Atatürk | Yakup Kadri Karaosmanoğlu


İster bir gençlik buhranı, ister bir uyanış öyküsü diye okunsun, Atatürk, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Atatürk’ün gölgesinde oluşan benliğinin, bu benliğe nasıl kavuştuğunun, kısaca bir kimlik kazanımının öyküsüdür. Kurtuluş Savaşı öncesinin umutsuzluk duygusuna karşı Nietzsche’nin üstün insanı gibi bir kahraman arayan Yakup Kadri Karaosmanoğlu bu kahramanı Atatürk’te bulmuştu. Ve kendi tanımladığı Atatürk kavramı etrafında, tarihe, siyasete, felsefeye, Doğu-Batı sorunsalına, uygarlığa ilişkin düşüncelerini aktardı.

Yirminci yüzyılın ilk yarısında büyük bir üretkenlikle dergilere yazdığı şiir, öykü, makale ve eleştri türü yazılarla Türk edebiyatı sahnesine adımını atan Yakup Kadri Karaosmanoğlu, romanları, hikayeleri, denemeleri, oyunları ve anılarıyla, en önemli edebiyatçılarımız arasında yer alır. Üslup özellikleri bakımından Yakup Kadri’nin 1910’dan 1974’e dek verdiği eserler Türkçe’nin geçirdiği bütün evreleri yansıtır. Eserlerinin konu ve fikir zenginliği de dil özelliklerinin çeşitliliğinden aşağı kalmaz. Yakup Kadri’nin Fransız edebiyatı etkisinde başlayan yazarlığı, 1920’lerden sonra özgün bir sese kavuşarak siyasi ve sosyolojik konulara, tarihe, dönem çatışmalarına ve birey psikolojisi irdelemelerine yönelir. Fecr-i Ati’den yetişmiş ama bunu izleyen elli yıl boyunca toplumsal koşullar, tarihi süreçler ve bireysel portreleri romanın dokusuna işlemek için roman tekniğiyle de boğuşmuş bir yazar olan Karaosmanoğlu’nun eserleri, hala tüketilmemiş ayrıntılarının tartışılıp incelenmesi gereken zengin bir “panoroma”dır.

İÇİNDEKİLER

Başlamadan Önce ………………………………………………………………………………………………….11
Başlangıç……………………………………………………………………………………………………………………..13
Kahramanlığı ……………………………………………………………………………………………………………35
Dahiliği…………………………………………………………………………………………………………………………59
Devlet Kuruculuğu………………………………………………………………………………………………..75
Milliyetçiliği……………………………………………………………………………………………………………….93
Askerliği…………………………………………………………………………………………………………………….109
İnsanlığı …………………………………………………………………………………………………………………….119
Atatürk’ün İdeolojisi………………………………………………………………………………………….131
Büyük İnkılâp ve Küçük Politika…………………………………………………………………145

Başlamadan Önce

Atatürk’ün manevî şahsiyetine dair bu küçük tahlil tecrübesinde ne Kurtuluş Mücadelemizin, ne de Büyük Türk İnkilâbının tarihini veya ideolojik tefsirini yapmak iddiası vardır. Böyle bir mevzu, ancak, muhtelif cinsten bir yığın vesikaya istinat edeceği gibi mahiyeti itibariyle de, Atatürk’le beraber kendisine yardım etmiş olan arkadaşlarının, kendisini hazırlamış olan siyasî ve içtimaî hadiselerin, hulâsa, bütün bir devrin tetkik ve tahlilini lüzumlu kılacaktır.

Burada ise, Büyük Adam, daha plastik gösterilmek için tek başına ve yalın şahsiyet halinde alınmıştır; her portrede ve her monografyada yapıldığı gibi. Bundan başka, beni okuyacak olanlara şunu da hatırlatmak isterim ki, bu kitap, Atatürk’ün ölümünü takip eden yas ve elem haftalarında ve hemen bir hamlede yazıldığı için onda büsbütün objektif bir vakıf aranmamalıdır. Bu yüzden, Atatürk’e dair görüş ve düşünüşlerim çok kimse üzerinde ya bir “mersiye” veya bir “kaside” tesirini icra edecektir. Bense bu çeşit “edebiyat”ı pek sevenlerden değilim. Onun içindir ki, bundan sekiz yıl evvel, Büyük Adam’ın tabutu etrafında yapılan nümayişlere gerek söz ve gerek yazı ile karışmaktan çekinmiş ve bu kitabın müsveddesini, belki, mübalâğalı bir heyecanın eseridir korkusuyle, hemen bastırıp yayınlamakta tereddüde düşmüştüm.

