Aşk Gibi Aydınlık Ölüm Gibi Karanlık-MEHMED UZUN

. Ölüm

Baz.

Kevok.

Birine Baz, öbürüne Kevok diyeceğiz.

Baz ile Kevok. İki ad, iki insan; orta yaşlı bir adam ve genç bir kadın, iki ad, romanımızın iki asıl kahramanı. Romanımız, Baz ve Kevok’un başından geçenler hakkındadır.

Baz ile Kevok. Baz, kırk bir kırk iki yaşlarında bir subay. Kevok, yenilgi ve umutsuzluk günlerinde Baz’ın yoluna çıkan aşktır ki, yirmi bir yirmi iki yaşlarındadır. Baz ile Kevok; ilginç bir ilişki -belki de aşk, ki zorunluluktan meydana gelmiş, zorunlu-

lukla yaşamış ve zorunlulukla ölüyor. Baz ile Kevok; iki yolcu, yolunu kaybetmiş iki insan, iki tutsak, iki kurban. Baz ile Kevok ölecekler. Ölümle, ölümleriyle başlayacağız maceralarını anlatmaya. Öldürülecekler. Şimdi ölüm yoluna girmiş haldeler.

Baz biliyor bunu, tecrübelerinden biliyor ki, ölüme doğru git-mekteler. Kevok bilmiyor daha. Kevok, başka birçok şey gibi bunu da bilmiyor, başka birçok şey gibi bunu da bilmek istemiyor.

Birkaç küçük bölgeden oluşan büyük bir ülkedeyiz; bir tarafı mavi yeşil bir denizle kaplı, bir tarafı kayalar, başı gökte dağlarla, bir tarafı ise ucu bucağı olmayan kızgın çöllerle. Her an dört mevsimin yaşanabildiği bir ülkedeyiz. Şimdi, romanımızın başında ülkenin büyük başkentinde, Baz ve Kevok’la birlikte siyah bir minibüsteyiz, gidiyoruz. Minibüsün her tarafı kapalı, yalnız sağda ve solda, iki tane küçük pencere var. Pencereler kalın demir parmaklıklarla örülmüş. Baz ve Kevok dışında, minibüste yedi kişi daha var; şoför ve yanındaki iki kişi ile Baz ve Ke-vok’un her iki yanında ikişer ikişer oturmuş dört kişi. Üstlerinde sivil elbiseler olan bu kişilerden üçü bıyıklı. Bu yedi kişi, Baz’ı ve Kevok’u ölüme doğru götürüyorlar.

Kevok; boynu bükük bir kuş, boynu bükük bir kız. Yorgun ve hasta. Sessizce önüne bakıyor. Gözleri çukura kaçmış, boynu bükülmüş, yüzü sararmış. Bir beliği omuzlarında aşağıya sarkmış. Uzun siyah belikleri, karanlık gecede akan iki yıldızın bıraktığı izler gibi. Kevok sessiz, sessiz hep, kara toprak gibi, parıldayan ay ve yıldızlar gibi, soğuk mezar gibi, mezar taşları gibi sessiz.

Baz ve Kevok bir hafta önce ülkenin deniz tarafında yakalandılar, bir haftadır gözlerine uyku girmedi. Baz’m başı ağrıyor, korkunç bir acı esir almış onu. Kafası tokmaklarla dövülmüş gibi sızlıyor acıdan. Baz tutsak. Ama tutsak düşmesi değil, migren

 

ağrısı yıkmış onu. Yakalanmaları da şu migren ağrısından değil miydi sanki?

Tam bir hafta önce yakalandılar. Deniz kenarındaki küçük bir balıkçı köyünde yakalandılar. Oradan da, karanlık bir gecede, elleri bağlı halde bir askeri ciple başkente, her şeyin merkezine getirildiler. Tam bir haftayı birbirlerinden ayrı, iki karanlık hücrede, bir cevap, bir belirti umuduyla geçirdiler. Ama bir haftalık belirsizlikle dolu bekleyiş ve tutsaklık bitti. Yola koyuldular, son yola.

 

Böyle olacağını kim bilebilirdi, dolambaçlı yollarının böyle bir sona çıkacağını kim bilebilirdi!

“Kevok, Kevok.” Baz’ın seslenmesi; yumuşak, melül, yorgun, kırgın. Alçak, zayıf bir sesle. Kevok başını kaldırıp Baz’a bakıyor; yavaşça, yumuşacık.

“Kevok’um!”

Kevok kurumuş dudaklarını kımıldatıyor yavaşça -yağmur bekleyen kıraç bir toprak gibi, su isteyen toprak gibi. Kevok her şeye rağmen gülmek istiyor, sevgiyle, sıcacık gülmek, sevgi dolu bir gülümseme göstermek istiyor. Baz ona bakıyor; sonsuz derecede yumuşak, sonsuz derecede sıcak, sonsuz derecede çaresiz. Kevok’un gözlerine, gözbebeklerine, gözlerinin derinliklerine bakıyor. Bakmasından da belli ki Kevok’u gözleriyle alıp yüreğinin derinliklerine indirmek istiyor. Baz’ın hayatında hiç bu kadar içli, hiç bu kadar derin ve hiç bu kadar ince duygulan olmadı, içi hiç böyle dalgalanmadı. Hiç böyle bir şey yaşamadı. Hiç bu kadar güçlü dalgalara tutsak düşmedi ve onlar karşısında bu kadar çaresiz kalmadı. Kevok, bunun nedeni Kevok. Kevok; karmaşık, kötü ve coşkun bir kader, hayatın pınarı, ölümün pınarı. Ve Kevok, sabır taşı. Hep sabretmiş, her zaman, her yerde ve her durumda sabretmiş Kevok. Okulun ışıltılı günlerin-

 

de ayrılık gözyaşları içine akarken, sabretti o. Başı göklere değen dağlarda kar ve tipi içinde ölüm korkusu üstüne üstüne geldiğinde, sabretti o. Kayalar, kara taşlar arasında yakıcı güneşin altında, ateşten oklara benzeyen güneş ışıklan altında kaldığında, sabretti o. Bedeninden sıcak, tuzlu kan sızdığında, yaralandığında, sabretti o. Karanlık, soğuk, nemli zindanlarda zaman ve hayatın anlamını kaybettiği anlarda, sabretti o. Akşamlan, günbatımının kızıl rengi altında arkadaşları öldürülürken, sabretti o. Ölü arkadaşlarının sesi gölgesi gibi peşine düştüğünde, sabretti o. Kaçmada, gizlenmede, yakalanma ve öldürülme korkusunda, sabretti o. Şimdi de ölüm yolu üzerinde yine sessiz, sabrediyor o. Kevok; ölümle örülmüş bir sabır pınarı ki, yalnızca ölümle kuruyabilir.

