Çağdaş edebiyatımızın usta kalemi Pınar Kür’ün Türkçenin ilk postmodern romanlarından biri sayılan yapıtı Bir Cinayet Romanı uzun yıllar sonra yeniden Can Yayınları’nda.
Yaşamak, yaşatmak, yaratmak, yok etmek, yazmak, yalan atmak arasındaki bağlantılar, ilişkiler, çelişkiler… Pınar Kür, bu romanı boyunca bu sorular ve sözcüklerle oynayarak yaşam-sanat karşıtlığına yeni boyutlar getiriyor. Dilin olanaklarını alabildiğine zorlayarak neredeyse matematiksel bir anlatım yaratıyor.
“Bir cinayet olayı ne zaman başlar?
Öldürme düşüncesi aklınıza düştüğünde mi?
Öldürme düşüncesini hemen reddedeceğinize ya da kısa bir süre sonra unutacağınıza, yavaş yavaş geliştirmeye koyulduğunuzda mı?
Öldürme düşüncesi, öldürme kararına dönüştüğünde mi?
Öldürme kararı uygulandığında mı?”
Y.
Bir cinayet olayı ne zaman başlar? Öldürme düşüncesi aklınıza düştüğünde mi? Öldürme düşüncesini hemen reddedeceğinize ya da kısa bir süre sonra unutacağınıza, yavaş yavaş geliştirmeye koyulduğunuzda mı? Öldürme düşüncesi, öldürme kararına dönüştüğünde mi? Öldürme kararı uygulandığında mı? Hayır. O son oluyor. Karar uygulandığında, olay bitiyor. Ama başlangıcı neresi? Bilemiyorum. Bu saydığım aşamaların hangisinden ne zaman geçtiğimi de bilemiyorum. Öldürme düşüncesi kafamda ne zaman çaktı, ne zaman gelişti, ne zaman olgunlaştı, ne zaman patladı… çıkaramıyorum. Bulup çıkarmam gerek oysa. Eğer yaptıklarımın bir anlamı varsa. Olacaksa. En baştan başlayıp her şeyi yeniden düşünmem, belki de yeniden, ama bu kez bilinçle, yaşamam gerek. Olayın başını, en başını yakalayabilmek için ne kadar gerilere gitmek gerekir? Ta çocukluğuma kadar belki.
Belki her zaman vardı öldürme düşüncesi. Belki herkeste, her zaman vardır da bilinç düzeyine yükselmesi için uygun öldürülmeye uygun! Bir nesneyle karşılaşılması… mı söz konusudur? Ya da hep var olan öldürme düşüncesi hep bir nesne peşindedir de, bir yerden sonra herhangi birini uygun sayabilir mi? Herkes, her yerde öldürecek birini mi aramaktadır? Ve de birinin öldürmesi, ötekinin öldürülmesi, kimin kimi daha önce bulduğuna mı bağlıdır? Ya da kimin kimi daha önce öldürdüğüne? Düşünceyi uygulama alanına sokmakta kimin daha acele davrandığına? O zaman, bir cinayet olayı, öldürenle öldürülen ilk karşılaştıklarında mı başlıyor? Ve kimin katil, kimin maktul olacağı son âna dek belli değil mi? O zaman, öldürmekle kendi canını kurtarmış oluyor insan.
Canımı kurtardım mı? Bir bakıma, evet. Öldürmesem yaşayamazdım. Ama yaşamayı sürdürüp sürdüremeyeceğim belli değil, dolayısıyla canımı kurtaramamış olabilirim. Öldürme düşüncesinin, düşünmeye dönüşmeden de var olduğunu kabul etsek, yani, buna bir güdü desek?.. Herkesin doğasında var olan bir güdü… Aklımız, uygarlık özentilerimiz, inceltmeye çalıştığımız duygularımız, hep bu öldürme güdüsünü maskelemek ve hatta ona kılıflar, bahaneler uydurmak için gelişmişse? O zaman, aslolan, öldürmeyi düşünmek, düşünceyi karara dönüştürmek değil de, başlı başına öldürmek mi? Yalın, kesin, çıplak… İnsan yalnızca ölmek için değil, ölmeden önce mümkün olduğunca öldürmek için doğuyorsa eğer; doğarken çektiğimiz (ve hemen unuttuğumuz), çektirdiğimiz (ve hiç bilincine varmadığımız) acılar, ölmek kadar öldürmeyi de zorunlu kılıyorsa… ben suçsuzum demektir. Doğanın gereklerini yerine getirmişim yalnızca. Ama, gerçekten doğal bir şey miydi yaptığım? Öyle olsaydı neden herhangi birini öldürmeyeydim? Belirli birini ya da birilerini öldürmeyi tasarlamak… Kurbanı seçmek… Doğal değil ki bu. Psikolojik, ve hatta, toplumsal bir davranış. Sonradan öğrenilmiş bir şey. Ya da, işte, doğal güdülerin toplum yaşamına uygulanışı…
Yani, cinayet! Demek ki, en doğal güdülerin sonucu olsa da, cinayet toplumsal bir olay. İçgüdü düşünceye dönüştüğünde mi başlıyor bu olay, yoksa düşüncenin yerini içgüdüye bıraktığı anda mı? Hayır, hayır, hayır. Yapay bir soru bu. Beni aldatmak, yanlış bir yola saptırmak, en azından şaşırtmak için sorulmuş… Çünkü, aslına bakarsanız, kökeni ne kadar doğal, uygulanması ve sonuçları ne kadar toplumsal olursa olsun, temelde keyfî bir şey değil mi öldürmek? Belki de yapabileceğimiz tek keyfî ve en önemli şey…
Doğmak, başkalarının yanlışlarının ya da yanlış kararlarının sonucu zorunlu oluyor. Son anda ne kadar dirensek de, bir forseps ya da vakumun esiri, eseri (?) olarak geliyoruz dünyaya. Ölmek başlı başına bir başarı ama, orada da başkalarının kararı ya da karamsarlığıyız. Ölmekle öldürmenin aynı anlama geldiği noktaya vardığımızda ise, yok olmayı göze almak gerekiyor ki… bu en zoru. Ölmeden öldürmek, yaratmaya benziyor bir yerde. Biraz daha kolay belki. Sevmeye de benziyor. Biraz daha zor belki. Geriye, çok gerilere, öldürmeyi aklımdan bile geçirmediğimi sandığım, onun varlığından bile habersiz olduğum sakin ama sıkıntılı, beklentili ve sabırsız günlere dönebilsem… Ve sorsam kendime: Öldürmesem de olur muydu?
…