Şimdi, o heyecanlı devrenin üstünden, her biri öbüründen ağır hadiselerle yüklü sekiz yılın silindirleri geçmiş bulunuyor. Gerek dışarıda, gerek içeride teneffüs ettiğimiz kuru ve sert realiteler havası, artık, bizim kalbimizde herhangi bir coşkunluğa, herhangi bir taşkınlığa imkân vermeyecek kadar soğuyup buz tutmuştur. Türk İnkılâbının kahramanlık safhası kapanarak yerini yalnız maddî ihtiyaçların çalkandığı “pragmatik” bir devre bırakmak üzeredir. “Atatürk”ü, işte, bu hava içinde ve böyle bir devrin eşiğinde tekrar gözden geçirdim; onda değiştirilmesi gereken hiçbir nokta bulmadım ve onu halka mal etmenin tam zamanı geldiğine asıl şimdi kanaat getirdim. Zira, Türk milleti her vakitten ziyade bugün, o Büyük Rehberin ardısıra yürüyüp geçtiği yola dönüp bakmak ihtiyacındadır. Türk milleti, bu yolda ne kadar imkânsızlıkların üstesinden geldiğini ve “mâkûs talihini” ne çetin engellerle çarpışarak yendiğini bir kere daha hatırlayacaktır. Atatürk, kendisini unutmayanlar için, tükenmez bir enerji ve optimizma kaynağıdır ve onu unutturmamak hepimize kutsal bir vatan borcudur.

Yakup Kadri Karaosmanoğlu
Ankara, 16 Ağustos 1946

BAŞLANGIÇ

Bizim ilk gençlik yıllarımız bir milli kahramana hasretle geçti. Biz; –şimdi ellisine varanlar, elliden ötedekiler– gözlerimizi dünyaya bir bozgun havası içinde açtıktı. Babalarımız, analarımız, bize Moskof seferlerinden, Rumeli kıyamlarından [ayaklanmalarından], Arap isyanlarından ve bunları takip eden ecnebi müdahalelerinden tutuk bir dille bahseder dururlardı. Kaybolmuş ülkelere, gidip de dönmeyenlere, gözleri yaşlı nişanlılara dair yanık halk türküleri bizim ninnilerimizdi ve sonsuz bir millî hâile [trajedi] olan “Yemen” kâbusu, ailelerimiz içindeki gündelik konuşmaların en alışılmış mevzularından biriydi. Erkek evlât sahiplerinin ve yetişkin delikanlıların kafasında sosyal endişe namına yalnız şu vardı: Askerden kurtulmak çaresi… çocuklar bunun için mektebe verilir ve yüksek tahsile bunun için rağbet edilirdi.

Namık Kemal ile çağdaş olan ve benimki gibi “Vaveylâ”yı “Rüya”yı, “Celaleddin Hârzemşah”ı okumuş bulunan babalarımızın yüreğinde bir vatan duygusu, bir tâ eskiden kalma destanî soluk var mıydı, yok muydu; pek iyi hatırlamıyorum. Yalnız bildiğim bir şey varsa, büyüklerimizin bize, düşmanlarımızdan, Avrupalılardan daima saygı ve korku ile bahsedişleridir. Arasıra limanlarımızda yabancı harp gemilerinin görünüşü veya herhangi bir frenk hükümdarının memleketimize ayak basışı halkı çoşturan ve ona kolektif heyecan veren yegâne mehabetli [görkemli] hadiselerdi.

Çünkü, kendisine ve kendi devletine itimadı kalmayan halk, kendi mukadderatına hâkim olan kudretlerin bu sembollerde tecessüm ettiğini [somutlaştığını] görüyordu. Bir gün, on bir yaşında bir çocuktum. Manisa’da, büyüklerimden biriyle gezintiden eve dönüyorduk. Oturduğumuz sokağın ağzında, Sultan Camii meydanında bir acayip kalabalığa rastladıktı. Beş on kişilik, kızıl yüzlü, panama şapkalı bir seyyah grubu ellerinde kalın bastonlarla, etrafını alan bir alay mahalle çocuğunu merhametsizce dövüyordu. Bu yavrucakların bir kısmı haykırarak kaçışıyor, diğer bir kısmı yerden topladığı taşlarla kendini müdafaaya çalışıyordu. Çoğunu şahsen tanıdığım ve iyi ailelere mensup olduklarını bildiğim bu çocuklar, hiç şüphesiz, memleketin âdetlerine göre tuhaf kıyafetli bu seyyah grubuna, sırf tecessüs saikasıyle [nedeniyle] yanaşmış bulunuyorlar! öbürleri de, bunları sanki bir sürü muzır [zararlı] ve rahatsız edici mahlûkatmış gibi yanlarından defetmek istiyorlardı. Fakat bunun için, kullandıkları tedbir o kadar vahşî ve gayri insanî idi ki, benim bile küçücük yüreğim isyanla doldu ve boğazım hıçkırıklarla tıkanarak bağırdım: – Ne hakla vuruyorlar? Yanımdaki, başını önüne eğdi ve bana cevap vereceği yerde dayak yiyen çocuklara seslendi: – Haydi, savulun bakayım, haydi savulun… Lâkin savulmak isteyenler de bir müddet gene dayaktan kurtulamıyorlardı: – Bırakın, dedim; bırakın beni. Gidip karakola haber vereyim.

Aldığım cevap şu oldu: – Karakol, ecnebilere karşı ne yapabilir, a oğul!.. Bu söz üzerine, sanki birden, yaşıma on yıl daha katılmıştı. Üstüme gamlı bir ciddiyet çökmüştü ve millî gururum –zannederim– o andan beri kanamaya başlamıştı. O andan beri, tam yirmi beş yıl, bu yaranın kanı, ölüm işkencesine mahkûm Çinlilerin tıraşlı tepesine akıtılan damlalar gibi tıp tıp yüreğimin üstüne damladı, damladı, damladı. Yirmi beş yıl, bu bütün bir gençliktir. Yirmi beş yıl, bütün millî ve sosyal kıymetleri altüst olmuş, “bütün kaleleri zaptedilmiş”; etrafı bir demir çemberle çevrilmiş viran ve perişan bir ülkede, bir asırdan beri durmadan kovalanan, durmadan tekmelenen yılgın ve âvare bir sürünün arasında, içeriden dışarıdan sövüle sayıla, itile kakıla ve o yara, o millî gurur yarası bağrımızın içinde damla damla kanayarak, yirmi beş yıl sürünmek, sürünmek… İşte, bizim neslin dünya realitelerine ilk temasından olgunluk çağına ayak basıncaya kadar geçirdiği ömür bu olmuştur. Bizim nesil, dediğim bu kürek mahkûmları kafilesinin ortasından, arasıra başımızı kaldırıp ufka bakardık. Nerede sabah yıldızı? İçimizden bir ses daima “O, hiç doğmayacak” derdi.

Okuduğumuz kitaplar, konuştuğumuz tecrübeli, bilgiç adamlar da bunu söylerdi. Mektepler ise, sadece bir zekâ mezarı idi. Bir gün, sınıfta, alnım sıraya dayalı, dizlerimin üstünde tuttuğum “Cezmi”yi okurken bir el, bir demir pençe beni ensemden yakalamış, sokağa atmıştı. Nereye gitmeli? Nereye kaçmalı? On altı yaşımda ya var, ya yoktum. Fakat, biliyordum ki, bazı memleketlerde hürriyet denilen bir saadet vardır ve oralarda herkes istediği kitabı okuyabilir. Ve o hürriyet diyarlarından birine gittim. Ey Kemalist Türkiye’nin bahtiyar gençleri; siz ki, on altı yaşınızda daha bir futbol maçına bile başlayamıyorsunuz;bense, o yaşta, hürriyet sevgisi yoluna “hayat mücadelesi” denilen korkunç oyuna atılmıştım. –Size nasıl anlatayım?– o zamanlar, adını ağzımıza almadığımız “vatan”ın dışında “firarî” diye anılan birtakım Türkler dolaşırdı. Frenkler bunlara “Jeune Turc”ler lakabını vermiş olmakla beraber aralarında benim gibi çocuklar ve ak sakallı ihtiyarlar da vardı ve sanmayınız ki, bunlar birtakım kahramanlardı. Hayır. Bunlar ne yaptıklarını bilmez bir sürü bedbahtlardı ve altı aşınmış pabuçlarıyla diyar diyar dolaşarak “hürriyet” dilenirlerdi.

Lâkin başkalarının hürriyeti acı bir lokmadır. Bununla hiçbiri doyunamazdı ve gözleri daima arkalarına çevrik, bir gün, kendi topraklarında bitecek olan buğdayın ekmeğini, anayurdun kendi has nimetini beklerlerdi. Hangi el bunu ekti? Hangi el bunu biçecek? O millî kahraman nerede idi? O, bir türlü meydana çıkamıyordu. Kafalarımızı saran millî kâbusun humması içinde, kâh şunu, kâh bunu o kahraman heyetinde [suretinde, kılığında] gördüğümüz oldu. Hasta muhayyilemizin icat ettiği bu yalancı Mythe’ler arkasında bir müddet koşuyor, sonra birden, soluğumuz tıkanarak duruyorduk; eyvah, bu da bizcileyin âvarenin biriymiş. Yirmi yaşımıza girdiğimiz zaman, artık hiçbir kimseye hiçbir şeye inanmıyorduk. Meşrutiyet inkılâbının şarkıları bize birtakım herzeler gibi geliyordu. Hele sokak destancıların “yaşasın!” çığlıklarıyla ortaya attıkları, salaştan tiyatroların şanolarına çıkardıkları “hürriyet kahramanları”na başımızı çevirip bakamıyorduk bile. Panayır mızıkacılarının, köşe başı şarlatanlarının ve acemi şiir okuyucularının yardımıyla yapılan halk nümayişleri bizi tiksindiriyor, evlerimize kaçıyorduk. Bir gün, evde aileden yaşlı bir adam bana şunu demişti: “Canım; böyle incesaz takımıyla inkılâp mı olur?”

 

Benzer İçerikler

https://www.birazoku.com/sobe-siyah-orkide

yakutlu

Hilal Görününce

yakutlu

Sabitâlem Mahallesi | Eyüp Aygün Tayşir

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy