Bir Sürgünün Anıları-Aziz Nesin

Beklenen Adam

Şehre girişim pek anlı şanlı oldu. Otobüs tam asfaltın alt başında durdu. Ellerim kelepçeli olduğu için en son ben indim otobüsten… Bütün eşyam eski bir battaniyenin içindeydi. Allah razı olsun candarmalardan, biri çıkınımı sırtıma vurmama yardım etti. Kelepçe bileklerimden geçtiği için parmaklarımla çıkınımın ipini tutabiliyordum. İki candarma, tüfeklerini omuzlarına astı, biri sağıma geçti, biri soluma…
O zamana dek Bursa’yı hiç görmemiştim; asfalttan şöyle kırk elli adım gittik gitmedik, bir de baktım, herbir yan donanma… Yol üstündeki dükkânlara, yapılara bayraklar asılmış, pencerelerden kâğıt fenerler, karpuz fenerler sarkmış. Şehir allanmış pullanmış. Okul çocukları kalabalık. Sonradan, Halkevi olduğunu öğrendiğim büyük yapıya doğru yaklaştıkça, kalabalık büsbütün artıyor. İki candarmadan daha insaflı olduğunu tahmin ettiğime,
– Hemşerim, dedim, kurban olayım, şu asfaltın ortasından gitmeyelim. Elbet bunun bir tenha yolu, yan sokağı vardır.
İki candarmadan insaflı olanı,
– Yörüüü!.. deyip sırtımdaki çıkını kakarak beni iteledi.
Atatürk heykelinin olduğu alanın dört bir yanına hoparlörler koymuşlar, havada gümbür gümbür “Onuncu Yıl Marşı” ötüyor:
“On yılda onbeş milyon genç yarattık her yaştan!”
Bu kez, öbür candarmaya döndüm:
– Hemşerim, ellerim kelepçeli, sırtım yüklü. Sizin de tüfekleriniz dolu. Maşallah siz attığınızı vurursunuz. Cebrail olup uçsam elinizden kurtulamam. Gözünü seveyim, şu kalabalıktan çıkalım.
Sesini bile çıkarmadı.

Asfaltın ortasına bir de meşe yaprakları ve süpürge otu dallarıyla süslü tak yapmışlar. Bu taka yaklaşırken bando çalmaya başladı. Davulcunun da maşallahı var. Tokmak, davula her inişte insanın damarlarındaki yeniçeri kanı kabarıyor da,
– Savulun bre!.. diye bir nağra patlatıp düşmanın üzerine saldırası geliyor. Neye yarar, ellerim kelepçeli…
Düşünüyorum, zafer bayramı değil, çocuk bayramı değil, verem haftası değil, tutum haftası değil; bu mızıkalar, bayraklar, fenerler de ne oluyor? Bursalılar beni karşılamaya çıkmadılar ya…
Bando çalmaya başlar başlamaz iki candarma kendilerini tutamayıp uygun adımla geçit törenine katılmadılar mı!.. Ben birara, herhalde utancımdan geride kalmış olacağım, biri,
– Hizaya baaaak! diye bağırdı.
Bizden önde okullar, sporcular, esnaf birlikleri geçiyor. Her geçene ayrı ayrı alkış tutuluyor. Biz de onların arkasına takılmışız. Artık oldu olacak, dedim kendi kendime, bundan kurtuluş var mı? Nasıl olsa Bursa beni tanıyacak, hiç olmazsa tam tanısın… Ben de candarmalarıma ayak uydurdum. Bando çalıyor biz de uygun adım gidiyoruz. Davul güm güm ötüyor, biz de rap rap geçiyoruz.
Candarmaları bilmem ama, ben öyle gönülden yürüyorum ki, adım attıkça Bursa sarsılıyormuş gibi geliyor bana… Önümüzdeki bir kamyon içinde Dokumacılar Birliği geçiyor.
Etraftan,
– Dokumacılar, dokumacılar… diye sesler geldi, sonra da bir alkış koptu.
Biz geçiyoruz.
– Geliyor, geliyor!.. diye sesler duyuldu. Artık kim geliyor, kimi bekliyorlar bilemem… Tam Halkeviönüne gelince bir alkış da bize tuttular. Biz, alkışın da verdiği kuvvet ve coşkuyla, ortada ben, sağımda solumda iki candarma, uygun adımla boydan boya asfaltı geçtik, köprü başına geldik… Kalçadan adım çıkarmaktan yorulmuşum. Sıkıntıdan mı, coşkunluktan mı, sırtımdan kuyruk sokumuma doğru terlerin sızdığını duyumsadım.
Candarmalardan biri,
– İyi geçtik… dedi.
Öbürü:
– İyi geçtik… diye tekrarladı.
Sonradan, o gün Bursa’da, Halkevlerinin kuruluşunun bilmem kaçıncı yılının kutlandığını öğrendim. Bursalılar toplanmışlar, Ankara’dan gelecek büyük birini bekliyorlarmış, gelmemiş. İsterse gelsin. Ankara’dan o gelmediyse, Istanbul’dan ben geldim.
Bursa’ya girişim, pek anlı şanlı oldu doğrusu.

Siz Neredeydiniz?

Candarma karakoluna geldik.
– Komutan yok, biz bunu teslim alamayız! dediler.
Çıkınımı sırtımdan yere atınca rahatladım. Bir de şu kelepçeleri çözseler, dünyalar benim olacak.
Vapurda gelirken,
– Bileğime kan oturdu. Şu kelepçe zincirinin bir halkasını gevşetin, ne olur… demiştim.
Candarmanın biri, kelepçenin zincirini bir halka daha sıkmıştı. Öbürü daha insaflı çıktı, elimden çözdüğü zincir kelepçeyi ayak bileklerime taktı da, vapurda rahat yemek yiyebildim…
Candarmalara, “Aman dikkat edin, kaçar!” demişler. Bursa’ya gelir gelmez aldığım gazetenin birinci sayfasında, Otel Faresi (…)’in doksandokuzuncu kez polisin elinden nasıl kaçtığı yazılıydı.
Candarmalara,
– Kelepçeyi çözün biraz, helaya gideceğim, dedim.
Candarma karakolunun yanındaki kahveden radyo sesi duyuluyordu.
Radyoda bir tango:
“İsyan edecek gönül, bırakmaz kahpe felek.”
Komutan öğleden sonra geldi. Komutanı görünce, yüreğime serin sular serpildi; bizim Hoh Behçet. Ne de olsa sınıf arkadaşı…
Hiç unutmam, bigün coğrafyacı Niyazi Bey bu Hoh Behçet’i derse kaldırmıştı. Duvarda Avrupa haritası var.
Niyazi Bey,
– Fransa’nın sınırlarını söyle! dedi.
Hoh Behçet,
– Sağında Almanya, solunda deniz, yukarısında İngiltere, aşağısında deniz var… dedi.
Coğrafyacı Niyazi Bey bu kez,
– Güneş nereden doğar, nereden batar? diye sordu.
Hoh Behçet, pencereden baktı,
– Haydarpaşa’nın üstünden doğar, Samatya’nın üstünden batar… dedi.
Hoh Behçet çok şakacı çocuktur. Kimya sınavında Zihni Bey, Behçet’in cim karnında bir nokta olduğunu bildiği için, ona çok kolay bir soru sormuş.
– Su yaz! demiş.
Behçet karatahtaya basbayağı “Su” yazmış. Zihni Bey kızmış,
– Suyun formülünü yaz, kimya dilinde su nasıl yazılır? diye bağırmış.
Sonra da Behçet’in masum koyun bakışlarına acımış; kendisi tahtaya “H2O” yazıp,
– Bunu köklerine ayır, açık formülü ile yaz! demiş.
Behçet yazamamış. Zihni Bey de tahtaya (aş o aş – HOH) diye yazmış.
– Oku bunu! demiş.
Behçet de hohlar gibi,
– Hoh! demiş.
O günden sonra adı Hoh Behçet kaldı. Ben, Hoh Behçet’i görünce gülümsedim, ilerledim, ona doğru kelepçeli ellerimi uzattım. Hoh Behçet, başını benden çevirip candarmalara,
– Kim bu? dedi.
Candarmanın biri,
– Sürgün, dedi, Istanbul’dan geldik.
– Hohh!.. Hava amma da sıcak! dedim.
Hoh Behçet, candarmaların verdiği kâğıdı imzaladı,Türün, yani götürün… Bu Hoh Behçet, sonra demokrasi tarihimizde çok önemli rol aldı. Adı gazetelere geçti. Çok yıllar sonra, memlekete demokrasinin geldiği bigün, onu Istanbul’da Galata Köprüsünde gördüm. Bu kez beni tanıdı. Boynuma sarıldı. Kendince, memlekette bozuk gördüğü pekçok işlerden yandı yakıldı. En sonunda da,
– Biz adam olmayız! dedi.
– Siz kimsiniz? dedim, yürüdüm.
Candarma komutanlığından emniyet müdürlüğüne geldik. Yaşlıca olan birinci şube müdürü, candarmanın uzattığı kâğıdı okudu. Adam önceden duymuş olacak ki,
– Hıh… dedi, işte yazık olmuş bir zekâ!.. Sen mi kaldın memleketi kurtaracak?..
– Aman efendim, dedim, çok şükür memleketin kurtulacak nesi var? Hiç de öyle bir iddiam yok!
Pencereye doğru elini uzatıp, alandaki Atatürk heykelini gösterdi,
– O, memleketi kurtarırken neredeydin? dedi.
Susmak ayıp olacağı için cevap verdim:
– Ben o zaman altı yaşında var yoktum, ya siz nerelerdeydiniz?
EK: 1948 yılında Bursa’da sürgündeydim. Aradan yirmi yıl geçmişti. Bir yurt gezisinden dönüşümde, siyasi polis, yine kendisinden birinin, yani bir siyasi polis ajanının uydurma ihbarıyla, 4 Temmuz 1967’de, beni yasadışı gözaltına alarak sekiz saat sürekli sorguya çekmişti.
Sorguya çekenlerin başı olan siyasi polis şefi, sorgu tarihinden yirmi yıl önce başımdan geçmiş ve on yıl önce de yazmış olduğum yukarıdaki olayı, yani askeri lisede öğrenciliğimde bir sınıf arkadaşımın kimya sınavında, açık su formülü HOH’u “Hoh!” diye okumuş olmasını yazmamı, bütün Türk candarma subaylarına yapılmış hakaret sayıyor ve bu türlü öykülerim yabancı dillere çevrildiği için de, benim yurdumun iç sorunlarını yabancılara jurnal ettiğimi ve yabancıların da kitaplarımı buyüzden çevirdiğini söylüyordu.
İlerde candarma subayı olacak bitek öğrencinin bir kimya formülünü bilmediğini açıklamak, bütün candarma subaylarını bilgisizlikle suçlamak olur mu hiç? Nitekim beni sorguya çeken o polis şefi de, sorgu sırasında, İsveç’in sömürgeleri olduğu için zengin ve sosyalist olduğunu söylemişti. Şimdi o polis şefinin, sınava girmiş bir ortaokul öğrencisini bile sınıfta döndürtecek orandaki bu sırılsıklam tarih ve coğrafya bilgisizliğini açıklamak, bütün Türk polislerini bilgisizlikle suçlamak mı olur!

Ateşten Bir Top

Candarmalardan kurtulmuştum. Bu, kelepçeden kurtuldum demek… Artık kelepçesiz, elimi kolumu sallayarak yürüyebilecektim. Hayır, tastamam elimi kolumu sallayarak değil, çıkınım omzumdaydı. Yanımda bir sivil polis vardı. Bu polis beni bir karakola götürüp teslim edecekti. Ben hergün, sabah akşam iki kez o karakola gidip, “Burdayım, Bursa ili sınırlarından dışarı çıkmadım” anlamına imza verecektim.
Nasıl olsa Bursa’da serbest dolaşacağıma göre, niçin Istanbul Cezaevinden Bursa’ya kadar iki candarma gözetiminde, ellerim kelepçeli olarak getirildim? Kaçacak olan, Bursa’dan da kaçar. Niçin mi? Bir yerde mantık varsa, ancak orda niçin sorusunun yanıtı da vardır. Bunun niçini yok. Ama mantıksız da olsa ille de istiyorsak bir yanıt buluruz! Herkes, her makam sorumdan kaçıp kurtulmak istiyor. Bizim başımızdan şu bela defolup gitsin de, ne cehennemin dibine giderse gitsin! Biz bikez şu adamı kelepçeleyip, paketleyip gönderelim, kurtulalım ondan, sonrası bizi ilgilendirmez.
Bürokraside sorum denilen şey, sanki bir ateşten toptur. Kendisine atılan, yanmamak için o ateşten topu bir an önce başka birisinin eline atıp ondan kurtulmak ister. Üstelik o ateşten topu yere de düşüremez; çünkü ödev kutsaldır.
Beni kelepçeleyip candarmalarla Bursa Emniyet Müdürlüğüne atanlar, bu ateş toptan kurtulup oh demişlerdi. Şimdi ateş topunu elinden başka bir ele atma sırası, emniyet müdürlüğündeydi.
Polis önde, ben arkada karakoldan girdik.
Beni getiren polis, karakolun komiserine,
– Bir sürgün… dedi, sizin karakola imza verecek!
Komiser, üzerine gerçekten bir ateşten top fırlatılmış gibi sıçrayıp,
– Niçin bu karakola geliyor? diye bağırdı, başka karakol yok mu?
Sivil polis,
– Bilmem, dedi, Müdür Bey buraya gönderdi.
– Bizim işimiz başımızdan aşkın, bir de sürgünle mi uğraşalım?..
Beni getiren polis, karakoldaki bir polise bir kâğıt imzalattı; komiserin masasına da bir yazı bırakıp gitti. Oh! O da ateşten topu elinden fırlatıp kurtulmuştu.
– Seni bana niçin gönderiyorlar yahu?
“Bilmem” anlamına dudaklarımı büktüm.
Komiser durdu, masadan aldığı kalemin sapını ağzına soktu, dilini dolaştıra dolaştıra yanağını şişirdi, düşündü düşündü, sonra,
– Sen nerde kalacaksın? dedi.
– Daha bilmiyorum… dedim.
– Allah Allah… Yahu sen nerde kalacağını bilmezsen ben mi bileceğim?
– Bu benim Bursa’ya ilk gelişim. Otellerin yerini, hangi otelde kalacağımı bilemiyorum.
– Gördün mü ya… Önce hangi otelde kalacağın belli olsun. Bakalım, senin kalacağın otel bizim bölgemizde mi? Hangi karakol bölgesindeki otelde kalacaksan o karakola gidip imza vereceksin.
Yüzü gülüyordu, ateşten topu elinden fırlatacak bir bahane bulmanın sevinciyle gülümsüyordu.
– Sen önce git, kalacağın oteli bul!
– Peki efendim… diye kapıya yönelmiştim ki,
– Nereye? diye bağırdı.
– Otel aramaya…
– Kendi kendine nasıl gidersin yahu?
Ya ateşten top uçarsa, kaçarsa? Sorumdan kurtulayım derken, ya kutsal ödevden kaçmış olursa?
Yanıma bir polis verdi. Polisle birlikte kapıdan çıkmıştık, komiser polisi geri çağırdı. Az sonra döndü polis. Sanırım komiser polise, kendi karakol bölgesi dışında bir otele beni götürmesini söylemişti.
Polisle birlikte otelleri dolaşıyoruz. Dışardan bakıyorum otele, sonra polise,
– Burası olmaz! diyorum.
Ben ucuz bir otel arıyorum. Oysa polis, kötü olduğu için beğenmediğimi sanıp beni daha iyi otele götürüyor.
– Hayır hayır, burası da olmaz…
– İsterseniz Çelik Palas’a götüreyim.
– Ben ucuz bir otel arıyorum.
Ucuz otellerin o karakol bölgesinde olduğunu, sonraları Bursa’yı gezdikçe öğrendim.
Sonunda Dağcılık Kulübünün1 karşı sırasında bir oteli gözüme kestirdim. Polisle girdik otele. Otel kâtibi polisle geldiğimi görünce ne yapacağını şaşırdı. Ateşten topu nasıl alsın eline? Otel sahibini çağırdı. Polisle otel sahibi fıs fıs konuştular. Otele kabul edilmiştim. Çıkını bıraktım odama. Polisle birlikte döndük karakola,
Komiser,
– Kaldığın otel başka karakol bölgesindedir… dedi.
Polis beni söylediği karakola götürdü. Benim için olan yazıyı bıraktı, elindeki kâğıdı imzalatıp gitti. Az sonra o karakolun komiseri odasına çağırttı. Yüzüme bisüre baktıktan sonra,
– Ben seni ne yapayım yahu? diye bağırdı.

Benzer İçerikler

YOLUN SONUNDAKİ OKYANUS-NEIL GAIMAN

yakutlu

TOLSTOY’UN GİZLİ RAPORLARINDA OSMANLI İMPARATORLUĞU

yakutlu

Kozmik Haydutlar A. C. WEISBECKER

gul

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy