BEYNİNE FORMAT AT -M. Barış Muslu

Elinizde sihirli bir değnek olsa
hayatınızda neyi değiştirirdiniz?

 

İ y i   d ü ş ü n ü n . . .

Hayatınızda birkaç anı hiç yaşamama şansınız olsaydı, bu hakkı kullanır mıydınız?
Peki, hangi anları silip atmak isterdiniz?
Geçmiş geçmişte kaldı diyebilirsiniz. Ancak, size hayatınızda yaşadığınız “kötü olayların” hayatınızdaki sorunları oluşturduğunu söylesem…

Yani:

• Korkularınızı
• Fobilerinizi
• Başarısızlıklarınızı
• Takıntılarınızı
• Psikolojik rahatsızlıklarınızı
• Fiziksel rahatsızlıklarınızı
• Karakterinizin iyi ve kötü yanlarını

Ve size bunun gerçekten böyle olduğunun garantisini versem, o zaman bu hakkı kullanmak ister miydiniz?
Gerçekten hangi anlara “format atmak” isterdiniz?

Hangi anlara format
atmak isterdiniz?

 

Hayatımızın dönüm noktaları

Hepimizin hayatında dönüm noktaları var. Başarılı olduğumuz, “köşeleri döndüğümüz” noktalar için pek bir şey yapmamıza gerek yok. Peki, ama ya bizi korkutan, üzen, utandıran, suçluluk hissettiren, öfkelendiren, aşağıya çeken dönüm noktalarımız?

Şimdi sıkı durun.

Size çok önemli bir gerçeği açıklamak istiyorum:

 

Ama bu sandığımızdan daha iyi bir haber de olabilir.

Eğer böyleyse işimiz, yani o olayın beynimizde yarattığı olumsuz etkiyi temizlememiz daha kolay…

Ancak, tüm hayatımız travmalarla dolu da olabilir. Evet, itiraf ediyorum; işte o zaman işimiz biraz daha zor, ama yine de çok hızlı yol alabilir, hayatımızı daha mutlu, sağlıklı, başarılı kılmak için pek çok şey yapabiliriz.

NeuroFormat® nedir?

 

NeuroFormat®, kelime anlamıyla nörolojiyi formatlamak, yeniden biçimlendirmek anlamına gelmektedir. Beynin sağlık, başarı ve mutluluk için yeniden “formatlanmasını” sağlar. Benim geliştirdiğim bu sistem, özellikle son 20 yıl içinde çıkmış, çeşitli nedenlerden kitlelere tam olarak ulaşmamış birçok farklı öğretiyi kapsamaktadır.

Beyin, bizim konuşma terapileriyle yapmaya çalıştığımızdan çok daha hızlı şekillenir. Mesela, bir sürücü geçirdiği bir kaza anında, 1-2 saniyelik bir zaman diliminde araba kullanmaktan, hayat boyu korkmayı öğrenebilir. Klasik yöntemler, bu kişiyle günlerce sürecek konuşmalar yaparak araba kullanmaktan trafiğe çıkmaktan korkmamasını sağlamaya çalışır.

Beynimizin, bu durumda sakin kalmayı geri öğrenmesi için de sadece 1-2 saniyesi vardır.

NeuroFormat® sistemi, değişimi bu kısa sürede gerçekleştirmek üzerine yoğunlaşmakta; klasik yöntemlerde aylar alabilen tedaviler, bu metodoloji çerçevesinde sadece saatler içerisinde gerçekleştirilmektedir.

Bu kitapla
neler yapabilirsiniz?

 

Evet, itiraf ediyorum. Kitabım pek eğlenceli olmayabilir!
Ama zaten amacım sizi eğlendirmek, motive etmek, yarın sabah kalktığınız zaman hatırlamayacağınız, etkisi birkaç saat ya da gün sürebilecek “ara gazlar” vermek değil! Zaten bunu hakkıyla yapan binlerce kitap olduğunu ve yine de etkilerinin çok sınırlı kaldığını düşünüyorum.

Bu kitapta amacımız tamamıyla SORUN ÇÖZMEK!

Ama sorun çözmek için de, sorunun ne olduğunu tespit etmek, nedenini teşhis etmek, sorunu nedenleriyle ortaya çıkarmak ve onları temizlemek gibi adımları atmamız gerekiyor.

Bahsettiğim adımlar pek de keyifli olmayabilir. Sonuçta sorunla yüzleşmek, bazı olumsuz duyguları kısa süreli de olsa yaşamak gibi bir süreçten bahsediyorum. Evet, çok kısa sürelerde kalıcı çözümlere ulaşacağız, hedefimiz büyük ama temizleme sürecini yaşamadan bunlara ulaşmamız mümkün değil!

Amacımız sorunlara kısa süreli odaklanarak onları hayatımızdan tamamıyla atmak. Mesela, yerdeki bir taşı fırlatıp atmak için önce yerini tespit etmemiz, elimize almamız ve son olarak da güç kullanarak elimizle fırlatmamız gerekiyor.

Bu kitapta yapacaklarımız da tamamıyla aynı…

İlk kitabım Yıka Beynini’yi okuyan ve özellikle konuya ilgi duyanlar, hayatımızda yaşadıklarımızı neden yaşadığımızı anlatan detaylı bir teorik bölüm bulmuşlardı. Bu kitapta daha az teoriden bahsetmeye çalışacağım. (Yine de söz veremem ). Ama önceki kitabımda uzun uzun anlattığım teorilerin özünde yatan ve sorun çözme odaklı olan her şey bu kitapta da var. Bu uzun teori anlatımlarını kaçırdığınızı düşünmeyin sakın.

İlerleyen sayfalarda, hayatımızda hepimizin yaşadığı ya da yaşayabileceği birçok sorunu “beynimizin yardımıyla” (aslında beynimize devreye girmemesini söyleyerek) nasıl çözeceğimizi bulacaksınız.

Aşağıda doğru uygulamalarla çözüm bulabileceğiniz konuların bazılarını bulabilirsiniz. Ama unutmayın, bu listede göremediğiniz pek çok sorunun çözümü de yine NeuroFormat® yöntemiyle mümkün.

Beynimize format atarak çözebileceklerimiz

•  Profesyonel başarı   •  Migren – fibromiyalji
•  Spor ve sahne performanslarının arttırılması   •  Ağrılar
•  Panik atak – kaygı bozuklukları
•  İlişkiler   •  Obsesif kompulsif bozukluklar
•  Utangaçlık   •  Depresyon
•  Tüm fobiler – yükseklik, uçak, yılan, kedi vb   •  Dikkat bozukluğu, hiperaktivite
•  Strese bağlı şikâyetler
•  Topluluğa karşı konuşma   •  IBS (Hassas Bağırsak Sendromu)
•  Travmatik olaylar   •  Tüm psikosomatik şikâyetler
•  Korkular ve endişeler   •  Kilo sorunları
•  Bir yakının kaybı   •  Sigara bağımlılığı
•  Aşk acısı   •  Uykusuzluk hastalığı
•  Suçluluk, öfke temizliği   •  Vajinismus
Dediğim gibi çözebileceklerimizin listesi bununla sınırlı değil. Beynin sağlığımız üzerindeki etkisini daha iyi anladıkça, çoğu fiziksel rahatsızlığın aslında beyinde başladığını ve çözümünün de beyinde olduğunu idrak ettikçe, YAPABİLECEKLERİMİZİN BİR SINIRININ OLMADIĞINI göreceksiniz.

