Mösyö Eugène-Auguste-Georges-Louis Midy
de La Greneraye Surville’e,
Kraliyet Köprüler ve Yollar İdaresi’nde mühendis,
Kayınbiraderinin sevgisinin bir belirtisi olarak.
DE BALZAC
Evde Kalmış Kız
Birçok insan kimi Fransa illerinde şöyle ya da böyle, Şövalye de Valois’lara rastlamış olabilir, çünkü bunlardan biri Normandiya’da yaşıyor, bir başkası Bourges’da bulunuyor, bir üçüncüsü 1816’da Alençon kentinde mutluluk içinde yaşamını sürdürüyordu; belki Güney’in de böyle bir şövalyesi vardı. Ancak bu kalabalık Valois ailesini sayıp dökmenin burada bir önemi yok. XIV. Louis nasıl Bourbon ailesindense, aralarında kuşkusuz Valois ailesinden olanları bulunan tüm bu şövalyeler birbirlerini o kadar az tanıyorlardı ki, birilerinden ötekilere söz etmek gerekmiyordu. Zaten tümü Bourbon’ları Fransa tahtında tam bir rahatlık içinde bırakıyordu, çünkü Valois’lı denen Orléans’lıların ilk kolunda erkek vâris bulunmadığı için IV. Henri’nin kral olduğu elbette açıktır. Bugün var olan Valois’lar IX. Charles ile Marie Touchet’nin oğlu, Angoulême Dükü Charles de Valois soyundan gelmektedir. IX. Charles ile Marie Touchet’nin soyları, aksi tanıtlanmadıkça, Rahip de Rothelin ile sona ermiş; II. Henri soyundan gelen Valois-Saint-Rémy’ler de kolye olayına[1] adı karışmış ünlü Lamothe-Valois ile son bulmuştur.
Verilen bilgiler doğru ise bu şövalyelerin her biri, Şövalye d’Alençon gibi uzun boylu, zayıf, serveti olmayan yaşlı bir soylu idi. Şövalye de Bourges göç etmiş, Şövalye de Touraine gizlenmiş, Şövalye d’Alençon ise Vendée’de savaşmış, biraz da ayaklanmıştı. Bu şövalyenin gençliğinin büyük bir bölümü Paris’te geçmiş, burada Devrim onu otuz yaşında kadınların gönlünü fethetmelerinin ortasında ansızın yakalamıştı. İlin yüksek aristokrasisi tarafından gerçek bir Valois olarak kabul edilmiş olan Şövalye de Valois d’Alençon, aynı adı taşıyanlar gibi kusursuz davranışlarıyla kendisini belli ediyor ve seçkin biri gibi görünüyordu. Her gün kentte akşam yemeği yiyor ve her akşam oyun oynuyordu. XV. Louis ve Devrim’in ilk günleri ile ilgili bir sürü fıkra anlatıyor, kusurlarından biri olan bu huyu sayesinde çok nükteci olarak geçiniyordu. Bu küçük öykülerin, ilk kez işitildiklerinde oldukça iyi dile getirilmiş oldukları düşünülüyordu. Şövalye de Valois’nın zaten kişisel nüktelerini yinelememek ve aşklarından hiç söz etmemek gibi bir özelliği vardı; ama ince davranışları ve gülümsemeleri pek hoş patavatsızlıklara da yol açıyordu. Bu yaşlı adam Voltaire’ci yaşlı soyluların hiçbir zaman kilisede duaya gitmeme ayrıcalığını da kullanıyordu, kraliyet davasına bağlılığı göz önünde tutularak, dinsizliğine karşı da aşırı bir hoşgörü gösteriliyordu. En çok göze çarpan ince davranışlarından biri, kuşkusuz Molé’yi[2] taklit ederek, XV. Louis’nin saltanatının son zamanında güzelliğiyle ün salmış, gönül çekici bir Macar kadını olan Prenses Goritza’nın portesiyle süslü eski bir altın kutudan enfiye alma biçimi idi. Gençliğinde bu ünlü yabancı kadına bağlanmıştı ve ondan her zaman heyecanla söz ediyordu; onun yüzünden Mösyö de Lauzun’le[3] dövüşmüştü. O zamanlar neredeyse elli sekiz yaşında iken, elli yaşında olduğunu söylüyor ve bu masum aldatmacada bir sakınca görmüyordu, çünkü zayıf ve sarışın insanlara özgü avantajlar arasında, erkekleri olduğu kadar kadınları da yaşlı görünmekten kurtaran o boylu boslu, genç halini koruyordu. Evet, biliniz ki tüm yaşam ya da yaşamın ifadesi olan her türlü incelik, boylu boslu olmakta yatar. Şövalyenin özellikleri arasında, doğanın kendisine bahşettiği haşmetli burnu saymak gerekir. Bu burun solgun bir yüzü, belirgin bir biçimde, birbiriyle ilişkisi yokmuş gibi görünen ve sindirim sırasında yalnızca biri kızaran iki bölüme ayırıyordu. Olay, fizyolojinin insan yüreğiyle bu kadar ilgilendiği bir zamanda dikkate değerdir. Kızarma sol tarafta oluyordu. İnce uzun bacaklarına karşın, Mösyö de Valois’nın zayıf bedeni ve soluk teni güçlü bir sağlık durumunu ortaya koymuyor, ama o yine de bir dev gibi, oburca yemek yiyor ve kuşkusuz bu aşırı iştahını haklı göstermek için, taşrada sıcak karaciğer hastalığı olarak anılan aşırı iştah verici bir hastalığı olduğunu ileri sürüyor, kızarmasına neden olan koşul da savlarını destekliyordu; ne var ki, yemeklerin otuz ya da kırk çeşitten oluştuğu ve dört saat sürdüğü bir ülkede şövalyenin midesi Tanrı’nın bu iyi kente bahşettiği bir lütfa benziyordu. Kimi hekimlere göre, yüzün sol yanında ortaya çıkan bu sıcaklık olağanüstü bir yüreğin belirtisiydi. Şövalyenin çapkınlıklarla dolu yaşamı bu bilimsel savları doğruluyor, bunların sorumluluğu da, bereket versin, tarihçilere yüklenmiyordu. Bu belirtilere karşın, Mösyö de Valois’nın sinirli, dolayısıyla da canlı bir bünyesi vardı. Eski bir sözü kullanarak söylersek, karaciğeri kızışırsa, yüreği de o ölçüde yanıyordu. Yüzünde kimi kırışıklıklar görülüyorsa, saçları gümüş renginde ve parlaklığında ise, bilgili bir gözlemci bunlarda tutkunun, zevkin izlerini görmüş olabilirdi. Gerçekten de, kaz ayağı denen, göz kenarında birbirine yaklaşan şakaktaki üç kırışıkla, saray merdivenleri denen yanaktaki enlemesine izler, Kythira sarayında pek değer verilen o zarif kırışıklıkları belirtiyordu. Kendini kadınlara beğendirmeye çalışan bu şövalyede her şey onun Don Juan (ladie’s man) davranışlarını ortaya koyuyordu. Yıkanıp temizlenme konusunda o kadar titizdi ki, insan yanaklarını görmekten zevk alıyordu; bu yanaklar harika bir suyla ovulmuşa benziyorlardı. Kafasının saçlarının örtmeyi kabul etmediği bölümü fildişi gibi parlıyordu. Saçları gibi kaşları da tarağın sağladığı düzgünlükle ona gençlik havası veriyordu. Zaten o kadar beyaz olan cildi gizli bir nedenle aşırı derecede daha da beyazlaşmış gibi görünüyordu. Şövalye koku sürünmese de sanki çevresini serinleten bir gençlik parfümü yayıyordu. Aşırı kibar, nazik bir kadının elleri gibi bakımlı soylu kişi elleri, güzel kesilmiş pembe tırnaklarıyla dikkati çekiyordu. Kısacası, o koskocaman, dolma gibi burnu olmasaydı, şövalye bir bebeği andırırdı. Bu portreyi bir bayalığı açığa vurarak bozmaya karar vermek gerekiyor: Şövalye kulaklarını pamukla tıkıyor, bunlara hem de çok güzel bir şekilde yapılmış, zenci başı şeklinde küçük pırlanta küpeler takıyor, ama kulaklarının delinmesinden bu yana yarım başağrılarından kurtulduğunu söyleyerek bu tuhaf uzantıları haklı göstermeye oldukça önem veriyordu: Yarım başağrıları çekmişti. Şövalyeyi kusursuz bir adam sanmıyoruz; ama yüreğinin yüzüne bunca kan gönderdiği yaşlı bekâr erkeklerin belki birtakım yüce gizlere dayalı o güzelim gülünçlüklerini bağışlamak gerekmiyor mu? Zaten şövalye de Valois zenci başı şeklindeki küpelerini o kadar başka inceliklerle bağışlatıyordu ki, toplumun zararı yeterince karşılanmış oluyordu kuşkusuz. Yaşını gizlemek ve tanıdıklarının hoşuna gitmek için gerçekten çok uğraşıyordu. Önce iç çamaşırlarına gösterdiği aşırı özeni belirtmek gerekiyor; bu, giyim kuşam konusunda kusursuz insanların bugün gösterebilecekleri tek kibarlıktır; şövalyenin giyimi her zaman aristokratlara özgü bir incelik ve beyazlıkta idi. Giysileri ilgi çekecek derecede temiz olsalar da, her zaman eskiydiler, ama ne lekeleri ne de kırışıklıkları vardı. Giysilerin korunması, şövalyenin bu konuda modaya karşı ilgisizliğini fark edenlerin gözünde başarılması çok güç bir şey sayılıyordu; şövalye, işi Galler Prensi tarafından icat edilmiş bir özenti olan, giysileri camla aşındırmaya kadar götürmüyor, ama yüksek İngiliz kibarlığının ana çizgilerini izlemek için, Alençon’lular tarafından pek takdir edilemeyecek kişisel bir kendini beğenmişlik de göstermiyordu. Dünya, kendisi için bunca masrafa girenlere karşı saygı borçlu değil midir? Bunda kötülüğe iyilikle karşılık vermeyi buyuran İncil’in en güç ilkesinin yerine getirilmesi söz konusu değil midir? Kişisel bakımındaki bu temizlik, bu özen şövalyenin mavi gözlerine, fildişi gibi beyaz dişlerine ve sarışınlığına çok uyuyordu. Ancak, bu emekliye ayrılmış Adonis’in tavırlarında erkeksi hiçbir şey yoktu ve çapkınlık konusundaki askerlik hizmetinin neden olduğu yıkımları gizlemek için allık kullanıyormuş gibi görünüyordu. Kısacası, şövalyenin sesi, onun o sarışın zarafetinin tam karşıtı gibiydi. İnsan yüreğinin kimi gözlemcilerinin düşüncesine katılmayıp şövalyenin burun sesine sahip olduğunu düşünmedikçe, bu organı sizi gür ve abartılı seslerle
şaşırtabilirdi. Bu sesin tınısı, tenorla bas arası güçlü seslerin yoğunluğuna sahip olmaksızın, İngiliz kornosunun o sağlam ve tatlı, güçlü ve yumuşacık tonlarını akla getiren gür bir ses genişliği ile hoşa gidiyordu. Şövalye, kimi monarşi yanlılarının hâlâ bırakmadığı gülünç giyim kuşamdan vazgeçmiş ve açıkça moderleşmişti. Her zaman düğmeleri yaldızlı bir kahverengi ceketle, bir tür mat ipekli kumaştan, altın tokalı bir pantolonla, işlemesiz beyaz bir yelekle, yakasız bir gömleğe sıkıca bağlı bir kravatla görünüyordu; bu bağlama şekli eski Fransız giyim tarzının son kalıntısıydı ki, bundan vazgeçemediği için arpalık sahibi papazlara özgü boynunu da gösterebiliyordu. Ayakkabıları da bugünkü kuşağın hiç anımsamadığı, cilalı siyah deri üstüne yerleştirilmiş kare şeklinde altın tokalarla kendilerini gösteriyordu. Şövalye yelek ceplerinin her birinden paralel şekilde sarkan iki saat zinciri de taşıyordu; bu da Direktuvar döneminde züppe delikanlıların beğendikleri on sekizinci yüzyıl modasının bir kalıntısıydı. İki yüzyılı birbirine bağlayan bu geçici dönem kıyafetini, Molé’nin son öğrencisi Fleury öldüğü gün Fransız tiyatro sahnesinde gizi kaybolmuş olan, markilere özgü bir incelikle taşıyordu şövalye. Bu yaşlı adamın özel yaşamı görünüşte tüm bakışlara açıktı, ama gerçekte gizemli idi. Cours Sokağı’nda, kentin en çok rağbette olan, çok nitelikli çamaşırcısı Madam Lardot’ya ait bir binanın ikinci katında, daha fazlasını söylemeyelim, mütevazı bir dairede oturuyordu. Bu durum çamaşırlarına gösterdiği aşırı özeni açıklıyordu. Talihsizliğe bakın ki Alençon halkı bir gün şövalyenin her zaman soylu bir kişi gibi davranmadığına ve yaşlılığında Césarine adında bir kadınla gizlice evlendiğine inanabildi; kadın, yüzsüzlük edip çağrılmadan gelen bir çocuğun annesiydi.
— Şövalye, diyordu bunun üzerine Mösyö du Bousquier adında biri, kendisine o kadar uzun süre ütüsünü ödünç vermiş olan kadınla evlenmişti.
Bu korkunç iftira o soylu nazik adama yaşlılık günlerinde öyle üzüntü vermişti ki, şimdi onu uzun süre beslediği ve uğrunda çok özveride bulunduğu bir umudu yitirmiş durumda bulacağız. Madam Lardot Şövalye de Valois’ya evinin ikinci katındaki iki odayı yılda yüz frank gibi küçük bir para karşılığında kiralıyordu. Akşam yemeklerini her gün kentte yiyen bu saygın soylu adam ancak yatmak üzere eve dönüyordu. Dolayısıyla tek masrafı yemek masrafıydı; yemeği de her zaman bir fincan sıcak çikolata, yanında tereyağı ve mevsim meyvelerinden oluşuyordu. Yalnızca kışın en soğuk günlerinde, özellikle de yataktan kalkma zamanında ateş yakıyordu. Saat on birle dört arasında gezintiye çıkıyor, gazete okumaya gidiyor ve ziyaretlerde bulunuyordu. Alençon’a yerleşir yerleşmez de servetinin altı yüz frank ömür boyu gelirden ibaret olduğunu bildirerek yoksulluğunu soyluca itiraf etmişti. Bu gelirin eski zenginliğinden kalan tek şey olduğunu ve gelir senedi kendisinde bulunan eskiden tanıdığı bir iş adamının bu parayı dörtte birlik miktarlar halinde ona gönderdiğini söylüyordu. Gerçekten de, kentin bir bankacısı her üç ayda bir şövalyeye Châtelet’deki[4] savcıların sonuncusu olan Parisli Mösyö Bordin tarafından gönderilen yüz elli frankı ödüyordu. Herkes bu ayrıntıları, şövalyenin itirafta bulunduğu ve kendisinden büyük gizlilik istediği ilk kişiden öğrendi. Mösyö de Valois mutsuzluğunun meyvelerini topladı: Alençon’un en seçkin ailelerinin evlerindeki sofralarda yerini aldı ve tüm gece toplantılarına davet edildi. Kumarbaz, konuşkan, sevimli ve seçkin adam yetenekleri o kadar çok beğenildi ki, kenti iyi tanıyan bu şövalye olmasa, sanki her şey eksik kalacakmış gibi görünüyordu. Ev sahibi beyler ve hanımefendiler onun onaylayan yüz hareketlerine gereksinim duyuyordu. Genç bir kadın bir baloda bu yaşlı adamın kendisine, “Ne kadar güzel giyinmişsiniz!” dediğini duysa, rakibesinin umutsuzluğa kapılmasından çok, bu övgüden mutlu oluyordu. Mösyö de Valois eski dönemin kimi sözcüklerini iyi telaffuz edebilen tek kişiydi. Canım, cicim, canikom, kraliçem gibi sözcükler, 1770 yılının tüm küçültmeli aşk sözcükleri, şövalyenin ağzında dayanılmaz bir incelik kazanıyorlardı; ayrıca adamın abartmalı sözler söylemekte de bir üstünlüğü vardı. Cimrice yaptığı iltifatlarla yaşlı kadınların gözüne giriyordu. Bu iltifatlar herkesin, hatta gereksinim duymadığı yönetimdeki erkeklerin bile hoşuna gidiyordu. Kumardaki tutumu kendisine her yerde dikkati çektirecek ölçüde kibarca idi. Hiçbir zaman şikâyet etmezdi; kumarda kaybeden rakiplerini överdi; oyunu daha iyi oynama biçimini göstererek oyun arkadaşlarını eğitmeye girişmezdi; kâğıt dağıtma sırasında o iğrenç tartışmalar başladığında, şövalye, Molé’ye özgü bir hareketle enfiye kutusunu çıkarıp üstündeki Prenses Goritza portresine bakıyor, ağırbaşlılıkla kutunun kapağını kaldırıyor, aldığı bir tutam enfiyeyi ovuşturuyor, eliyor, toz haline getiriyor, küme yapıyor; sonra kâğıtlar dağıtılınca, onu burun deliklerine doldurmuş ve prensesi yeniden yeleğine yerleştirmiş oluyordu; ama her zaman sol cebine! Küçümseyici bir sessizlikle anlaşılmayacak bir iğneleme arasındaki bu tavrı ancak iyi yüzyılın (büyük yüzyılın tersine) bir soylu kişisi icat etmiş olabilirdi. Şövalye oyundaki beceriksiz kişileri oldukları gibi kabul ediyor ve onlardan yararlanmayı biliyordu. Hayran olunacak o değişmeyen mizacı, birçok kimsenin onun için, “Şu şövalye de Valois’ya da hayranım!” demesine yol açıyordu. Konuşması, davranışları, adamın her şeyi, bedeni gibi sarışındı sanki. Erkekleri de kadınları da gücendirmemeye dikkat ediyordu. Beden kusurlarına olduğu kadar zekâ kusurlarına karşı da hoşgörülüydü, taşra yaşantısının küçük sıkıntılarını kendisine anlatanları, Prenses Goritza’nın yardımıyla, sabırla dinliyordu: Sözgelimi, öğle yemeğindeki iyi pişmemiş yumurta, sütü kesilmiş kahve, sağlıkla ilgili gülünç ayrıntılar, sıçrayarak uyanmalar, düşler, ziyaretler gibi. Şövalyenin kendini başkasına acıyormuş gibi gösteren baygın bakışları, alışılmış bir duruşu vardı; bunlar sayesinde hoşa giden bir dinleyici oluyordu. Yerinde ve zamanında olarak, sözlerine çok tatlı bir şekilde bir Ah! bir Ya! bir Nasıl yaptınız ki? ekliyordu. Şövalye öldü, ama onun Prenses Goritza ile yaşadığı aşk masalının en ateşli bölümlerini böyle bir yığın budalaca şey sürdükçe aklından çıkardığını hiç kimse düşünmedi. Sönmüş bir duygunun topluma yapacağı hizmetler hiç düşünüldü mü? Aşkın ne kadar toplumcul ve yararlı olduğu hiç düşünüldü mü? Bu belki, sürekli kazanmasına karşın, şövalyenin neden hâlâ kentin şımarık çocuğu olduğunu açıklayabilir, çünkü bir oyun salonundan yaklaşık on frank kazanmadan hiç ayrılmıyordu. Zaten miktarını yüksek olarak belirttiği kayıpları da çok enderdi. Onu tanımış olanların tümü hiçbir yerde, Torino Mısır Müzesi’nde bile, bu denli kibar bir mumyaya rastlamamışlardı. Dünyanın hiçbir ülkesinde asalaklık bu denli hoş şekillere bürünmemişti. En yoğun bencillik bu soylu adamda olduğundan daha iyilikçi ya da daha az kırıcı görülmemişti asla; şövalye sadık bir dostluğa değerdi. Bir kimse, Mösyö de Valois’nın evine gelip de ondan onu tedirgin edebilecek küçük bir hizmette bulunmasını rica edecek olsa, bu kimse şövalyeye vurulmadan ya da özellikle onun bu işte elinden bir şey gelemeyeceğinden ya da karışarak bu işi berbat edeceğinden emin olmadan bu evden ayrılmazdı.
Şövalyenin şüpheli yaşantısını açıklamak için, Gerçek’in, bu acımasız sefihin, boğazına sarıldığı tarihçinin, son zamanlarda, o sıkıcı görkemli Temmuz günlerinden sonra, Mösyö de Valois’nın kumarda kazandığı paranın her üç ayda yaklaşık yüz elli ekü’yü bulduğunu ve kurnaz şövalyenin olumlu şeyleri seven bir ülkede yoksul görünmemek için ömür boyu gelirini kendi kendisine göndermek cesaretini gösterdiğini Alençon halkının öğrendiğini söylemesi gerekir. Dostlarından birçoğu (adam ölmüştü, bunu not ediniz) inatla karşı çıktıkları bu durumu, Şövalye de Valois’yı liberallerin iftira ettiği saygın ve değerli bir soylu olarak kabul edip, uydurma diye nitelediler. Kurnaz kumarbazlar için ne mutlu ki, oyun salonlarındaki izleyiciler içinde onları destekleyenlere rastlanıyor. Bir haksızlığı haklı göstermekten
utanan bu hayranlar bu haksızlığı korkmadan yadsıyorlar;onları inatçılıkla suçlamayın; onların kendilerine saygıları vardır; hükümetler, yenilgilerinin Te Deum duasını okumadan, ölülerini geceleyin gömmek gibi bir özelliği onlara örnek gösteriyorlar. Zaten Şövalye de Gramont’un kendisine değer vermesine, Baron de Fæneste’in gülümsemesine, Marki de Moncade’ın elini sıkmasına yol açabilecek bu kurnazlığı göstermekte sakınca görmemişse, şövalye bu yüzden daha az sevimli bir çağrılı, daha az nükteci bir adam, daha az değişmez bir kumarbaz mıydı, Alençon kentine keyif veren hayran olunacak bir öykücüden daha mı azıydı? Zaten elindelik yasalarına uyan bu eylem bir soylu kişinin kibar davranışlarına ne açıdan aykırı idi? Bunca insan başkalarına ömür boyu gelirler sağlamak zorunda kalırken, insanın bir geliri de kendi isteğiyle en iyi dostuna bırakmasından daha doğal ne vardır? Ama Laios öldü…[5] On beş yıl kadar süren bu yaşam biçiminin sonunda şövalye on bin küsur frank biriktirmişti. Söylediğine bakılırsa, Bourbon’ların dönüşünde, eski dostlarından biri olan ve krallık maiyet süvarileri (kara atlılar) içinde eskiden teğmenlik yapmış bulunan Marki de Pombreton, göç etmesi için kendisine ödünç vermiş olduğu bin iki yüz pistolü (altın parayı) iade etmişti. Bu olay heyecan yarattı, daha sonra kimi göçmenler tarafından kullanılan borç ödeme şekli üzerinde Le Constitutionnel adlı günlük gazetenin icat etmiş olduğu şakalara karşı gösterildi. Biri Marki de Pombreton’un şövalyeye göstermiş olduğu bu soylu davranışından söz ettiğinde, zavallı adam kulaklarına kadar kızarıyordu. O zaman herkes bu servet kalıntısını nasıl kullanması gerektiği konusunda para babalarına danışmaya giden Mösyö de Valois adına seviniyordu. Restorasyon’un geleceğine güvenerek, parasını Devlet Alacaklıları Listesi’ne kaydettirip 56 frank 25 santim gelirli devlet borç senetlerine yatırdı. Kendisini tanıyan de Lenoncourt, de Navarreins, de Verneuil, de Fontaine ve La Billardière gibi soylular, söylediğine göre, ona kralın has hazinesinden yüz franklık bir emekli maaşı sağlamış ve Saint-Louis nişanını göndermişlerdi. Unvanı ve niteliği ile ilgili bu iki görkemli sunuyu yaşlı şövalyenin hangi yolla elde ettiği hiçbir zaman bilinmedi; ancak Saint-Louis nişanı ona Batı Katolik Orduları’ndaki hizmetlerinden ötürü emekli albay unvanı verilmesine olanak sağlıyordu. O düşsel ömür boyu gelirindenden başka, ki bunu artık kimse merak etmedi, şövalye gerçekten de bin franklık bir gelire sahip oldu. Bu iyileşmeye karşın, yaşamında ve davranışlarında hiçbir değişiklik yapmadı, yalnızca nişanının kırmızı şeridi kahverengi giysisinin üstünde çok güzel durdu ve sanki bu soylu kişinin yüz ifadesini tamamladı. 1802’den başlayarak, şövalye mektuplarını oldukça kötü kazınmış, eski bir altın mühürle kapatıyordu; ama Castéran’lar, d’Esgrignon’lar, Troisville’ler bu mührün soldan sağa eğik olarak iki paralel zıhla ikiye bölünmüş ve haç şeklinde uç uca gelen, her birinin ortasında eşkenar dörtgen şeklinde küçük bir delik bulunan, altın sarısı renginde beş eşkenar dörtgen süslemeli Fransız arması taşıdığını görebilirlerdi. Armanın tümünün üstünde, siyah renkli bir başlık bölümü, bu zeminin üstünde ise kolları uçlarında çukurlaşarak genişleyen haç şeklinde gümüş renkli süsleme; damga olarak şövalye kaskı resmi, döviz olarak da VALEO[6] yazısı vardı. Valois’ların bu sözde piçi, bu soylu armalarla dünyanın tüm kraliyet arabalarına binmeliydi ve binebilirdi. Birçok insan bu yaşlı bekârın iyi oynanmış boston, reversi, whist, piket adı verilen iskambil oyunları, tavla oyunları, iyi sindirilmiş akşam yemekleri, buruna incelikle enfiye çekmeler ve dingin gezintiler ile dolu tatlı yaşamına imrendi. Neredeyse tüm Alençon bu yaşamı ciddi tutkulardan ve çıkarlardan uzak sanıyordu. Ama hiçbir insanın, şövalyeye imrenenlerin ona yakıştırdıkları kadar basit bir yaşamı yoktur. En ücra köylerde insan yumuşakçalar, görünüşte ölü rotiferalar keşfedeceksiniz; bunlar pulkanatlılara ya da kavkıbilime tutkundurlar ve kim bilir hangi kelebekler ya da concha Veneris[7] için kendilerini paralarlar. Şövalyenin yalnızca kabukları yoktu, o ayrıca Sixte-Quint’e[8] layık derin bir düşünceyle ardına düştüğü tutkulu bir arzu da besliyordu: Zengin bir evde kalmış kızla evlenmek istiyordu; niyeti kuşkusuz Saray’ın yüksek çevrelerine yaklaşmak için bunu kendine bir basamak yapmaktı. O çok güzel giyiminin ve Alençon’da bulunmasının gizi burada yatıyordu.
Şövalye, bir çarşamba günü erkenden, kendi deyimiyle, 16 yılı ilkyazının ortasına doğru, yeşil eski damaskodan çiçekli robdöşambrını giymekte iken, kulakları pamukla tıkalı olmasına karşın, merdiveni çıkan bir genç kızın hafif ayak seslerini duydu. Az sonra kapısına yavaşça üç kez vuruldu; ardından, yanıt beklemeden, güzel bir insan yaşlı bekârın evine yılanbalığı gibi kayarak giriverdi.
— Ah! Suzanne, sen misin? dedi Şövalye de Valois, kayışın üstünde usturasını bilemeye devam ederek. Burada ne işin var, seni gidi şeytan çekici cici kız?
— Sizi hem sevindirecek hem de üzecek bir şey söylemeye geldim.
— Césarine’le mi ilgili?
— Sizin o Césarine’iniz hiç umurumda değil! dedi kız, hem şakacı, hem ciddi, hem de aldırmaz bir tavırla. Komik serüveni bu romandaki başlıca kişilerin yazgısı üzerinde büyük bir etkisi olacak bu hoş Suzanne, Madam Lardot’nun yanında çalışan bir işçi kızdı. Madam Lardot’nun firması hakkında birkaç söz söyleyelim. Atölyeler tüm zemin katı işgal ediyordu. Küçük avlu, işlemeli mendilleri, geniş ve işlemeli yakalıkları, kolsuz korsajları, kollukları, göğüs kısmı dantelli gömlekleri, kravatları, dantelleri, işlemeli giysileri, kentteki en iyi evlerin her türlü ince çamaşırlarını at kılından iplere sermek için kullanılıyordu. Şövalye, genel tahsildarın eşinin kolsuz korsajlarının sayısına bakarak, adamın çevirdiği entrikaların listesini tutabildiğini ileri sürüyordu; çünkü kolsuz korsajlar ve geniş, işlemeli yakalıklar ile bağıntılı olarak göğsü işlemeli gömlekler ve kravatlar da vardı. Şövalye kent randevularının hesabını bu bir tür çift taraflı muhasebe yöntemiyle tutarak her şeyi tahmin edebildiği halde hiçbir zaman yersiz ve gereksiz bir davranışta bulunmadı, bir ticarethaneyi kapattırabilecek hiçbir iğneleyici söz söylemedi (ince zekâlıydı!). Bu yüzden Mösyö de Valois’yı üstün davranışlı, ama yetenekleri birçok başkalarınınki gibi dar bir çevre içinde kaybolmuş bir insan sanacaksınız. Ancak, nihayet bir erkek olduğu için, o, kadınları titreten kimi dokunaklı bakışlar fırlatmakta sakınca görmüyordu; bununla birlikte kibarlığının ne kadar derin olduğunu, sevimli zayıflıklara karşı ne kadar sempati beslediğini kabul ettikten sonra, tüm kadınlar onu sevdiler. Başmakastar, Madam Lardot’nun işlerinin yöneticisi, insanı korkutacak kadar çirkin, kırk beş yaşındaki evde kalmış kız, şövalye ile kapı komşusuydu. Üstlerinde yalnızca, kışın çamaşırların kurutulduğu tavan arası vardı. Her daire, tıpkı şövalyeninki gibi, biri sokağa, diğeri avluya bakan iki odadan oluşmaktaydı. Şövalyenin altındaki dairede, Madam Lardot’ın büyükbabası, yaşlı bir felçli oturuyordu; adam Grévin adında eski bir korsan kaptanıydı, Amiral Simeuse komutasında Hindistan’da hizmet etmişti ve sağırdı. Madam Lardot’ya gelince; o, birinci kattaki öteki dairede oturuyordu, soylu kişilere karşı öyle büyük bir zaafı vardı ki, şövalye söz konusu olduğunda adeta körleşebiliyordu. Onun gözünde Mösyö de Valois her şeyi iyi yapan mutlak bir hükümdardı. Yanında çalışan işçi kızlardan biri şövalyeye mal edilen bir mutluluktan dolayı suçlanacak olsa, Madam Lardot şöyle derdi: “Adam o kadar sevimli ki!” Bu ev, tüm taşra evleri benzeri, içinde olup bitenler saklanılamayan bir sırça köşk idiyse de, Mösyö de Valois’ya göre bir hırsız yuvası gibi sır vermeyen bir yerdi. Atölyedeki entrikaların doğuştan sırdaşı olan şövalye, o dişi kediciklerine bir şeyler vermede
çoğu zaman açık duran kapının önünden geçmezdi: Bunlar çikolata, bonbon, kurdele, dantela, altın sarısı renginde bir haç, yani işçi kızların bayıldıkları her türlü ıvır zıvırdı. Bu yüzden bu kızcağızlar şövalyeye hayrandı. Kadınlarda bir içgüdü vardır ki, bu sayede yalnızca eteklik giydikleri için onları seven, yanlarında oldukları için mutlu olan ve çapkınlıklarından budalaca yarar beklemeyi hiçbir zaman düşünmeyen erkekleri keşfederler. Kadınlar bu bakımdan köpeklere özgü koku alma yetisine sahiptir; köpek bir toplulukta doğrudan doğruya hayvanları kutsal sayan insanın yanına gider. Zavallı Şövalye de Valois’da kendini bildi bileli duyduğu, eskiden büyük soylu kişinin ayırıcı özelliği olan, kadınları koruma gereksinimini koruyordu. Randevuevi sistemine hep bağlıydı; kadınları, her zaman iade edebildikleri için almayı iyi bilen o biricik varlıkları, zenginleştirmekten hoşlanıyordu. Öğrencilerin okul çıkışında bir simge bulmaya ya da mitler seçmeye çalıştıkları bir dönemde, hiç kimsenin henüz on sekizinci yüzyıl kızlarını ele almamış olması tuhaf değil midir? Bu on beşinci yüzyılın turnuvası değil miydi? 1550’de şövalyeler kadınlar için dövüşüyorlar, 1750’de metreslerini Longchamp’da[9] gösteriyorlardı, bugün atlarını koşturuyorlar; tüm çağlarda soylu kişi yalnızca kendine özgü bir yaşam biçimi yaratmaya çalışmıştır. On dördüncü yüzyılın uzun ve kıvrık burunlu ayakkabıları on sekizinci yüzyılın soylu kişilerinin giydikleri yüksek kırmızı topuklu ayakkabılara dönüşmüştür, metreslerin lüksü ise, 1750’de gezgin şövalyelik duygularının gösterişine benzer bir gösterişti. Ama bizim şövalye artık bir metres için varını yoğunu yitiremezdi! Açık bonolara sarılı bonbonlar yerine, bir torba içinde halis kurabiyeler sunuyordu kibarca. Alençon kentinin şanı için söyleyelim, bu kurabiyeler vaktiyle Duthé’nin[10] Kont d’Artois’dan altın kaplama gümüş bir tuvalet masası ya da bir şatafatlı araba aldığı sıradaki sevincinden daha büyük bir sevinçle kabul ediliyorlardı. Tüm bu işçi kızlar Şövalye de Valois’nın düşmüş görkemini anlamışlardı ve ona karşı duydukları içsel yakınlığı derin bir giz olarak saklıyorlardı. Kentte kimi evlerden Şövalye de Valois hakkında kendilerine sorular sorulduğunda bu soylu adamdan ciddi bir şekilde söz ediyor, onu yaşlı biri gibi gösteriyorlardı; şövalye, yaşantısı tam bir kutsallık örneği olan saygın bir beyefendiye dönüşüyordu; ama evde papağanlar gibi onun omzuna konabilirlerdi. Şövalye, çamaşırcı kadınların gittikleri evler konusunda anlattıklarını öğrenmekten hoşlanırdı; kısacası bu kadınlar sabahları gelip ona Alençon’la ilgili dedikoduları aktarırlardı; şövalye onlara jüponlu gazetelerim, canlı makalelerim derdi; Mösyo de Sartines’in[11] hiçbir zaman hem bu kadar zeki, hem de bu kadar ucuz ve aklında bunca namussuzluk olup da bunca namusu korumuş casusları olmadı. Şövalyenin yemek yediği sırada çok mutlu biri gibi eğlendiğini not ediniz.
Gözdelerinden biri olan Suzanne espriliydi, gözü yükseklerdeydi, içinde Sophie Arnould[12] yeteneği taşıyordu. Zaten ressam Tiziano’nun, fırçasına bir Venüs resmi yapmak üzere yardım etsin diye, bir siyah kadife halı üstünde poz vermeye bir gün davet edeceği en güzel kibar fahişe kadar güzeldi; ancak yüz hatları, gözlerinin ve alnının çevresinde ince ise de, aşağı bölümde herkeste görülen o sıradan hatlar, güzelliğine gölge düşürüyordu. Burada söz konusu olan, Normandiyalı kadınlara özgü kusursuz, etine dolgun güzellikti, Farnese Herkülü’nün[13] kasları ile birleştirilmesi gereken, Rubens’in resimlerindeki vücuttu; ama Apollon’un çekici kadını Venüs’ün, Medici’ler Venüsü’nün[14] güzelliği söz konusu değildi.
— Haydi, yavrum! Bana şu küçük ya da büyük serüvenini anlatsana.
Paris’ten Pekin’e kadar şövalyenin ayırt edilmesini sağlayacak olan, onun işçi kızlara karşı o tatlı babaca davranışlarıydı; bu kızlar ona eski zaman kızlarını, on sekizinci yüzyılın haydi haydi üçte birlik bölümünde Avrupa çapında ün salmış olan ünlü opera kraliçelerini anımsatıyorlardı. Büyük şeyler gibi, Cizvitler ve korsanlar[15] gibi, Abbés denen tarikatlar, Traitants denen sahte vergi toplayıcıları gibi unutulmuş olan o kadın milletiyle vaktiyle yaşamış bu soylu adamın dayanılmaz bir saflık, karşılıksız bir iyilikseverlik, bencillikten uzak bir kendini salıverme duygusu kazandığı kesindir; Iupiter’in Alkmene’nin[16] yanında kılık değiştirmiş halidir; o Kral Iupiter ki, her şeyi kurbanı yapar, tüm öfkesiyle o üstün oklarını atar ve çılgınlıklar, hafif akşam yemekleri, kadın bolluğu içinde Olimpos’unu tüketmek ister, özellikle de Iuno’dan uzakta. Şövalye, eski yeşil damaskodan robdöşambrına karşın, konuk kabul ettiği ve içinde yer halısı yerine berbat bir duvar halısının serili olduğu, kirli eski koltukların bulunduğu, duvarları da han duvarlarına özgü bir kâğıtla kaplı odasının çıplaklığına karşın (bu duvarlarda, burada XVI. Louis’nin ve aile üyelerinin bir salkımsöğüt içine çizilmiş profilleri, şurada bir ölünün küllerini saklamaya yarayan kavanoz şeklinde basılmış soylu vasiyetname, kısacası Terör döneminde kralcılık tarafından icat edilmiş tüm o duygusal eşya vardı), yıkımlarına karşın, kötü dantellerle süslü eski bir masanın önünde sakal tıraşı olurken, on sekizinci yüzyılı yaşıyordu!.. Gençliğinin çapkınlık yüklü tüm güzellikleri ortaya çıkıyor, üç yüz bin franklık borçla zengin, kapısında içinde karşılıklı iki kanepesi olan bir arabaya sahip gibi görünüyordu. Moskova bozgunu sırasında, artık var olmayan bir ordunun taburlarına buyruklar yağdıran Berthier[17] kadar büyüktü.
— Sayın şövalye, dedi tuhaf bir şekilde Suzanne, bana öyle geliyor ki size anlatacak hiçbir şeyim yok, sizin tek yapacağınız şey, görmek.
Ve Suzanne, sözlerine bir avukat yorumu katacak şekilde, yandan poz aldı. Emin olun şakacı biri olan şövalye, usturayı boynunda eğik olarak tutup sağ gözünü işçi kıza dikti ve anlar gibi yaptı.
— Tamam, tamam canikom, birazdan konuşuruz. Ama galiba biraz acelecisin.
— Ama sayın şövalye, annemin beni dövmesini, Madam Lardot’nun beni kovmasını mı beklemeliyim? Bir an önce Paris’e gitmezsem, erkekleri bu kadar gülünç olan bu yerde hiçbir zaman evlenemeyeceğim.
— Yavrum, ne yapalım, toplum değişiyor, kadınlar şimdi ortaya çıkmakta olan o korkunç düzensizliğin soylular sınıfı kadar kurbanı. Siyasi bunalımlardan sonra sıra ahlaksal bunalımlara geliyor. Yazık, yakında kadın artık var olmayacak (kulaklarından pamukları çıkardı), kendini duygusallığa kaptırarak çok şey yitirecek; sinirlerini bozacak ve utanç duymadan arzulanan, teklifsizce kabul edilen ve içinde sarhoşlukların (zenci başı şeklindeki küpelerini temizledi) ancak bir amaca ulaşma aracı olarak kullanıldığı, zamanımızın o güzelim zevkini artık tadamayacak; kadınlar bunu hastalık haline getirecekler, bu hastalık da demlenmiş portakal yaprakları sayesinde sona erecektir (gülmeye başladı); kısacası evlilik çok can sıkıcı bir şey olacak (kıllarını yolmak için cımbızını aldı); benim zamanında ne kadar neşeli bir şeydi! XIV. Louis ve XV. Louis’nin hükümdarlık dönemleri, bunu unutma yavrum, dünyanın en iyi ahlakına veda edilen dönemler oldu.
— Ama sayın şövalye, dedi işçi kız, şimdi Suzanne’cığınızın ahlakı ve namusu söz konusu; umarım onu yüzüstü bırakmazsınız.
— O da ne demek! diye bağırdı şövalye bakımını tamamlayarak, ağzından yel alsın!
— Ya! dedi Suzanne.
— Dinle beni, şeytan çekici, dedi şövalye vaktiyle düşes adı verilen, Madam Lardot’nun onun için sonunda bulduğu büyük bir berjer koltuğa yayılıp oturarak.
Güzelim Suzanne’ı, bacaklarını dizlerinin arasına alarak kendine çekti. Kız sesini çıkarmadı; o ki sokakta o kadar kurumlu idi; o ki Alençon’lu kimi erkeklerin kendisine teklif ettikleri serveti hem namus sorunu yaparak hem de bu adamların bayağılıklarını küçümseyerek geri çevirmişti. Suzanne bunun üzerine o sözde günahını şövalyeye öyle bir cesaretle sundu ki, çok başka gizleri çok daha kurnaz yaşamlarda kurcalamış olan bu yaşlı günahkâr işi bir bakışta kestirdi. Hiçbir kızın gerçek bir namussuzluğa aldırmazlık edemeyeceğini pekâlâ biliyordu; ama bu güzel yalan yığınınına dokunup onu devirmeyi gereksiz gördü.
— Kendimize iftira ediyoruz, dedi ona şövalye, taklit edilemez bir incelikle gülümseyerek. Adını taşıdığımız o güzel kız kadar namusluyuz,[18] çekinmeden evlenebiliriz, ama burada anlamsız ve tatsız bir yaşam sürmek istemiyoruz, çok güzel kadınların akıllı iseler zengin de oldukları Paris’e susadık ve biz de budala değiliz. Dolayısıyla, zevk ve eğlenceler başkentinin bize genç Şövalye de Valois’lar, gösterişli bir araba, elmaslar, operada bir loca nasip edip etmediğini gidip görmek istiyoruz. Ruslar, İngilizler, Avusturyalılar milyonlar getirdiler, annemiz de bunlarla bizi giydirip kuşandırarak çeyizimizi hazırladı. Nihayetinde vatanseveriz, bu beylerin cebinden parasını geri alması için Fransa’ya yardım etmek istiyoruz.[19] Haydi, haydi! Seni gidi sevgili şeytan çekici, tüm bunlar hiç de fena değil. İçinde yaşadığın dünya belki biraz sesini yükseltecek, ama başarı her şeyi haklı gösterecek. Çok kötü olan şey, yavrum, parasız olmaktır; işte ikimizin de hastalığı bu. Çok zeki olduğumuz için yaşlı bir bekârı yakalayarak o güzelim küçük saygınlığımızdan yararlanmayı düşündük; ama bu yaşlı bekâr adam, gerçekten kadın kurnazlıklarını baştan sona biliyor; bu da demektir ki senin bu işinde bir rolüm olduğuna beni inandırmak deveye hendek atlatmaktan daha zor. Paris’e git, yavrum, bir bekâr adamın gururunun zararına git oraya; seni bundan alıkoymayacağım; sana bu konuda yardım edeceğim, çünkü yaşlı bir bekâr, Suzanne, bir genç kızın doğal para kasasıdır. Beni bu işe sokma. Dinle, kraliçem, sen ki yaşamı bu kadar iyi tanıyorsun, bana çok zarar ve çok acı verirdin. Zarar mı? Ahlaka çok önem verilen bir ülkede evlenmemi engelleyebilirsin. Çok acı mı? Gerçekten de güç durumda kalırdın[20], ama bunu kabul etmiyorum, kurnaz kız! Biliyorsun ki tatlım, artık hiçbir şeyim kalmadı, bir kilise faresi gibi serseriyim. Ah! Matmazel Cormon’la evlenseydim, yeniden zengin olsaydım, elbette seni Césarine’e yeğlerdim. Bana her zaman kurşunu kaplamaya yarayan altın kadar değerli göründün, hem sen büyük bir soylu kişinin aşkı olmak için yaratılmışsın. Senin o kadar zeki olduğuna inanıyorum ki, bana oynadığın bu oyun beni hiç şaşırtmıyor, zaten bunu bekliyordum. Bir kız için bu, kılıcını kınından sıyırmak demektir. Böyle davranmak için, meleğim, üstün fikirlere sahip olmak gerekir. Bu yüzden sana değer veriyorum!
Ve bunu doğrulamak için şövalye, kızın yanağına piskoposların âyin sırasında yaptıkları gibi hafifçe vurdu.
— Ama sayın şövalye, sizi temin ederim ki yanılıyorsunuz, hem de…
Devam etmeye cesaret edemeden kızardı; şövalye bir bakışta onun tüm planını sezmiş, anlamıştı.
— Evet, anlıyorum, sana inanmamı istiyorsun! Pekâlâ, sana inanıyorum. Ama benim öğüdümü dinle, Mösyö du Bousquier’ye git. Beş altı aydır ona çamaşır götürmüyorsun değil mi? Bak! Aranızda ne olup bittiğini sormuyorum sana; ama onu tanırım, özsaygısı vardır, yaşlı bir bekârdır, çok zengindir, iki bin beş yüz frank gelire sahiptir ve bunun sekiz yüzünü bile harcamaz. Sandığım kadar zeki isen, onun parasıyla Paris’i görürsün. Haydi cicim, haydi git onu kandır; ipek gibi ince ol ve her sözünden önce iki kere düşünüp bir kere yutkun; o, skandaldan korkan bir adamdır; sana kendisini sıkıştırma fırsatı verirse, o zaman, anlarsın ya, onu hayırseverler bürosundaki kadınlara başvurmakla korkut. Zaten adamın gözü yükseklerdedir. Kısacası, bir erkek karısı sayesinde her şeye erişmelidir. Peki, sen kocana servet sağlayacak kadar güzel, zeki değil misin? Hey, baksana, sen saraylı bir kadının yüzüne karşı bile konuşabilirsin.
Şövalyenin son sözleriyle aydınlanmış olan Suzanne koşup du Bousquier’ye gitmek arzusuyla yanıp tutuşuyordu. Aniden fırlayıp gitmemek için, şövalyenin giyinmesine yardım ederken, ona Paris hakkında sorular sordu. Şövalye verdiği bilgilerin etki yapmış olduğunu anladı ve Suzanne’dan, Madam Lardot’nun her sabah kendisine yaptığı sıcak çikolatayı yukarıya çıkarmasını Césarine’e söylemesini rica ederek, kızın dışarıya çıkmasını kolaylaştırdı. Suzanne kurbanının evine gitmek üzere sıvıştı; işte kurbanın biyografisi:
Alençon’un eski bir ailesinden gelen du Bousquier burjuva sınıfı ile önemsiz soylu sınıfı arasında ortada bir yerde bulunuyordu. Babası ceza davalarına bakan yargıç olarak görev yapmıştı. Babasının ölümünden sonra yoksul kalan du Bousquier, ilin her şeyini yitirmiş tüm insanları gibi, Paris’e servet yapmaya gitti. Devrim’in başlangıcında işe başlamıştı; hepsi de devrimcilikte dürüstlük konusunda titiz davranan cumhuriyetçilere karşın, o dönem işlerde saydamlık yoktu. Bir siyasi casus, bir kışkırtıcı, bir ordu gereçleri müteahhidi, Paris Komünü sendikası ile anlaşarak satın alıp yeniden satmak üzere göçmenlerin mallarına el koyduran bir adam; bir bakanla bir general, tümü aynı şekilde işlerin içindeydi.1793’ten 1799’a kadar, du Bousquier Fransız ordularına erzak temin etti. O zaman görkemli bir konak satın aldı, ticaret dünyasının kodamanlarından biri oldu; Ouvrard[21] ile ortaklaşa işler yaptı; evinin kapısını herkese açık tuttu, zamanının skandal dolu yaşamına uydu, kolayca elde edilmiş çuval çuval buğdaylarla, çalınmış yiyecek paylarıyla ve Cumhuriyet’in yöneticileri için güzel eğlencelerin düzenlendiği randevuevleriyle, Cincinnatus’vari[22] bir yaşam sürdü. Yurttaş du Bousquier, Barras’nın yakın dostlarından biri oldu, arası Fouché ile olabildiğince iyi, Bernadotte[23] ile ise çok iyi idi ve Marengo’ya[24] kadar Bonaparte’a karşı gizlice dolap çevirmiş olan partiye gözünü karartıp girerek bakan olacağına inandı. Büyük bir devlet adamı olması için Kellermann’ın saldırısı ve Desaix’nin[25] ölümü gerekti. Napoléon’un başarısı sayesinde 1793 yılı siyasi kulislerine yeniden giren yeni hükümetin üst düzey memurlarından biriydi (Bk. Karanlık Bir İş). Marengo’da sonuna dek dayatarak beklenmedik bir şekilde kazanılan zafer, Birinci Konsül Bonaparte başarısızlığa uğradığı takdirde Dağlılar’ın[26] sistemine dönmek için bildiriler yayımlayan bu partinin yenilgisine neden oldu. Başarı olanaksızlığının inancı içinde olan du Bousquier servetinin çoğuyla, fiyatların düşeceği umudu içinde borsada oynadı ve savaş alanında iki kurye bıraktı: Birincisi, Melas[27] zafer kazandığında yola çıktı, ama gece dört saatlik