Dil-Küşâ

[ad_1]

Bazı geçmişlere geç kalınır…
Geçmişin sükûta uğradıkça!

***

TANITIM

Kıvrımlı buzul sarı saçları, başındaki Fascinatör siyah şapkasına rağmen Boyacıköy yokuşunun hafif rüzgârı ile omuzlarından hareketlenip tekrar yerine konuveriyordu. Tacına iliştirilmiş tüyler rüzgârdan uçuştukça, şapkasının desenlerinden kanatlanan cennet kuşuna dönüşüyordu. Üzerinde dizlerine kadar saran siyah jarse kumaşıyla bluzan korsaj bir elbisesi vardı. Kısa japone kollarına siyah tüllü eldivenleri eşlik ediyordu. Gözlerinin yeşilliğinde kendimi uçsuz bucaksız bir bahçenin içinde bulmuştum sanki. Orada yürüyor, yürüdükçe kendimi huzura erdiriyordum. Göz bebeklerinin fazlaca yer değiştirdiğine şahit olsam da, bu bile bana cesaret veriyordu! Bu nasıl bir histi ki! Kendimi hâlâ onun gözlerinde ki bahçesinde hissediyordum! Hiç çıkamıyordum ki o bahçeden! Zaten çıkmakta istemiyordum ya! Aklım bulutların ardına kadar gidip gelse de, artık kendime gelmem gerekiyordu. Hiç bu kadar kendimi kaybetmemiştim! Ya da belki de hiç bu kadar kendimi bulmamıştım! Yanakları yanaklarıma eşlik etmeye başladığı anda başını tekrar aynı seviyeye getiriyordu! Beni çok güzel bir rüyadan uyandırır gibi, o çevresindeki ayva tüyleri çekiciliği ile dudaklarını oynatıyordu. Böyle bir duyguyu ilk defa yüreğimde hissediyordum. Yüreğim, sanki kaburga kemiklerimin arasından sıyrılıp savrulacak gibi oluyordu. Nefesim, kesik kesik sendelemeye başlıyordu…

Dil-Küşâ’nın bambaşka bir telaşeye kapıldığı gün yüzü gibi aşikârdı. Aspar ile Talay gece gündüz demeden uğraş veriyor, Alesia ise elinden geldiğince destek olmaya çalışıyordu. Bu telaşe, bir saniye bile durmak bilmeyen umut yolculuğunda, önce yerini amansız bir mücadeleye, sonrasında ise içinden çıkılmaz bir sarmala bırakıyordu. Umutların bir bir tükenmeye yüz tuttuğu bir anda, pervasızca çıkagelen kısa ceza evi hayatının sonu ise, tesadüfi karşılaşmaya sahne oluyor, böylece bir sarmalı daha yüzlerce yıllık sarmaşığın tepesine taşıyordu…

***

YIL1900

Benim YEDİM

Yaz Romanı

***

AŞK-I DİL-KÜŞA

5 TEMMUZ 1900

Maçka’da Hendese-i Mülkiye’den mezun olduktan sonra Talay ile birlikte Boyacıköy maviliklerine sandalları sıralamasıyla meşhur sandal ustası olan babamızın yanında her yaz olduğu gibi çalışmaya başlamamızın ilk günüydü. Atölye olarak kullandığı Mirgün’de ki dükkânında ilk yorucu günümüzü geçiriyor, yoğun çalışma temposundan akşam olduğunu bile anlayamıyorduk. Bu Temmuz gününün kavurucu sıcağında dükkânda ki işlerimizi bitiriyor, Mirgün sahilinden, Sultanlar tarafından Konstantiniyye’nin en temiz havasına sahip semti olarak atfettiği Kanlıca’nın tüm çıplaklığının eşliğinde ağır adımlar ile ilerliyorduk. Güneşin yüzümüze fütursuzca damgaladığı sarılıklar, gözlerimizde ki perdeleri yarıya kadar indirmemize sebep oluyordu. Maviliğin kokusunu burnumuzun en uç noktasına kadar hissediyorduk. Bir pencerenin akşam güneşine yenik düştüğü, sarılıklara yetemediği bir anı yaşıyor gibiydik. Rumların Vafeohori diye adlandırdıkları Boyacıköy yokuşuna doğru yaklaşıyorduk. Hemen yokuşun sağ başındaki Boyacıköy’ün membası olan Kanlı Kavak çeşmesinden her zamanki gibi dillere destan, leziz suyunun hayaliyle üçgen yaldızlı su tutarını çeviriyor, kurumuş dudaklarımıza ve şakağımızdan akıp giden terimize bir çare buluyorduk.

Önce bünyemizin bizi aciliyet içinde dudağımıza yönlendirmesiyle, suyun akışına karşı koyup seyrini değiştiriyor, midemize inen akışkanlığı hissederek en az seviyede suyun kendi yoluna gitmesine izin veriyorduk. Öyle susamışız ki yoluna giden suyu, damlalar halinde bile göremiyorduk. Suyu kana kana içtiğimiz anda bile göremediğimiz damlaları şakağımızdan yere doğru akarken görüyorduk. Yüzümüze, oluk oluk akan sudan çalıyor, başımızı çeşmeyle akışın arasına sıkıştırıveriyorduk. Talay, kana kana bu leziz suyu midesine indirdikten sonra, başını sıkıştırdığı yerden seslenmeyi de ihmal etmiyordu. Çeşmenin yarı boyunda seyreden başı, solundan yukarıya doğru hareketleniyordu:
“Aspar, kardeşim… İyi ki tanıdım seni…”
“Nereden çıktı şimdi bu Talay?”
“Her zaman yanımdasın… Bu bana yeter de artar bile!”
Ailesinden kalma derin yalnızlık mı, yoksa bana karşı oluşan minnet duygusu mu, anlamlandıramadığım uzunca bir sarmaldır bu. Aklımın derinliklerinin bir köşesinde yer kaplayan bu sarmal bir yana dursun, Boyacıköy’e yaklaşmak öyle heyecan verirdi ki; sıralı bahçeleri ile bezenmiş ahşap evleri, her bir yanını anılar sarmış parke taşları ve art arda birleştirilmiş sanatsal Arnavut kaldırımlarıyla huzur veren bu boğaz mahallesine, her defasında özlemle ulaşmak yüzümüzdeki anlık kırışıklıkları açığa çıkarırdı. Bu yüzümüzdeki kırışıklıklar Boyacıköy’e ulaşma gülümsemesinden başka bir şey değildi. Her zamanki gibi, Kanlı Kavağı geçince hemen sağda, Talay’a eskiden fotoğrafçı olduğundan bahsettiğim boş bir dükkânın önünde duraksıyordum. Yine Talay her zamanki gibi benimle uğraşıyordu:
“Aspar! Canım kardeşim! Yeter! Gerçekten Yeter! Bıkmadın mı aynı şeyleri tekrarlamaktan?”
“Nasıl unutabilirim? Dün gibi! Onunla, babası yokken etraftaki fotoğraflara bakar, anlamlandırmaya çalışır, güler eğlenirdik. Hele ki o hayliyle ilgimizi çeken büyükçe fotoğraf makinesinin etrafında dört döndüğümüz anlar yok mu? Yüzümüzü kadraja doğru yanaştırıp eğlenmekten kendimizi alıkoyamazdık…”
“Ne büyük âşk! Adını bile bilmiyorsun!”
“Talay sen anlayamazsın! Dükkânda ismini sormaya aklım ermese de, benim ‘yedim’ o! Hep “Yedim” diye sevdim… Kıskanma lütfen!”
“Yahu burayı terk edeli yirmi yıla yaklaşmış! Özlemini anlıyorum ama senin yeni yedilere doğru yüzmen gerekir! Yedin Mirgün’de! Denizde! Biraz yüz de kendine gel! Sana yetmez bu Kanlı Kavağın suyu!”
“Talaycığım! Seni o denize atmamı istemiyorsan susmalısın! Bunu biliyorsun öyle değil mi?”
“Aman Aspar sustum, ağzımı bile açmam bir daha! Beni her omzuna alıp denize attığın anlardan bıktım!”
“Bak ne güzel anlaşıyoruz. Aferin!”
Talay’ın hafif sesli “Tabi tabi çok iyi anlaşıyoruz!” diye mırıldandığını duysam da gülüp geçiyordum.
Talay, her zamanki gibi hevesimi kursağımda bırakmıştı. O uzunca, en tepeye doğru incelmeye başlayan Boyacıköy yokuşuna tırmanmaya koyulmuşken, Mirgün’den taşınmaya çalıştıklarını, adının Antaeus olduğunu öğrendiğimiz bir Rum aile büyüğüne rastladık. Elinde Fransız Ampir bronz renkli avize ile yokuşu tırmanmaya çalışan elli – elli beş yaşlarında ki bu aile büyüğünün arkasından da iki hanımefendi ve bir beyefendi beliriyordu. Yaşça büyük olan hanımefendinin Antaeus Bey’in hanımı olduğu aşikârdı. Ya da kendi emsali bir akrabasıydı. Diğer hanımefendi ise, bizim gibi yirmili yaşlarda olduğunu tahmin ettiğim, yüzüne güneşin sarılıklarının damgalanmasının etkisiyle güzelliğinin daha da belirginleştiği Antaeus Bey’in kızından başkası olamazdı. Kıvrımlı buzul sarı saçları, başındaki Fascinatör siyah şapkasına rağmen, Boyacıköy yokuşunun hafif rüzgârı ile omuzlarından hareketlenip tekrar yerine konuveriyordu. Tacına iliştirilmiş tüyler rüzgârdan uçuştukça, şapkasının desenlerinden kanatlanan cennet kuşuna dönüşüyorlardı. Üzerinde dizlerine kadar saran siyah jarse kumaşıyla bluzan korsaj bir elbisesi vardı. Kısa japone kollarına siyah tüllü eldiven eşlik ediyordu…