Bu arada kitabın bazı bölümlerinin sizi fazla ilgilendirmediğini düşünebilirsiniz. Fobiniz yoksa çeşitli fobileri nasıl geçirebileceğinizi okumak istemeyebilir, belli bir konuda kaygınız yoksa o bölümle ilgilenmeyebilir, öfkeli birisi olmadığınızı düşünüyorsanız bu konuyu pas geçebilirsiniz.

Açıkçası bu kitabı başından sonuna okumanız gereken bir kitap olarak düşünmeyin. Kitaptan almanız

gereken iki önemli unsur var.

Birincisi, sizinle paylaşacağım NeuroFormat® tekniğinin uygulaması. Tabii ki daha önce görmediğiniz bir uygulamayı, yazılı bir şekilde öğrenmeye çalıştığınız için ilk seferde karışık gelebilir. Özellikle tekniğin detaylı açıklamasının bulunduğu bu bölümü bir “kullanım kılavuzu” olarak, tamamıyla idrak edene kadar okuyun. Aslında, uygulamaya başladığınızda ve pratik kazandıktan sonra ne kadar kolay olduğunu göreceksiniz! Sizden hayatınızı değiştirme yolunda birazcık sabır ve sebat bekliyorum, uyarayım.

Diğeri ise, NeuroFormat® tekniğini hangi konuda nasıl uygulamanız gerektiği. Hangi konulara yöneleceğinizde serbestsiniz. Tüm bölümleri okumayı seçmeyebilirsiniz. Ancak yine de, sizi tam olarak ilgilendirmediğini düşündüğünüz bir konuda da, işinize çok yarayacak bir “püf noktası” yakalayabilirsiniz.

Bu kitapta size kişisel gelişim kitaplarının
yarattığı “toz pembe” hayatlardan,
boş vaatlerden söz etmiyorum.

Bu kitabım piyasaya çıkmadan yaklaşık bir sene önce, önemli bir “doktor programında” canlı yayında fobi geçirecek ve en önemlisi buna cesaret edebilecek kadar büyük bir iddiadan bahsediyorum! Evet, tüm sorunlar ve bu sorunları ortadan kaldıracak uygulamalar canlı yayında bir saat içerisinde temizlenecek kadar “net” olmayabilir. Ancak, yine de doğru teşhis ve uygulamayla hiç beklemeyeceğiniz kadar mucizevi sonuçlar alabilirsiniz.

Bu, 30 senedir hiçbir şekilde durmamış, çığlık şiddetinde tecrübe edilen bir hıçkırıktan 20 seneden beri hayatı yaşanılmaz hale getiren bir IBS (Hassas Bağırsak Sendromu) rahatsızlığına kadar birçok durumu kapsayabilir. Aslında sorununuzun özellikle de belli bir olumsuz olaydan sonra başladığına kanaat getirdiyseniz, çözme ihtimali “imkânsız” görünen durumlar için bile büyük umut ışığı olduğunu söyleyebilirim.

Sizinle birazdan paylaşacağım sistemin hayatınızı değiştireceğine tüm kalbimle inanıyorum. Ancak bunun geçerli olabilmesi için sebat etmeniz çok önemli. Bu kitabın bir tek sefer okunarak, uygulanmadan geçilen diğerleri gibi değil, hayat boyu başvurduğunuz bir başucu kitabı olması gerekiyor.

Evet, hayatınızı değiştirmek konusunda iddiaları benzer yüzlerce kitap ve sistem olduğunu biliyorum. Ama eğer bana teşekkür etmek için ulaşan, bu yöntemle hayatlarındaki büyük bir sorunu çözmüş ve daha sonra başlarına gelebilecek olası sorunları da nasıl çözebileceğini öğrenmiş binlerce kişiden biri olmak isterseniz bu sisteme şans verin. Lütfen, sadece denemek için değil, “ısrar etmek” adına normalde “şans verdiğinizden” daha fazlasını verin.

Bu süreç sonunda; hayatınızda yaşadığınız
birçok “olumsuzluğu” değiştirmek adına belki de
şu ana kadar elinize geçen en önemli
“aracı” bulduğunuzu göreceksiniz.

“Her şey beyinde” klişesi

Tıpta yıllardan beri değişen fikirlerin, trendlerin farkına varmışsınızdır siz de. Gün geçtikçe tıp sistemi, beynin tüm rahatsızlıkların başlamasında ve temizlenmesindeki önemini kavramakta, ama bunu çoğu hastalığın nedenini “strese” bağlayarak yapmakta…

Genel yargı, stresin bir şekilde vücudu, normal işleyişi bozduğu, kalp krizinden şeker hastalığına, hatta kansere kadar birçok rahatsızlığın tetiklenmesinde etkisinin olduğu… Ancak, “stres neden vücutta değişikliğe sebep oluyor” ya da “yaşanan spesifik olaylar vücudu nasıl etkiliyor” benzeri çalışmalar bir türlü yapılmıyor.

Ben bu kitapta çok daha farklı bir şey söyleyeceğim. Aslında çoğu rahatsızlığın beyinde başladığını, beynin nasıl tehdit olarak gördüğü olaylara ilkel tepkiler verdiğini, tedbirler aldığını ve normal işleyen düzeni değiştirerek sorunlara sebep olduğunu size anlatacağım. Yaşanmış olayların, geçmiş bitmiş olsalar da, beyinden silinmediklerini, zaten bu yüzden de beynin tepki vermeye devam ettiğini, rahatsızlıkların sürmesine bir şekilde neden olduğunu ortaya koyacağım. Hatta spesifik sorunların, spesifik olaylardan sonra yaşandığını, bu bakış açısıyla bakmakla, imkânsız gözüken sorunlara dahi çözüm bulabileceğimizi anlatacağım.

Bazı yaşanmışlıkları, çok kötü olayları o kadar derin bir seviyede “formatlayacağız” ki, onlardan dolayı ortaya çıkan sorunlar da kendiliğinden temizlenecekler.

Bilim dünyası, beynin tüm sorunlarımız üzerindeki önemini yeniden keşfettikçe zaten bu noktaya kendiliğinden gelecektir. Ama neden “50 yıl” kaybedesiniz ki?

Neden 30 dakika?

 

Beyninizi belli bir konuda “formatlayabilmek” için gereken süre ortalama sadece 30 dakika ya da bazen daha da kısa. Evet, 30 dakikada beyninizi tamamen “fabrika ayarlarına” geri döndüremeyiz. Ancak, NeuroFormat® sistemini doğru uygulayarak 30 dakika içinde bir fobinizi yenebilir, bir kaygınızdan kalıcı olarak kurtulabilir, bir konuda algınızın otomatik olarak değişmenizi sağlayabilir, kendinizi iyi hissetmediğiniz bir konuda güven hissetmeye başlayabilirsiniz.

30 dakika olmasının diğer nedeniyse, sizden belli bir süre boyunca günlük 30 dakikayı bu işe ayırmanızı istiyor olmam. Yavaş yavaş, (yine de diğer yöntemlere göre oldukça hızlı bir şekilde) fabrika ayarlarına yaklaşabilmek, eski mutlu, sağlıklı, korkusuz, kaygısız günlerinize dönmek adına bu günlük 30 dakikanın, hayatınızda herhangi bir işe harcadığınız en verimli dakikalar olacağını size garanti ederim.

Sizinle bir plan yapacağız ve hayatınızdaki
belli sorunları birer birer temizleyeceğiz.

Ancak, hepimizin başlangıç seviyeleri, yaşları, sorunları, yaşadıkları, mutluluk, sağlık durumları, hayattan beklentileri farklı. İşte bu yüzden, bazılarımızın işi daha önce bitecek, bazılarımız daha fazla temizlik yapmak zorunda kalacak. Yine de, yaptığımız uygulamalar başlangıç seviyemiz ne olursa olsun, hepimizin hayatında çok büyük değişiklikler yaratacak.

Şimdi, böyle bir temizlik harekâtına neden ihtiyaç duyar hale geldik çok kısaca irdeleyelim…

Biz nasıl biz olduk?

 

Hiç düşündünüz mü? Biz nasıl biz olduk? Bizi biz yapan nedenler genetik mi? Annemiz babamız yüzünden mi böyleyiz? Görüntümüz için bunu sorgulamaya zaten gerek yok! Her şeyin suçlusu onlar yani ebeveynlerimiz!
Peki ya karakterimiz, korkularımız, kaygılarımız, rahatsızlıklarımız?

Evet, tabii ki bunlarda da anne babamızın etkisi var. Ama ailemizin bizi yetiştirme tarzlarının üzerimizdeki etkisi, genleriyle geçirdiklerinden çok daha fazla.

Hamilelik, doğum, 0-3 yaş arası, 3-6 yaş arası, 6-12 yaş arası. Arası da arası… Bizi biz yapan o kadar çok farklı dönem ve an var ki, hayatımız boyunca o kadar çok şey yaşıyoruz ki… Ve o kadar çok şeyi YAŞADIKLARIMIZDAN ÖĞRENİYORUZ ki!..

Bizi sevenler, kendilerince bizim iyiliğimiz için BEYNİMİZİ YIKADILAR da yıkadılar. Başkaları ise onlara zarar vermememiz ve mevcut düzeni devam ettirmemiz için yaptılar bunu… Birilerinin beynimizi yıkaması için öyle çok neden var ki!

Durup şöyle düşünmek lazım, acaba öğrendiklerimizin hangileri gerçekten bizim için, hangileri başkaları için öğretildi?

Peki, hiç kendi kendinize düşündünüz mü? Yine aynı anne babadan doğmuş olsanız da, çok küçük yaşta hiç öğrenemeyeceğiniz bir şekilde evlat edinilip farklı bir ailede, çok farklı bir ülkede yetiştirilseydiniz, nasıl bir “siz” ortaya çıkardı?

Nasıl bir karaktere, hangi dile, dine, inançlara sahip olurdunuz?

Bence çok farklı bir “siz” olurdunuz…

Bu örneği, bizim “biz” olmamızda aslında yaşadığımız olayların ve başka insanların ne kadar etkili olduğunu gösterebilmek adına verdim.

Umarım kendinizden, ailenizden, çevrenizden, tüm hayatınızdan çok mutlusunuzdur. Ama şunu kabul etmek gerekir ki, bize ait hiçbir şeyi aslında kendimiz seçmiyoruz. Tüm kararlar küçük yaşlarda daha “aklımız ermezken” bizim adımıza verilmiş oluyor. Bizim daha sonra tek yaptığımız, içinde yaşadığımız bu bedeni, hayatı, çevremizdeki her şeyi kabul edip arkasında durmak oluyor.

Tabii ki kabul ederek, arkasında durarak yapabileceğimizin en doğrusunu yapıyoruz… Zaten başka bir şansımız da yok. Kimseye küçük yaşta yeni bir hayat için ne farklı bir tercih, ne de yeni bir şans veriliyor…

Yine de artık doğrusunu biliyoruz… Ve de yaşadığımız tüm kötü olaylar artık geçmişte kaldı. Neden hayatımızı ve kendimizi doğru bildiğimiz şekilde değiştiremiyoruz?

Kabul ediyorum; hayatımızı tamamıyla değiştirmek için bizim dışımızda, doğrudan elimizde olmayan başka etkenler de var.

Ya kendimize düşeni yapmak?.. Kendimizi değiştirmek?..

Artık doğrusunu biliyorsak, neden karakterimizin beğenmediğimiz yönlerini kendi istediğimiz şekilde değiştiremiyoruz?

Zaten bunun için birçok kitap okuyup durmuyor muyuz? Ve zaten okuduğumuz kitaplar da bildiğimiz gerçekleri söyleyip durmuyor mu? Neden bildiğimiz şeyleri sürekli farklı kaynaklardan duymaya ihtiyaç duyuyoruz? Bu ihtiyacımızı da karşılamamıza rağmen neden “kalın kafalı” beynimiz bir türlü öğrenip uygulamaya geçmiyor?

Hepimiz hayatımızın aslında çok da uzun olmadığını biliyor ve bir şekilde hayatımıza mutlu olarak devam etmek istiyoruz.

Hiç düşündünüz mü, hayatımızda bizi mutsuz
etmesi gereken hiçbir durum yokken, neden
bir türlü mutluluğu yakalayamıyoruz?

Geçmişte bir olay var… Belki biraz da suçluyuz, bunu da biliyor ve kabul ediyoruz. Peki, aslında hepimiz “mükemmel” insan olmanın mümkün olmadığını, “hatasız kul olmadığını” bilmemize rağmen neden bu olaylara takılıyor ve onlara üzülmeye devam ediyoruz?

Ya kaygılarımız, korkularımız?.. Korkusuz olmak tabii ki mümkün değil.

Peki, korktuğumuz şeyin gerçekte mümkün olmadığını, korkmamız için bir neden olmadığını bilmemize rağmen neden korkmaya devam ediyoruz sizce?

Ya da olası en kötü sonucun gerçekleşmesi halinde bile aslında bunun çok da önemli olmayacağını bilsek de neden hâlâ “ölçüsüz” şekilde kaygı duyuyoruz?

Fobilerimiz başlı başına bir derya…

Mesela, açık bir restoranda yemek yerken, sırf aşağıda bir yerlerden kedi geçtiği için yemek masasının üstüne çıkacak kadar paniğe kapılan birini hiç gördünüz mü?

Ya da asansörde kalmamak için, 20. katta oturan bir yakınının evine gitmeyen ya da 20 katı merdivenlerden inen çıkan birini?

Tünellere, köprülere giremeyen, uçağa, feribota, otobüse binemeyen, hatta korkular yüzünden evinden çıkamayan insanları?

Eminim görmüşsünüz, duymuşsunuzdur… Ve aslında bu durumlar tahmin ettiğinizden çok daha yaygın…

Daha uç bir örnek verelim. 2000’li yılların o müthiş filmi Akıl Oyunları’nı (A Beautiful Mind) seyretmeyen, Nobelli matematikçi John Nash’in hikâyesini bilmeyen yoktur neredeyse.

İzlemeyen varsa, küçük bir “spoiler” yapalım. Filmin ilk yarısında tam bir ajan filmi izlerken, ikinci yarıda aslında daha önce gördüklerimizin sadece John Nash’in hayalinde yaşandığına, onun ileri derecede bir şizofren olduğuna şahit olmuştuk.

Özellikle ekonominin önemli yapıtaşlarından “oyun teorisi”ni bulan dâhi matematikçi John Nash’in kendi beynini kontrol edemediği bir hayat yaşamış olması oldukça üzücü… Bu konuda onun yalnız olmadığını, dünyada benzer sorunlar yaşayan milyonlarca insan olduğunu biliyoruz.

Ama biz sadece uç örnekler için değil, genel için bir soru soralım…

Gerçekten beynimizi
kontrol edebiliyor muyuz

Bu arada uyarmak isterim: “Beynimizi kullanabiliyor muyuz ya da yüzde kaçını kullanıyoruz?” manasında sormadım bu soruyu. Asıl sormaya çalıştığım, bizi ve bedenimizi yöneten beyni kontrol edebiliyor muyuz? Yoksa daha çok o mu bizi kontrol ediyor?

Buna vereceğim cevap bizim adımıza hem üzücü hem de umut verici…

Üzücü olan yanı şu: Biz beynimizi değil daha çok o bizi kontrol ediyor.

Umut verici kısımsa:

Eğer beynimizi daha yakından tanır ve onun bizi
kontrol etme prensiplerini öğrenebilirsek
hayatımızda çok büyük değişimler sağlayabiliriz.

Şimdi onu daha yakından tanıma zamanı…

İlerleyen sayfalarda sizinle paylaşacağım bazı bilgiler, özellikle bu konuyla çok ilgili okurlarımda “Yahu biz bunları zaten biliyoruz” tepkisi yaratabilir. Ancak, size anlatacağım tekniğin gerçek anlamda kavranması için bu tekrarın gerekli olduğunu düşünüyorum. Eğer hayatınızı değiştirmek gibi bir isteğiniz varsa bence bu konulara aşina olsanız bile bir kez daha okuyun!

Ayrıca bu kısa tekrar içinde, henüz yaygın literatürde bulunmayan, beynimizin hiç bilmediğiniz önemli yönlerine dair taptaze bilgiler bulacağınız sözünü de verebilirim.

Bu bölümü bitirdiğinizde NeuroFormat® Beyin Modeli’ni yakından tanıyarak, aslında duygularımızı neden yaşadığımızı ve sonrasında onları nasıl değiştirebileceğimizi göreceksiniz.

Hadi başlayalım…

BEYNİMİZ
NASIL ÇALIŞIR?

Beynimiz

 

Beynimizin gizemlerinin henüz çözülemediğini hepimiz biliyoruz. Biz yine de beyin gibi “karmaşık”, “ucu bucağı” olmayan bir deryaya sadece bu kitabın anlaşılmasını daha kolay kılacak ölçüde bakacağız. Bunu yapmaktaki tek amacımız sonraki uygulamalarda neyi neden yaptığımızı daha iyi anlamak.

Sağ ve sol beyin

Beynin çok farklı bölümleri var elbette, ama en temel ayrım SAĞ ve SOL beyin olarak yapılıyor.

Sağ beyin, çapraz olarak vücudun sol tarafını, sol beyin ise sağ tarafını kontrol ediyor. Beynin bu iki tarafı, aşağıda görebileceğiniz görevleriyle, birbirleriyle zıt ama bir o kadar tamamlayıcılar.

 

Sol beyin analiz, mantık, dil, hesap gibi daha “sıkıcı” görevlerden sorumluyken, sağ beyin duygular, yaratıcılık, sanat, resim gibi birçok “eğlenceli” yönü kapsıyor.

Bunun dışında sağ ve sol beynin çok bilinmeyen iki farklı özelliği var.

Sağ beyin erkek, sol beyin kadın
Sağ beyin erkek, sol beyinse kadın olarak nitelendiriliyor. Yaşanılan çok kötü bir olayla, sağ beynin büyük bir travmanın etkisine girmesi kişide erkek hormonu olan “testosteronun” baskılanmasına sebep oluyor. Eğer travma sol beyinde gerçekleşirse, kadın hormonu olan “östrojen” baskılanıyor.

Yukarıda paylaştığım bu özellik aslında, insanların yaşadıkları büyük travmalara göre, daha erkeksi ya da kadınsı olabilmelerinin açıklamasını da içinde barındırıyor.

Sağ beyin depresif, sol beyin manik
Sağ ve sol beynin diğer özellikleri sağ beynin “depresif”, sol beyninse “manik” olması…

Zaten sağ beynin duygu, sanat, içine kapanıklık gibi yukarıda paylaştığımız özelliklerinden “nasıl kolayca depresyona” girebileceğini hayal etmek zor değil. Zira “depresif” insanların sanat ve yaratıcılık konusunda ne kadar başarılı oldukları da bilinen bir gerçek.

Sol beyinse duyguların olmadığı, her şeyin mantık çevresinde çözüldüğü, çok daha dışa dönük, sosyal ve “manik” tarafımız. Manik derken; aşırı neşeden, fikirden fikre uçmaktan, paranoyak (korku dolu

kuruntulardan, hiperaktiflikten, kendine aşırı güvenden, konsantrasyonun az bulunması gibi özelliklerden bahsediyorum.

Yukarıda beynin erkek ve kadın yönlerini anlattığımız şekilde, büyük bir travmanın sağ beyinde bulunması kişiyi “depresif” kılarken, sol lobdaki travmalar “manik” özellikleri ortaya çıkarıyor.

Söylediğim gibi, beyin bir derya, hatta okyanus. Şimdilik bu detaylı konuyu burada keselim ve aslında beynimizi neden kontrol edemediğimizi inceleyelim.

Bilinç ve bilinçaltı

Bilinç, beynimizin kullandığımız, kontrol ettiğimiz, aynı anda gerçekten farkında olarak tek bir konuyu düşünebilen, değerlendirebilen yönü. Ona çok aşinayız, zaten sadece onun farkındayız…

Bilinçaltı ise geriye kalan her şey. Duygularımızı oluşturan, vücudumuzda farkında olmadan kalbimizi çarptıran, kontrol etmediğimiz ama yaşamımız için tüm temel işlemleri gerçekleştiren yönümüz.

 

Bilinç Bilinçaltı
• İradeye dayalıdır. • Alışkanlıklara dayalıdır.
• Mantıklıdır. • Duygusaldır.
• Soyut kavramları değerlendirebilir. • Sadece duyusal girdilerle çalışır (resim, ses, his, tat, koku).
• Bilgileri sırayla işler. Saniyede 2.000 bit bilgi işleyebilir. • Çoklu işlem yapabilir. Tüm vücut işlemlerini aynı anda yürütür. Saniyede 4 milyar bit bilgi işler.
• Olumsuz kavramını anlar. • Olumsuzluk kavramını anlamaz, işleyemez. Bir bilgi bilinçaltının dikkatindeyse o sadece vardır.
• Zaman kavramı vardır. Dün, bugün ve yarın arasındaki farkı bilir. • Zaman kavramı yoktur. İşlediği her şeyi o an oluyormuş gibi varsayar.
• Kısa süreli bellektir • Uzun süreli bellektir.
• Yeni tecrübeleri yaşamaya, öğrenmeye istekli ve heveslidir. • Yeni tecrübelere kapalıdır. Güveni ön planda tutar.
• Farkındadır. • Farkında değildir.
• Mizah anlayışına sahiptir. • Mizah anlayışına sahip değildir. Ciddiye alınmaması gereken bilgileri de ciddiye alır.
Bilinç ve bilinçaltının kapasitelerinin saniyede 2.000 bit ve 4 milyar bit olduğunu tabloda okudunuz. Rakamlar gerçekten de dile kolay. Çok basit bir bölme işlemiyle, bilinçaltının kapasitesinin bilincin 2 milyon katı olduğunu ve aralarındaki farkın benzetme yerindeyse İstanbul Boğazı ile bir musluktan akan su arasındaki fark kadar olduğunu söyleyelim.

Peki, bu büyük gücümüzü neden daha etkili bir şekilde kullanamıyoruz? Neden çok daha kapasitesiz olan “bilincimizle” baş başayız?

Aslında, ikisi beraber çalışmak zorunda…

Yine bir benzetmeden gidelim: Bilinç, işleme kapasitesi çok düşük ama çok zeki bir bilgeyken, bilinçaltı işleme kapasitesi çok yüksek ama değerlendirme kapasitesi olmayan bir bilgisayar gibidir. Ne verilirse onu işler.

Bilinçaltımızın “defoları”

Nasıl bir gücün bizi kontrol ettiğini, artılarının yanında eksilerini de anlayabilmek ona karşı daha hazırlıklı olmamızı sağlayacaktır. Bu amaçla bizi, hayatımızı, geleceğimizi kontrol eden bu yapının “defolarını” irdeleyelim.

• Bilinçaltımızın asıl amacı –ne yazık ki– mutlu etmek değil. Onun ilgilendiği tek konu bizi hayatta tutmak. Bunu bizi mutsuz etme pahasına yapıyor.
• Tüm vücudumuzu kontrol ediyor. Dışarıdan gelen tüm “tehditlere” yanıtlar vererek tüm sistemi canlı tutmaya çalışıyor. Ancak, hayatta tutma olayını biraz da “buluttan nem kapar” modda devam ettiriyor. Kitabın ilerleyen bölümlerinde göreceğiniz gibi bilinçaltı, tehlikeleri gereğinden fazla ciddiye alıyor.
• Özellikle hayati tehlike olduğunu düşündüğü anlarda, çevrede olanı biteni tüm detaylarıyla kaydediyor. Görüntüleri, sesleri, hisleri, tatları, kokuları, düşünceleri… Daha sonra kaydettiğine benzer uyarıcılarla karşılaştığı an “otomatik olarak” aynı tepkileri veriyor. Tek amacı bizi tehlikeden korumak. Ancak, ne yazık ki “tehlikeyi yaratan”la o an “tesadüfen o mahalden geçen” arasında pek bir ayrım yapmıyor. Kısacası, kurunun yanında hiç acımadan yaşı da yakıyor. Hatta bazen her yangın mahallinde göründükleri için tehlikeden “itfaiyecileri” bile sorumlu tutabiliyor.
• Beynimizin ve bilinçaltımızın ne kadar güçlü olduğu sürekli söylenir. Ancak bilinçaltı çok güçlü olsa da, ne yazık ki çok da akıllı değil.
• Yaptığımız en büyük yanlış, onun mükemmel bir bilge olduğunu ve bir anda son haline geldiğini düşünmek. Ancak bu doğru değil. Beynimiz yenilenmeden, şu anki ihtiyaçları planlanmadan bu hale gelmiş. Ek yazılımlar, yamalar daha eski programlara eklenmiş. Milyonlarca yıl önceki ihtiyaçlara cevap veren yazılımlar hâlâ çalışmaya devam ediyor. Bir başka deyişle yeni programlar eskilerle beraber çalışıyor.
• Bilinçaltımız her şeyi fiziksel olarak görüyor. Mesela işimiz, okulumuz, tuttuğumuz futbol takımı, yaklaşan bir sınav gibi daha soyut konuları anlayamıyor. O sadece fiziksel cisimlerden, tehlikelerden, gerçekten elle tutulur nesnelerden anlıyor. Kavramsal, soyut tehditlere çok ilgisiz fiziksel cevaplar veriyor. Yaptığı büyük işlerin yanında, ne yazık ki bazen saçmalıyor!
• Bilinçaltımızın zaman kavramı yok. Her şey onun için o an oluyor. Mesela geçmişteki bir olayı düşündüğünüzde, o olayın çoktan bittiğinin farkında değil. Başımızdan kötü bir olay geçtiği ve bittiği zaman bu olay bilinçaltımızda çözülmüş olmuyor. Kötü olayları her hatırlayışımızda bilinçaltımızda yeniden yaşanıyor ki çoğu zaman bu hatırlamalar biz farkında olmadan gerçekleşiyor.
• Bilinçaltımız negatifleri işleyemiyor. Bir başka deyişle, aklımıza her ne geliyorsa o bilinçaltımız tarafından “istediğimiz” ya da karşı karşıya kaldığımız bir durum olarak algılanıyor. İşte sırf bu yüzden, iyiyi düşünenler daha iyi, kötümserler daha kötü hayatlar yaşıyor. Bilinçaltımız, genel kural olarak, bize neye odaklanırsak bize onu yaşatıyor.

Evet, aslında sadece son 2 madde bile neden olumsuz düşünmememiz ve geçmişte yaşadığımız olumsuzluklara takılmamamız gerektiğini çok iyi özetliyor.

Peki, şu andan itibaren hep olumlu ve sadece olumlu düşünürsek bu, hayatımızı tamamen kontrol altına almamızı sağlar mı?

Evet, olumlu düşünmenin yarattığı mucizeleri hepimiz duyuyor ve belki de yaşıyoruz…

Ancak bu ne yazık ki yeterli değil çünkü asıl kontrol bilinçaltımızda. Eğer bilinçaltımızda geçmişten kalan “olumsuz” programlar çalışıyorsa ne yazık ki olumlu düşünmekle hayatımızda yapabileceğimiz değişim sınırlı olacaktır.

Beynimizi
kontrol edemiyoruz!

 

Beynimizi kontrol edemememizin
en büyük nedeni aslında, ironik bir şekilde
belki de hayatımızı kolaylaştırıyor…
Nasıl mı?
Otomatik pilota geçerek…

Alışkanlıklarımız

Otobanda 120 km hızla araba kullanırken, aslında arabayı sanki sizin değil de bir başkasının kullandığı hissine kapıldınız mı hiç? Araba kullandığınızın farkında olmadan saatlerin geçtiği sizi şaşırttı mı?

Belki bir düşünceye daldınız ya da muhabbet o kadar koyuydu ki, araba saatlerdir kendi kendine yürüdü gitti. Belki arada vites değiştirdiniz, frene, gaza bastınız ama bunların hiçbirini bilinçli olarak yapmadınız…

Bu, beyninizin hayatı sizin için nasıl otomatikleştirdiğinin bir örneği…

Sadece araba kullanmak değil konuşmak, yazmak, okumak, klavye kullanmak, PlayStation oynamak, müzik aleti çalmak ve bunun gibi birçok becerinizi ilk öğrenirken ne kadar uğraştığınızı hatırlıyor musunuz?

Ve şu an bazı şeyleri ne kadar otomatik şekilde gerçekleştirdiğinizin farkında mısınız?

Beynimiz çok kullandığı kalıpları otomatikleştirerek bunları bilinçaltına atıyor. Bilinçaltının kapasitesi zaten bu becerileri otomatik olarak gerçekleştirmek için yeterince büyük. Böylece bu becerileri çok daha otomatik ve çok daha hızlı şekilde kullanabiliyor, bilincimizi “meşgul” etmeyerek onu yeni ve farklı konular için “hazır tutmuş” oluyoruz.

Son 20 yılda yapılan araştırmalarda, bir alışkanlığın gelişmesi için yaklaşık 3 haftalık bir sürecin gerektiği saptanmış. Sık tekrarla öğrendiğimiz her yeni beceri, davranış biçimi ortalama 3 hafta içerisinde alışkanlığa dönüşüyor.