Baz’ın bakışları, şimdi, son yol üzerinde; Baz tutamıyor kendini, gözleri yaşarıyor, gözlerine yaş doluyor. Gözlerinden birkaç damla süzülüyor. Yaşlı gözlerle Kevok’a bakıp gülümsüyor. Hayır gülmüyor,

bir gülüşün işaretleri dolaşıyor yüzünde.

Gülmek ve ağlamak. Keder dolu bir gülüş. Hayat, hayatın ettikleri. Hayatın tuzakları. Hayatın zorunlulukları.

Utanç? Hayır, Baz artık neden utansın ki? Gittiği yolun dönüşünün olmadığını biliyor. Yol ölüme doğru, ölümün derin vadisine doğru. Hayatın, yaşamanın bütün ilişkileri arkasında kaldı; okulun o şatafatlı günleri, hayatın o mutlu mesut demleri, sevgi dolu o geceler, çıplak bedenlere yaklaşmanın o coşkusu, heyecanı, ölüm ve öldürmenin şehveti, kin ve nefret dalgaları, o hırs, o öfke, o sonsuz düşmanlık, o bitmek bilmeyen geceler, o kanlı gecelerin karanlık hayatı, o insanca ağlamalar, çığlıklar, ölüme giden o sayısız korkulu gözler, mermilerle eleğe dönüp yerlerde tepinen bedenler, o yakma yıkma arzusu, o yapma ve birleştirme arzusu, korumanın o kutsal sorumluluğu, o yangın,

o yakıcı duygular… Artık bütün bunlar iki kimsesiz, çaresiz hayatın ince, belli belirsiz izleri sadece. Evet, onlar sadece arkasız ve zavallı iki ömürdeki solgun anılara dönüştüler. Artık her şey geride kaldı. Neden utanç olsun ki?

Baz kıpırdayamıyor. Ne kımıldayabilir, ne gözyaşlarını silebilir, ne de elini uzatıp Kevok’un beliklerini arkaya atabilir. Baz’ın her iki eli arkadan bağlanmış. Aynı şekilde Kevok’unkiler de. Eller, minibüsün demir oturaklarının ayaklarına kelepçelenmiş. İkisi karşı karşıya oturtulmuş, elleri bağlı halde birbirlerine bakıyorlar -sevgili bakışları, yaralı bakışlarıyla. •

Ama Kevok çok yorgun. Canı yanıyor. Günlerce süren uykusuzluk, sersemlik bitkin düşürmüş onu. Bileklerindeki kelepçeler de canını yakıyor. Yol alan minibüs de canını yakıyor. Baz’ın içine düştüğü durum da canını yakıyor. Bu durumun nedeni Kevok. Kevok böyle düşünüyor. Eğer Kevok olmasaydı, eğer Kevok yük olmasaydı, eğer Kevok için düzenlenen sahte belgeleri beklemeselerdi ve Baz, Kevok için bir sahte pasaport bulabilseydi yakalanmayabilirlerdi, Baz’ın başına bütün bu iğrenç şeyler gelmemiş olacaktı. Ve başı. Kevok’un gözleri aşağı iniyor yine.-

Minibüs yol alıyor. Hızlı değil, ağır ağır. Cenaze arabası gibi, yavaş. Baz, seslerden büyük şehirden, ülkenin başkentinden geçtiklerini anlıyor. Hayır, geçmiyorlar, şehirden yavaş yavaş çıkıyorlar. Otomobil sesleri, araç sesleri duyuluyor. Bir kamyon sesi. Bir şoför bağırıyor. Başka bir şoför, taksi şoförü müşterisine sesleniyor. Bir pazarcı, kalabalığa meyvelerinin ucuz olduğunu duyuruyor bağırarak. Biri ucuz ipek kravat satıyor. Bir otomobil duruyor ansızın, ince bir fren sesi duyuluyor. Yürüyen insanların ayak sesleri geliyor. Radyolardan, hoparlörlerden askeri marş sesleri yükseliyor. Büyük şehrin türlü sesleri duyuluyor. Sesler arasından sessizce geçiyorlar.

Gidiyorlar, kadim şehrin gündelik sesleri içinden ölümün sessizliğine doğru gidiyorlar.

Baz, şimdi, bağırsa mı diye düşünüyor. Bir faydası olur mu? Sesini kim duyacak? Sesi duyulsa bile kim yardım edebilir onlara? Kendi macerasından, eski tecrübelerinden biliyor ki kimse, artık hiç kimse gelip yardım edemez onlara. Bir yandan boyuna rüzgarlı, fırtınalı, bir yandan boyuna günlük güneşlik olan bu kocaman ülkede onları kimse kurtaramaz artık. Yakalanmaya-caklardı, şimdi böyle yakalandıktan sonra kimse onlara yardım edemez. Fermanları yazılmış bir kere, artık bir çaresi yok. Ama Kevok? Bari Kevok kurtulsaydı.

Nasıl? Bir yol bulmak lazım, bir çare lazım. Ama nasıl?

Akşam öğünü. Dışarıda, şehrin batısında, şehri boylu boyunca geçen ırmağın üstünden güneş batıyor. Akşam güneşinin ışıkları minibüsün demir parmaklıklarından içeriye ulaşıyor. Bir avuç ışık Kevok’un saçları, alnı ve yüzünden şavkıyor. Kevok’un yüzü ışıl ışıl, “melek gibi”, Baz ise sessiz, düşünceli. Sıcak, güneşin batışına rağmen sıcak. Araba, arabanın içi sıcak. Kevok terliyor, koltuk altlan, kasıkları, boynu terliyor. Teri akıyor. Elbisesi üstüne yapışmış. Alnından birkaç ter damlası süzülüyor.

Şehir, başkent, tarihi ve kadim şehir. Altın ırmağın şehri. Baz’ın, Baz’ın çocukluğunun şehri. Baz bu şehirde büyüdü, okudu, evlendi. Bu şehirde koşturdu topun arkasından, kahramanlık hikayeleri dinledi, kavga ve hırgürlerde kafası birkaç yerden kırıldı, ırmağın kıyısında dolaştı, piyasa yaptı ve ondan biraz uzun olan bir kLzın dudaklarının tadını, sıcaklığını hissedip ilk kez burada şehvetin ateşiyle sarsıldı bedeni. Geleceğin büyük hayallerini bu şehirde, ırmak kıyısındaki lokantalarda, meyhanelerde ördü. Bu şehrin geniş caddeleri ve bulvarlarında, dar sokaklarında Baz, bazen sarhoş, bazen mutlu,, bazen sıkıntılı do-

laştı. Baz, bu şehrin dış mahallelerinde genç kızların peşine takıldı, kerhanelere gitti. Bu şehrin büyük kerhanesinde ahret dostu, yürekli sevgilisi Mader’in koynuna girdi. Bu şehirde sıkı bir disiplinle eğitildi, kendini tanıdı ve yüreğini, beynini, ruhunu bu disipline göre eğitti. Bu şehirde her sabahın köründe, her gece yarısında askeri marşlar söyledi yüksek sesle ve Allaha, ülkeye, devlete, millete, orduya ve devlet başkanına şükredip durdu. Gece aşkı, ay aşkı, yıldız aşkı bu şehirde düştü yüreğine, gece insanı oldu. Apoletli askeri üniformayı ilk kez bu şehirde giyindi, subay şapkasını taktı. Çoktandır görmediği evi, çocukları hâlâ bu şehirdeydi.

Nazlı ırmağın, gün ışığının, ay ışığının sahibi şehir. Mezar ve mezarlık sahibi şehir.

Bu şehir, Baz’ın kaderi oldu, evet, kaderinin rengi oldu; mutluluğu, sıkıntısı, dert ve kederi. Uzun yıllar boyunca bu şehir karda kışta, rüzgarda, fırtınada, sıcakta adım adım yarattı onu, Baz’ı Haz yaptı, Baz’ı avcı bir şahin yaptı. Şimdi ölüm yolunda onu Baz yapan şehir, gidişine tanıklık ediyor sessizce. Bu şehirdeki o uzun geçmişi, Baz’ın beyni ve yüreğinde hafif, içli ve incecik duygulara dönüşüyor, ömrü bir an kadarcık olan bir duyguya.

Kevok? Kevok’la bu şehrin ilişkisi? Kevok da gençliğinin beş yılını, okul yıllarını bu karmakarışık ve

ilginç şehirde geçirdi. Sonradan kaybolan sevgilisiyle bu şehirde karşılaştı, müthiş bir coşku, bir haz sardı bedenini burada. İlk kez bu şehirde ruhunu, canını, bedenini açtı sevginin ve sevmenin soluğuna, seven eller, parmaklar ilk kez bu şehirde dolaştı teninin üzerinde. Bu şehirde kendini tanıdı, köklerine döndü. İlk kez bu şehirde sonsuz bir korku düştü yüreğine, o koca kalabalık içinde yalnızlığını hissetti ilk kez, korkunun soğuk soluğu defalarca titretti bedenini. Geceleri,’bu şehrin bulvarları ve caddelerinde lambala-

rm ışıkları altında parıldayan yağmur damlaları gibi yeni düşünceler, sezgiler sardı yüreğini. Bu şehirdeki okulun küçük yurt odasında, lambanın ölgün ışığı altında sayfa üstüne sayfa, dergi, üstüne dergi, kitap üstüne kitap okudu ve yeni düşünceler, görüşler öğrendi. Bu şehirde yeni insanlar, yeni bir toplum, yeni bir dil, yeni bir kültürle tanıştı. Bu şehirde ona çizilen yolu, varlığını, birikimini yenilerle karşılaştırdı ve şimdi sona yaklaşan yolu seçerek orada yürümeye başladı.

Yol bitiyor, yolun sonu yaklaşıyor. Birbirine hiç benzemeyen, birbirinden gece ve gündüz gibi farklı olan, ama artık sonuna yaklaşılan bu yolda karşılaşmış iki ayrı hayatın yolu, bitiyor.

Neredeler şimdi, büyük şehrin neresindeler? Baz seslere kulak kabartıyor. Akşamları yükselen askeri marşların sesi bütün sesleri bastırıyor şimdi. Gelen seslerden büyük bir kalabalığın gidip geldiği anlaşılıyor. Minibüsün dışında insanlar gündelik işleri güçlerini bitirmiş evlerine dönüyor olmalılar. Şehir geceye hazırlanıyor. Akşam bitiyor. Güneş kızıl ışıklar saça saça batıyor. Sessizce. Güneş, pencerelerden sızarak son selamlarını gönderiyor minibüsün içine. Güneş, günün aydınlığı vedalaşıyor onlarla. Baz, gecenin koynuna girdiklerini biliyor, bir daha güneşi, günün aydınlığını göremeyeceklerini biliyor.

Subay Lokali’nin civarında olabilirler mi? Baz başını yavaşça kaldırarak karşısındaki pencerenin dar parmaklıklarından dışarıya bakıyor. Şüphesiz gördüğü şey, güneş ışıklarından geriye kalanlardan başka bir şey değil. Pencere çok yüksekte. Marş sesleri geliyor. Subay Lokali… Şehrin en büyük meydanının hemen yanında, şehrin merkezinde, dört yanı yüksek ve kalın duvarlarla çevrili. Dört bir yanında askerler, nöbetçiler. Şehrin büyük meydanında muhkem bir kale. Meydanda da, şüphesiz, devlet başkanının heykeli. Yüzü lokale dönük, dört metre kadar yüksek, si-

yah, granit bir heykel; başkan, askeri giysiler içinde sağ elinin işaret parmağını şehre çevirmiş, halkına yol gösteriyor. Heybetli bir bakış. Pala bıyıklarla. Sağ omzunda vahşi bir kartal. Önder… Baz o büyük heykele defalarca gülerek, gururla, saygıyla bakmıştı. Defalarca o Subay Lokali’nde oturmuş, yiyip içmişti! Burada de-lalarca subay arkadaşlarıyla görüşmüş, silahlar, hayat, ölüm, aşk ve kadınlar hakkında sohbet etmişti. Defalarca, ama defalarca söz kahramanlığa, dostluk ve kardeşliğe, vatan ve millet düşmanlarına, fedakarlığa ve düşmanlara karşı güçlü olmaya gelmişti… Ve evliliği, Subay Lokali’hdeki şaşaalı, güzel düğünü.

Şimdi, büyük ihtimalle heykelin ve lokalin bahçe duvarının önünden geçiyorlar.

Baz’m aklına, büyüdüğü Kimsesiz Çocuklar Yurdu geliyor, liğer şimdi Subay Lokali’nin oralarda iseler, Kimsesiz Çocuklar Yurdu şehrin ve ırmağın öbür tarafında kalıyordur. Çoktan beridir yurda, çocukluğunun yurduna gitmeyi, yurdun yönetimini ziyaret etmeyi, kimsesiz çocuklara hediyeler vermeyi, uyuduğu büyük odayı görmeyi, yeni kimsesiz çocuklarla yemekhanede öğle yemeği yiyip onlarla birkaç saat geçirmeyi düşünüyordu. Kır akşam vakti güneş yavaş yavaş batarken Kimsesiz Çocuklar Yurdu’nun bahçesinde sırtını ulu çınarlara yaslayarak, yaprak hışırtıları ve tatlı akşam melteminin sesiyle uyumayı, çocukluğunun masum ve saf rüyalarına dönmeyi istiyordu. Ama olmadı. Olmayacak da, hiç olmayacak.

Ona hayatı zehir eden karısıyla iki oğlu büyük ihtimalle ırmağın öbür tarafındaki evdelerdir, ne yapıyorlardır acaba? Çocuklar babalarının yakalandığından, eski arkadaşları tarafından öldürüleceğinden haberdarlar mı acaba? Çocuklarını görmeyeli kaç yıl oldu? iki? Üç? Şüphesiz büyük oğlanın boyu Baz’ınki katlar uzamıştır. Sakalı bıyığı da çıkmış olabilir. Babasının yatağı-

na gelerek hep onunla uyumak isteyen küçük oğlanın da boyu uzamış mıdır? Evi son ziyaretinde boyu, yatak odasındaki kapının koluna geliyordu. Ya şimdi?

Ve bu geceden sonra? Bir daha asla göremeyecekler birbirlerini. Bu kesin. Ama ne düşünecekler bu geceden sonra? Babalarının ordu mensubu olduğunu, seçkin bir subay olduğunu, vatana ve devlete canını feda etmekten çekinmediğini, büyük ve ağır sorumluluklar aldığını biliyorlar. Ama ne yapıyordu, neden eve gelmiyordu, neden kaybolmuştu? Çocuklar bu sorulara ne diyecekler, ne cevap verecekler? Çocuklar büyüdüklerinde onun gibi subay mı olacaklar acaba? Onlar da vatan-millet-devleti koruma davasını mı güdecekler? Ya sonra? Sonra ne olacak?

Artık epey yaşlanmış olan genelevdeki dostu Mader ne yapıyor acaba, ne düşünüyor? Onu bazen askeri marşlarla, bazense uyduruk genelev şarkılarıyla uyutan Mader, kaderini öğrenecek mi?

Ya halen bile kanı gibi, yüreğinin sesi gibi damarlarında, ruhunda, beyninde akan ve yankılanan askeri marşlar… Bu marşlarla büyüdü Baz, kendini bu marşlarla tanıdı ve bugün de kaderinin garip cilvesi olarak bu marşlarla gidiyor ölüme. Kimsesiz Çocuklar Yurdu’nda bir damla çocukken öğrenmiş bu marşları. Çocuklar bu marşlarla başlarlardı güne, bu marşlarla uykuya çekilirlerdi. O çocukluk yıllarından sonra da, okullarda, Askeri Akademi’de, askeri hayatta da Baz’ın gecesi gündüzü savaşın, kahramanlığın, fedakarlığın bu mağrur marşlanyla örüldü. Baz’ın bütün hayatı bir tarafı sonsuz denizlere, bir tarafı başı gökte dağlara yaslanan ülkeye şükranla, askeri marşlarla geçti. Kırmızı, beyaz ve yeşil renklerden oluşan ve ülkenin her tarafında, sınırlarda, askeri binaların çatılarında ve yüksek binalarda dalgalanan bayrağın karşısında durur, yüksek ve gür bir sesle marşlar okurdu; İnançla, kuvvede, coşkuyla

Ama şimdi, marşların yüksek perdesi altında sesi çıkmıyor baz’ın. Ne inanç, ne kuvvet, ne de coşku kalmış. Bir tek karmakarışık, içli duygular kaldı geriye. Kevok kaldı, Kevok’u ve Ke-vok’un varlığını ruhuna eriştiren duygular kaldı. Ölüm kokusu kaldı. Atan yüreğinin sesi kaldı. Baz tekrar Kevok’a, yüzüne, bedenine bakıyor. Minibüsün içi loş. Ne güneş ne de ışık huzmeleri kalmış. Bu incecik karanlık içinde Kevok’un yüzü, esmer bir lenkte parıldıyor. Kevok uzun saçları, durgun bakışları, siyah gözleri, uzun kaşları kirpikleri, dolgun dudakları ve bir ceyla-ıııııkine benzeyen indecik boynuyla bir destan, bir rüya perisi gibi görünüyor şimdi. Baz, bir rüyadaymış gibi, büyülü bir deniz-deymiş gibi öyle şaşkın ve duygulu biçimde sevgilisine bakıyor. i llkun rengi ve minibüsün içine bir loşluk serpen yeni gecenin lengi Kevok’u rüyaların güzel perisine çevirmiş. Yorgun ve has-i;i Kevok, şimdi, görülmemiş bir güzellikte. Baz’a o kadar güzel geliyor ki. Kevok’un güzel olduğunu Baz da biliyordu. Ama o kadar! Bu narinlik, bu sade ve durgun güzellik! Bu sessiz güzellik! Kanın içinde açmış bu kırmızı gül! Kevok; Baz’ın sonsuz, büyük aşkı; Baz’ın yüreğinde yanan ateşin sıcaklığı. Kevok; karşısında atıp duran onunki kadar yorgun yürek, Baz’ın umudu, Ikt şeyi, başının belası, ölümü. Kevok; dilsiz tutsak, Baz’ın mutluluğu, yaşadığının kanıtı ve ölümünün mührü. Baz şaşkın, üs-iıine üstüne gelen bu tuhaf duygular da neyin nesi? Rüya mı bunlar, aşkın ateşine yanan insanın rüyaları mı? Bu üstüne gelenler ölüm sesleri mi yoksa? Baz ne yapsın, ne söylesin?

“Kevok,” diyor Baz, yavaşça, “Kevok’um!..” Kevok bükük boynunu biraz doğrultarak yarı açık gözlerle Baz’a bakıyor. Baz, “Kevok,” diyor yine. Ama o kadar. Sözün arkası gelmiyor. Baz ne diyecek, nasıl ifade edecek? Yalnız değiller. Tutsaklar, yorgun ve hastalar. Ağzından başka bir söz çıkmıyor. Sözün, ölümün so-

guklugu karşısında ne kıymeti olabilir? Vakit, duygu ve seslerin vaktidir -tanımsız ve belirsiz, ruhta ve yürekte yarattıkları dalgalarla kurbanlarının soluğunu kesen duygu ve seslerin.

Düşünüyor Baz, yakalanmayıp bu yola girmemiş olsalardı, Kevok anne olabilirdi. Kevok bir çocuğu, şüphesiz kendisi kadar güzel bir çocuğu, Baz’ın çocuğunu doğurabilirdi. Son ayların telaşı, korkusu içinde Baz’ın en büyük dileği buydu; paha biçilmez duyguların, sonsuz korku ve coşkuların ürünü olan bir çocuk. Kan deryasına dönen bu ülkeden ayrılacaktı. Uzak, yeni ve yabancı bir ülkede bir evleri olacaktı. Kevok belki de o yeni ülkede doğuracaktı bir top altına benzeyen çocuğu. Savaş, kavga, ölüm, cinayet, kaçış, korku gibi hayatın türlü gerçeklerini arkalarında bırakacaktı. Adları ve soyadlarına varana değin her şeyleri yeni olacaktı. Adlarını soyadlarını değiştirip yeni bir hayata başlayacaklardı. Baz yeni bir işe başlayacaktı. Eski işiyle hiçbir ilgisi olmayan yeni bir iş. Baz, yeni ülkesindeki yeni işinden çıktıktan sonra eve gelecekti. Mutfaktan Kevok’un yaptığı sıcak yemeğin kokusu gelecekti, yemek hazır olacaktı. Kevok, yatak odasında uyuyor olacaktı. Kevok ağır ağır soluk alıyor olacaktı, büyük ihtimalle kocaman olacak olan karnı inip kalkacaktı. Hamile kadınlara özgü güzel kokusu odayı kaplamış olacaktı. Baz, Kevok’u uyandırmaktan sakınarak gelip ellerini sıcak karnında gezdirecekti. Karnını okşarken bebeğin kımıldanışlarını hissedecekti. Kevok’un sıcaklığı ve bebeğin kımıltıları Baz’ın ruhunu ve bedenini ısıtacaktı. Küçücük bir öpücükle uyandıracaktı Kevok’u. Yüzlerinde yeni hayatın tebessümüyle başlayacaklardı akşama. Böyle bir düş. Son anların düşlerinden biri.

Gidişin bu sıcak akşamında, Baz’ın aklına sözlerden çok defalarca kurduğu, sessizce düşündüğü böyle düşler geliyor şimdi. Gülüyor Baz.

Ve Baz ağlıyor. Birkaç damla gözyaşı süzülüyor yanaklarından.

Ama yok, Baz ağlamamak. Daha düne kadar meslektaşı olan bu insanların karşısında kendine hakim olmalı. Daha birkaç ay önce Baz onları korkusuzca, beceriyle, sağlam ve sert bir biçimde yönetiyordu. Baz yönetiyordu onları. Baz’ın ağlamasını zayıflığına, güçsüzlüğüne yoracaklar yoksa. Hayır, Baz ağlamamak, kendini koyvermemeli. Baz da, Kevok da bile bile girdiler bu yola. Bu yolda önlerine ölümün de çıkabileceğini biliyorlardı. Ölümü de göze almışlardı. O zaman o da, Kevok gibi ölümü sükunetle kabul etmeli, ilişkileri de ölüm korkusundan oluşmamış mıydı sanki, ölüm kokusuyla örülmemiş miydi? Ölüm korkusu ve kokusundan kaçıp birbirlerine sığınmamışlar mıydı? Sıcak solukları birbirine ölüm korkusuyla karışmamış mıydı ve ne zaman gözlerini yumup uykuya dalacak olsalar önce ölümü düşünmemişler miydi? Saklandıkları o sıcak günlerde, kaçtıkları o soğuk günlerde ölümün gölgesi hep etraflarında olmamış mıydı sanki? Ölümden, ölüm korkusundan ve aşklarından başka neleri vardı ki hayatta? O zaman? Baz toparlanıyor. Islak gözlerini birkaç kez üst üste kırpıyor, boynunu her iki yana doğru kuvvetle sallıyor, göğsünü dikleştiriyor.

Baz’ın gözleri ıslanmayacak artık, gözbebeklerine keder konmayacak, yürek yakıcı sonbaharın renkleri dolaşmayacak yüzünde. Hayatına yeni bir anlam veren şu son dönemleri düşünecek. Yorgun sevgisini, yorgun sevgilisini düşünecek yalnızca. Kevok’un anlayamadığı duru stranlarmı 1 düşünecek. Uzun gecelerinin sıcak stranlarmı düşünecek. Ve rüzgarın ve doğanın stranlarmı düşünecek.

Biliyor ki rüzgar ve doğanın stranlarıyla düşecekler toprağa. Bu stranlar kefenleri olacak ve saracak onları.

1) Geleneksel Kürt halk ezgisi, (çn).

Onları götüren yedi adam konuşmuyor ve bakmıyorlar onlara. Baz tanımıyor onları. Baz’la aynı faaliyetler içinde bulunmalarına, aynı yolu yürümelerine rağmen Baz, hiç görmemiş onları. Sert duruşlarına bakılırsa, işlerinin ehli olmalılar. Baz ve Ke-vok’un kim olduklarını, başlarına neyin geleceğini iyi biliyorlar. Baz onlara bakıyor, ama onlarla konuşmanın işe yaramayacağını biliyor. Eski

arkadaşlıkların, geçmişin kahramanlık ve fedakarlıklarından söz etmenin de bir anlamı yok. Yalvarmak yakarmak boş. Vicdan ve merhametten söz etmekse büsbütün boş iş.

Neredeler şimdi? Şehirden çıktılar, şehrin gündelik sesleri uzakta kaldı. Minibüsün her iki tarafında içeriye zayıf ışıklar serpen birer küçük lamba var. Sesler duyuluyor hâlâ, şehrin vahşi bir hayvanın sesine benzeyen sesi uğul uğul uğulduyor kulaklarında. Ama şehirden çok uzaktalar şimdi. Bu uzaklığa rağmen askeri marşlar, bütün sesleri bastırarak onlara kadar ulaşıyor hâlâ. Baz gülsün mü, ağlasın mı bilmiyor. “Şu kötü kadere bak,” diye düşünüyor Baz, o kadar gün varken böyle bir günde rahmet diyarına göçmek! Bugün! Yüksek sesle çalman askeri marşlar nedensiz değil; bugün vatan, millet ve devlet önderinin iktidara gelişinin yıldönümü. Bundan yirmi üç yıl önce, yılın bu gününde ordu komutanı, yani vatan ve milletin önderi -ki ona “General Serdar” diyeceğiz, devlet yönetimini eline geçirip başkan oldu.

O coşkulu, heyecan dolu gün, dünmüş gibi geliyor Baz’ın aklına. Baz, çiçeği burnunda bir subaydı o zamanlar. General Serdar, kendisi gibi general olan bir kardeşi, iki damadı, birkaç asker akrabası, ünlü bir subay olan amcazadesi ve subay arkadaşlarıyla birlikte bir sonbaharın gününün şafağında tanklarla kralın sarayına doğru hücuma geçmiş, kralı, birkaç yakın adamı ve yandaşını hemen oracıkta öldürtmüş, ordunun ve devletin kontrolünü ele geçirerek iktidara gelmişti. İsyanın ve cunta rejimi

kurmanın gerekçesi son derece basitti; büyük ülke parçalanıyor, elden gidiyordu. “Büyük Ülke” diyeceğimiz ve Yukarı Ülke, Aşağı Ülke, Çöl Ülkesi, Deniz Ülkesi, Dağlar Ülkesi gibi küçük ülkelerden oluşan bu ülke, General Serdar ve yandaşlarına göre parçalanma tehlikesiyle karşı karşıyaydı. Birlik gerekiyordu. Ülkenin birliğinin korunması gerekiyordu.

Baz’ın aklına bayrakların dalgalandığı, tankların gidip geldiği, jet seslerinin her yeri sardığı ve sayısız askeri timin ülkenin her tarafını postal sesleriyle inlettiği o mahşeri günler geliyor şimdi. Baz’ın General- Serdar’a inancı tamdı, herkesten daha çok inanıyordu ona. Ta candan, yürekten, bütün ruhu ve varlığıyla bağlanmıştı ona. Hem de General Serdar’m kardeşinden, amcazadesinden, damadından ve en yakın adamlarından daha fazla. Baz, General Serdar’ın fedaisiydi. General Serdar’ın her sözü, her bakışı, her hareketi Baz için kesin bir emir, kutsal bir ayet gibiydi. Öyleydi, evet.

Evet, bugün General Serdar’ın iktidara gelişinin yıldönümü.

Bu “kutlu” günde, artık iyice yaşlanmış olan General Serdar’ın sarayının biraz ötesinde Baz ile Kevok öldürülecekler.

Baz, farkında olmadan derin bir of çekiyor, başını eğip önüne bakmaya başlıyor. Bir süre öyle kalıyor, sonra başını kaldırıp yanında sessizce oturan pehlivan gibi irikıyım adamdan bir sigara istiyor. Ama adam cevap vermiyor, bir süre geçiyor ama bir ses çıkmıyor ondan. Yanındaki adam bakmıyor ona, dinlemiyor.

Ne yapacak Baz? Elinden hiçbir şey, hiçbir şey gelmiyor.

Uzun süre böyle sessizce yol alıyorlar. Minibüsün motor sesinden başka bir ses yok. Kevok’un gözleri kapalı, belikleri her iki yandan incecik yazlık giysisinin üstüne düşmüş, boynu bükülmüş; başka bir dünyaya gitmiş gibi, uykuya dalmış gibi. Şimdiden derin bir ölüm uykusuna dalmış gibi; ne bedenindeki ag-

rı, ne ayların, yılların yorgunluğu, ne şüphelerin, ne endişe ve heyecanların, ne de mutlulukların belirtileri var yüzünde. Ne bir ses, ne bir nefes. Kevok’un bakışlarındaki sadelik, duruluk ve huzur Baz’ın dikkatini çekiyor yine. Baz, Kevok’a bakarken, “Ama şüphesiz onun başı da benim başım gibi agrıyordur,” diye düşünüyor, “Başı ağırlaşmış, başı ağrıyor, başı bu olan bitenleri taşıyamıyor artık…”

Baz tam bunları düşünürken minibüs duruyor ansızın. Gelecekleri yere ulaştılar mı acaba? Bir süre öylece duruyorlar. Sonra şoförün yanında oturan iki adam inip arkaya geçiyor ve minibüsün arka kapılarını açıyorlar. Ölgün bir ışık kaplıyor minibüsün içini. O zaman Kevok da açıyor gözlerini. Baz’ın ve Kevok’un yanında oturan adamlar kelepçeleri çözerek onları minibüsten aşağı indiriyorlar. Önce Baz, arkasından da Kevok iniyor

Akşam, sıcak bir yazın sıcak bir akşamı. Şehirden epey uzaklaşmışlar. Artık şehirden hiçbir ses ulaşmıyor. Ama uzakta, şehrin sayısız ışıkları ilkbaharda ortaya çıkan kelebekler gibi parıl-dıyor. Bu kadar büyük ve güzel bir şehir! Baz, şehrin bu kadar büyük ve geniş olduğunu bilmiyordu. Gözün görebildiği her yerde, her tarafta lambalar parıldıyor. Baz ve Kevok, bileklerini ovarak şehre bakıyorlar. Aşağıda şehrin uçsuz bucaksız ışıkları parıldıyor, yukarıda uçsuz bucaksız yıldızlar. Dupduru gökte tek bir bulut yok, yıldızlar, yıldız öbekleri sıcak ve gür bir biçimde parıldıyor. Ve ay… Parlak ay bir orkestra şefi gibi bu parıltı cümbüşünü yönetiyor. Aşağıda ve yukarıdaki güzel parıltılar birbirlerine ve doğaya eşlik ediyorlar. Aydınlık, Baz ve Kevok’a eşlik ediyor.

Dupduru gökte sarı, incecik bir yıldız arkasında altınsı bir çizgi bırakıp akıyor bir süre. Uzaklardan köpek havlamaları du-

yuluyor. İçlerinden biri bir süre daha yankılanıyor. Kurbağa sesleri duyuluyor. Etrafta gece sinekleri, arıları vızıldıyor. “Kevok,” diyor Baz, “Şu güzel geceye bak… Şu güzel geceye ve şu kötü kadere!..”

O yedi kişi etraflarını sarmış. Üçü biraz uzaktalar, ama minibüste yanlarında oturan öbür dört kişi hemen yanlarındalar ve ellerinde kılıfından çıkardıkları tabancaları var. Kabzaları sıkı sıkı tutmuşlar. Parmakları tetikte. Belirgin şekilde görülmemelerine rağmen Baz tabancaların cinsini anlayabiliyor; iki tanesi Ba-retta, biri Alman Wa’lthera, diğeri ise Baz’ın tabancasının aynısı. Zift kokan bir asfalt yolun hemen yanmdalar. Baz yolu tanıyor, şehrin kuzey tarafmdalar. Şehri ikiye bölerek geçen ırmak da, az ötede, yola paralel biçimde akıyor. Baz yukarıya, aya ve yıldızlara, uzaklara, parıldayan şehre, etrafına, yanlarındaki adamlara bakıyor. Islak, medet dilenen gözlerle. Bir yardım istiyor Baz, merhamet ve af diliyor. Bir mucize diliyor. Bakıyor Baz, adamların gözlerine bakıyor. Ama bir faydası yok. Bu aydınlık gecede hiçbir umut ışığı yok. Bu aydınlığın altında içi kapkara, dilsiz, korkmuş ve kırgın. Bir fırsatı yok, bir çaresi yok, bir yolu yok. Ama yine de üstünü başını düzelterek minibüsün kapısı önünde duran iki adama dönüyor ve bir şeyler söylemek istiyor. Belki bir şey olur. Belki bir mucize gerçekleşir. “Kevok’un bir günahı yok,” diyor, “o kaderine razıydı, ama onu ben kaçmaya zorla-dım. Onu bırakın. Hasta o… Kevok’u bırakın…” Hiçbir karşılık verilmiyor, bir kımıltı olsun yok. Baz, aydınlık göğe yalvarmış gibi, hiçbir cevap alamıyor. Bir kez daha, bir kez daha; Baz bakıyor onlara, konuşuyor, rica ediyor, yalvarıyor. Ama hiç… Kurbağa seslerinden ve diğer hayvan seslerinden başka bir ses yok. Sessizlik, ölüm sessizliği bu; artık ölüm sessizliği perdesini germiş üstlerine, bastıkları toprağın üstüne. Ölüm sessizliği onları

hayattan, hayatın yollarından, sapaklarından, aydınlığından koparıp ölüme götürüyor. Ay ve yıldızlar artık yalnızca ölüm sessizliğine ve ölüm perdesine tanıklık edecekler.

Hüzün, kahır, öfke, şaşkınlık, çaresizlik, güçsüzlük ve diğer karmakarışık duygular… Baz ağlayacak gibi oluyor, ıslak gözleri doluyor ve bir süre sonra yaşlar boşalmaya başlıyor. Baz, ağladığını fark etmelerini istemiyor, ama olmuyor. Ağlıyor Baz, önce sessizce, sonra hıçkıra hıçkıra. Baz’ın bedeni titriyor, yavaş yavaş dizleri üstüne çöküyor, yere düşüyor. Kendini boş bir çuval gibi, şişmiş bir ceset gibi hissetmesine rağmen tekrar ayağa kalkıp toparlanıyor ve bir kez daha onlara bakmaya başlıyor. Ama Baz konuşmuyor artık, ağzından başka bir söz çıkmıyor. Düşünüyor yalnızca, “Demek ölme duygusu, ölüm duygusunun o tarifsiz acısı, hüznü buymuş demek.” Kendi kendine “Demek ölüme gönderdiğim insanlar ölmeden önce bu şeyleri hissettiler,” diyor, sessizce.

O dört kişiden ikisi gelip Baz’ın ve Kevok’un bileklerini arkadan kelepçeliyorlar yine. Ve hiçbir şey söylemeden itiyorlar onları.

Tabancalı iki adam önde, ikisi arkada yoldan uzaklaşmaya başlıyorlar. Öbür iki adam ise minibüsün ön kapısında duruyorlar. Baz, Kevok ve dört adam kıraç bir araziye girip ilerliyorlar. Yer çakıl taşlarıyla dolu, yerde taş yığınları var. Birkaç karış yüksekliğindeki çalılar dolanıyor ayaklarına. Yürüdükçe haşır huşur sesler geliyor. Etraftan kuru ot, burma kokuları yükseliyor. Kevok, Baz’ın sağ tarafında, bir adım kadar önden yürüyor. Hiçbir şeyden haberi yokmuş gibi mağrur biçimde önüne bakıyor, sağlam adımlarla ve yavaş yavaş yürüyor. Gri spor ayakkabılanyla sağlam basıyor yere. İnce uzun giysisi hafifçe sallanıyor rüzgarla. Boynundaki iri turkuaz taşlı kolye ile gümüş gerdanlığı da ses çıkarıyor, hafifçe. Esmer yüzünde incecik bir ışık var, ay ışığı yüzünü, gözlerini, dudaklarını öpüyor sanki; yıldızlar ışıklarıyla saçlarını, beliklerini tarıyor sanki. Kevok; vahşi ve yaban ve kusursuz kız, aşkın aydınlığının ve ölümün karanlığının esmer kızı. Kevok; sevgi ve adanmanın ve şehvetin kızı. Kevok; ayın ve yıldızların ve kara toprağın esmer kızı.

Baz’ın aklına, Kevok’a hiçbir zaman sözle sevgisini, aşkını söylemediği geliyor birden! Onunla ölüm kalım yoluna girmesine, şimdi onun için ölüme yürümesine rağmen ona onu sevdiğini söylememiş hiç. Şimdi mi? Şimdi söyleyecek mi? “Kevok,” diyor, “Kevok’um…”‘Ama bu kadar, bundan başka bir söz çıkmıyor Baz’ın ağzından. “Kevok’um…”

Dilini tekrar kurumuş dudaklarında gezdiriyor Kevok, dudakları kıpırdıyor, ama bir karşılık vermeden Baz’a bakıyor sadece; ateş parçasına dönmüş iki göz, dingin bir yüz, yarı müte-bessim, arzulu.

Şimdi uzaktan ırmak görünüyor ve suyun sesi duyuluyor. Irmak sonsuz altınsı bir renk içinde, parıl parıl parıldıyor. Ay ve yıldızlar halaya durmuşlar ırmağın suyunda; ırmak aydınlığın gür pınarına dönüşmüş. Irmağa doğru gidiyorlar. Irmağa elli metre kadar kala duruyorlar. Baz tekrar kah öfkeli, kah yalvaran bir sesle o adamlardan merhamet dileniyor. Kederle, acıyla, haykırışla, ağlamayla, nezaketle, gülmeyle, şimdi hatırlayabildiği her usûlde konuşuyor Baz ve bir sözcük, bu adamların ağzından hiç olmazsa bir sözcük duymak istiyor. Ama ne yaparsa yapsın olmuyor. Bir ses çıkmıyor. Kevok ise hiç kımıldamıyor, sessiz ve kımıltısız bir şekilde durup bir ırmağın parıltısına bakıyor, bir ayın ve yıldızların parıltısına, ortalıkta uçuşan toprağın, otun, ağaçların kokusunu uzun uzun çekiyor içine. Yorgun Kevok’a doğanın kokusu bütün bu sözlerden, insanlardan, koşuşturmalardan, neşe ve sevinçten, acıdan, kederden daha iyi geliyor. Do-

 

ga, her şeyi doğuran ilk ana. Doğa, sonunda her şeyi koynunda uyutan son ana.

Ama tam o anda bir patlama sesi doğanın sessizliğini parçalıyor. Bir kurşun sesi huzurlu ve sakin ortalığı sarıyor. Baz ve Ke-vok birbirlerine bakıyorlar. Baz? Kevok?.. Kevok sarsılıyor birden, elektriğe kapılmış gibi bedeni sarsılıp uyuşuyor. Yüzü ağrıyor, yüzünü bir yanma hissi kaplıyor. Ve sonra ağır ağır yere yıkılıyor; önce dizlerinin üstüne, sonra yüzüstü otların, burmaların içine. Kuru otun, burmaların, çalıların kokusu… güzel, ekşimsi, canlı. Çocukluğunun köyündeki o armut, o elma kokusu gibi. Başı, burnu otların içindeyken, öylece bir süre soluk alıp veriyor. Sinirli sinekler vızıldamaya başlıyor başının etrafında. Yüzündeki yangın dalga dalga yayılıp bütün bedenim kaplıyor. Ama, bu ağrıya rağmen her şeyi hissediyor, düşünüyor hattâ. Bilinci, doğanın bu akşamki hali gibi durgun ve huzurlu. Yıldızlar yanı başında neredeyse. Bu yakınlık, bu güzellik, bu düş!.. Kevok yıldızları kucaklamak, elleriyle okşamak. Ayağa kalkmak için davranıyor. Olmuyor. O zaman ellerinin arkadan kelepçe-lendiğini hatırlıyor. Ama ayağa kalkmalı. Kalkıp yıldızları elleriyle tutamasa bile ağzı ve dudaklarıyla dokunup hissedebilir, öpebilir onları. Sonsuz bir ağrıyla korku, öfke ve keder gibi karışık duygularla sessizce doğruluyor. Başı ve bedeni birkaç kez öne arkaya doğru sallanıyor. Ama sonunda sisin içindeki bir gölge gibi ayakta dimdik duruyor. Etrafındakilere bakıyor. Baz da orada. Onları ilk kez görüyormuş gibi dikkatle, merakla inceliyor. Baz’ın çığlığını duyuyor o zaman, “Kevok!..” Kevok… evet, Kevok o. O, Kevok. “Kevok!..” Baz haykırıyor, iki kişinin arasında, ona ulaşmasını engelleyen iki kişinin. Kevok derin, çok derin bir sevgiyle, gülümseyerek bakıyor Baz’a. Gülümseyerek mi? Kevok yüzündeki ağrı nedeniyle gülümseyip gülümsemediğini

 

lam bilemiyor, ama Baz’a gülümseyerek bakmak istiyor.

O anda başka bir patlama sesi duyuluyor. Kevok, o kıvılcımı görüyor. Kıvılcımla birlikte başka bir ateş, bu kez boynuna düşüyor. Koyu, sıcak bir şey akıyor boynundan. Bir süre ayakta duruyor öyle, sonra birden sırt üstü devriliyor. Düşmeden önce başka bir patlama sesi yankılanıyor.

Ve o tabancalı dört adam höyküre höyküre ağlayan Baz’ın kollarından sürükleyerek dönüyorlar. Yolun kenarında bekleyen minibüse doğru yürüyüp otların içinde sırt üstü yatan Kevok’u arkalarında bırakarak’uzaklaşıyorlar.

Kevok toprağın üstünde, otların arasında uzanmış aya ve yıldızlara bakıyor -artık hiçbir şey göremeden, hiçbir şey hissede-meden, hiçbir şey yasayamadan.

Benzer İçerikler

Nil’in Melikesi Hazreti Asiye | Sibel Eraslan

yakutlu

İlk Müslüman – Lesley Hazleton – Online Kitap Oku

yakutlu

Uçsuz Bucaksız Boşluk | Tülay Uluser

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy