Mayısın beşini altısına bağlayan o Hıdrellez gecesi, gül ağaçlarının dibinden değişik dilekler topladı Hızır ve İlyas. Kimi yaptığı küçük bir ev maketiyle, kimi çocuğunun oyuncak arabasıyla dile getirmişti sahip olmayı arzuladığı şeyi. Zarla oynanan bir oyunun kâğıt paraları da, bezden dikilmiş bir erkek bebek de ilginçti kuşkusuz. Ama hiçbiri, güllerinin üzerine barut kokusu sinmiş bir bahçede buldukları, kapağında Gökkuşağına İki Bilet yazan el yapımı kitap kadar şaşırtıcı değildi. Hızır ve İlyas iki yıl sonraki Hıdrellez’de, bu kez bir darağacının altında, üç gencin cesediyle karşılaşıncaya dek başka hiçbir şeye bu denli şaşırmadılar.
Pal Sokağı’nda koşuşuyor çocuklar, uçan bir trapezci ta Ay’a seyahat ediyor. İç çekmeler, dillerde ergen yangınlar. Unutulmuş bir yaz akşamında kalan yazılmamış öyküler. Attilâ Şenkon, bir çocukluk şarkısı anlatıyor, babaya mektup, bir gündüz rüyası…
Gökkuşağına İki Bilet, şefkatle geçmişe bakıyor.
Hayat dediğin hatırlamak.
Gündüzdüşlerime inandığı,
yazıya olan inancımı desteklediği,
at gözlüğü yerine
bana bir çift kanat taktığı için…
Babama
Yüreğindeki boşluk, kökü çok derinlerde olan bir dişin kanırtılıp kanatılarak çekilmesiyle açılmış büyük bir çukura benziyordu. Her dokunuşunda yokluğunu daha çok duyumsayarak, dişi arayan dil gibi acıyla dolaşıp duruyordu içinde. Ne yapsa alışamıyor, hiçbir şeyle dolduramıyordu boşluğu. Yapıştırıldıkları duyuru panolarından fırlayıp çıkıverecekmişçesine canlı çizilmiş palyaço ve hayvan resimlerini, çevresindekilere güçlü insan taklidi yapmaktan yorulduğunun ayırdına ilk kez vardığı bir akşamüstü, işten eve dönerken gördü. Çocukluğundan beri sirk gelmiyordu kente. Bir zamanlar top koşturdukları, uçurtma uçurdukları arsaların yerinde çok katlı binalar vardı şimdi. Yeşilin yalnızca balkonlara dizilmiş saksılarda kaldığı bu betonarme kentte sirkin nereye yerleşeceğini merak ediyordu ki, bir sabah erkenden çadırı getirip yüreğindeki boşluğun tam ortasına kuruverdiler.
“Nereye gidiyoruz babacığım?”
“Sürprizler söylenmez.”
“Bir yudumcuk söyle, lütfen…”
“Sabırlı ol biraz. Varınca görürsün.”
“Daha çok mu yolumuz var?”
“Acelen ne oğlum? Otobüse şimdi bindik.”
“Oraya hiç gittik mi peki?”
“Hayır, bu ilk.”
1
Işık, Ziya Bey’in elini tutmuş, daha sonra gösteri sırasında vahşi hayvanlara meydan okurken, trapezden trapeze uçarken, kılıç yutup ateş kusarken görüp tanıyacağı iriyarı birkaç adamın, yere serilmiş çadır brandasını, kenarlarındaki halatları aynı anda çekerek göğe doğru yükseltişini hayranlıkla izliyordu. Sirkin kadınları bir yandan sohbet edip bir yandan gösteri giysilerini onarırken, hangi karavandan geldiği anlaşılmayan bir ezgi, mızıkayı çalanın bir palyaço olduğunu yalnızca neşeye sinmiş o ince hüznü duyabilen dikkatli kulaklara fısıldayarak dolaşıyordu havada. Gösteriden çok, çadırın kurulacağı yer ve zamanı önceden öğrenen babasıyla birlikte arsaya gelip varılan her yeni kentte yinelenmekten artık alışkanlığa dönüşmüş olan bu düzenli hazırlık aşamasını izlemeyi seviyordu Işık. Gişeye yürürlerken, “Sağkız için de bilet alabilir miyiz baba?” diye sordu çekinerek. “Biliyor musun, hayatında hiç sirke gitmemiş.”
“Hayatında hiç sirke gitmedin mi sen?” dedi Orhan ters ters. “Hayvansız sirk olmaz. Mahallede aslan, kaplan, fil bulamayacağımıza göre başka şansımız yok. Ya Koket’i getirirsin ya da bu iş burada biter.” “Benim olsa getirmem mi Orhan. Ama o köpek Nurten Hanım’ın her şeyi. Başına bir hal gelirse beni n’apar biliyor musun?” Sesi ağlamaklıydı Sağkız’ın. Orhan’ın sözlerinde gizlenen arkadaş grubundan acımasızca atılma tehdidini sezmişti.
“Başına ne gelecekmiş ki?” diye sordu Orhan. “Zaten çişini yapmak için her gün sokağa çıkmıyor mu bu hayvan?” “Çiş başka, senin söylediğin şeyi yapması başka,” dedi Sağkız. “Salak salak konuşma! Bir köpek için çemberden atlamaktan daha kolay ne olabilir?” “Ama çemberi yakacakmışsın.” Orhan, sürprizi gösteriden önce kimseye açıklamamaya söz vermiş olan en yakın arkadaşı Işık’a dönerek, “Bu gidişle gösteriye kadar ortada grup mrup kalmayacak,” dedi öfkeyle.
“Vallahi bir tek Sağkız’a söyledim Orhan. Koket’e bir şey olur diye korktum.” “Şu işe bakın! Tiyatrocu Nurten’in uyuz köpeği başımıza Lassie kesildi birden. Yapacağı da önemli bir şey olsa bari. Kırpık’ı getirsem o bile çemberden geçebilir be.” Aşağı mahalledeki inşaatın kör köpeğiydi Kırpık. Henüz üç aylık bir yavruyken getirildiği şantiyede daha ilk haftası dolmadan kireç kuyusuna düşmüş, amele Cemal’in bir kürekle hemen dışarıya çıkarmasına karşın yine de gözleri kireçten yanmıştı. Bu olay Kırpık’la amele Cemal’i iyice yaklaştırmıştı birbirine. Yavru köpek kurtarıcısını can borcunu ödemek istercesine sahiplenmiş, amele Cemal ise büyük kentteki birbaşınalığını unutmuştu onunla.
…