Elinde, takvimli gonglu duvar saati nerdeyse boynuna kadar uzanıyordu. Onu taşımakta zorlandığı hafif sendelemesinden belliydi. Yüzündeki yorgunluk belirtisi ile bile güzelliğine keşfedilmemiş mimikler katılıyordu. Talay, Antaeus Bey’in, “Eşim Celosia” diye tanıştırdığı yaşça büyük olan hanımefendinin elindeki Guzmanya saksısını, ben ise diğer genç hanımefendinin zorlanarak taşıdığı gonglu saati yardım etmek istediğimizi belirterek ellerinden alıp yokuşu tırmanmaya devam ediyorduk. Genç, güzel hanımefendiyle yan yana geliyor, gözleri gözlerime ilişiyordu:
“Adım Alesia. Ya sizinki?” diye sordu.
O kadar heyecanlıydım ki belki de hayatta duyduğum en güzel sözcük kulağımda yankılanıyordu: “Alesia… Alesia…” Birden saatin ağırlığına aldırmadan Alesia’nın gözlerinden gözlerimi alamıyor, yürümeye devam ediyorduk. Donakalmıştım. Gözlerinin yeşilliğinde kendimi uçsuz bucaksız bir bahçenin içinde bulmuştum sanki. Orada yürüyor, yürüdükçe kendimi huzura erdiriyordum. Hiç bu kadar kendimi kaybetmemiştim. Ya da belki de hiç bu kadar kendimi bulmamıştım! Beni çok güzel bir rüyadan uyandırır gibi, tekrardan o çevresindeki ayva tüyleri çekiciliği ile dudaklarını oynatıyordu. Tekrardan:
“Peki sizin adınız nedir?” diye sordu.
Saniyeler sonra kendime geldim:
“Benim adım da Aspar!”
“Memnun oldum, artık sizin mahallede oturacağım herhalde,” dedi.
Alesia’nın bu cümlesinden sonra bir mutluluk daha kapladı içimi. Onun bizim mahallede oturacak olması beni fazlasıyla bulutlara yakın hissettiriyordu.
“Siz hangi mahalleye taşınacaksınız?” diye sordum.
“Dil-Küşâ Sokağı” dedi.
İçimden “Allah’ım inanmıyorum, bu bizim sokak Dil-Küşâ. Belli ki iki hafta önce manolya kaplı bahçeli evden taşınan Ovlaz amcaların yerine gelmişlerdi. Demek ki Alesia’yı bir daha görebileceğim!” diye düşünürken yüzümdeki mutluluk çizgilerini saklayamıyordum.
“Yoksa sizde mi Dil-Küşâ’da yaşıyorsunuz? Belli ki çok seviyorsunuz sokağınızı? Yüzünüzde ki mutluluktan, fazlasıyla belli oluyor sokağınızı çok sevdiğiniz!”

“Şey… Evet! Evet! Çok severim sokağımızı! Çok güzeldir! Eminim siz de çok seveceksiniz!”
“Mirgün’den geliyoruz. Mahallemizde çok güzeldi, evimiz yıkılmak zorundaydı. Yeni bir ev inşa edilene kadar mecburen taşınmamız gerekti. Ama Vafeohori’de Mirgün’e çok yakın ve güzel sokakları var. Bu sokakta çok güzel. Açıkçası en azından birkaç teselli unsuru barındırıyor olması umutlandırıyor beni…”
Arkamızdan sohbetimizi bölen bir ses yükseldi:
“Alesia, önündeki ev bizim evimiz. Beyefendi saati yere bırakabilir!”
Bu ses Alesia’nın abisi Cirio’ya aitti. Beni, hiç göremediğim kadar güzel bir rüyadan uyandırmıştı. Alesia o an abisine dönüyordu:
“Aspar Bey ve arkadaşı Talay Bey’e ne kadar teşekkür etsek azdır! Doğru değil mi abi?”
Cirio durgun bir ses tonuyla mırıldanır gibi,
“Alesia haklı. Bizlere yardım ettiğiniz için sizlere teşekkür ederiz” diye geçiştirdi.
Babası Antaeus Bey ve annesi Celosia Hanım ise:
“Sizlere minnettarız. Teşekkür ederiz,” dediler. Yeni evlerinin kapısını açmadan “Meryem Ana bize huzur ve mutluluk ver…” diye duaya başlamışlardı. Biz de Talay ile Dil-Küşâ’dan ayrılıp çeşmenin yolunu tuttuk.
O gün babama, Dil-Küşâ’ya yeni taşınan Rum aileden bahsettim. Antaeus Bey’in babam ile çok eskiden beri süregelen dostluklarının olduğunu öğreniyordum:
“Antaeus, Mirgün’ün önde gelen esnaflarındandı. Onun mermer ustalığı tartışılmazdı. Bizim atölyenin karşısında ki kasap dükkânının yerinde mermer işçiliği icra ederdi. Esnaf dostluğundan öte bir dostluğumuz vardı. Aynı senle Talay gibiydik. Bir gün Kırkkilise’de Burgaz’a mermer işi çıktı ve yola koyuldu. O günden sonra yaklaşık beş sene kadar orada kaldığını duydum. Ne bir haber ne de bir neden bulamadım gitmesiyle ilgili. Sonrasında tekrardan Mirgün’e geri döndüğünde, ne ben Burgaz’da niçin kaldığını sordum, ne de o konuyu açtı. O gün bu gündür dükkânı da kapalı duruyordu. Ta ki yerine kasap dükkânı açılana kadar… Evine döndüğünde bir süre dinlenmeye çekildiğini duydum. Dil-Küşâ’ya taşınacağını da senden öğreniyorum oğlum.”
Babamın o aileyi tanıması, beni fazlasıyla ihya eden bir durumdu…
Dil-Küşâ’nın üst tarafında bulunan Çam Fıstığı sokağında terk edilmiş üç katlı bir ev vardı. İki tarafı bahçe ile çevrili, üçüncü katın dış sağ duvar yüzeyinde bulunan kuş sarayı ile ünlü, ihtişamlı bir evdi. Kış aylarında kuşların korunmak için geldiği bu sarayın içine baktığımızda, çok dar ve küçük olmasına rağmen rahat dolaşabilmeleri için yolları ve merdivenleri kullanması her zaman ilgimizi çekerdi. Bazı günler lapa lapa yağan karlı ve soğuk havalarda nasıl yaşam mücadelesi verdiklerine tanıklık ederdik. Bu evde, sarayın hemen yanı başındaki pencerelerden saksılar sarkıveriyor, çeşitli çiçeklere ev sahipliği yapma konumuna geliyordu. Talay ile elimizden geldiğince bu düzeni sürdürmeye devam ediyorduk. Girişinden en üst noktasına kadar sarmaşıklara yenik düşen bu evin içinde katlar arası ahşap merdivenler mevcuttu. Muhtemelen zamanında geniş bir ailenin hep birlikte yaşadığı yerdi. Boş vakitlerimizi geçirdiğimiz bu evi, zamanla bir düzene sokarak sahiplenmeye başladık. Artık uğrak yerimiz olan bu yerin adı hafızamızda, sokağında isminden dolayı Çam olarak kaldı. Karşısında da Talay’ın ailesiyle birlikte yaşadığı ev bulunuyordu. Yıkık, dökük haldeydi. Ne anne babası, ne de bu ev geçmişte yaşanan yangına dayanamamıştı. Tam önünde dillere destan etrafı Arnavut kaldırım taşlarıyla çevrili II. Mahmud Han Çeşmesi bulunuyordu. Çeşmeden Mirgün sahili görünüyor, denizin tüm maviliği bu çeşmenin ayaklarına kadar ulaşıyordu.

8 TEMMUZ 1900

Bir akşamüstü, iş çıkışı Çam’a girmek üzereyken, ayaküstü çeşmenin önünde Talay ile sohbet etmeye başladık. Talay, bir an gözlerini geçmişte yanan evlerine çevirdi:
“Anne… Baba… Kardeşim Aleda… Şimdi cennetten bana ve çok sevdiğiniz Boyacıköy’e özlemle baktığınızı biliyorum. Huzurla uyuyun. Ben hep sizinleyim. Siz de benimlesiniz…”
Talay’a dönüp,
“Talay, onlar seni cennetten seni bir an bile yalnız bırakmıyorlar. Yanındalar, inan bana! Biz de senin aileniz! Annem, babam ve kardeşlerim… Hele ki ben hiç bırakmam seni kardeşim…” diyordum.
“Biliyorum Aspar… Biliyorum… Her zaman ailem gibi oldunuz. Onların eksikliğini hissettirmemeye çalıştınız hep. Ama onları öyle çok özlüyorum ki anlatamam. Bir gün geleceklerini hayal etmeden duramıyorum. Hep ama hep bekleyeceğim onları…”
Gözyaşlarını silmeye başlıyordu… Sağ omzuna kolumu atıyor, sarılarak Çam’a giriyorduk. Evin üçüncü katı, Mirgün sahilini ayakları altına alıyordu. Huzur veren deniz manzarası ile penceremizin önüne konumlandırdığımız koltuklarda yerlerimizi aldık. Önceden belirlediğimiz kuralı uyguluyorduk. Pencerenin sol tarafı bana, sağ tarafı ise Talay’a aitti. Talay, gözleri hâlâ nemli olmasına rağmen her zamanki gülümsemesi ile burnunu çekerek,
“Geçen gün taşınan aile yerleşebildi mi acaba? Bir hal hatırlarını mı sorsak?” diye sordu.
“Benim de aklımdan geçiyordu Talay. Sen çok yaşa. Alesia hanım çok yorulmuş görünüyordu. Üzüldüm haline…”
“Aspar sen zaten gözlerini alamadın o hanımdan! Ne oldu senin fotoğrafçı kızı! Fazlaca bir heyecan içerisindesin bu aralar! Bu aşırı duygudan dolayı da kabına sığamıyorsun!”
“Hayır! Hayır! Benim aklım ailede kaldı! Yerleşebildiler mi evlerine tam anlamıyla acaba?”
“Hadi öyle olsun bakalım! Yarın bir uğrarız yanlarına…”
Talay, içimde ki anlam veremediğim heyecanı anlamış, hatta ağzımdan bir şeyler almaya çalışıyordu…

9 TEMMUZ 1900

Ertesi gün atölyede bitmek üzere olan bir sandalı zımparalarken elimi yaraladığımı gören babam,
“Oğlum bu ne dalgınlık? Sen de günlerdir bir şeyler var. Nedir acaba sebebi?” diye sordu.
“Şey… Yok, yok! Bir şeyim yok baba! Biraz uykusuz kalmışım da! Ondan olabilir!”
“İyi bakalım, öyle olsun oğlum!”
“Talay oğlum senin de hiç sesin çıkmıyor. Neyi var bu deli oğlanın?”
“Hiç bilmiyorum ki baba! Demek ki uykusuz kalmış. Ben de anlam veremedim!”
“Hadi bakalım size inanmış olayım!”
Akşamüstüne az bir zaman kala, sanki kalbim yerinden çıkacak gibi bir hisse kapılıyordum. Bu nasıl bir histi ki, kendimi hâlâ onun gözlerinde ki bahçe de hissediyordum. Hiç çıkamıyordum ki o bahçeden. Zaten çıkmakta istemiyordum ya! Her neyse! Fazlaca belli etmeden, üstümü değiştirmeye gidiyordum.
“Talay hadi üstümüzü giyinelim de çıkalım,” diye bağırdım.

[ad_2]

Benzer İçerikler

Çamaşırcının Kızı Küçücük

yakutlu

En Karanlık Öpücük – Gena Showalter Online Kitap Oku

yakutlu

Kalıcı Felsefe – Aldous Huxley Online Kitap Oku

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy