Teşkilat ve Muhafız kitaplarının yazarı Selman Kayabaşı’dan serinin yeni kitabı: Hanedan
Sancak sahibi beyler, 1040’ta Semerkand’da toplandılar. Kınık’ı hakan bildiler.
1299’da Konya’da buluştular, Kayı’yı bey seçtiler.
Ve sancak sahibi beyler, 1906’da İstanbul’a davet edildiler.
Biri devlet kuracak, biri devlet yıkacak, biri devlet olacaktı…
O gün, İstanbul’da cesedi bulunan yazar, Hanedan başlıklı gizli bir dosyanın muhafızıydı. Anadolu’ya gelen boyların kurduğu devletleri ve bu boyların birbiriyle ilişkisini inceleyen yazar, istihbarat teşkilatlarının peşinde olduğu bir haritayı deşifre etmek üzereydi. Harita, Fatih Sultan Mehmet’in Buhara’dan, Timur Devletinden şehirler şehrine, İstanbul’a davet ettiği matematikçi ve uzay bilimci Ali Kuşçu tarafından hazırlanmış, son şeklini ise Akşemseddin tasarlamıştı. 1071’de Anadolu’ya gelen gizli bir yapının resmedildiği harita, 1918’de Yıldız Sarayı’nda tekrar konuşulmaya başlandı.
Sivas Kongresinin Divan Katipliğini ve istihbarat başkanlığını yapan İsmail Hami, 1071’de Sivas’a yerleşen Danişmendoğlu beyliğinin o günkü temsilcisi idi. Erzurum Kongresi’ni tertip eden Hüseyin Avni, 1071’de Erzurum’a konan Saltukoğullarından Ebul Kasım’ın torunuydu. Ve en önemlisi, Hanedan isimli dosyaya göre, Osmanlı impatorluğundaki hiyerarşiye göre, Kayıhanoğullarından sonra gelen ama Vezir-i Âzam’dan da üstün olan bir başka aile tartışılıyordu kitapta: Giray Hanedanlığı. Padişahın altında, Vezir-i Âzam’ın üstünde olan bu makama, örfe göre Kırım Hanı Giraylar oturuyordu. İmparatorluk yıkılırken Sadrâzamlık makamına Giray Hanedanının o günkü lideri, Ahmet Tevfik Paşa tayin edilince, 1071’de Anadolu’ya gelen beylerin yeni bir devlet kurmak için emir aldıkları belli oldu. Nitekim beyler Anadolu’da ilk olarak nereye yerleşmişse, Milli Mücadele de o şehirlerde başlayacaktı.
Bir suikast, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin tarihini bu kadar derinden etkileyebilir mi? Ali Kuşçu’nun asırlar önce hazırladığı harita, suikasta kurban gittiği söylenen bir cumhurbaşkanının, gizli belgelerini sakladığı gizli bir apartman dairesinde ortaya çıkarsa, evet!
Hünkâr’ın sırlı yolculuğu…
30 Mart, 1906 İstanbul
Sarayın arka kapısı yavaşça açıldı. Sultan Abdülhamid’in emektar musahibi Şöhreddln Ağa, elinde cılız ateşli gaz lambasıyla dışarı çıktı. Yalınayak birkaç adımdan sonra durdu, nefesini tuttu; pencereleri, bahçeyi, harem dairesini ve en son, ana kapıya varan yolun etrafını hızlıca taradı. Bereket, ne bir ses duyuyordu ne bir ışık görüyordu. Musahiplerden hazinedarlara, kadınefendilerden harem ağalanna, şehzadelerden bendegânlara kadar herkes uykudaydı.
Yıldız Sarayı, az sonra huzura pkacak güneşi, vezirsiz ve askersiz bir sultan gibi karşılamaya hazırlanıyordu. Vakıa karanlık gecenin şu son deminde ne gökte mehtap vardı ne Saray’da tek bir canlı yürüyordu. Payitaht, şehrin üstüne damla damla inen Nisan’ın gelişini, evvelki ayın ayazını süpüren lodosla kutladığından, hava alabildiğine kesif bir nemle kirlenmişti. Şöhreddin Ağa’nın genzi yandı, gözleri buğulandı fakat korkusundan öksüremedi; yüzünü ekşitmekle, damağına yapışan acı havayı yutmakla yetindi.,.
Emektar musahib, çarıksız ve pabuçsuz ayaklarıyla yürümeye devam ediyordu. Toprağa basamıyor, sadece parmaklarıyla dokunuyordu.
Endişeliydi…
Akşamdan tembihlendiği üzere, saray erkânına hissettirmeden, bahçede hazır ettiği arabayı ve şoförünü son bir kez daha görmek istedi. Caz lambasını önce arabanın arkasına, Sultan’m oturacağı yere tuttu. Minder yerli yerindeydi. Sultan’ın ayaklarını koyacağı yer, yüz sürecek kadar temiz görünüyordu. Fesi ve bastonu da hazırdı.
Şöhreddin Ağa, birkaç nefeslik vakti kaldığını düşünüp hemen şoförün yanına vardı. Bakışıyla bu genç askere teşekkür etti.
Asker, Ağa ile göz göze geldi… Hazırlığının tamam olduğunu söyledi. Şöhreddin Ağa başıyla onu tasdik etti. Elindeki lambanın gazını hepten kısıp ateşi söndürdü. Kapıya doğru birkaç adım atmıştı ki Sultan Abdülhamid’in, elinde beyaz bir çuvalla kapıdan çıktığını gördü.
“Ağa!”
Sultan’ın sesi, bir tek Şöhreddin Ağa’nın kulağına vurmuştu. Emektar adam, dikkatli adımlarla hünkârın yanına geldi. “Her şey hazır efendim” diye fısıldadı lâkin bir tuhaflık olduğunu da anlamıştı. Sultan hazretleri, geceden hazırlattığı elbiseyi değil, şehzadelik günlerinde, ava giderken giydiği ceket ve pantolonu giyinmişti. Bu haliyle tanınması da bir hayli zorlaşmıştı.
“Silahım nerede?” diye fısıldadı, Sultan.
Şöhreddin Ağa’nın gözleri açıldı. Bir arabaya baktı, bir de arabanın üstündeki askere…
“Araba hazır, efendim” diyebildi.
Sultan Abdülhamid oralı değildi. Hızlı adımlarla arabaya vardı. Asker, ayak seslerinin çiftleştiğini işitmiş olmalı ki aceleyle arabadan indi, ayaklandı, boyun büktü, baş sundu. Evvelce birkaç kez talim etmiş gibi hiçbir işaret beklemeden koltuğunu Sultan’a devretti.
Şöhreddin Ağa neler olduğunu anlamaya çalışıyordu. Hünkâr’ın bindiği ve bizzat sürdüğü araba hareket ettikten sonra, bahçeye ikinci bir araba girdi.
Şöhreddin Ağa, az evvel ayaklarının dibine bırakılan çuvala baktı, eline aldı ve açtı. İçinde Sultan’ın kıyafeti vardı. Bunu giyinmesi gerektiğini ve Hünkar’ın yerini alması lazım geldiğini anladı. Peki, Sultan hazretleri nereye gidiyordu? Dahası, kendisinden daha çok şey bilen asker, neyin nesiydi? Sarayın ve Sultan’ın bütün bilinmezleri senelerdir bu kocamış adamda saldı değil miydi? Öyleyse?
Birden irkildi Ağa, kendine geldi. Hünkâr’a mahsus elbiseyi giyindi, aceleyle arabaya bindi. Fesi başına geçirmiş, bastonu da Sultan Abdülhamid’i hatırlatır gibi eline almıştı ki çuvalın içinde katlanmış bir kâğıt gördü. Eğildi, tam çuvala uzanacakken araba taş yolda sağa sola yalpaladı, ihtiyarın dengesini bozdu. Bir kez daha davrandı gölge Sultan… Kâğıdı aldı. Açtı…
“Süleymaniye’de namazını kıl, güneş doğmadan Saray’a dön. Odama çıkıp yatağıma gir, kapıya da Cevher Ağa’yı bırak. Ben gelmeden yataktan çıkma!”
Kubbe altında üç adam…
30 Mart 1906 İstanbul
Şehrin çatısında karanlığı yırtan bir şimşek çaktı. Bulutlar yarılmış, gök parçalanmıştı sanki… Peşinden, saçak altına pusmuş kedileri titreten büyük bir gürültü koptu… Yukarıda ne varsa yere düşecekmiş hissi veren ağır bir sarsıntıydı bu…
Gece sakin başlayan yağmur, şimdi, fırtınanın körüklemesiyle canlı cansız ne varsa hepsini hırpalıyordu.
Serencebey, Beşiktaş, Dolmabahçe, Karaköy…
Arabasını usta bir şoför gibi süren Sultan Abdülhamid, gözün gözü görmediği vakitte uzun yol almış, şimdi, Galata Köprüsünün üstünde adeta kanatlanmıştı: beş nefeste geçeceği köprüyü üç nefeste aştı; aracı Haliç’e, Eyüp tarafina çevirmeye başlamıştı ki lodosun uğultusunda zor bela duyulan bir nidayla sarsıldı:
“Hünkârım!”
Sultan, olanca kuvvetiyle frene asıldı; burnunu iki tarafa savuran ve çamura bulaşmış yolda neredeyse devrilecek olan arabasını son bir hamleyle ancak durdurabildi.
“Candar Bey!” diye bağırdı…
Sesi tanımıştı fakat yağmurun şiddetinden olsa gerek, sahibini henüz görememişti. Kısa bir şaşkınlığın ardından geriye, Sirkeci tarafına baktı.
“Beni takip ediniz hünkârım!”
Candar Bey’in sesi Sirkeci Garı tarafından geliyordu. Yönünü Bab-ı Âliye çıkan yola çevirdi Sultan, aracını gazladı.
Belli ki toplantının yeri son anda değiştirilmişti ve Saray’a haber verilmemişti.
Candar Bey, Sultan’ın kendisine hediye ettiği bembeyaz atın üzerinde, Sultanahmed’e varan yola girdi, kırbaç vurdu. Sultan, önce eski bineği Yıldırım’ın nal seslerini işitti, peşinden, süvarisinin siyah çizmelerini yakaladı. Sultanahmed’e gideceklerini düşünürken çok yol almadan, Candar’ın ara sokaklara dalmasıyla yanıldığını anladı: Yıldırım, dar ve taşlı yollarda lodosa karşı söylenerek Cağaloğlu tepesine tırmanıyordu.
Sabahı haber veren ezan da tam bu esnada okunmaya başladı. Nur-u Osmaniye Camisinin imamı Sadullah Efen- di’nin sesiydi bu. Çok uzaklardan geliyormuş gibiydi önce, her adımda biraz daha belirgin oldu. Saniyen, Beyazıt Camiinden çıkıp boğaza yayılan, yağmurun şapırtısına rağmen ahengini koruyan daha tok ve daha gür bir kıraat vurdu kulaklarına…
Sultan Abdülhamid, Candar Bey’e yetişmek için ne kadar gayret etse de yetmiyordu. Mahmutpaşa, Beyazıt, Süleymaniye, Vefa; Yıldırım’ın nal sesleriyle uyandırıldıktan sonra yine ara sokaklardan Saraçhanebaşı’na çıkıldı. Candar Bey, Bozdoğan Kemerinin önüne geldiğinde sol omzundan geriye döndü, önce Hünkâr’a şöyle bir göz attı, sonra hızlıca etrafı taradı. Karanlığın sakladığı başkaca bir can görmemiş olmalı ki eliyle gideceği yönü, Unkabbanı’nı işaret etti. On, on beş nefes alimlik at sürdükten sonra birden Yıldırım’ın dizginlerine asıldı.
“Bu yol, Tokadi Hazretlerinde biter” diye düşündü, Hünkâr…
Doğruydu: Candar Bey, Piri Paşa Medresesinin ve Mehmed Emin Tokadi’nin kabrinin bulunduğu tepeye yöneldi, kabristanın girişine varmadan çevik bir hareketle atından indi, Sultan’ı karşılamaya durdu.
Sultan Abdülhamid, iki tarafı duvarla çevrili bu küçük kabristanın toplantı için güvenli bir yer olduğuna hükmediyordu fakat neden onca yol teptiklerine akıl erdiremiyordu.
“Hoşgeldiniz efendim!” dedi, Candar Bey. Hünkâr yere basar basmaz boyun büktü, el öptü.
“Var olasın kumandan!”
“Efendi hazretleri, efendimizi karşılayacaklardı… Lâkin bir aksilik oldu. Toplantı yerini değiştirmek lüzumu hâsıl…”
Kumandan’ın sözünü, Saraçhanebaşı tarafından gelen nal sesleri kesti. Bembeyaz atının üzerinde bembeyaz cübbesiyle ak sakallı bir adam, karanlığın içinde hemen seçiliyordu. Sultan ve Kumandan, kendilerine çeki düzen verene kadar, yükleri sağılan kara bulutlardan bile hızlı akan ihtiyar, çoktan yokuşu tırmanmış, tepeye ulaşmıştı.
Candar Bey bir kez daha atıldı, atın yularını tuttu, tekrar boyun büktü, baş sundu. “Şeref verdiniz, efendim” diye açılan dudakları gül kokulu bir elin üzerinde kapandı, mühür oldu.
İhtiyar adam, genç kumandanın hürmetine bakışıyla karşılık verdikten ve böylece lütfunu ihsan ettikten sonra itinalı adımlarla Sultan’ın yanına vardı.
“Şeref verdiniz, sultanım” dedi, Hünkâr. S0zü de kendisi gibi titriyordu. Eğildi, ihtiyarın eline kapanmak istedi.
Karanlığı yaran yeni bir şimşek çaktı gökte; ihtiyar adam, yerin aydınlandığı o bir nefeslik arada Hünkârın elini eline aldı, kalbine yasladı. ‘Allah, sözünü hükümdar, hükmünü adil kılsın, Sultanım” diye fısıldadı.
Önde ihtiyar adam, izinde Sultan ve peşlerinde genç kumandan; Piri Paşa Medresesine girerken gök adeta kükrüyordu, payitahtın bütün damlan Vefa’dan boğaza saçılan gürültüyle sarsılıyordu…
Uykudaki payitahtta, kubbesi sağlam, yıkık dökük bir medresenin kapısı açıldı. Son adımda tek bir ses duyuldu…
“Essalatü hayrun minennevm!” diyordu; Sadullah Efendi…
O vakit biri Saray’dan, biri kışladan, biri dergâhtan yola çıkan üç adam; ayaktaydı…
Teşkilat‘in haritası…
30 Mart 1906 İstanbul
Piri Paşa Medresesinin mescidinde, hilal şeklinde dizilmiş üç adam, dizleri birbirine değmeyecek halde diz kırmışlardı. Ortadaki, Sultan Abdülhamid’di; hilalin iki ucunda keskin birer hançer gibi duran diğerlerine göre daha sakin ama daha düşünceliydi. Göğsüne eğilmiş başı, gâh işittiklerine şükür için secde ediyor, gâh düşündüklerini ifade için rükua inip kalkıyordu.
Efendi hazretleri; Sultan’ın şükrüne ve lütfuna hediyeyle karşılık vermek istedi: Kabil, Buhara, Semerkant, Horasan, Erzurum, Hicaz, Musul ve Halep’ten derlediği selamlan Hünkârın eteğine ayrı ayrı serdi; her birinden hürmet, muhabbet ve sadakat haberlerini huzura döküverdi.
“Sizin bildiklerinizi onlara bildirdim; siz ne hissettinizse onlar da hissetti. Sultanım” dedi. Susmuştu lâkin sözü bitmemişti. Titreyen sesini, aylardır dolaştığı diyarlarda dinlediği valilerin, âlimlerin, kumandanların dili gibi kullanmaya özen gösteriyordu:
“İstanbul, bize Hazreti Peygamberin emanetidir. Peygamberin müjdelediği fatihin emanetidir. Kıldığımız namaz, tuttuğumuz oruç, yaptığımız zikir, İstanbul’suz noksan kalır. Sultanımız emretsinler, ne vazife düşerse hazırız, dediler.”
Sultan, belki de ömründe ilk kez böylesi mübarek bir haberi hüzünle karşıladı. İhtiyar adam konuştukça onun boynu biraz daha büküldü, yüzü bir kat daha gerildi, gözleri bir damla daha nemlendi. “Var olsunlar. Var olsunlar!” demekle yetindi. Zihnini esir alan bin türlü düşüncenin, şuurunu sarsan bir o kadar hesabın ıstırabı sesinde okunuyordu. Birazdan söyleyeceklerini mi tartıyordu yoksa söyleyemeyeceklerini mi ayıklıyordu bilinmez; yüzüne, tahtın karakterine hiç uymayacak bir dalgınlık yayılmıştı.
Birden derin bir nefes aldı. Sultan. Kederini bütün bedenine yayıyormuş gibi derin bir iç çekti. Başını kaldırdığında bakışları hemen sağında oturan Candar Bey’e kilitlendi. “Kumandan, bugün sizin İçin buradayız!” dedi.
Bu kez, sadece Candar Bey’i sarsan bir şimşek çakmıştı sanki. Vakitsiz ve hazırlıksız bir kükreme duyulmak üzereydi. Sultan, sırtındaki av elbisesinin gereğini yerine getirir gibi konuşuyordu:
“Efendi hazretleri, kendi takdiri, bizim de tasdikimizle bazı görüşmeler yaptı. Kimi şarktan, kimi garbdan, kimi şimalden, kimi cenuptan fakat hepsi Teşkilat’tan isimlerle, Teşkilat’ın aldığı yeni kararı paylaştı, tartıştı… Kimi yerde söz aldı, sır verdi; kimi yerde söz verdi; sır aldı. Bu seyahatlerde, Candar hakkında verilen hükmü de danıştı, sordu. Nihayet seni de bu sırra sahip kılmaya karar verdi!”
Hünkâr, tane tane konuşuyordu ve her söylediğinin Candar Bey taralından hakkıyla anlaşılmasını bekler gibi anlatıyordu. Candar Bey ise babasını dinleyen sabi gibi masum ama titreyişini gizleyemeyecek kadar heyecanlıydı.
“Devlet-i Âliyye, tarihinin en zor günlerini yaşıyor, Kumandan! İçimize sızmayı başardılar…”
Sultan’ın başı önüne düştü. Kızgındı. Kırgındı. Dedesi Selim-i…