Babaları asker olduğu için aynı lojmanda büyümüş Murathan ve Gökçen’in kendilerine kurdukları dünyada başka kimseye yer yoktu. Burada sadece Pamuk ve Kepçük vardı. Bir anda aldıkları acı bir haberle kurdukları bu dünya yerle bir olurken kendilerini hiç bilmedikleri hayatlarda bulmaları o an için her şeyin sonu gibi görünüyordu.
Aradan geçen yirmi yılın sonunda aynı şehirde Gökçen, doktor; Murathan ise özel kuvvetler askeri olmuştu. Karşılaştıkları an aslında hiçbir şeyin mazide yitip gitmediğini anlayacaklardı. Anılar, pençelerini toprağa en şiddetli şekilde geçirerek gömüldükleri yerden çıkmak için çırpınıyordu.
Mazi soğuk, kalpler ise hâlâ sıcaktı.
Murathan ve Gökçen için artık sadece iki seçenek vardı:
Ya kaderleri yeniden yazılacak ya da geçmiş gömüldüğü yerde yok olmaya devam edecekti.
“Sarılan yaralar kapanırdı.
Benim yaram ise ne sarılmıştı ne kapanmıştı.
Öylece duruyordu.
Sessiz ama en derinde…”
****
“Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır.
Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır”
MİTHAT CEMAL KUNTAY
2001 – Hakkari
Murathan, “Murat, Murat, koyayım da tur at. Murat, Murat koyayım da tur at.” diyerek etrafında dönen küçük kıza bıkkın bakışlar attı. Gerçekten başına belaydı. Hatta şu dünyada ki dokuz yılının en büyük belasıydı.
“Murat değil benim adım.” dedi sert bir şekilde. “Murathan!”
Küçük kız Murathan’ın etrafında dönmeyi bırakıp gök mavisi gözleriyle öylece baktı. “Tamam.” dedi sonra. “Murathan, Murathan koyayım da tur at han. Murathan, Murathan koyayım da tur at han. ” diye bağırarak tekrar Murathan’ın etrafında dönmeye başladı.
Murathan buna daha fazla tahammül edemeyecekti. “Gökçen!” diye bağırarak ileri atıldığında küçük kız neşeli çığlıklar atıp kaçmaya başladı. Yetmedi, bir de arkasını dönüp dil çıkardı. Bu sefer onu yakaladığı yerde canına okuyacaktı Murathan. Bu kızın altı yaşında olması imkansızdı. Tam bir cadıydı. Ne dur demekten ne de sus demekten anlıyordu. Yürüyen bir bomba, canlı bir kaostu.
Gökçen minik boyunun aksine uzun, simsiyah saçlarını sağa sola savurarak Murathan’dan kaçmaya; Murathan ise onu kovalamaya devam ederken askeri lojmanın etrafında döndükçe döndüler. Her zamanki halleriydi bu. Aileleri yakın olduüu için sürekli yan yanaydılar. Lojmanda bile karşılıklı dairelerde oturuyorlardı. Boyundan büyük laflar eden ve olmadık işler yapan bu minik kız, Murathan’a tam anlamıyla saç baş yolduruyordu. İkisi sürekli bir kavga içindeydi. Anlaşmaları imkansızdı.
“Gel buraya, Pamuk! diye bağırdı Murathan.
“Haa!” dedi Gökçen bilmiş bilmiş.”Geleyim de döv yine, değil mi Kepçük? Yemezler!” Koşmaya devam ederken tekrar neşeyle, “Murathan, Murathan koyayım da tur at han. Murathan, Murathan koyayım da tur at han. ” diye bağırdı.
Hırslandı Murathan. Dişlerini sıkarken küçük bacaklarına rağmen var gücüyle koştu. Gökçen ise idmanlıydı. Yaptığı her yaramazlıktan sonra ışık hızıyla koşman gibi muazzam meziyetleri vardı.Kovalamaza hız kesmeden devam etti.”Yakaladığım yerde yolacağım o saçlarını!” dedi Murathan öfkeyle. “Sana kaç kere anlamını bilmediğin şeyleri söyleme dedim. Cadı! Gel buraya!”
Umursamadı Gökçen. Üstüne üstlük neşeli bir kahkaha attı. Bu neşeli haliyle koşmaya devam ediyordu ki birden ayağı bir şeye takıldı. Ne olduğunu anlayamadan kendini çakıl taşlarıyla döşenmiş yola yapıșmış halde buldu. Aynı anda dudaklarından, “Anne!” diye acı bir feryat döküldü. Koşuşu hızlandı. Artık Gökçen’i yakalamak için değil, yerden kaldırmak içindi her adım. “Pamuk!” dedi korkuyla. “iyi misin?” Yere yapıșan küçük kızı yavaşça tutup kaldırdı. Gökçen’in kocaman, mavi gözleri yaşlarla dolmuştu. Ağlamaktan yūzü sırılsıklam olmuş vaziyette baktı Murathan’a
“Dizim. Murathan!” dedi içli içli ağlarken. Burnundan akan sümükleri hzla koluna sildi. Sol dizi düşmenin etkisiyle kesilmiş, avuç içleri hafifçe soyulmuştu.
Murathan bu hâline umutsuz bir bakış attı.
“Ağlayınca Habeş maymununa benziyorsun, Pamuk. Lütfen susar mısın?”
“Sen-Sen-Sensin Ha- Ha- Habeș maymunu, Kepçük!” dedi Gökçen iç çeke çeke ağlarken.
Bu kız sümükten ibaret olabilirdi. Murathan bazen ciddi ciddi bunu düşünüyordu. “Askerlik arkadaşın mıyım ben senin, kızım? Kaç yaş büyüğüm senden! Kepçük demekten vazgeç!” derken dikkatle minik kızın bacağındaki yaraya bakıyordu. Hem yırtılmış hem de akan kan yüzünden yer yer yapışmış pantolonunu dikkatle yaranın üzerinden ayırmaya çalıştı. Yüzünde sanki kendi canı yanıyormuş gibi bir ifadenin belirdiğinden de habersizdi.
Var gücüyle ăğlamasına rağmen çenesini yukarı dikti Gökçen.
“Sen de bana Pamuk deme o zaman.”
Kazağının kolunu çekiştirip küçük kızın dizinden akan kanı nazikçe silmeye başladı. Uzun, kıvrık kirpiklerinin çevrelediģi kehribar rengi gözleri tamamen yaraya odaklandı. Kaşları her zamanki gibi çatıktı.
“Ya ne diyeyim?” diye homurdandı ters ters. “Şu haline bak. Bir düşmeyle dizin mosmor olmuş.”
Yaranın etrafında ve Gökçen’in avuç içlerinde daha ilk saniyeden belirmeye başlayan morluklara bakarken içli bir nefes vermeden edemedi. İşte, bu yüzden ona Pamuk diyordu. En ufak bir darbede hemen derisi morarır, günlence o morlukla gezerdi. Bundan dolayı Murathan gönül rahatlığıyla dövemezdi onu. Bu durum canını fazlasıyla sıkardı çünkü Pamuk tam dayaklık bir veletti.
“O zaman sen de Kepçüksün işte,” dedi Gökçen sümüklü burnunu tekrar koluna silerek. Uzanıp Murathan’in sol kulağını sertçe çekti. “Kepçük’sün işte, Kepçük! Koca kulak! Kepçük!”
“Ah!” diye acıyla inledi Murathan. “Gökçen, bırak kulağımı.”
Gökçen’in bırakmaya niyeti yoktu. Her zamanki gibi kavga başlamak üzereydi. Murathan da onun saçlarına yapişacaktı ki birden lojmanın arka taraftndan bir kadın çığlığı yükseldi.
Acalı bir feryat…
Tek bir isim…
“Ádem!”
Birinin eli kulağında, diǧerinin eli saçlarında öylece kaldılar. Bakışları sesin geldigi yöne döndü. Bu feryattan sonra gelen derin sessizliḡi dinlediler. Üstlerinden bir kuş geçti. Rüzgâr derin bir uğultuyla lojmanın etrafını sarmaladı. Acılı feryat, boğuk yalvarışlara ve kesik ağlama seslerine dönüştü. Bu feryat ve ardından gelen sessizlik, askeri lojmanda tek bir anlama gelirdi. Tüm asker ailelerinin aşina olduğu bu sesi zamanla altı yaşındaki Gökçen de dokuz yaşındaki Murathan da tanır olmuştu. Bu çığlık, ölüm demekti. Bu çığlık, şehit dernekti. Bu çığlık, eşsiz kalan bir kadın ve babasız kalan bir çocuk demekti.
Gökçen öylece donup kalmışken Murathan, ürkek bakışlar atan mavi gözlü kıza döndü. Saçlarını bıraktı. Dağılan kısımları hızla düzeltti. “Korkma. Bir şey yok.” derken Gökçen’in üzerine konan tozları silkeledi. Aynı hızla avuç içine batan taşları da temizledi.
Korkmamıştı Gökçen. Lakin olanın da farkındaydı. “Kimin babası ölmüş?” diye sordu kasık bir sesle.
Murathan cevap veremedi. Verecek bir cevabı yoktu çünkü. Ölen onun ya da Gökçen’in babası olabilirdi. Belki de bir başka arkadaşlarının babasıydı. Ne fark ederdi ki? Ne cevap verilebilirdi bu soruya? Bilmiyordu. Temizlediği minik eli, elinin içine hapsetti Murathan. Hızla sesin geldiḡi yöne doğru ilerlemeye başladılar. Gökçen, “Bacağım acıyor,” diye mızmızlanınca hemen önünde diz çöktü.
“Bin sırtıma. Çabuk.”
Gökçen ikiletmeden atladı Murathan’ın sırtına. Kollarını sıkıca boynuna doladı. Murathan da arkaya attığı kollarını Gökçen’in sırtında sabitledi. Minnacık, hafif bir șeydi ama Murathan’a yıllardır yaşattığı sorun devasaydı. Laftan anlamayan, ele avuca sığmayan bir kızdı o. Anne ve babaları yakın arkadaş olmasa çekilecek çile değildi. Ama șu an duyulan çığlıklardan o da ürkmüş olmalıydı ki sıkıca Murathan’in yakasına yapışmış; kocaman, mavi gözleriyle etrafa bakıyordu. Lojmanın en ucundaki apartmanın köşesini dönünde görüş alanlarına aşina olduklarıu görüntü girdi. Ambulans, bol rozetli albay ve birkaç asker…
“Osman’ın babası…” diye mırıldandı Murathan.
“Adem amca mi” diye sordu Gökçen.
Murathan yavaşça başını salladı. Osman onların arkadaşıydı.. Murathan’la yaşıttı. Aynı sınıftaydılar. Herkes ağlayarak ona sarılıyordu. Annesi Kezban teyzeyi sedyeyle ambulansa taşıyorlardı. Asker çocukları çok iyi biliyordu bu sahneyi. Yarın o apartmanın üçüncü karına bir Türk bayrağı asılacaktı. Herkes Osman’a sarılıp, “Vah yavrum…” diye ağlayacaktı. Gazetelere de tek bir paragraf düşecekti:
-Hakkari’de PKK ile girilen çatışmadan Uzman Çavuş Adem EROĞLU şehit oldu. Şehit cenazesi, yapılacak törenin ardından toprağa verilmek üzere memleketi uğurlanacak. Şehidimize Allah’tan rahmet, kederli ailesi ve yakınlarına başsağlığı dileriz.”
Bu kadardı.
Geriye söylenecek tek bir cümle kalacaktı: VATAN SAĞ OLSUN!
“Bizim babamız da böyle mi olacak?” diye sordu Gökçen usulca. Küçüktü ama ölümü biliyordu. Ölüm, gidildiği zaman geriye dōnülmeyen bir yerdi.
“Olmayacak”” dedi Murathan sertçe. “Konuşma öyle.”
Gökçen sustu. Kollarını Murarhan’ın boynuna daha sık sardı. Birbirlerini sıkıca tutarak karşılarındaki manzarayı izlediler. Ağlayanlar. bağıranlar, bayılanlar…
“Sadece asker babalar mı ölür, Kep̧̧̧çük?” diye mırıldandı Gōkçen.
“Hayır Pamuk. Diğer çocukların babaları da ölebilir.”
Gökçen kısa bir süre sessiz kaldı. “Ben büyüyünce bütün çacukların babalarını iyileştirmek için doktor olacağım,” dedi kısık bir sesle. “O zaman hiçbir baba ölmez.”
Murathan gözlerini karşısındaki manzaradan ayıramadı.
Aklının bir köşesine kazıdı. “Ben de asker olacağım.” diye mırıldandı. “Herkesi korumak için ben de babalarımız gibi asker olacağım.”
“Ya o zaman sen de ölürsen?” diye sordu Gökq̧en.
“Askerler ölmez, şehit olur,” dedi Murathan sertçe. Babası hep böyle derdi. O, babasından böyle görmüştü.
“Tamam,” dedi Gökçen kısık bir sesle. “O zaman ya sen de şehit olursan?”
Kısa bir süre sessiz kaldı. “Ne o, Pamuk?” dedi yarım bir gülüşle. “Şehit olursam üzülür müsün yoksa?”
“Hayır. Legolarının hepsini ben alırım.”
1. BÖLÜM
” Bir Türk yitince Tanrı dağları ağlamaz mı?”
AHMET HALDUN TERZİOĞLU
15 Nisan 2001 – Hakkari
Televizyonda oradan oraya hoplayan pala bıyıklı Ibrahim Tatlıses’e boş boş bakan Gökçen. Annesi ve Neslişah teyzesinin vazgeçilmezi İbo Show…
Rosalinda’yı bile buna tercih ederdi. Sözde bugün doğum günüydü. Altı yaşını bitirmiş. yediden saatler alıyordu ama hiç eğlenmiyordu. Babası gelmemişti. Mumları onunla birlikte üflemek istemişti ama her zamanki gibi iși vardı. Canı fazlasıyla sıkılmıştı küçük kızın. Yanında oturan annesine dönüp. aAnne, pastamdaki bütün mumları üfledim. Babacığım neden hala aramadı?” diye sordu.
Leyla, kızına buruk bir tebessümle baktı. “Birazdan arar,” diyebildi sadece.
Eși Ali askerdi. Çoğu zaman yanında olamıyordu. Kucağında minicik bebeğiyle İzmir’den buraya gelirken o kadar cok ağlamıştı ki alışabileceğini asla düşünmemişti. Ama kader, Neslişah gibi birini çıkarmış karşısına. Daireleri karşılıklıydı. Neslişah’ın eşi Yusuf da askerdi. Hatta eşleri askerlik arkadaşıydı. Askerlik birince herkes kendi memleketine dönūp işine gücüne bakmak zorunda kalmıştı. Ama kader onları burada tekrar bir araya getirmişti. Aynı karakolda görev yapmaya başlamışlardı. Tıpkı eşleri gibi Leyla’yla Neslişah’ın da yedikleri içtikleri yıllardır ayrı gitmiyordu. Birbirlerine yoldaş oluyorlandı bu ıssız şehirde.
Aynı yaşta sayılırlardı ama Neslişah’ın çocukları daha būyüktü. Biri on dört, diğeri on üç yaşında iki kızı ve dokuz yaşında bir oğlu vardı. Aslıhan. Gülhan ve Murathan. Leyla’nın ise bütün hayatı altı yașındaki biricik kızı Gökçen’di. Şimdi de yedi aylık hamileydi. Bir oğlu olacaktı. Eşleri yokken onları teselli eden tek şey buydu zaten. Eşlerinden birer parça olan evlatlar…
“Birazdan oldu. Neden hâlà aramadı, anne?” diye sorusunu yineledi Gökçen.
Neslişah minik kıza gülerek, “On tane daha birazdan say, Gökçen,” dedi. “O zaman arar baban.”
…