Otomatikleştirme sürecini 4 aşamada inceleyebiliriz. Mesela, araba kullanma örneğinden gidelim:

ÖRNEK

1. Bilinçsiz yetersiz Otomobilleri ve insanların bunları kullandığını görürsün. Belki de kullanmak kolay gelir. Zaten tek yapman gereken pedallara basıp direksiyonu çevirmektir.
2. Bilinçli yetersiz Sürücü koltuğuna oturur denersin, her seferinde otomobil istop eder, böylece yetersiz olduğuna kanaat getirirsin.
3. Bilinçli yeterli Çalışır öğrenmeye başlarsın. Tüm farkındalığınla, arabayı doğru kullanıp, doğru yerde vites atmaya başlarsın.
4. Bilinçsiz yeterli Birkaç hafta kullandıktan sonra, otobanda sol şeritte gittiğin ve muhabbete daldığın bir an, saatlerdir araba kullanmakta olduğunu fark edersin.
Hayat algımız otomatik

Belli bir yaşa gelmiş birçok insanın yaşadığı ortak tecrübe olduğu için araba kullanma örneğini vermek istedim.

Bahsettiğim süreç, öğrenme süreci, hayatımız boyunca aslında yüz binlerce kez tekrarlanmış ve de (bebekliğimiz kadar yoğun olmasa da) tekrarlanmaya devam ediyor.

En son ne zaman yeni doğmuş bir bebekle vakit geçirme fırsatınız oldu? Bu zamanı geçirirken “Acaba bu bebek şu an aklından ne geçiriyor?” diye düşündünüz mü?

Bebeğin aklından geçenlerin çok da karışık olmayan düşünceler ve içgüdüsel ihtiyaçlar olduğunu söylemekte yarar var.

Dünyaya çok hızlı adapte olsak da, aslında dünyaya bir o kadar da “boş” geliyoruz. Ne yerçekiminden, ne cisimlerden, ne de insanlardan haberimiz var. Bir bebek olarak bizi yönlendiren sadece yaşamsal içgüdülerimiz.

Ve sonrasında tekrar eden “kalıplar” bizi koşullamaya başlıyor. Mesela, gördüğümüz her cismi elimize alamayacağımızı, çünkü görüş alanımızdaki tüm nesnelerin burnumuzun dibinde olmadığını tecrübe edip, görüş açısı ve uzaklık-yakınlık anlayışımızı oturtuyoruz.

Evet, belki başta capcanlı renkleri olan, çok istediğimiz bir nesneye dokunamadığımız için başlıyoruz ağlamaya. Ama sonunda bu gerçeği kabul ederek, bilinçaltımıza atıyoruz.

Bize sürekli sevgi ve yiyecek veren annemiz yan odaya gittiği zaman, onun dünyadan yok olduğunu düşünüp yine basıyoruz çığlığı… Ama sonra gelince rahatlıyoruz ve bunu da öğreniyoruz.

Sadece biz değil, bir bütün olarak vücudumuz bile bu ayrılığa tepki veriyor. Derimizi pişikler kaplıyor… Tabii buna da ağlıyoruz. (Bu arada, vücudumuzun yaşadıklarımıza neden ve nasıl tepki verdiğini sağlık bölümünde detaylı olarak inceleyeceğiz.)

Bir bebek olarak tekrar eden tüm sonuçlar bize dünyanın kurallarını öğretiyor. Belli bir süre sonra dünyanın kurallarını artık sorgulamıyoruz.

Hangimiz elimizden önemli bir nesne yere düşerken, “Ya doğru, yerçekimi diye bir şey var, şimdi bu yere düşerse kırılır, ben en iyisi mi bunu havada yakalamaya çalışayım” diye analiz yapıyor?

Artık hiçbirimiz dünyayı algılama kurallarını sorgulamıyoruz. Tabii ki artık tüm bu kurallar ve verdiğimiz tepkiler bilinçaltında…

Bu otomatikleşme süreci bizi bir yandan hızlandırarak hayatta kalma ihtimalimizi yükseltse ya da sürekli tekrar eden durumlarda düşünme gereğini ortadan kaldırarak işimizi kolaylaştırsa da, beraberinde de birçok olumsuz sonucu getiriyor.

Ne yazık ki otomatikleşen sadece iyi tepkiler, özellikler değil!

Hayat algımızda ilk izlenimin önemi

İlk izlenimin ne kadar önemli olduğunu hepimiz biliriz. Genelde çok nadir olarak, insanlar hakkındaki ilk değerlendirmemizi değiştiririz. Bunun nedeni hepimizdeki “istikrarlı” olma ve kendimizle çelişmeme isteğidir. İşte bu nedenle hayattaki ilk izlenimlerimiz, hayatımızı şekillendirmeye, hayat algımızın büyük bölümünü kaplamaya devam ediyor.

Hayatımızın özellikle de ilk yıllarında nasıl bir dünyayla karşılaşırsak dünyayı o şekilde algılıyor ve algılamaya devam ediyoruz. Sadece yaşayarak da değil, çevremizde bizi etkileyen iyi ya da kötü niyetli tüm etkenler nasıl bir dünya algımız olacağını belirliyor. En başta ailemiz, arkadaşlarımız, okulumuz, medya ve daha niceleri…

Kendimiz, diğerleri ve tüm dünya hakkında birçok inanç geliştiriyoruz. Hepimiz hayata farklı renkli gözlüklerden bakmaya başlıyor ve öyle devam ediyoruz. Hayata ilk baştan kara gözlükle bakmaya alıştırılmış biri, hayatı karanlık görmeye devam ediyor.

Peki, ya aydınlık ve rengârenk gözlüklerle bakanlar?

 

Evet, hayatın ilk yıllarına renkli gözlüklerle giren insanlar tabii ki daha şanslılar. Ancak ne yazık ki, hayatı güzel ve renkli insanlar da dahil olmak üzere hepimiz yaşamımız boyunca kötü olaylar yaşıyoruz. Hayat, hepimizin kötü dönemler yaşamasına olanak tanıyacak kadar uzun.

Sadece yaşamak değil… Başka insanların da ne yaşadığını bizzat kendi gözlerimizle, medyadan, dizilerden, filmlerden görüyoruz.

Hayat devam ettikçe hepimiz aslında
“gereğinden fazla öğreniyoruz”.
Yaşadığımız ya da şahit olduğumuz olaylardan
“gereğinden fazla tecrübe kazanıyoruz”.

En yakın arkadaşlarımızın bile bizi “satabileceğini”, ortak iş yaptığımız kişilerin bize kazık atabileceğini, güvenip kalbimizi açtığımız hayatımızın aşkının arkasına bakmadan çekip gidebileceğini görüyoruz.

Aslında hayatın boyama kitaplarından, finalde iyi insanların sonsuza kadar mutlu bir şekilde yaşadığı masallardan, hep mutlu sonla biten Amerikan filmlerinden ibaret olmadığını öğreniyor ve algımızı buna göre değiştiriyor, kendimize çok daha “korunaklı” bir hayat kuruyoruz.

Yıkmak her zaman yapmaktan çok daha kolaydır. Yılların karizması canlı yayında anlık bir

sendelemeyle dağılabilir, yapımı yıllarca süren ikiz kuleler bir saat içinde yerle bir olabilir, 60 yıl nice emekler verilerek yetişen bir devlet adamı tek bir kurşunla saniyeler içerisinde hayatını kaybedebilir, iki kişi arasında yıllar boyu sevgi ve emekle oluşturulan güven tek bir olayla bozulabilir…

Daha şanslı görünen, hayata “renkli” gözlüklerle bakanlar da tek bir olayla dahi bu özelliklerini ne yazık ki kaybedebiliyorlar.

Çoğumuz aslında yaşadığımız kötü olaylarla “gereğinden fazla öğrenip”, daha sonraki hayatımızın neden eskisi kadar mutlu geçmediğini, keyif vermediğini ya da sağlıklı bir şekilde sürmediğini sorgulayıp duruyoruz. Yaşadıklarına rağmen, olumlu bakışını değiştirmeyen, eski hayat keyfini koruyan “şanslı” insanlar ne yazık ki azınlıktalar.

Demek ki tek bir olay bile hayata bakışımızda büyük değişikliklere sebep oluyorsa, bilinçaltımızın bu özelliğine yakından bakmak gerek.

Yani beynimizin başlattığı programlara…

Beynimizin başlattığı programlar

Önceki satırlarda yılların büyük emekleriyle oluşan eserlerin nasıl saniyeler içerisinde yıkılabileceğinden örnekler verdik. Ne yazık ki aynı süreç bizler için de geçerli. Yıllar boyu yarattığımız çok olumlu bir “hayat algısı” tek bir olayla yıkılabiliyor. Evet, her büyük olaydan sonra tüm hayatımız mahvolmuyor belki, ancak çok “travmatik” bir olay hayatımızda büyük değişikliklere sebep olabiliyor.

Büyük bir araba kazası sonrasında artık direksiyon başına geçemez oluyoruz, çok büyük bir “kazık yeme” tecrübesiyle insanlara güvenmemeyi öğreniyoruz, çok acı bir terk edilme süreciyle karşı cinse “öfke duymaya”, çok sevdiğimiz bir yakınımızın kaybıyla kendimizi güvende hissetmemeye başlayabiliyoruz. Aslında çok kötü olayların arkasından ironik bir şekilde “hayat insanlar için” diye bir söz söylenir. Gerçekten de hepimiz hayat boyunca büyük olaylar yaşıyoruz.

Ne yazık ki sonsuza kadar hiç kesintiye uğramamış bir mutluluk sürmek dünyanın en “şanslı” insanı için bile mümkün değil.

Kötü olaylar geçse ve her zaman olduğu gibi
“hayat devam etse de”
beynimizin aşırı korumacı yanı yüzünden
etkilerini bir hayat boyunca yaşıyoruz.

Bu konuyu özellikle, kitabın sonunda bulunan sağlık bölümünde detaylı olarak inceleyeceğiz. Herhangi bir sağlık sorununuz olmasa bile beynimizin ve yaşadığımız olayların vücudumuza etkisini anlamak açısından bu bölümü okumayı asla “ihmal etmemenizi” tavsiye ederim.

Daha sonra detaylı olarak ele alacağımız gibi, beynimiz yaşadığımız çok büyük travmaları gereğinden fazla ciddiye alarak üç farklı boyutta tepki veriyor. Psikoloji, beyin ve organ boyutu. Beynimiz bu üç farklı alanda da eşzamanlı devam eden “biyolojik programlar” başlatıyor. Bizi tamamen ilkel bir şekilde koruma amacı taşıyan bu biyolojik programlar, milyonlarca yıl öncesi için geçerli olsalar da şu an ki hayatlarımız için çok da “manalı” değiller.

Yaşanan kötü olayla ilgili tehlike alarmı beynimizde canlı olarak kaldığı ve biz hep bu olayı tekrar yaşamaktan korktuğumuz sürece (bilinçaltımızın zaman kavramı olmadığını hatırlayalım) bu programların etkilerini yaşamaya devam ediyoruz.

Bu arada yeri gelmişken, Nietzsche’nin “Seni öldürmeyen şey güçlü kılar” sözünün aslında söylenişi çok “şık” olsa da, geçerliliğinin pek de fazla olmadığını belirtmek gerek. Bu konunun şimdilik detaylarına girmeden, çok büyük travmatik olayların çok büyük olumsuz duygular yarattığını, bunların da hayatımızda kalıcı ve derin izler bırakabildiğini hatırlatalım.

Bir kişisel gelişim kitabından beklenmeyecek ölçüde olumsuzluklara odaklandığım düşünülmesin! İşte iyi haber: Bu kitabın en güçlü yanı da zaten işte bu tarz travmaların beyindeki etkisini çok kısa sürelerde temizlemek ve hayatınızdaki en önemli değişimleri gerçekleştirmek için size yol göstermek olması. İlerleyen sayfalarda, yaşadığınız şiddetli, kötü olayların yarattığı programları birer birer kapatacağız!

 

Aslında, beynimizde arkada çalışan ve gerektiği zaman ön plana çıkan binlerce program var. Kitabımızın başında kedi fobisi olan ve kedi gördüğü için masanın üstüne çıkan insanlardan bahsettik. Bu insanlar, bu davranışı “nasıl bir mantık içerisinde” gerçekleştiriyor?

Tabii ki ortada hiçbir mantıklı değerlendirme yok. Kişi bu tepkiyi otomatik olarak veriyor. Arka planda çalışan ve bizi “tehlikeli kedilerden” korumaya çalışan program, uygun ortamda aktiflenerek böyle bir davranış gerçekleştiriyor.

Siz hiç kendine inanılmaz güvenen, bire bir iletişimi muhteşem bir “ağır abinin” topluluk karşısına çıktığında sesinin ve ellerinin titrediğine şahit oldunuz mu?

Ben oldum. Bana sıkça gelen ve kolaylıkla çözüm bulduğumuz bir konu. Ama asıl soru şu: Ne oluyor da bire birde “destanlar” yazan bu kişinin, toplulukla karşı karşıya kaldığında eli ayağı birbirine dolanıyor?

Muhtemelen ilkokulda, öğretmenin sorduğu bir soruya yanlış cevap vermesi ve belki sınıftaki tüm çocukların ona gülmesi sonucu yaratılan bir program, benzer bir ortam bulduğu an çalışmaya başlıyor. “Tehlike var kaç oradan!”

Peki, çok ilgisiz fobileri olan insanları duydunuz mu?

Mesela, 90’lı yılların popüler komedi yıldızı Eddie Murphy’den korkan birini?.. Evet, yanlış okumadınız, Eddie Murphy fobisi olan birinden bahsediyorum. Ben gördüm!

Ya da çoğu küçük çocuğun sevgilisi bir palyaço gördüğünde bağırmaya başlayan insanlar olduğunu biliyor muydunuz?

“Nasıl yani?” dediğinizi duyar gibiyim.

Bu soruyu cevaplamak için beynimizin “mantıksız otomatik tepkilerini” inceleyelim.

“Mantıksız” otomatik tepkilerimiz

Psikolojiyle ilgiliyseniz Pavlov’u mutlaka duymuşsunuzdur. Hani şu “köpek, et, zil ve salya” hikâyesini… Bilmeyenler için kısaca üzerinden geçelim.

 

Rus fizyolog Ivan Pavlov’un yaptığı deney sırasında, köpeğe ilk olarak birkaç kez zil çalınır. Fakat köpek tepki vermez. Sonradan et verilir. Köpeğin doğal bir şekilde salyaları akar. Sonra verilen et ile birlikte zil çalınır. Daha sonra et verilmediği halde zil çalındığında köpeğin salya salgıladığı görülür.

Bir başka deyişle köpek, her zil çalındığında salya salgılamaya şartlanmıştır. Aslında ilk duyduğumuzda çok da anlamlı gelmeyen, bu önemsiz gibi gözüken deney, neden “hissettiğimiz şekilde hissettiğimiz” konusunda bir devrim niteliği taşıyor.

Nasıl mı?
Beynimiz milyonlarca yıldır benzer ama ilgisiz bir şekilde “zil” ve “salyalar” arasında bağlantılar kuruyor. Fobilerimizin, nedenini bilmediğimiz iyi ya da kötü duygularımızın, tercihlerimizin altyapısında bu eşleşmeler yatıyor. Aslında psikolojide “şartlı refleks” olarak bilinen bu tepkilere ben “mantıksız otomatik tepkiler” adını veriyorum. Biraz önce bahsettiğim gibi bir komedi yıldızından ya da bir palyaçodan fobi derecesinde korkma durumunu “mantıksız otomatik tepkiler” üzerinden açıklayabiliriz. Biraz daha detaya inelim…
Beynimizde nedenleri farklı olsa da, aynı anda
ateşlenen nöronlar (beyin hücreleri) arasında
bağlantı kuruluyor.

Hangi nöronların aynı anda tetikleneceği tamamıyla şansa kaldığı için, aslında hangi nöronların birbirine bağlanacağı da kaderin “cilvesine” kalıyor…

Bunu açıklamak için bir örnek vereyim: Eğer bizi köpek kovaladığı için korkumuzun “tavan” yaptığı bir anda, zemin kattaki bir dairenin televizyonunda Eddie Murphy’nin görüntüsüne gözümüz takılırsa, Eddie Murphy fobimize ilk adımımızı atabiliriz.

Aslında beynimiz yine hayatta bırakma içgüdüsüyle böyle bir düzeni uyguluyor. Özellikle duyguların çok yoğunlaştığı (onun hayat tehlikesi olarak algıladığı) anlarda, çevreyi (görüntü, ses, his, tat, koku) çok hızlı bir şekilde kayda alarak, o etkenlerden herhangi biriyle başka bir zaman karşılaştığı zaman önlem almak istiyor.

Şartlandırmaların gücü

Yeri gelmişken, bu şartlanmaların ne zaman çok daha güçlü kurulduğunu irdeleyelim. Güçlü şartlanmalar için üç önemli değişken bulunuyor: Yoğunluk, zamanlama ve tekrar sayısı.

Bunlardan en önemlisi duygunun ne kadar yoğun olduğu. Yaşanan duygu ne kadar yoğunsa, o an ateşlenen ve mantıksız tepkileri yaratan diğer nöronlar arasındaki bağ o kadar güçlü oluyor.

Güçlü bağlantılar kurulması için zamanlamanın tam duygunun yoğun olduğu 2-3 saniye içerisinde yapılması gerekiyor. Duygunun en yoğun olduğu 2-3 saniye boyunca anlık olarak ortaya çıkıp sonra kaybolan etkenler, çok daha güçlü şartlanmalar yaratıyor.

Eğer çok yoğun duygular yaşanmıyorsa, tekrar sayısı önem kazanıyor. Duygunun yaşandığı olay ve “tetikleyicinin” şartlandırılması tekrar edildikçe bağlantının gücü artıyor.

Şartlandırmalar duygularımızı şekillendiriyor
Hayır, sadece olumsuz duygular değil, tüm hayatımız bu şekilde işliyor. Kendimizi çok iyi hissettiğimiz an çevremizdeki her şey, daha sonra bize benzer şekilde iyi hissettiriyor. Sevdiğimiz yiyecekler, giyecekler, yerler, şarkılar… Aslında, iyi zamanlarımızın geçtiği anlarda çevremizdekilere iyi duygular beslerken, özellikle çok kötü anlarımızda yakınımızda olanlardan hiç hazzetmiyoruz.

Ve hayatımızdaki tüm insanlar, objeler ve yerler bir bakıma tetikleyiciler haline geliyorlar.

Genelde ilk izlenimler burada da işliyor. Mesela, çocukluğumuz Hollywood filmlerini seyrederek, Amerika’ya ve “Amerikan Rüyası”na hayranlık duyarak geçtiyse, muhtemelen hayatımızın ilerleyen yıllarında da bu devam ediyor. İngilizce isimler, Amerika şehirleri, Amerikan markaları bize hep iyi duygular hissettiriyor.

Tam tersi bir şekilde, çocukluğumuzu Irak Savaşı ve Bush’u izleyerek geçirdiysek, Amerika hakkındaki şartlanmalarımız çok daha olumsuz oluşuyor.

Hollywood’dan söz etmişken, aslında şartlanmalarımızın da film, moda ve reklam endüstri tarafından bilinçli bir şekilde nasıl kullanıldığından bahsetmekte yarar var.

Reklamlarda çalan ziller
İlk olarak reklamlarda neden hep toplumun “güzel bulduğu” insanların kullanıldığı konusuna bir açıklama getirelim. Nedeni çok basit! Beynimizde reklamı yapılan markanın, güzel insanlarla ilişkilendirilmesi. Aslında hepimiz o markayla o insanların bir ilgisi olmadığını, onların sadece “reklam yıldızları” olduğunu biliyoruz. Ancak, beynimizde “markanın” nöronlarıyla, “reklam yıldızlarının” nöronları aynı anda ateşleniyor.

Zaten marka yaratmak demek, ihtiyaca göre birçok farklı imajı bir torbaya atıp onları karıştırmak demektir. Güzellik, güçlülük, sağlamlık ve daha niceleri…

Bu arada son zamanlarda, markaların artık pek de bilinçli beyni ikna etmeye uğraşmadıklarını, şartlandırmanın temel prensiplerini uyguladıklarını gözlemleyebilirsiniz. Reklamlarda komedi, romantizm ya da cinsellik benzeri duyguları yoğunlaştırdıklarına, duyguların en yoğun olduğu an olan reklam sonunda logolarını gösterdiklerine ve bunu sıkça tekrarlayarak şartlanmayı pekiştirdiklerine şahit olabilirsiniz.

Programlarımızı tetikleyen ziller
Aslında şartlandırmaların mantığını anlamak ve onların etkisinin farkına varmak bizler için çok önemli. Önceki satırlarda beynimizin çok travmatik anlarda başlattığı programlardan bahsettik. Arka planda çalışan bu programlar, olay sırasında olayla ilişkilenmiş “tetikleyiciler” sayesinde ön plana çıkıyor ve önümüze engel koyuyor, bize sıkıntı yaşatıyorlar.

Mesela, topluluğa karşı konuşmada sıkıntı yaşayan “ağır abi”mizi tetikleyen birçok faktör olabilir. Mesela insanların bakışları, koltukların yan yana dizilişi, insanlara sahneden ayakta durarak bakmak… Tetikleyiciler, gerektiğinde bilinçaltımıza yeniden tehlikede olduğumuzu söylemek için varlar ve iş başa düşünce gereğini yapıyorlar.

Benzer İçerikler

ORMANDA UNUTULAN ASKERLER-John Keats

yakutlu

Bernard Lewis ORTADOĞU

gul

BİTİK ADAM -THOMAS BERNHARD

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy