimize. Babası tutuklandığı için para kazanmak üzere, etrafta farelerin cirit attığı bir boyacı imalathanesinde işe başladığında henüz on yaşındaydı. On iki yaşına geldiğinde günde 10 saat çalışan, haftalığı altı ya da yedi şilin olan bir çocuk işçiydi. Yıllar sonra yakın bir arkadaşına yazdığı mektupta şöyle diyecekti o:

“Gördüklerim bana yetti ve gördüklerim kelimelerin ötesinde midemi bulandırdı, beni hayretler içinde bıraktı. Bu zavallı insancıklara cehennem hayatı yaşatanlara gücümün yettiği en büyük darbeyi indirmek istiyorum.”

O işçi çocuk, Oliver Twist, İki Şehrin Hikâyesi, Büyük Umutlar, David Copperfield, Bir Noel Şarkısı gibi pek çok ölümsüz eserin yaratıcısı olan Charles Dickens’tı. İnsanlık tarihini değiştiren gelişmelerle insanlık dışı sahnelerin aynı ülkede, hatta aynı şehirde, aynı zamanda yaşanmış olması şaşırtıcı gelebilir. Ama belki de hiç şaşırmıyoruzdur, yaşadığımız çağın fotoğrafı gözlerimizin önündeyken. Çünkü şimdi, iki yüz yıl sonra, aynı gerçekler, aynı biçimde ele geçiriyor hepimizi. Dickens’ı büyük bir yazar yapan da belki bu acımasız dünya karşısında pes etmemesi, daha da önemlisi, bir şeyler yapmak için gecikmemesi olur. Zıvanadan çıkmış, neye dönüştüğünü ve dönüşeceğini bir türlü kestiremeyen toplum, öyle fırsatçı olmuştur ki büyük yazar kayıtsız kalamaz tanık olduklarına. Aydın duyarlığıyla altını çizdiği gerçekler de yaşarken büyük bir şöhret getirir kendisine. 20. yüzyılda edebi dehası herkes tarafından kabul gören, dünya edebiyatının en iyi romancılarından biridir artık o. 1841 yılında Barnaby Rudge adlı daha sonra bir dizi haline getireceği tarihsel romanının ilkini yayımlar Dickens. Romanın kahramanlarından biri de bir kuştur. Adı Grip’tir bu kuşun.

Romanın başkahramanı Barnaby’nin yanından ayrılmayan, sürekli kehanetlerde bulunan bilge bir kuzgundur Grip. Ancak onu çok özel yapan şey, sadece bir roman kahramanı olması değildir; Grip, aynı zamanda gerçek bir hayvansever olan Dickens’ın takıntı derecesinde bağlı olduğu kuzgunudur. Yayımlandığı yıllarda çok ses getiren Barnaby Rudge adlı bu roman hakkında Amerika Birleşik Devletleri Philadelphia’da çıkarılan Graham’s Magazine dergisinde bir inceleme yazısı yayımlanır. Yazının sahibi, romandaki kuzgundan çok etkilendiğini ve dizi halinde yayımlanacak romanda kuzgunun daha fazla yer almasını istediğini belirtir.

Hatta Dickens’ın Birleşik Devletler’de kitap turnesinde olmasını fırsat bilerek ona, buluşmayı dileyen bir de mektup yazar. Dickens, bu daveti nezaketle kabul eder ve buluşmaya sevgili kuzgunu Grip’le birlikte gider. Dickens’ı ve Grip’i konuk eden o yazarın kuzguna olan ilgisi, bu buluşmadan sonra hayranlığa dönüşür. İlerleyen zamanlarda da bu hayranlık, büyük bir ilhama dönüşerek tarihin en ünlü şiirlerden biri olan “Kuzgun”un yazılmasıyla ölümsüzleşir. Roman kahramanı bir kuşun, dünyanın en güzel şiirlerinden birinin yazılmasına ilham kaynağı olduğu kişi ise Amerikalı şair Edgar Allan Poe’dur.

Ülkü Tamer’in çevirisiyle “Kuzgun”dan birkaç dize:

(…)
Kalkıp haykırdım: “Getirsin ayrılışı bu sözlerin!
Rüzgârlara dön yeniden, ölüm kıyısına uzan!
Hatıra bırakma sakın, bir tüyün bile kalmasın!
Dağıtma yalnızlığımı! Bırak beni, git kapımdan!
Yüreğimden çek gaganı, çıkar artık, git kapımdan!”
Dedi Kuzgun: “Hiçbir zaman.”

(…) Bu dizelere ilham kaynağı olan Grip, 1841 yılında ölür. Dickens, büyük bir kedere boğulur. Çok sevdiği kuzgunundan ayrılmak istemez. Grip’in içini doldurtur ve kuzgun, yazarın ölümüne kadar çalışma odasında ona eşlik eder. Dickens, Grip’in ölümünden sonra acısını, arkadaşı George Cattermole’a yazdığı bir mektupta şöyle paylaşır:

“Saat on ikiyi vurduğunda Grip hafifçe sarsıldı, sonra hemen toparlandı. Bir iki adım atıp sendeledi, gaklamak üzere durdu, sonra yeniden en sevdiği sözler olan ‘Halloa old girl?’ (Naber, yaşlı kız?) diye çığlık atıp öldü.”

Benzer İçerikler

Doğu Ekspresinde Cinayet – Agatha Christie

yakutlu

Kayısı Öpücükleri – Claudia Winter – Online Kitap Oku

yakutlu

Gölge Kokusu | Habib Bektaş

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy