Hayatın Anlamı – Tolstoy

Hayatın Anlamı

Abla, küçük kız kardeşini ziyarete gelmişti. Kendisi şehirde bir tüccarla, kız kardeşi ise köyde bir köylüyle evliydi. Çay sohbetine oturduklarında, büyük kardeş şehir hayatının nimetlerini övmeye başladı; orada ne kadar rahat yaşadıklarını, nasıl güzel giyindiklerini, çocuklarının elbiselerinin ne kadar zarif olduğunu, ne güzel şeyler yiyip içtiklerini ve tiyatroya, balolara ve eğlence yerlerine nasıl gittiklerini ballandıra ballandıra anlattı.
Gücenen küçük kardeş de, tüccar hayatını yerip köylü hayatını övdü. “Kendi hayat tarzımı sizinkiyle değiştirmem” dedi. “Kaba yaşıyor olabiliriz, ama hiç olmazsa tasamız yok. Siz bizden daha iyi yaşıyorsunuz; gelgelelim ihtiyacınızdan fazla kazanmanıza rağmen herşeyinizi kaybetme ihtimaliniz var. Atasözü ne der bilirsin: ‘Kazanç ve kayıp ikiz kardeştir.’ Bugün zengin olanlar, bakıyorsun ertesi gün ekmek parası için dileniyor. Bizim yolumuz daha güvenli. Köylü hayatı belki semiz değil, ama uzun bir yol. Hiç zengin olmasak da yeterince yiyeceğimiz olacak.”
Büyük kardeş alaylı alaylı sordu:
“Yeterince mi? Eğer domuzlarla ve buzağılarla paylaşmayı istersen, belki. Sen zerâfeti ne bilirsin? Kocan köle gibi ne kadar çalışırsa çalışsın, siz de çocuklarınız da gübre yığınının üstünde nasıl yaşıyorsanız, öyle öleceksiniz.”
“Ne farkeder ki?” diye cevapladı küçüğü. “Tamam, işimiz kaba ve zahmetli. Ama, beri yandan da emin; başkasına ihtiyacımız yok. Ya siz? Şehirlerinizde etrafınız insanı günaha teşvik eden şeylerle çevrilmiş; diyelim ki bugün mesele yok, ama ya yarın! Şeytan kumarla, şarapla veya kadınlarla kocanı baştan çıkarırsa? O zaman herşey mahvolur. Bu tür şeyler sık sık olmuyor mu?”
Evin reisi Pahom, fırının üst tarafında uzanmış kadınların gevezeliklerini dinliyordu.
“Tamamen doğru.” diye düşündü. Biz köylüler, çocukluğumuzdan beri toprak anayı işlemekle o kadar meşgulüz ki, kafamızda boş şeylere zaman kalmıyor. Tek endişemiz, yeterince toprağımızın olmaması. Eğer şöyle bolca toprağım olsaydı, şeytandan bile korkmazdım.”
Kadınlar çaylarını bitirince elbise dedikodusuna daldılar, sonra da bardakları yıkayıp yattılar.
Fakat, şeytan fırının yanında oturmuş, bütün konuşulanları duymuştu. Köylünün karısının, kocasını övmesinden ve adamın da, çokça toprağı olsa şeytandan bile korkmayacağını söylemesinden memnun olmuştu.
“Şimdi tamam.” diye düşündü şeytan. “Oyun başlıyor.” Sana yeterli toprak verip, bu toprak sayesinde seni hâkimiyetim altına alacağım.”

II
Köyün yakınlarında, yaklaşık üç yüz dönümlük arazisi olan bir hanımefendi oturuyordu. Bu hanımefendi köylülerle hep iyi geçinmişti, tâ ki eski bir askeri yanına kâhya olarak alıncaya dek. Bu kâhya para cezalarıyla insanları canından bezdiriyordu.
Pahom ne kadar dikkatli olmaya çalışırsa çalışsın başına defalarca aynı şey geliyordu; ya atı hanımefendinin yulaflarının içine dalıyor, ya bir ineği yolunu şaşırıp hanımefendinin bahçesine giriyor, ya da buzağıları hanımefendinin çayırında otluyor; o da her defasında para cezası ödemek zorunda kalıyordu.
Pahom söylene söylene parayı ödüyor, kafası bozuk gittiğinde evde hıncını ailesinden alıyordu. Bütün yaz kâhya yüzünden Pahom’un başından dert eksik olmadı. Kış olunca sığırlar dışarı çıkamadı da ancak o zaman rahat bir nefes aldı. Varsın otlakta ot kalmadığı için hayvanları kendisi yemlemek zorunda kalsındı, hiç olmazsa onlardan yana gözü kulağı rahattı ya.
Kışın yayılan haberlere göre, hanımefendi toprağını satıyordu ve anayolun üzerindeki hanın sahibi topraklar için pazarlık yapıyordu. Bunu duyan köylüler çok endişelendiler. “Eğer han sahibi toprağı alırsa,” diye düşünüyorlardı, “Ödeteceği para cezalarıyla, hanımefendinin kâhyasından da fazla canımıza okur. Hepimizin rızkı o araziye bağlı.”
O yüzden, köylüler cemaatlerinin namına gidip hanımefendiden toprağı hanın sahibine satmamasını rica ettiler; ve daha yüksek bir fiyat önerdiler. Hanımefendi de toprağı onlara bırakmayı kabul etti. Köylüler daha sonra cemaatin bütün araziyi satın almasını sağlamaya çalıştılar,arazi böylece her şeyiyle ortaklaşa kullanılabilirdi. Konuyu tartışmak için iki kez bir araya geldiler, fakat bir çözüme varamadılar; şeytan aralarına anlaşmazlık tohumları ektiğinden, bir türlü anlaşamadılar. En sonunda, araziyi herbirinin kendi imkânları nispetinde ayrı ayrı satın almasına karar verdiler. Hanımefendi, diğerini kabul ettiği gibi bu teklifi de kabul etti.
Bir müddet sonra, Pahom bir komşusunun elli dönüm toprak satın aldığını, hanımefendinin paranın yarısını peşin almaya, yarısı için de bir sene beklemeye razı olduğunu duydu. İçinde kıskançlık duyguları kabardı.
“Şu işe bak,” diye geçirde içinden, “Toprağın tamamı satılıyor, bense tek dönüm almayacağım.” Sonra karısıyla konuştu.
“Diğerleri alıyorlar.,” dedi, “Biz de yirmi dönüm kadar almalıyız. Hayat giderek zorlaşıyor. Bu kâhya, verdiği para cezalarıyla canımızı çıkarıyor.” Kafa kafaya verip toprağı nasıl satın alabileceklerini düşündüler. Bir kenarda yüz rubleleri vardı. Taylarından birisini, arılarının yarısını sattılar. Oğullarını işçi olarak çalışmaya gönderdiler; Pahom’un maaşlarını peşin olarak aldılar, paranın gerisi içinde Pahom’un kayınbirâderine borçlandılar, böylece toprak parasının yarısını zar zor bir araya getirdiler.
Parayı cebine koyan Pahom, arazilerin içinden bir kısmı ağaçlı kırk dönümlük bir çiftliği seçti. Hanımefendiyle yaptıkları pazarlıkta anlaşmaya varıp el sıkıştılar, Pahom hanımefendiye peşin olarak bir teminat ödedi. Sonra, şehre gidip senetleri imzaladılar; Pahom, paranın yarısını şimdi, geriye kalanı da iki yıl içinde ödeyecekti.
Artık Pahom’un da kendisine ait toprağı vardı. Borçlanarak aldığı tohumları yeni arazisine ekti. Hasat iyi geldi ve bir yıl içinde hem hanımefendiye, hem de kayınbiraderine olan borçlarının tamamını ödedi. Artık bir toprak sahibi olmuştu. Kendi toprağını sürüp ekiyor, kendi ağaçlarını kesiyor, sığırlarını kendi çayırında otlatıyordu. Tarlalarını sürmeye, boy atan mısırlarına ya da otlaklarına bakmaya gittiğinde, yüreği sevinçle doluyordu. Orada büyüyen otlar ve açan çiçekler, onun gözünde başka hiçbir yerdekine benzemiyordu. Eskiden bu toprak parçasının yanından geçerken, diğerlerinden farksız görünürdü. Ama şimdi tamamen farklıydı.

III
Pahom hayatından memnundu. Bir de komşu köylüler onun mısır tarlasından ve otlağından geçmeseler herşey tamam olacaktı. Onlara nazik dille kaç defa rica etti, ne var ki onlar geçmeye devam ettiler. Şimdi de köylülerin çobanları köyün ineklerini onun çayırına sokuyor, dahası, gece otlayan atlar onun mısır tarlasının içine giriyordu. Pahom hayvanları defalarca dışarı çıkarmış, sahiplerini bağışlamış, kimsenin aleyhine dava açmamak için kendisini tutmuştu. Ama en sonunda sabrı taştı ve Kaza Mahkemesi’ne şikayette bulundu. Köylülerin toprağının olmadığını, bunun da sıkıntıya yol açtığını, yaptıklarında görünür bir kasıt bulunmadığını biliyordu, ama yine de şöyle düşünüyordu:
“Bunu görmezden gelip geçemem, yoksa neyim var neyim yok mahvederler. Onlara bir ders vermeli.”
Dersi onları dava ederek verdi, ardından bir daha dava etti, köylülerden birkaçı para cezasına çarptırıldı. Bir müddet sonra, Pahom’un komşuları ona diş bilemeye başladılar. Zaman zaman sığırlarını kasıtlı olarak onun arazisine soktular. Hatta, bir köylü gece Pahom’un koruluğuna girip beş körpe ıhlamur ağacını kabukları için kesti. Bir gün koruluğun yanından geçen Pahom’un gözüne beyaz birşey çarptı. Yaklaşınca, ağaçların bulunduğu yerde köklerin kaldığını, biraz ötelerinde de kabukları soyulmuş ağaç gövdelerinin yattığını gördü. Pahom öfkeden deliye döndü.
“Tek bir ağacı kesmiş olsa neyse,” diye düşündü, “Ama alçak adam bir yığın ağaç kesmiş. Bunu yapanı bir bulursam, gününü gösteririm.”
Beynini patlatırcasına bu işi kimin yapmış olabileceğini düşündü. Sonunda karar verdi: “Simon olmalı; ondan başkası yapmış olamaz.” Sonra, Simon’un çiftliğine göz atmaya gitti, ama öfkeli bir manzaradan başka birşey bulamadı orada. Yine de, bunu Simon’un yaptığından emindi. Bir şikayetname yazdı. Simon sorgu için çağrıldı. Dava tekrar tekrar görüldü, aleyhinde delil bulunmayınca Simon sonunda beraat etti. Pahom kendisini şimdi daha fazla haksızlığa uğramış hissettiği için, öfkesini ihtiyar heyetine ve yargıçlara boşalttı.
“Hırsızlardan rüşvet alıyorsunuz,” dedi. “İyi insanlar olsanız, bir hırsızı serbest bırakmazdınız.”
Pahom hem yargıçlarla, hem de komşularıyla kavga etti. Evini ateşe verecekleri tehditlerini duymaya başladı. Pahom’un eline gittikçe daha fazla toprak geçmesine rağmen, cemaat içindeki yeri eskisinden de kötüleşti. Gel zaman git zaman, birçok kişinin yeni bölgelere taşındığı söylentileri çıktı.
“Arazimi terketmeme gerek yok,” diye düşündü Pahom. “Belki başkaları köyümüzden gider de bize daha fazla yer kalır. Onların topraklarını alır, arazimi büyütürüm. Hayatım daha da kolaylaşır. Şu halimle daha rahata ermiş değilim.”
Birgün Pahom evde otururken, köyden geçen bir rençber onlara uğradı. Gece orada kalan köylüye akşam yemeği verdiler. Pahom bu köylüye nereli olduğunu sordu. Yabancı, Volga’nın öbür tarafından geldiğini ve orada çalıştığını söyledi. Bu söz Pahom’un dikkatini çekince, adam birçok insanın oraya göçüp yerleştiğini anlatmaya başladı. Kendi köyünden de insanlar oraya göçmüş. Cemaate katılmışlar ve kendilerine adam başına yirmibeş dönüm toprak verilmiş. Toprak o kadar verimliymiş ki, çavdarlar at boyu büyüyormuş. Ve çavdarlar o kadar kalınmış ki beş tanesi bir deste yapıyormuş. Bir köylü sırtında bir gömlekten başka birşey getirmemiş, ama şimdi altı atı ve kendisine ait iki ineği varmış.
Pahom’un kalbi hırsla tutuştu. Kendi kendine düşündü:
“Başka bir yerde böyle güzel yaşayabilecekken, neden burada sıkıntı çekeyim? Buradaki toprağımı ve çiftliğimi satıp, o parayla orada herşeye yeniden başlar ve herşeyin yenisini alırım. Bu kalabalık yerde, insanın başı dertten kurtulmuyor. Ama önce oraya gidip herşeyi gözlerimle görmeliyim.”
Yaza doğru hazırlandı ve yola çıktı. Bir vuparla Volga üzerinden Samara’ya indi, sonra üç yüz millik bir yolu yayan yürüdü ve en sonunda o yere ulaştı. Herşey tıpkı yabancının anlattığı gibiydi. Bütün köylülere yetecek kadar bol toprak vardı; her köylü, kullanması için kendisine verilmiş yirmibeş dönüm cemaat toprağına sahipti. Ayrıca, parası olanlar istedikleri kadar toprağı kendi mülkleri olarak ucuza alabiliyordu.
Öğrenmek istediği herşeyi öğrenen Pahom, güz yaklaşırken evine döndü ve malını mülkünü satmaya başladı.
Toprağı kârla sattı, çiftliğini ve bütün sığırlarını elden çıkardı. Cemaat üyeliğinden ayrıldı. Bahara kadar bekleyip ailesiyle birlikte yeni yurtlarına gitmek üzere yola çıktılar.

IV
Pahom ailesiyle birlikte yaşayacakları yeni yere varır varmaz, büyük bir köyün cemaatine kabul edilmeleri için başvurdu. Gerekli belgeleri ihtiyar heyetine sundu ve onlardan belgeler aldı. Kendisinin ve oğullarının kullanması için beş hisse cemaat toprağı verildi; bu, cemaat otlağının yanısıra (farklı farklı tarlalarda olmak üzere) yüz yirmi beş dönüm yapıyordu. Pahom, gerekli yapıları inşa etti. Yalnızca cemaat arazisinden payına, eskisine göre üç kat fazla toprak düşmüştü. Üstelik toprak mısır için çok elverişliydi. Eskisinden on kat iyi durumdaydı. Oldukça geniş otlakları ve ekilebilir arazisi vardı, istediği sayıda inek de besleyebiliyordu.
Önceleri, bina yapımı ve yerleşme telaşına düşen Pahom herşeyden memnunluk duyuyordu, fakat duruma alıştıkça, burada da yeterince toprakları olmadığını düşünmeye başladı, ilk yıl, cemaat arazisinden payına düşen kısma buğday ekti ve iyi mahsul aldı. Tekrar buğday ekmek istiyordu, ama bunun için yeteri kadar cemaat arazisi yoktu. Aslında kullanmış olduğu topraklar da buğdaya ayrılmamıştı. Çünkü o bölgede yalnızca bâkir topraklara ve nadas arazilerine buğday ekiliyordu. İki senede bir defa buğday ekilen topraklar, daha sonra üzerlerinde büyük otlar yetişinceye kadar nadasa bırakılıyordu. Bu tür arazileri isteyen çok sayıda kişi vardı, ama herkese yetecek kadar toprak yoktu. Bu yüzden insanlar kavga ediyorlardı. Durumları iyi olanlar bu toprakları buğday yetiştirmek için istiyor, fakirler ise bu toprakları tüccarlara satmayı, böylece vergilerini ödeyecekleri parayı toplamayı istiyorlardı. Pahom daha fazla buğday ekmek isteyenlerdendi; bu yüzden bir tüccardan bir yıllığına arazi kiraladı. Bol miktarda buğday ekti ve çok güzel hasat aldı, gelgelelim bu arazi köyden çok uzaktı; buğdayların on milden uzak mesafeden taşınması gerekiyordu. Bir süre sonra, Pahom bazı köylü tüccarların uzak çiftliklerde yaşadıklarını ve zenginleştiklerini farketti. İçinden şöyle geçirdi:
“Mülkiyeti bana ait biraz toprak satın alsam, üstüne de bir çiftlik evi kondursam ne kadar farklı olurdu. O zaman herşey güzel ve kusursuz hale gelirdi.”
Mülkiyeti kendine ait toprak alma meselesi aklına defalarca geldi.
Üç yıl aynı halde yaşamaya devam etti; arazi kiralıyor ve buğday ekiyordu. Hasat bereketli geliyor, iyi mahsul alıyordu; öyle ki bir kenara para ayırmaya başladı. Belki hâlinden memnun yaşayabilirdi, ama her sene başkalarının toprağını kiralamaktan ve bunun için itişip kakışmaktan bıkmıştı. Nerede satılık iyi arazi varsa köylüler oraya üşüşüyor ve arazi ânında satılıyordu. Daha tez davranmazsanız, size hiçbir şey kalmıyordu. Üçüncü sene, bir alıcıyla birlikte bazı köylülerden bir çayır parçası kiraladılar; bir anlaşmazlık çıkıp da köylüler mahkemeye gittiğinde orasını çoktan sürmüşlerdi. Davayı kaybettiler ve bütün emekleri boşa gitti.
“Kendi toprağım olsaydı,” diye düşündü Pahom, “Kimse işime karışmaz, bütün bu can sıkıcı şeyler de başıma gelmezdi.”
Böylece Pahom satın alabileceği arazi aramaya koyuldu; bin üç yüz dönüm arazisi olan, ama para sıkıntısı çektiği için ucuza satmaya razı olan bir köylüye rastladı. Pahom adamla sıkı bir pazarlığa girişti, sonunda bir kısmı peşin bir kısmı da daha sonra ödenmek üzere, bin beş yüz ruble üzerinde anlaştılar. Herşeyi konuşmuşlar, iş sözleşmenin yapılmasına kalmıştı. O günlerde, oradan geçen bir yabancı tüccar atına yem vermek için Pahom’lara uğradı. Pahom adamla konuştuğunda onun çok uzaklardan, Başkır’dan dönmekte olduğunu, orada on üç bin dönüm araziyi sadece bin rubleye satın aldığını öğrendi. Pahom biraz daha bilgi almak için sorular sorunca adam şunları söyledi: “Yapılması gereken tek şey, reislerle arkadaşlık kurmak. Ben yaklaşık yüz rublelik kadın elbisesi, halı, bir teneke çayı gözden çıkardım, içki içenlere şarap verdim; karşılığında toprağın dönümünü iki kopekten de ucuza aldım. Tapu senetlerini Pahom’a gösteren adam devam etti:
“Arazi bir nehrin kenarında ve her karış toprağı çok verimli.”
Adam, kendisini soru yağmuruna tutan Pahom’a şöyle dedi:
Orada, bir yıl yürüsen bile diğer ucuna varamayacağın kadar geniş topraklar var ve hepsi de Başkırlar’a ait. Bir koyun kadar saflar. Toprağı sudan ucuza alabilirsin.”
“Hadi bakalım,” diye düşündü Pahom, “Bin rublemle neden buradan bin üç yüz dönüm alıp, bir de borç altına gireyim? Halbuki bu parayla oradan on kat fazla toprak alabilirim.”Pahom, o yere nasıl gidebileceğini sordu ve tüccar yanından ayrılır ayrılmaz yola çıkmak üzere hazırlandı. Karısını çiftliğe, göz-kulak olması için evde bırakıp, yanına uşağını alarak yola çıktı. Yolları üstünde bir kasabada durarak bir teneke çay, biraz şarap ve tüccarın tavsiye ettiği diğer hediyeleri satın aldılar. Üç yüz milden fazla yol gittiler. Yedinci gün, Başkırlar’ın çadırlarını kurdukları yere ulaştılar. Herşey tüccarın anlattığı gibiydi. İnsanlar bozkırlarda, bir nehrin kenarındaki keçe çadırlarda yaşıyorlardı. Ne çift sürüyorlar, ne de ekmek yiyorlardı. Sığırları ve atları sürüler halinde bozkırda otluyordu. Taylar çadırların arkasında bağlı duruyor ve kısraklar günde iki defa yanlarına götürülüyordu. Tayların sütü sağılarak bu sütten kımız yapılıyordu. Kımızı hazırlayanlar, peyniri yapanlar kadınlardı. Erkeklerin bütün yaptığı, ise kımız ve çay içmek, koyun eti yemek ve kaval çalmaktı. Hepsi İriyarı, neşeli- insanlardı. Ve uzun yaz boyunca akıllarına iş yapmak gelmiyordu. Oldukça cahillerdi, Rusça bilmiyorlar ama güleryüz gösteriyorlardı.
Pahom’u görür görmez, çadırlarından çıkıp misafirlerinin etrafını sardılar. Bir tercüman bulundu ve Pahom biraz toprak almak için geldiğini söyledi. Başkırlar çok memnun olmuşa benziyordu; Pahom’u en iyi çadırlarından birine, birkaç kişinin halının üzerindeki minderlere oturduğu bir çadıra götürdüler. Pahom’a çay ve kımız verdiler, bir koyun keserek kendisine ikram ettiler. Pahom da arabasından hediyeleri indirerek Başkırlar’a dağıttı. Çayı aralarında bölüştürdü. Başkırlar sevindiler. Aralarında uzun uzun konuşup tercümana tercüme etmesini söylediler.
“Sana şunu söylemek istiyorlar,” dedi tercüman, “Seni sevmişler, misafirimizi memnun etmek ve verdiği hediyelerin karşılığında hediye vermek âdetimizdir. Sen bize hediyeler verdin, bizim sahip olduğumuz şeylerin içinde hoşuna en çok ne gidiyorsa söyle, onu sana hediye edelim.”
“Burada en çok hoşuma giden,” diye cevap verdi Pahom, “Toprağınız. Bizim topraklarımız o kadar az, o kadar verimsiz ki; ama sizin uçsuz bucaksız ve verimli topraklarınız var. Hiç böylesini görmemiştim.”
Tercüman Pahom’un sözlerini tercüme etti. Başkırlar aralarında bir müddet konuştular. Neler konuştuklarını anlayamıyor, ama fazlasıyla neşelendiklerini, bağrışıp güldüklerini görüyordu. Sonra susup, tercüman konuşurken Pahom’a baktılar:
“Hediyelerinin karşılığında, sana istediğin kadar toprağı seve seve vereceklerini söylüyorlar. Sen yalnızca elinle nereyi istediğini göster, orası senin olsun.”
Başkırlar bir süre daha aralarında konuştular ve tartışmaya başladılar. Pahom neyi tartıştıklarını sorunca, tercüman bazılarının toprak meselesini Reis’e sormaları, onsuz hareket etmemeleri gerektiği düşüncesinde olduğunu; diğerlerinin ise Reis’in dönüşünü beklemeye gerek olmadığını söylediğini anlattı.

VI
Başkırlar tartışırken, büyük tilki kürkü giymiş bir adam kapıda göründü. Hepsi seslerini kesip ayağa kalktılar. Tercüman; “İşte Reis’imiz bu.” dedi.
Pahom hemen ayağa kalktı ve en güzel kadın elbisesiyle iki kilo çayı getirip Reis’e sundu. Reis hediyeleri kabul edip kendisini başköşeye oturttu. Başkırlar hemen ona birşey anlatmaya başladılar. Reis bir süre dinledi, sonra başıyla susmalarını işaret etti ve Pahom’a Rusça seslendi:
“Pekâlâ, öyle olsun. Nereyi istersen orası senin olsun; bizde nasıl olsa çok toprak var.”
“İstediğim kadar nasıl alabilirim?” diye düşündü Pahom. “İşi sağlama bağlamak için tapusunu çıkartmalıyım, yoksa ‘Burası senin’ deyip, sonra da elimden alabilirler.”
“Nazik sözleriniz için teşekkür ederim.” diye konuştu Pahom. “Sizin çok toprağınız var, benim istediğimse azıcık bir şey. Ama yine de o küçücük parçanın bana ait olduğundan emin olmalıyım. Ölçülüp sonra tapusu verilemez mi? Hayat da ölüm de Allah’ın elinde. Siz iyi insanlar onu bana verirsiniz, ama belki çocuklarınız geri almak ister.” “Tamamen haklısın,” dedi Reis. “Toprağı tapusuyla vereceğiz sana.”
“Duydum ki, buraya bir tüccar gelmiş,” diye devam etti Pahom, “Siz de ona biraz toprak vermiş, tapu senedi düzenlemişsiniz. Bana da aynı şeyin yapılmasını isterdim.”
Şef anlamıştı.
“Tamam,” dedi, “O iş kolay. Bir kâtibimiz var, seninle birlikte şehre gidip mühürlü, tasdikli bir tapu alırız.”
“Peki fiyat ne olacak?” diye sordu Pahom.
“Fiyatımız hep aynıdır; günü bin ruble.”
Pahom anlamadı.
“Günü mü? Nasıl ölçüymüş o? Kaç dönüm yapar?”
“Biz öyle hesap bilmeyiz.” dedi Reis, “Biz toprağı günle satarız. Bir günde yürüyerek etrafını çevirebildiğin kadarı senindir ve bir günü bin rubledir.”
Pahom şaşırmıştı.
“Ama insan bir günde büyük bir arazinin etrafını çevirebilir,” dedi.
Reis kahkahalarla güldü.
“O zaman hepsi senin olur!” dedi. “Ama bir şartla; başladığın noktaya aynı gün dönmezsen paranı kaybedersin.”
“Peki geçtiğim yerleri nasıl işaretleyeceğim?”
“Nasıl mı? istediğin bir noktaya gider orada dururuz. Sen de o noktadan başlayıp, yanındaki belle daireni çizersin. Gerekli gördüğün yerlere işaret koyarsın. Her dönüşte, bir çukur kazıp otları üstüste yığarsın; sonra biz de çukurların arasını sabanla işaretleriz. Ne kadar istersen o kadar büyük bir daire yap, ama güneş batmadan başladığın noktaya dönmen gerekiyor. Çevirdiğin bütün arazi senin olacak.”
Pahom bu işi çok sevmişti. Ertesi sabah erkenden başlamaya karar verdiler. Biraz daha konuştular, kımız içip yemek yediler. Artık gece olmuştu. Başkırlar, Pahom’a kuş tüyü bir yatak verdikten sonra, ertesi gün şafak sökerken toplanıp, kararlaştırılan noktaya gitmek için sözleşerek yanından ayrıldılar.

VII
Pahom kuştüyü yatağa uzandı, ama uyuyamadı. Aklında hep toprak vardı.
“Amma büyük bir araziyi işaretlerim!” diye düşünüyordu. “Bir günde rahatlıkla otuzbeş mil gidebilirim. Günler şimdi uzun, otuz beş millik bir dairenin içinde ne de geniş toprak vardır! İşte yaramaz kısımların’ satar veya köylülere bırakırım; en iyi kısmını kendime ayırıp işlerim, iki öküz alır ve iki işçi daha tutarım. Yüzelli dönümlük toprağı sabanla sürer, geriye kalanı otlak yaparım.”
Pahom bütün gece gözünü kırpmadı. Yalnız, şafak sökmeden biraz önce uykuya daldı. Gözlerini kapar kapamaz bir rüya gördü. Rüyasında aynı çadırda uzanmış yatıyordu, derken dışarda birisinin kahkahalarla güldüğünü duydu. Kim olabilir diye merak edip kalktı ve dışarı çıktı. Başkır Reisi’nin, çadırın önünde oturmuş böğrünü tuta tuta güldüğünü gördü. Reis’in yanına giden Pahom; “Niye gülüyorsun?” diye sordu. Karşısındaki artık Reis değil, daha önce evine uğrayan ve buradaki toprakları anlatan tüccar olmuştu. Pahom tam ona; “Ne zamandır buradasın?” diye soracakken, adam tüccar olmaktan çıkıp, uzun zaman önce Pahom’un eski evine gelen Volgalı adama dönüştü. Sonra gördü ki, o, köylü de değil, tırnaklarıyla boynuzları olan şeytandı ve orada durmuş gülüyordu. Şeytanın ayaklarının ucunda ise birisi yalınayak, üstünde sadece bir pantolon ve gömlek, uzanmış yatıyordu. Ölmüş halde yatan o adam ise Pahom’un ta kendisiydi. Dehşetle uyandı.
“Bir rüyadan ne çıkar?” diye geçirdi içinden.
Çadırın açık kapısından baktı; şafak söküyordu.
“Onları uyandırmanın zamanıdır.” diye düşündü. “Artık başlasak iyi olur.”
Başkırlar kalkıp toplandılar. Şef de geldi. Yine kımız içmeye başladılar, Pahom’a da çay ikram ettiler, ama onun beklemeye sabrı yoktu.
“Gideceksek, haydi. Zaman geçiyor.” dedi.

VIII
Başkırlar hazırlandılar ve hepsi yola çıktılar; bazıları at sırtında, bazıları arabaların içindeydi. Pahom uşağıyla birlikte kendi küçük at arabasını sürüyordu. Yanına bir de bel almıştı. Bozkıra vardıklarında gök kızarmaya başlamıştı. Başkırların Şıhan dediği bir tepeye çıktılar. Atlarından ve arabalarından inerek bir noktada toplandılar. Reis Pahom’un yanına gelip eliyle ovayı gösterdi.
“Bak,” dedi, “Gözünün uzanabildiği her yer bizim. İstediğin kısmını alabilirsin.”
Reis kalpağını çıkarıp yere koydu ve şöyle dedi:
“İşaret bu olsun. Buradan başlayıp yine buraya dön. Etrafını dolaştığın bütün arazi senin olacak.”
Pahom parayı çıkarıp kalpağın üzerine koydu. Paltosunu çıkardı, üzerinde bir tek iç ceketi kaldı. Kuşağını çıkarıp karnının altından bağladı, yeleğinin koynuna küçük bir ekmek torbası, kuşağına da bir su matarası koydu, çizmelerini bağladı, uşağından beli aldı. Artık yola çıkmaya hazırdı. Bir süre hangi yoldan gitse daha iyi olur diye düşündü. Her yer cazip görünüyordu.
“Hiç farketmez,” dedi sonunda, “Güneşin doğduğu yöne doğru gideyim.”
Doğuya döndü, gerinip güneşin görünmesini bekledi. “Vakit kaybetmemeliyim,” diye düşündü, “Hava serinken yürümek daha kolay.”
Güneş ışınları ufukta parlar parlamaz, Pahom omuzunda beliyle bozkıra daldı.
Yürümeye başladığında ne yavaş ne de hızlıydı. Bir kilometre kadar gittikten sonra durup bir çukur kazdı ve görünmesi için otları üst üste koydu. Sonra yürümeye devam etti; mahmurluğu geçince adımlarını sıklaştırdı. Bir süre sonra bir başka çukur kazdı.
Pahom dönüp arkasına baktı. Tepeyi, üzerindeki insanları ve parıldayan araba tekerleklerini güneş ışığının altında rahatça görebiliyordu. Yuvarlak bir tahminle üç mil yürüdüğüne kanaat getirdi. Hava giderek ısınıyordu; iç ceketini çıkarıp omzuna attı, sonra yürümesine devam etti. Hava oldukça ısınmıştı şimdi; güneşe bakıp, kahvaltı zamanı geldi diye düşündü.
“Dönmek için henüz erken. Şu çizmelerini çıkarıvereyim.” dedi kendi kendine.
Oturdu, çizmelerini çıkarıp kuşağına bağladı ve yürümeye devam etti.
“Üç mil daha yürürüm,” diye aklından geçirdi, “Sonra da sola dönerim. Şurası o kadar güzel ki, kaybedersem yazık olur. İnsan yürüdükçe, arazi daha verimli görünüyor.”
Bir süre dosdoğru gitmeye devam etti, dönüp baktığında tepe güçlükle, üstündeki insanlar ise siyah karıncalar gibi görünüyordu.
“Eyvah, bu yöne çok fazla gitmiştim,” diye düşündü. “Şimdi dönmeli. Öyle de terledim ve susadım ki.”
Durdu, büyük bir çukur kazıp ot parçalarını üst üste yığdı. Matarasını çıkarıp biraz su içti. Sonra, sola keskin bir dönüş yaptı. Yürüdü, yürüdü; otların boyu yüksek, hava sıcaktı.
Pahom yorulmaya başlamıştı; güneşe bakınca vaktin öğle olduğunu gördü.
“Eh biraz dinleneyim.” diye içinden geçirdi.
Oturdu; biraz ekmek yedi, biraz da su içti; uyuyakalabileceğini düşünerek uzanmadı. Biraz oturduktan sonra tekrar yola koyuldu. Başlangıçta kolayca yürüyordu; yemek ona güç vermişti; ama hava şimdi korkunç derecede ısınmıştı. Uykusunun geldiğini hissetti; buna rağmen, şu sözü düşüne düşüne yoluna devam etti: “Bir saat sıkıntı çek, bir ömür yaşa.”
Bu yönde de uzun bir yol katetti, artık tekrar sola dönmek üzereydi ki bir derenin farkına vardı: “Bunu dışarda bırakırsam yazık olur,” diye düşündü. “Burada iyi keten yetişir.” Böylece dere kenarının da etrafını dolaştı ve derenin öbür yanında bir çukur kazdı. Pahom tepeye doğru baktığında sıcaklık havayı puslandırmıştı, sanki havada birşeyler uçuşuyordu ve bu pustan tepenin üzerindeki insanlar neredeyse görülmüyordu.
“Off, iki kenarı da fazla uzun tuttum,” diye düşündü Pahom, “Bari bunu kısa tutayım.” Adımlarını sıklaştırarak üçüncü kenarı yürümeye başladı. Güneşe baktı; güneş, ufka doğru yolunun yarısını tamamlamıştı, oysa Pahom karenin üçüncü kenarında iki mil bile yürümemişti. Varacağı noktaya daha on mili vardı.
“Hayır,” diye düşündü, “Arazim yamuk da olsa, dönüp dosdoğru bir çizgide yürümeliyim artık. Bayağı uzağa gittim ve hayli büyük bir arazim oldu.”
Pahom aceleyle bir çukur kazdı ve yönünü tam tepeye doğru çevirdi.

IX
Pahom dosdoğru tepeye gidiyordu, ama şimdi zorlukla yürüyordu. Sıcaktan bîtap düşmüş; kesilen çıplak ayağı yara bere içinde kalmış; dizleri bükülmeye başlamıştı. Dinlenmeyi çok istiyordu, ama eğer güneş batmadan dönmek istiyorsa bu imkânsızdı, Güneş hiç kimseyi beklemezdi ve alçaldıkça alçalıyordu.
“Aman Allah’ım,” diye düşündü, “Keşke aptallık edip daha fazlası için çabalamasaydım! Ya vaktinde yetişemezsem?”
Tepeye ve güneşe doğru baktı. Hedeften hâlâ uzaktaydı. Güneş ufka daha da yaklaşmıştı. Pahom yürüdü, yürüdü; gittikçe daha zor yürüyordu, ama daha da hızlandı. Hızlandı ama, varacağı yerden hâlâ çok uzaktı. Koşmaya başladı, paltosunu, çizmelerini, matarasını, başlığını yere fırlattı. Elinde yalnızca, destek olarak kullandığı bel kaldı.
“Şimdi ne yapacağım,” diye düşündü tekrar, “Haddinden fazla yer dolaştım, hepsine birden göz diktim. Güneş batmadan oraya ulaşamayacağım.”
Bu korku onun nefesini daha da kesti. Pahom koşmaya devam etti, fanilası ve pantolonları terden üstüne yapışmış, ağzı kurumuştu. Göğsü demirci körüğü gibi inip kalkıyor, kalbi tokmak gibi vuruyor, artık kendisinin değilmiş gibi hissettiği dizlerinin bağı çözülüyordu. Birden, bu gidişle öleceği korkusu sardı Pahom’u.
Ölüm korkusuna rağmen duramadı. “O kadar yolu koştuktan sonra şimdi durursam, bana aptal derler.” diye düşündü. Koştu, koştu; o kadar yaklaştı ki Başkırlar’ın haykırışlarını ve kendisine bağırışlarını duydu, onların çığlıkları kalbini daha da alevlendirdi. Son gücünü toplayıp koşmaya devam etti.
Güneş yere yaklaşmış, puslu havada kocaman ve kan kırmızısı bir renkte görünüyordu. Şimdi, evet şimdi batacaktı! Güneş oldukça alçalmıştı, ama o da hedefine çok yaklaşmıştı. Pahom tepenin üzerinde, acele etmesi için silahlarını kendisine sallayan insanları artık görebiliyordu. Yerdeki tilki kürkünden kalpağı, onun üzerindeki parayı ve elleri belinde duran Reis’i de görebiliyordu. Ve Pahom birden gece gördüğü rüyayı hatırladı.
“Bol bol toprak var,” diye düşündü, “Ama Allah beni o toprakların üstünde yaşatacak mı? Hayatımı kaybettim, hayatımı kaybettim! Oraya asla ulaşamayacağım.”
Pahom, yere inmiş olan güneşe baktı; bir ucu çoktan gözden kaybolmuştu. Artakalan bütün gücüyle atıldı, gövdesini öne doğru eğdiğinden dizleri onu ayakta tutmakta zorlanıyordu. Tepeye varmıştı ki hava aniden karardı. Baktı, güneş batmıştı. Bir çığlık koyuverdi. “Bütün emeğim heba oldu,” diye düşündü. Durmak üzereydi ki, Başkırlar’ın hâlâ bağırdığını işitti, birden güneş aşağıda kendisine batmış gibi görünse de, tepenin üstündekilerin güneşi görebildiklerini hatırladı. Uzun bir nefes aldı ve tepeye çıktı. Orada hâlâ aydınlık vardı. Tepeye ulaştı ve kalpağı gördü. Reis kalpağın önünde durmuş gülüyor ve iki yanını tutuyordu. Pahom rüyasını tekrar hatırladı ve bir çığlık daha attı; dizleri artık tutmuyordu, yere yıkıldı, elleriyle kalpağa uzandı.
“Vay, ne hoş adam!” diye bağırdı Reis, “Bir sürü toprak kazandı.”
Uşağı koşarak geldi ve onu kaldırmaya çalıştı, ama efendisinin ağzından kan akıyordu. Pahom ölmüştü!
Başkırlar’dan acıma ifade eden “cık cık” sesleri duyuluyordu.
Uşağı beli alarak Pahom’un sığabileceği büyüklükte bir çukur kazdı ve onu oraya gömdü. Onun şimdi ihtiyaç duyduğu, topu topu iki metrelik bir topraktı.

Nerede Sevgi Orada Allah

Kunduracı Martın Avdeyiç şehirde, tek pencereli bir bodrumda oturuyordu. Evin penceresi sokağa bakıyordu. Bu yüzden sokaktan gelip geçenler, pencereden görülebiliyordu. Daha doğrusu, sokaktan gelip geçenlerin yalnızca ayakları görülebiliyordu. Ancak Martın, kunduralarından sahiplerini tanıyordu. Çünkü uzun zamandan beri burada oturuyordu. Bundan dolayı birçok tanıdığı vardı. Bu mahallede, onun elinden en az birkaç kere geçmemiş bir kundura çok nadir gösterilirdi. O, kunduraların bazısına yeni pençe vurur, bazısına yama yapar, bazısını diker, bazısının da burnunu onarırdı. Elinden geçen bu kunduraları pencereden sık sık seyrederdi, işi çoktu. Çünkü Martın iyi çalışır, kaliteli malzeme kullanır, fazla para almaz, sözünü tutardı. Söz verdiği zaman içinde yapabilecekse, işi üzerine alır, yapamayacaksa yalan söylemezdi. Herkes Martını tanıdığı için elinden iş hiç eksik olmazdı.
Martın oldum olası iyi bir insandı. Fakat yaşı ilerleyip, ihtiyarlamaya başlayınca daha çok ruhsal durumunu düşünür, Allah’a yaklaşmak için çalışır olmuştu. Martın daha ustasının yanında kaldığı sıralarda karısını kaybetmiş, ondan olan ilk çocukları da yaşamamıştı. Yalnız, üç yaşında bir çocuğu vardı yaşayan. Martın önceleri bu çocuğu köydeki kız kardeşine göndermeyi istedi. Fakat daha sonra buna yüreği dayanmadı. Kendi kendine: “Yabancı bir aile içinde büyümek Kapitoşka’ma zor gelir. En iyisi yanımda kalsın.” diye düşündü.
Martın daha sonra ustasının yanından ayrıldı. Oğlu ile beraber ayrı bir evde yaşamaya başladı. Fakat, Allah, çocuktan yana onun yüzünü güldürmedi. Oğlu, büyüyüp de kendisine yardım etmeye başlar başlamaz hastalanıp yatağa düştü. Yaklaşık bir hafta ateşler içinde yandı, sonra öldü. Martın acılara boğulmuş bir halde oğlunu toprağa verdi. O kadar üzülmüştü ki Allah’a bile isyan etmeye başladı. Öyle bir bunalıma düştü ki, çoğu zaman ölümü arzuluyor, kendi gibi bir ihtiyarı değil de gencecik oğlunu aldığı için Allah’a sitem ediyordu. Kiliseyi de bırakmıştı.
Bir gün Martın’a, sekiz yıldır kutsal yerleri dolaşan ihtiyar bir hemşehrisi misafirliğe geldi. Martın onunla konuşmaya, ona derdini dökmeye başladı:
“Artık yaşamak istemiyorum Pîrim, Allah canımı alsa da kurtulsam. Allah’tan tek dileğim bu. Ben, hayattan hiç bir beklentisi olmayan, mahvolmuş bir adamım artık.” dedi, ihtiyar ona dedi ki:
Böyle konuşmakla hiç iyi etmiyorsun Martın. Allah’ın işine karışılmaz. Bizim aklımız O’nun yaptıklarına ermez. Allah, oğluna ölümü, sana da yaşamayı nasip etmiş. Demek ki en hayırlısı bu. Senin, ümitsizlik batağına saplanman neden kaynaklanıyor biliyor musun? Çünkü sen kendin için, mutluluğun için yaşamak istiyorsun.
– Bu dünyada başka ne için yaşanır ki?
– Allah için yaşamak lazımdır Martın. Madem ki O sana hayat veriyor, senin de hayatını O’na vermen, O’nun için yaşaman gerekir. Eğer böyle yaparsan dertlerden kurtulur, sıkıntı çekmezsin. Her şey senin için kolaylaşır.
Martın biraz sustuktan sonra:
– Allah için nasıl yaşanır? diye sordu.
İhtiyar ona şöyle dedi:
– İsa Peygamber Allah için nasıl yaşanacağını bize göstermiştir. Senin okuma-yazman var değil mi? Bir İncil alıp oku. Allah için nasıl yaşandığını ondan öğrenirsin. O, insana herşeyi gösterir.
Bu sözler Martın’ın içine işlemişti. O gün hiç vakit kaybetmeden gidip, kocaman harflerle yazılmış bir İncil aldı ve okumaya koyuldu.
Martın bu kitabı alırken, yortularda okurum diye düşünmüştü. Fakat okumaya başlayınca, içinde öyle bir ferahlık duydu ki, onu elinden bırakamıyor her gün okuyordu. Kimi zamanlar kendini öyle kaptırıyordu ki, lambada gaz bittiği halde kitabı elinden bir türlü bırakamıyordu. Kısa zamanda buna öyle alışmıştı ki her gece onu okuyor, okudukça Allah’ın kendisinden ne istediğini, Allah için yaşamanın ne demek olduğunu daha iyi anlıyordu. Gün geçtikçe kalbindeki ferahlık daha da artıyordu. Önceleri günlerinin büyük kısmını Kapitoşka’yı gözünde canlandırıp, ahlar vahlar çekerek geçirirdi. Oysa şimdi dilinden düşürmediği, her an kendi kendine mırıldandığı; “Allah’a hamd olsun!.. Şükürler olsun Ya Rabbi!..” sözleriydi.
İhtiyarla konuşup İncil okumaya başladığından beri Martın’ın hayatı tamamen değişmişti. Önceleri, oraya buraya takılır, çay may içer, votkayı da hiç geri çevirmezdi. Bazen bir tanıdığı ile kafayı çeker, meyhaneden kafayı bulmuş bir vaziyette çıkmasa bile çakırkeyf olur, abuk sabuk
laflar söylerdi. Ya ona buna çatar, ya da birinin arkasından konuşurdu. Şimdi bu huyların hepsinden vazgeçmişti. Mutlu ve sakin bir hayatı vardı. Sabahtan işinin başına oturuyor, gereği kadar çalışıyor, sonra çengelde asılı duran lambayı çıkarıp masanın üzerine koyuyor, raftan kitabını alıp okumaya başlıyordu. Okudukça her şeyi daha iyi anlıyor, anladıkça kalbi gitgide ferahlıyor, huzura eriyordu.
Bir gece, yine kendini okumaya kaptırmıştı. Luka İncilini okuyordu. Altıncı bâb’a gelmişti. Şunlar yazılıydı orada: “Bir yanağına vurana, öbür yanağını çevir. Cübbeni alanın, entarini almasını engelleme. Senden isteyene ver. Malını alandan, onu geri isteme. İnsanların sana nasıl davranmasını istiyorsan, onlara öyle davran.”
Kitabın ilerleyen sayfalarında şunlar yer almaktaydı: “Bana ‘Rabbim! Rabbim!’ diye dua ediyorsunuz da, niçin söylediğim şeyleri yapmıyorsunuz? Bana gelip, sözlerimi dinleyen ve yapan; toprağı derince kazıp temeli kaya üzerinde yükselterek evini yapan bir kimseye benzer. Azgın seller o eve hücum etse, ev kaya üzerine yapıldığı için, onu sarsmaya güç yetiremez. Fakat, sözlerimi dinleyip de yapmayan; temel atmadan, evini toprak üzerine yapan bir kimseye benzer. Seller o eve hücum eder etmez, yıkar. Geriye sadece enkaz kalır.”
Bunları okuyunca Martın’ın içi açıldı. Gözlüğünü çıkarıp, kitabın üzerine koydu. Masaya dayandı ve düşüncelere daldı. Bu sözler doğrultusunda hayatını ölçüp biçmeye başladı. Sonra; “Benim evim nasıl acaba? Temeli kaya mı, toprak üzerinde mi? Kaya üzerinde ise ne âlâ… Bazen insanın içine bir ferahlık geliyor, sanki, Allah’ın bütün emirlerini yerine getiriyoruz da, ondan böyle oluyor gibi hissediyor kendini insan… Fakat kendini bir bıraktın mı tekrar günahlara batıyorsun. Neyse… Yine de gayret etmek lazım… Allah’ım bana yardım et!” diye içinden geçirdi. Daha sonra “yatayım” dedi ama kitaptan ayrılamıyordu. Yedinci bâb’ı okumaya başladı. Yüzbaşı, dul kadının oğlu ve Yuhanna’nın talebelerine verilen cevap hakkında kitapta yazılanları okudu. Sonra zengin Fârisi’nin İsâ’yı davetini anlatan yere geldi. Daha sonra da günahkâr kadının nasıl İsâ’nın ayaklarına kapandığını, İsâ’nın ayaklarını nasıl göz yaşlarıyla yıkadığını, peygamberin ona nasıl sahip çıktığını okudu. Nihayet kırk dördüncü sûreye geldi. Orada şunlar yazıyordu:
“… Ve kadına doğru dönüp Semyon’a dedi ki: ‘Ben senin evine geldim, ayaklarım için su vermedin. Bu kadın ise ayaklarımı göz yaşıyla yıkayıp, saçıyla kuruladı. Sen beni öpmedin. O ise içeri girdiğimden beri sürekli ayaklarımı öptü. Sen başıma zeytin yağı sürmedin. Bu kadın ise ayaklarıma gül yağı sürdü.”
Martın bunları okuduktan sonra: “Ayaklarım için su vermedin, beni öpmedin, başıma yağ sürmedin…” ifadeleri üzerinde düşündü. Daha sonra tekrar gözlüğünü çıkarıp kitabın üzerine koydu ve yine düşüncelere daldı: “Galiba daha önceleri Fârisi’nin biriydim ben. Misafirimi değil de yalnızca kendimi düşünüyordum. Peki misafirim kimdi?.. Evet, misafirim İsâ’ydı. Acaba, İsâ bana misafir gelse ben de mi böyle yapardım?..”
Martın bu düşünceler içinde başını kollarına dayadı. Sonra farkına bile varmadan uykuya dalıp gitti. O anda kendisine ansızın ‘Martın’ diye fısıldandığını işitti. Uyku sarhoşluğu içinde birdenbire silkinip: “Kim o? Kim o?” diye seslendi. Başını arkaya çevirip baktı ama etrafta kimsecikler yoktu. Tekrar uyumaya koyuldu. Yine, yüksek bir sesle kendisine: “Martın! Hey Martın! Yarın sokağa bak, geleceğim.” dendiğini duydu. Bunun üzerine Martın kendine geldi. Sandalyesinden kalktı. Gözlerini oğuşturmaya başladı. Hâlâ olup bitenlerden bir şey anlamamıştı. Acaba duydukları rüya mı, yoksa gerçek miydi? Bunları düşündü kendi kendine. Sonra lambayı söndürüp yattı.
Martın o sabah tanyeri ağarmadan kalktı. Duasını etti. Sobasını yaktı. Çorbasını, kaymağını hazırladı. Semaverini yaktı. Önlüğünü taktı, sonra pencerenin önüne oturup, çalışmaya başladı. Bir yandan çalışıyor, bir yandan da gece olanları düşünüyordu. Türlü türlü ihtimaller geçiyordu aklından. Kâh birinin sahiden kendisine seslendiğini, kâh uykuda kendisine öyle geldiğini düşünüyordu. Kendisine seslenen acaba kimdi?
Martın pencerenin önüne oturmuş, işinden çok pencereye bakıyordu. Tanımadığı kunduralar sokaktan geçtikçe eğilip, geçen kimsenin yüzünü görmek için, kafasını dışarı çıkarıyordu. Önce, yeni bir yün çizme giymiş kapıcı, sonra sucu geçti sokaktan. Daha sonra, eline bir kürek almış, eski ve yamalı yün çizmeler giymiş, Nikola zamanından kalma ihtiyar bir asker penceresinin önüne yaklaştı. Martın bu ihtiyarı çizmelerinden hemen tanımıştı. Adı Stepaniç idi. Martın’ın komşusu olan tüccar, acıdığı için bu adamı yanına almıştı. İşi, kapıcıya yardım etmekti. Stepaniç Martın’ın penceresi önündeki karları kürümeye başladı. Martın bir müddet ona baktıktan sonra gene işine koyuldu. “Galiba ben bunadım.” diye düşündü bir an kendi kendine. “Stepaniç karları kürüyor, ben ise İsâ Babamız mı geldi acaba diye kuruntu yapıyorum. Adamakıllı bunak bir moruk oldum.” diye geçirdi içinden.
Fakat, on iğne attıktan sonra, yine pencerenin önüne gidip dışarı bakmaktan kendini alamadı. Stepaniç küreğini duvara dayamış dinleniyordu. İhtiyar, güçsüz bir adamdı o. Karları kürümeye bile gücü yetmiyordu. Martın: “Şuna bir çay içireyim.” diye düşündü. “Zaten semaver de sönmeye yüz tuttu.” dedi kendi kendine. Çuvaldızı bir yere soktu. Ayağa kalkıp, semaveri masaya koydu. Çayı hazırlayıp eliyle pencereye vurdu. Stepaniç başını çevirip baktı. Sonra pencereye doğru yaklaştı. Martın da onu içeri çağırdı, sonra gidip kapıyı açtı:
– Gel biraz ısın, dedi, üşümüşsündür.
Stepaniç: “Allah razı olsun, kemiklerim sızlamaya başlamıştı” dedi. Sonra içeri girdi. Üzerindeki karları silkeledi. Döşemeyi kirletmemek için çizmelerini temizledi. Bu işi yaparken güçsüzlükten ayakta zor duruyor, sağa-sola sallanıyordu.
Martın: “Canım bırak şu temizliği… Ben silerim. Zaten işim bu. Gel otur da çayını iç.” dedi.
Martın iki bardak çay doldurup, birini misafirine uzattı. Kendi çayını da aldı, üfleyerek yudumlamaya başladı. Stepaniç çayını içti. Bardağı ters çevirip, artan şekeri bardağın üzerine koydu. Sonra teşekkür etti. Fakat, çay içmek istediği belliydi. Martın: “Bir bardak daha iç” dedi. Sonra hem misafirine, hem kendine çay koydu. Martın bir yandan çayını içiyor, bir yandan da sürekli sokağa bakıyordu.
Stepaniç: “Birini mi bekliyorsun?” diye sordu.
– Birini mi bekliyorum?.. Vallahi kimi beklediğimi söylemek biraz garip olacak. Birini bekliyorum veya beklemiyorum desem, bu tam olarak doğru olmayacak… Fakat bir söz kafama takıldı. Hayal miydi, gerçek miydi bir türlü kestiremiyorum. Bak kardeşim; Dün İncil’de İsâ Babamızın dünyada çektiği sıkıntıları okuyordum. Bilmem duydun mu hiç?
Stepaniç:
– Duydum, duydum, dedi, ama biz cahil insanlarız, okuma-yazmamız yok.
– İşte, dediğim gibi dün, İsâ’nın dünyada nasıl dolaştığını, nasıl Fârisi’nin yanına geldiğini, onun İsâ Babamızı nasıl kötü karşıladığını okuyordum. Bunları okurken aklımdan şunlar geçmekteydi. Fârisi, İsâ Babamızı nasıl oldu da iyi karşılamadı. Oysa bu benim başımdan geçmiş olsaydı herhalde onu nasıl karşılayacağımı bilemezdim. O ise, hiç bir şey yapmamış… işte, bunları düşünürken uyuyup kalmışım. Uykuya daldıktan biraz sonra birinin bana seslendiğini duyup uyandım. Bir ses, kulağıma fısıltı halinde: “Bekle, yarın geleceğim.” dedi. Aynı sözleri iki kere işittim. İster inan, ister inanma ama bu sözler beni fazlaca etkiledi. Şimdi bir yandan kendimi sorguluyor, diğer yandan İsâ Babamızı bekliyorum.”
Stepaniç başını salladı. Bir şey söylemedi. Çayını sonuna kadar içti. Sonra bardağını ters çevirdi. Fakat Martın bardağı alıp, çayı tazeledi ve:
– İç, iç. Afiyet olsun, dedi. Sonra şöyle devam etti sözlerine: “Sürekli olarak, İsâ Babamızın bu dünyada nasıl dolaştığını, hiç kimseyi aşağı görüp dışlamadığını, çoğunlukla yalın ve gösterişsiz bir hayat süren halkla ilgilendiğini düşünüyordum. Evet, o, hep onlarla birlikteydi. Talebelerini genellikle bizim gibi işçilerden, manevi bağlarla birbirine bağlı kardeşlerden seçerdi. “Yükselen alçalır, alçalan yükselir” derdi hep.” Sizler bana Rab demektesiniz. Ben ise sizin ayaklarınızı yıkamaktayım. Efendi olmak isteyen, herkesin hizmetçisi olmalıdır. Çünkü Allah fakir, uysal ve merhametli kimseleri kutsamıştır.”
Stepaniç bu sözleri dinlemeye öyle kaptırmıştı ki kendini çayını içmeyi bile unutmuştu, ihtiyar, hemencecik ağlayan duygusal bir insandı. Anlatılanları dinlerken, gözyaşları yanaklarından akıyordu.
Martın: “Bir çay daha içsene” dedi.
Fakat Stepaniç istavroz çıkardı, bardağı önünden uzaklaştırdı ve ayağa kalktı:
– Teşekkür ederim Martın. Bana ikram ettin. Ruhumu da karnımı da doyurdun, dedi.
– Ne önemi var canım. Yine beklerim. Ben misafiri severim.
Stepaniç dışarı çıktı. Martın ise semaverdeki son çayı bardağa doldurup içti. Sonra masayı topladı. Tekrar pencerenin önüne geçip, topuk çakmaya koyuldu.
Bir yandan topuğu çakıyor, bir yandan da pencereye bakıyordu. İsâ Peygamberi bekliyor, hep onu ve onun yaptıklarını düşünüyordu. Hep İsa’nın sözleri dolaşıyordu kafasında.
O anda iki asker geçti pencerenin önünden. Birisinin ayağında beylik, ötekininkinde özel bir ayakkabı vardı. Sonra lastik ayakkabı giymiş ev sahibi sokaktan geçti. Daha sonra, elinde sepetle, ekmekçi geçti. Pencerenin önünden geçenler hayli çoktu. Bir ara pencerenin yanına yün çoraplı, ayağında köylü işi bir ayakkabı bulunan köylü bir kadın geldi. Pencerenin biraz ötesinde, duvarın yanında durdu. Buralarda yabancı olduğu halinden belliydi. Kılık kıyafeti iyi değildi. Kucağında bir çocuk vardı. Duvarın yanında, arkasını rüzgara dönmüş, çocuğunu sarmaya çalışıyordu. Fakat yanında saracak bir şeyi yoktu. Elbisesi de yazlıktı. Üstelik yırtık pırtıktı. Martın, camın arkasından çocuğun ağladığını duyuyordu. Kadın onu avutmaya çalışıyor ama bir türlü avutamıyordu. Martın yerinden kalktı. Kapıdan merdivene çıkıp:
– Hey, Akıllı! diye bağırdı. Bu çocukla ne diye soğukta duruyorsun? Çocuğu sıcakta daha iyi sarıp sarmalarsın, buyur içeri gir… Buradan gel…
Kadın şaşırıp kalmıştı. Görünen o ki önlüklü ihtiyar adam kendisini içeri çağırıyordu. Kadıncağız merdivenlere doğru yürüdü. Merdivenlerden inip, odaya girdiler.
Martın, kadına yatağı göstererek:
– Otur buraya akıllı, sobanın yanına otur. Hem biraz ısınır, hem de çocuğunu emzirirsin, dedi.
Kadın:
– Sütüm kesildi, dedi, sabahtan beri bir şey yemedim de.
Fakat yine de çocuğu göğsüne doğru yaklaştırdı.
Martın, anladım dercesine başını salladı. Sonra masanın yanına gitti. Ekmek ve tas aldı. Ocaktaki tencerenin kapağını açıp tasa çorba koydu. İçi bulgur dolu çömleği de çıkardı. Fakat henüz pişmemişti. Bunun için masaya sadece çorba koydu. Ekmeği çıkardı, çengelden örtüyü aldı, masanın üstüne serdi:
– Otur da ye akıllı. Çocuğa ben bakarım. Benim de çocuğum vardı. Bu yüzden çocuklara bakmasını bilirim, dedi.
Kadın istavroz çıkardı. Sonra masaya oturup, yemeye başladı. Martın ise çocukla yatağa oturdu. Çocuğunsusması için dudaklarını şapırdattı. Fakat ağızda diş olmayınca iyi şapırdamıyordu ki. Çocuk hâlâ durmadan bağırıyordu. Martın parmağıyla çocuğu korkutmayı düşündü sonra. Parmağını çocuğun ağzına yaklaştırıyor, hemen geri çekiyordu. Ağzına sokmuyordu. Çünkü, ipe sakız sürmekten, parmağı simsiyah bir hale gelmişti. Çocuk onun parmağına bakakaldı ve sustu. Sonra da gülmeye başladı. Martın buna çok sevindi.
Kadın hem yemek yiyor, hem de kim olduğunu, nereye gittiğini anlatıyordu:
– Ben asker karışıyım. Sekiz ay önce kocamı alıp bir yere götürdüler. Nereye gittiğinden bir daha haber alamadım. Bir yerde aşçılık yapıyordum. O sırada bir çocuğum oldu. Ondan sonra beni yanlarında tutmak istemediler. Üç aydır iş arıyorum ama bulamıyorum. Elimde avucumda ne varsa satıp yedim. Bir ara çocuk bakıcısı olmak istedim. Fakat zayıf olduğum için almadılar. Ninemin yanında kalan bir tüccar karısı, beni işe aldıracağına söz vermişti. Ben hemen alırlar sandım. Fakat onlar gelecek hafta gelmemi söylediler. Oturdukları yer de bir hayli uzak. Hiç takatim kalmadı. Çocuk da yoruldu… Allah’a şükürler olsun ki ev sahibi acıyor da evden kovmuyor. Yoksa nereye giderdim, bilmem.
Martın içini çekti ve dedi ki:
– Kışlık elbisen yok mu?
– Nerde kuzum kışlık elbise! Bir atkım vardı onu da dün yirmi kapik için rehin verdim.
Kadın yatağa yaklaştı. Çocuğu kucağına aldı. O sırada Martın ayağa kalktı. Duvara doğru yürüdü. Bir şeyler aradı. Oralardan eski bir kaput bulup çıkardı.
– İşte buyur, al. Eski bir kaput ama çocuğu sarıp sarmalamaya yarar, dedi.
Kadın önce kaputa, sonra ihtiyar Martına baktı. Kaputu aldı. Ağlamaya başladı. Martın başını çevirdi. Sonra yatağın altında bir şeyler aramaya başladı. Küçük bir çekmece bulup çıkardı, içinde bir şeyler aradı. Daha sonra kadının karşısına oturdu. Kadın ona:
– Allah senden razı olsun babacığım. Beni bu pencerenin altına galiba Allah gönderdi. Yoksa çocuk soğuktan donardı… Sokağa çıktığım zaman hava sıcaktı. Bak şimdi nasıl soğudu. Babacığım seni bu pencereden baktıran, bana acıtan Allah’tır, dedi.
Martın gülümsedi:
– Tabiî ki, seni buraya Allah gönderdi. Ben pencereden boşu boşuna mı bakıyordum akıllı, dedi.
Daha sonra gördüğü rüyayı, duyduğu sesi, İsa’nın kendisine gelmeyi vaad ettiğini kadına anlattı.
Kadın; “Her şey olabilir, dedi. Sonra ayağa kalktı. Kaputu üzerine aldı. Çocuğu kaputla iyice sardı. Ve Martının önünde eğilmeye, ona teşekkür etmeye başladı. Martın kadına yirmi kapik uzatarak: “Allah aşkına şunu da al. Bununla atkını rehinden kurtarırsın.” dedi.
Bunun üzerine kadın istavroz çıkardı. Martın da istavroz çıkarıp, kadını kapıya kadar götürdü. Kadın dışarı çıkıp oradan uzaklaştı.
Martın kadın gittikten sonra çorbasını içti. Masayı toplayıp, çalışmaya koyuldu. Çalışırken pencereye bakmayı da ihmal etmiyordu. Pencerenin önünde bir karaltı belirince, hemen kimin geçtiğine bakıyordu. Sokaktan tanıdık ve tanımadık bir çok insan geçiyordu. Fakat içlerinde dikkat çeken bir kimse yoktu.
Bir ara, pencerenin önünde ihtiyar bir satıcı kadının durduğunu gördü. Kadının elinde içinde elma bulunan bir sepet vardı. Elmalar azdı. Belli ki çoğunu satmıştı. Omzunda da içi küçüklü büyüklü tahtalarla dolu bir çuval vardı. Herhalde inşaattan toplamış, evine götürüyordu. Çuvalın ağırlığından kadının bir omzu düşmüştü. Kadın, öbür omzuna almak için çuvalı yere koydu. Elma sepetini de kaldırıma koydu ve tahta parçalarını çuvala yerleştirmeye başladı. O sırada sokakta yırtık kasketli bir çocuk peyda oldu. Sepetten bir elma kaptı. Tam kaçmak üzereyken ihtiyar kadın işin farkına vardı. Çocuğu ceketinin kolundan yakaladı. Çocuk kurtulmak için çırpınmaya başladı. Fakat onu iki eliyle yakalamıştı. Çocuğun kasketi düşünce de saçlarından tuttu. Çocuk bağırıp çağırıyor, kadın da küfrediyordu.
Martın çuvaldızı bir yere sokmaya bile vakit bulamadı. Döşemenin üstüne atıp, kapıya fırladı. Öyle acele etti ki merdivende tökezleyip, gözlüğünü düşürdü. Nihayet sokağa çıkmıştı. O sırada yaşlı kadın çocuğa küfrediyor, onu hırpalıyor, polise götüreceğini söylüyordu. Çocuk ise direniyor: “Ben bir şey almadım, niye dövüyorsun? Bırak beni” diye bağırıyordu.
Martın onları ayırmaya çalıştı. Çocuğun elinden tutup kadına dedi ki:
– Nineceğim, Allah aşkına bırak çocuğu.
– Onun ağzının payını öyle bir vereyim ki bir daha unutamasın. Polise vereyim de gününü görsün.
Martın, ihtiyar kadına yalvarıyordu:
– Bırak nineciğim, bırak Allah aşkına. Bir daha yapmaz.
Nihayet, ihtiyar kadın onu bıraktı. Çocuk, bırakılınca,
kaçmak istedi ama Martın onu tuttu:
– Nineden özür dile. Bir daha da böyle bir şey yapma. Elmayı aldığını ben gördüm.
Çocuk, bunun üzerine, ağlamaya, özür dilemeye başladı.
– Hah, işte böyle. Şimdi al elmayı. Ben veriyorum sana.
Martın sepetten bir elma alıp, çocuğa verdi, ihtiyar kadına da:
– Parasını ben veririm, dedi.
Kadın:
– Böyle yaparsan bu serseriler şımarır. Bunun gibilere öyle bir ders vermeli ki acısını bir hafta unutamasın.
Martın:
– Ah nineciğim, ah! Biz böyle düşünüyoruz ama Allah’ın emri böyle değil. Çocuğu, bir tek elma için dövmek lazımsa, bizim işlediğimiz günahlar için ne yapmalı acaba?
Kadın sustu, hiç bir şey söylemedi.
Martın ihtiyar kadına, bir toprak sahibinin köylünün borcunu nasıl affettiğini, ama köylünün borçluyu nasıl sıkıştırdığını anlattı, ihtiyar kadın da çocuk da durmuş anlatılanları dinliyordu. Martın:
– Allah bizden daima affetmemizi istiyor. Yoksa o da bizi affetmez. Herkesi affetmek lazım. Hele hele ne yaptığını bilmeyenleri…
Kadın başını salladı ve ah çekti:
– Öyle ama, dedi, pek de şımardılar.
– İşte bizim gibi ihtiyarlara düşen, onlara böyle güzel şeyleri öğretmektir.
Kadın:
– Ben de aynı kanaatteyim. Benim de yedi çocuğum vardı. Fakat bir tek kızım kaldı, dedi.
Sonra, kızının yanında nasıl kaldığını, nerede oturduğunu, ne kadar torunu olduğunu anlatmaya başladı:
– İşte gördüğün gibi. Gücüm kuvvetim kalmadı ama hâlâ didinip duruyorum. Torunlarıma acıyorum. Fakat nekadar iyi torunlarım var bir bilsen. Eve dönünce çok iyi karşılarlar beni. Aksiyotkam hiç yanımdan ayrılmaz. Bana hep: “Nineciğim sevgili nineciğim, canım nineciğim.” der.
Kadın iyice yumuşamıştı. Çocuğa dönerek:
– Belli. Çocukça bir iş. Haydi zararı yok, dedi.
Kadın çuvalı omuzlamak istediği zaman çocuk yanına gelip ona dedi ki:
– Ben götüreyim nineciğim, yolum o tarafa…
İhtiyar kadın başını salladı. Çuvalı çocuğa yükledi. Sonra beraberce yola koyuldular, ihtiyar kadın Martın’dan elma parasını istemeyi unutmuştu.
Martın yerinde durmuş arkalarından bakıyordu. Onlar hem yürüyor, hem de durmadan konuşuyorlardı. Martın bir müddet onları seyretti. Sonra evine döndü. Merdivende gözlüğünü buldu. Gözlük kırılmamıştı. Çuvaldızını yerden aldı ve çalışmaya başladı. Biraz çalıştı. Fakat ortalık karardığı için dikişleri göremiyordu. Pencereden baktı. Fenerci fenerleri yakıyordu. “Artık ışık lazım” diye düşündü. Lambayı yaktı. Yine işine koyuldu. Bir çizmeyi tamamen bitirdi. Evirip çevirerek dört bir yanına baktı. Hoşuna gitmişti. Sonra aletlerini yerine koydu. Deri parçalarını, sicim kırıntılarını, öteyi beriyi toplayıp, lambayı aldı. Masaya koydu. Raftan İncil’i indirdi. Kitabı, bir gün önce, bir deri parçası koyup, işaretlediği yerden açmak istedi. Fakat kitap başka yerinden açıldı. Martın, o anda, bir gün önceki rüyasını hatırladı. O sırada, sanki arkasında biri hareket ediyordu. Hemen başını geriye çevirdi. Gözlerine inanamadı. Karanlık köşede insana benzeyen şekiller vardı. Bunlar birer insandı, ama kimdi bunlar? Neyin nesiydiler? Bunu kestiremiyordu. Şöyle fısıldayan bir ses duydu:
– Hey Martın! Beni tanıdın mı?
Martın: “Sen kimsin” diye sordu.
– Benim… Ben…
Sonra karanlık köşeden Stepaniç belirdi. Gülümsedi ve bir bulut gibi kayboldu.
Aynı ses: “Bu da benim” dedi.
Sonra karanlık köşeden çocuklu kadın belirdi, ikisi birden gülümsediler. Onlar da kayboldular.
Yine aynı ses: “Hey Martın! Bu da benim” dedi.
Daha sonra ihtiyar kadınla, elma çalan çocuk göründü, ikisi de gülümsediler. Ve kaybolup gittiler.
Martın’ın içi neşeyle dolmuştu. İstavroz çıkardı. Gözlüğünü taktı. İncili, açıldığı yerden okumaya başladı. Sayfanın başında şu satırlar yer almaktaydı:
“Acıkmıştım, beni doyurdun. Susamıştım, bana su verdin. Yolda kalmıştım, beni kabul ettin…”
Sayfanın altında da şunlar yazılıydı; “Benim küçük kardeşlerime ne yaptınsa, bana yapmış oldun.”
İşte böylece Martın anladı ki gördüğü rüya yalan değildi. O gün İsâ, gerçekten ona gelmiş, kendisi sahiden onu misafir etmişti.

Üç Soru

Padişah bir gün kendi kendine düşünmüş; bir işe ne zaman başlanacağını, kimlerle çalışıp kimlerle çalışmamak gerektiğini, hangi işin daha önemli olduğunu bir bilseydim, demiş, hiç başarısızlığa uğramazdım. Bunun üzerine tutmuş, bir işin ne zaman yapılması gerektiğini, bu iş için kimlerin uygun olduğunu, bütün işlerin en önemlisini doğru olarak öğretene büyük bir mükâfat vereceğini bütün memlekete ilân etmiş.
Padişaha birçok bilginler gelmeye başlamış, ama hepsi de bu sorulara türlü türlü karşılıklar vermişler.
Bir kısmı, birinci soruyu, yani bir işin ne zaman yapılması gerektiğini bilmek için yıllara, aylara, günlere göre bir çalışma cetveli yapmak, bu cetvele körükörüne bağlı kalmak gerektiğini söylemişler; ancak bu yolla her iş zamanında yapılabilir, demişler.
Başkaları ise, hangi işlerin hangi zamanlarda yapılması gerektiğinin önceden kestirilemiyeceğini, boş işlerle uğraşmaktan sakınmanın, olayları dikkatle gözlemenin, lâzım gelen şeyi yapmanın tek çare olduğunu söylemişler.
Üçüncülere gelince, onlar da demişler ki; tek bir insan, ne kadar dikkatli olursa olsun bir işin ne zaman yapılması gerektiğine karar veremez. Onun için Padişahın yanında, bilginlerden toplanma bir Danışma Kurulu bulunmalıdır; en iyisi, bu kurulun öğütlerine uymaktır.
Dördüncüler ise; öyle işler vardır ki danışmaya vakit kalmaz, diye fikir yürütmüşler. İşe başlama vakti gelip gelmediğine o saat karar vermek gerekir. Ama bunun için de ne olacağını önceden bilmek lâzımdır. Bunu ise yalnız kâhinler bilebilir. O halde bir işin ne zaman yapılması gerektiği kâhinlerden sorulmalıdır.
İkinci soruya da, yine böyle, türlü türlü karşılıklar vermişler.
Bir kısmı Padişah için en lüzumlu adamların, ona yardımcı olan idareciler olduğunu söylemiş. Bir kısmı bu iş için kâhinleri ileri sürmüşler. Üçüncüler, Padişaha en çok hekimlerin lüzumlu olduğu fikrini yürütmüşler. Dördüncüler ise en lüzumlu kimseler askerlerdir, demişler.
Üçüncü soruya, yani en önemli işin hangisi olduğu sorusuna bazıları bilimdir; bazıları harp sanatıdır, bazıları da Tanrı’ya tapınmaktır, diye cevap vermişler.
Karşılıkların hiçbiri ötekini tutmamış. Bu yüzden Padişah, hiçbirini kabul etmemiş, mükâfı da kimseye vermemiş. Sorularına daha iyi cevap almak için ünlü bir keşişe başvurmayı kararlaştırmış.
Bu keşiş ormanda tek başına oturur, hiçbir yere çıkmaz, yanına yalnız aşağı tabakadan insanları kabul edermiş. Bu yüzden Padişah basit bir kılığa girmiş, adamlarıyla daha keşişin kulübesine varmadan atından inmiş, tek başına keşişin yanına gitmiş.
Padişah, yaklaşırken keşiş kulübesinin önünde toprağı kazıyormuş. Padişahı görünce selâm vermiş, yine işine koyulmuş. Zayıf, takatsiz bir adammış. Kazmasını toprağa daldırıp küçük bir toprak parçasını attıktan sonra derin derin nefes alıyormuş.
Padişah, keşişe yaklaşıp demiş ki:
– Bilgin Keşiş… sana şu üç sorunun cevabını almak için geldim. Sonradan pişman olmamak için bir işin ne zaman yapılması gerektiğini nasıl bilmeli? Bir işe hangi çeşit insanlar lüzumludur? Yani bir iş için daha çok kimlerle işbirliği etmeli? Hangi işler daha önemlidir? Yani hangi işi ötekilerden öne almalı?
Keşiş Padişahı dinlemiş ama hiç cevap vermemiş. Avuçlarının içine tükürüp toprağı kazmaya koyulmuş. Padişah ona:
– Yoruldun galiba, demiş. Kazmayı bana ver de biraz da ben kazayım.
Keşiş:
– Eksik olma, diye cevap vermiş, kazmayı Padişaha uzatıp toprağa oturmuş.
İki sıra kazdıktan sonra Padişah durmuş, sorularını tekrarlamış. Keşiş gene cevap vermemiş. Ayağa kalkıp elini kazmaya uzatmış:
– Şimdi sen dinlen de ben kazayım, demiş.
Ama Padişah kazmayı vermemiş, işine devam etmiş. Aradan bir saat, iki saat geçmiş. Güneş artık ağaçların ardında azalıyormuş. Padişah kazmayı toprağa saplamış, demiş ki:
– Bilgin keşiş! Ben senin yanına, soruma karşılık alayım diye geldim. Birşey söylemeyeceksen evime döneceğim.
Keşiş:
– Bak… Biri buraya doğru koşuyor. Kim acaba? demiş.
Padişah, başını o yana çevirince sahiden, ormandan bir adamın koşarak geldiğini görmüş. Adam elleriyle karnını tutuyormuş, ellerinin altından da kanlar akıyormuş. Padişahın yanına yaklaşınca yere yuvarlanmış, gözleri kaymış, öyle kımıldamadan hafif hafif inlemeye başlamış.
Padişahla Keşiş, sakallı adamın elbiselerini soymuşlar. Adamın karnında büyük bir yara varmış. Padişah bildiği kadar yarayı yıkamış, kendi mendiliyle, Keşiş’in havlusuyla sarmış. Akan kan bir türlü durmuyormuş. Padişah, birkaç defa kanla dolan sargıyı almış, yıkamış, yarayı yeniden bağlamış.
Kan durduktan sonra yaralı kendine gelmiş. Su istemiş. Padişah suyu getirmiş, yaralıya vermiş. O arada güneş de iyice batmış. Hava adamakıllı serinlemiş. Padişah, Keşiş’in yardımıyla yaralı adamı kulübeye taşımış, yatağa yatırmış. Yatağa yatınca adam gözlerini kapayıp rahat etmiş. Padişaha gelince, yürümekten, çalışmaktan o kadar yorgun düşmüş ki kapının eşiğine dayanmış, derin bir uykuya dalmış.
Kısa yaz gecesi böylece geçmiş. Sabah olup da uyanınca Padişah bir zaman nerede olduğunu, yatakta yatan, kendisine parlak gözlerle dikkatli dikkatli bakan o garip, sakallı adamın kim olduğunu anlayamamış. Sakallı adam Padişahın uyandığını, kendisine baktığını görünce hafif bir sesle:
– Affet beni, demiş.
Padişah da:
– Seni tanımıyorum, affedecek bir şey yok, demiş.
– Sen beni tanımıyorsun ama ben seni tanıyorum. Ben kardeşini idam ettirdiğin ve malını mülkünü gaspettiğin için senden öç almaya and içen düşmanınım. Senin Keşişe tek başına geldiğini biliyordum. Geri dönerken seni öldürmeye karar vermiştim. Ama bütün gün görünmeyince, nerede olduğunu anlamak için pusumdan çıktım. İşte o sırada muhafızlarına rastladım. Onlar da beni tanıyıp yaraladılar. Kaçmasına kaçtım ama sen yaramı sarmasaydın kan kaybedip ölecektim. Ben seni öldürmek istedim, sense benim hayatımı kurtardın. Şimdi eğer yaşarsam, sen de razı olursan, en sadık bir köle gibi sana hizmet ederim, oğullarıma da bunu emrederim. Affet beni.
Padişah, düşmanı ile bu kadar kolaylıkla barıştığına çok sevinmiş. Adamı yalnız affetmekle kalmamış, bütün malını mülkünü geri vermeyi, onu kulübeden almak için adamlarını, hekimini göndermeyi vadetmiş.
Yaralı ile vedalaştıktan sonra Padişah avluya çıkmış. Gözleriyle keşişi aramış. Ayrılmadan son bir defa daha Keşişten sorularına karşılık vermesini rica etmek istiyormuş. Keşiş de avluda imiş. Dizüstü yürüyerek bir gün önce kazılan yere sebze tohumları ekiyormuş. Padişah ona yaklaşmış, demiş ki:
– Ey bilgin! Senden son defa olarak sorularıma karşılık vermeni rica ediyorum.
Keşiş zayıf baldırları üzerinde bağdaş kurarak toprağa oturmuş, yanında, ayakta duran Padişahı yukarıdan aşağıya süzmüş:
– İstediğin cevapları aldın ya, demiş.
– Nasıl? Hangi cevapları?
– Öyle ya, dün zayıflığıma acıyıp da benim için bu toprağı kazmasaydın ve tek başına geri dönseydin bu adam sana saldıracaktı. O zaman sen benimle burada kalmadığına pişman olacaktın. Demek ki toprağı kazdığın zaman, bu iş için en uygun zamandı. Ben de senin için en önemli adamdım, en önemli iş de bana iyilik etmekti. Sonra o adam buraya koşa koşa geldiği sırada, en uygun zaman, ona baktığın zamandı. Yarasını sarmasaydın o seninle barışmadan ölecekti. Demek ki en önemli adam o adamdı.
Onun için yaptıkların da en önemli işti. Öyle ise şunu hatırından çıkarma ki, en uygun zaman içinde bulunduğun zamandır. Çünkü ancak o zaman kendi kendimize hâkimizdir. En uygun adam da senin şimdi buluştuğun adamdır. Çünkü bu adamın başka adamlarla işi olup olmayacağı, hiç de belli değildir. En önemli iş de ona iyilik etmektir. Çünkü insan bu dünyaya yalnız iyilik etmek için gönderilmiştir.

İnsan Ne İle Yaşar?

I
Simon fakir bir kunduracıydı; bir çok başka adamlar gibi ne evi ne de tarlası vardı. Karısı ve çocuklarıyla bir köylü kulübesinde yaşar, elinin emeğiyle geçinirdi. Kazancın az, ekmeğin pahalı olduğu o zamanlarda, zavallı adamın kazandığı ancak boğazlarına yetiyordu. Karı kocanın koyun derisinden bir tek paltoları vardı ve bütün kış onunla idare ederlerdi. Fakat o da artık eskimiş paçavraya dönmüştü ve iki senedir Simon palto yapmak için yeni bir koyun derisi almak istiyordu. Kış basmadan, Simon biraz para arttırabilmişti; karısının sandığında üç rublelik bir banknot saklı duruyordu; köydeki müşterilerinde de beş ruble 20 kopek alacağı toplanmıştı.
Bir sabah erkenden kalktı. Köye, koyun derisi almaya gidecekti. Gömleğinin üstüne, karısının içi pamuklu kumaş hırkasını, onun üstüne de kendi kumaş paltosunu giydi. Üç rublelik banknotu dikkatle cebine koydu, ağaçtan bir dal keserek eline bir baston yaptı ve kahvaltısını acele yedikten sonra yola koyuldu. Aklından şöyle düşünüyordu: “Alacaklılarımdan beş rubleyi alırım; yanımdaki üç rubleyi de üstüne eklersem, bir paltoluk koyun derisine rahat rahat yeter.”
Köye varınca, doğru ilk borçlusunun kulübesine gitti, adam evde yoktu. Karısı, parayı gelecek hafta vereceklerini söyledi; hem kocası yokken kendisi kimseye para veremezdi ki… Simon ikinci borçluya gitti. Bu da parası olmadığını türlü yeminlerle söyledi, ancak kundura yaması için olan borcunu verebilecekti, o da 20 kopek ediyordu. Bunun üzerine Simon koyun derisini veresiye almağa çalıştı. Bu sefer de fakirdir diye tüccar ona güvenmeyerek:
“Parayı getirir koyun derisi alırsın. Borçlu peşinden koşmanın ne demek olduğunu biliriz.” dedi.
Şu halde kunduracının eline geçen topu topu kundura yaması için 20 kopek ve pençe vurulacak bir çift köylü kundurası oldu.
Simonun canı çok sıkıldı. Aldığı yirmi kopekle votka içti, sonra eli boş olarak evinin yolunu tuttu. Sabahleyin ayazda üşümüştü, halbuki şimdi biraz votka içtikten sonra, koyun derisinden paltosu olmadan da vücudu ısınmıştı. Giderken bir eliyle değneğini buz tutmuş yerlere vuruyor, öbür eliyle de yamalamaya götürdüğü eski kunduraları sallaya sallaya kendi kendine konuşuyordu:
“Adam akıllı ısındım. Varsın kürk paltom olmasın. Bir damla votka bütün damarlarımı harekete geçirdi. Kürkü ne yapacakmışım, sanki. Hiç bir şeyin tasasını çekmeyeceğim. Ben öyle adamım, işte! Adam sen de! Kürksüz de yaşayabilirim. Eksik olsun, lüzumu yok! Karım kızacak, biliyorum. Hakkı da var, olur maskaralık değil; akşama kadar
canın çıkasıya çalış, ondan sonra eline bir şeyler geçmesin. Bu kadar borcu varken, 20 kopekle adamı gönderiyor, çıkıyor işin içinden! 20 kopekle ne yapabilirsin ki? Ben de içerim, işte; zaten başka hiç bir işe de yaramaz! Onun da para sıkıntısı varmış, âlâ! Belki de doğru; fakat ben ne yapayım? Senin evin var, sürün var, her şeyin var; benim nem varsa arkam da! Senin buğdayın tarlandan gelir; ben buğdayın her tanesine para veriyorum. Ne yapsam, haftada yalnız ekmeğe üç ruble para ister. Eve giderim, ekmek bitmiş. Haydi bakalım tekrar bir buçuk ruble daha çıkarmağa uğraş. İşte böyle, oğlum, borcunu verirsin. Fazla lâkırdı istemem!”
Böyle kendi kendine söylene söylene bir köşe başındaki mâbedin yanına yaklaşmıştı. Başını kaldırınca, tam mâbedin arkasında beyazımsı bir şey gözüne ilişti. Ortalık kararmağa başlamıştı; Simon, bu gözüne ilişen şeyin ne olduğunu bir türlü seçemiyordu. “Burada böyle beyaz taş yoktu,” dedi. “Öküz desem, öküz değil. Başı, adam başına benziyor, ama, çok beyaz. Hem adamın orada ne işi olabilir?”
Merakla iyice görebilsin diye yakma geldi. Hayret doğrusu, hakikaten, ölü mü sağ mı olduğu kestirilemeyen, çırıl çıplak bir adam yere oturmuş, hareketsiz bir cisim gibi mâbede dayanmıştı. Dehşetten kunduracının tüyleri diken diken oldu; şöyle düşündü: “Bunu birisi öldürmüş, soymuş, buraya bırakmış. Ben bu işe burnumu sokarsam, mutlaka başım belâya girer.”
Böyle düşünerek Simon yoluna devam etti. Adamı görmesin diye mâbedin ön tarafına geçti. Biraz ileri gidince, dönüp ardına baktı. Adam dayandığı mâbetten ayrılmış ve kendine bakmak istiyormuş gibi hareket ediyordu. Kunduracı daha ziyâde korktu ve yine kendi kendine düşündü: “Geri dönüp yanına mı gitsem, yoksa yoluma mı devam etsem? Haydi yanına gittim, ya bir şey oluverirse? Kim bilir kimdir. Her halde burada bulunması hayra alâmet değil. Ben yanına gidince, bir üstüme atılıp boğazıma sarılacak olsa, gittiğim gündür. Haydi onu yapmasa, gene insanın başına ancak belâ olabilir. Çırıl çıplak adamı ben ne yapayım; ne yapabilirim ki? Arkamdaki esvapları da veremem ya! Allah yardımcım olsa da, şu işten sağ salim kurtulsam!”
Kunduracı tekrar yoluna devam etti; mâbet, arkasında, epeyce uzakta kalmıştı. Birdenbire durdu, vicdanı onu iğnelemeye başlamıştı.
Kendi kendine; “Ne yapıyorsun, Simon? Belki de o adam orada açlıktan ölüyor, halbuki sen korkundan bir an evvel sıvışmaya bakıyorsun. Zengin oldun da artık hırsızdan korkmağa mı başladın sanki? Yazıklar olsun sana, Simon, bu yaptığından sıkıl!”
Simon bunun üzerine derhal geri döndü ve doğru adamın yanına gitti.

II
Simon yabancıya yaklaşıp ta yüzüne bakınca, oturduğu yerden kendisine bakamayacak kadar halsiz, sapasağlam, yarasız beresiz, fakat soğuktan ve korkudan hareketsiz duran bir genç adam gördü. Simon gencin yanına sokuldu; genç, ancak o zaman uyanır gibi bir hareket yaptı. Başını çevirdi, gözlerini açtı ve Simon’un yüzüne baktı. O bir tek bakış Simon’un ruhunda sıcak bir his uyandırmaya kâfi geldi. Elindeki kunduraları yere attı, kuşağını çözdü kunduraların üstüne koydu ve arkasındaki kumaş hırkayı çıkardı.
“Lâfın sırası değil; çabuk şu poltuyu giy!” diyerek gencin iki dirseğinden yakaladı, ayağa kaldırdı; gencin temiz ve yakışıklı vücuduna, biçimli ellerine ayaklarına baktı ve gencin yüzündeki şefkat ve iyilik ifadesine dikkat etti. Paltosunu hemen gencin omuzlarına attı, paltoyu giymesine yardım etti, onu vücuduna iyice sardı üstünden de kuşağını bağladı.
Simon kendi başındaki yarı yırtık kasketi bile gencin başına koymak üzere çıkardı, fakat başının üşüdüğünü hissetti ve: “Benim başım çıplak, halbuki onun uzun kıvırcık saçları var,” diye düşünerek kasketi geri kendi başına geçirdi. Sonra “Ayağına giyecek bir şey vermek daha iyi,” diye düşündü. Adamı oturttu, elindeki kunduraları ona giydirerek: “Haydi bakalım, dostum, şimdi şöyle hareket et de vücudun ısınsın. Başka şeyleri konuşmak sonraya kalsın. Yürüyebiliyor musun?”
Genç adam ayağa kalktı, minnettarlıkla Simon’a baktı, fakat bir şey söyleyemedi.
Simon: “Niçin bir şey söylemiyorsun? Burada durulmaz, çok soğuk, haydi eve gidelim. Al şu değneğimi, eğer halin yoksa üstüne dayanırsın. Yürü bakalım!”
Genç adam yürümeğe başladı. Kolaylıkla yürüyor, arkada kalmıyordu.
Yolda giderken Simon sordu: “Nerelisin?”
“Bu taraflardan değilim.”
“Bana da öyle geldi. Bu civardaki ahaliyi bilirim. Peki o mâbedin yanına nasıl geldin?”
“Bilmem.”Sana fena muamele eden mi oldu?”
“Hayır, bana fena muamele eden olmadı. Beni Allah cezalandırdı.”
“Elbet, elbet, her şeyin başı Allah, amma bir lokma ekmekle başını sokacak bir yer bulmak sana düşer. Nereye gitmek istiyorsun?”
“Benim için hepsi bir.”
Simon şaşırmış kalmıştı. Adam bir serseriye benzemiyordu, sesi yumuşak ve nazikti, fakat kendine ait hiç bir şey söylemiyordu. Buna rağmen Simon; “Kimbilir başına ne gelmiştir,” diye düşündü ve yabancıya: “Öyle ise bize gidelim hiç olmazsa ısınırsın,” dedi.
Simon bunun üzerine evin yolunu tuttu; yabancı sessizce onun yanı sıra yürüyordu. Rüzgâr çıkmıştı, Simon üşümeğe başladı. İçkinin tesiri artık geçiyordu, ayaz şiddetini hissettirmeye başladı. Simon hızlı hızlı nefes alıyor ve kendi kendine yine şöyle düşünüyordu: “Eh, Simon, kürk mü dedin..! Sabahleyin koyun derisi almaya diye çıktın, şimdi arkandaki paltondan bile oldun. Iş bu kadarıyla kalsa bari, üstelik eve bir de çıplak adam götürüyorsun. Bu iş Matryona’nın hiç de hoşuna gitmiyecek.” Karısı aklına gelince kederlendi; fakat yabancıya bakıp da, mâbedin yanında onun nasıl yüzüne baktığını hatırlayınca, yüreği ferahladı.

III
Simon’un karısı Matryona o gün her işini erkenden yapmış bitirmişti. Odununu kesmiş, suyunu getirmiş, çocuklarının karnını doyurmuş, kendisi de yemeğini yemiş, oturmuş düşünüyordu. Kendi kendine acaba ekmeği bugün mü yapsam yarma mı bıraksam diyordu. Daha büyücek bir parça ekmek vardı.
“Eğer Simon iyice bir öğle yemeği yediyse, akşama çok
bir şey yemez. O zaman ekmek yarına da yeter,” diye düşündü.
Ekmek parçasını eliyle tartarak yine düşündü: “Bugün istemez. Asıl bir yoğurumluk unumuz var, idare edersek haftayı çıkarır.”
Nihayet bu kararı verdikten sonra Matryona ekmeği kaldırdı, masanın başına geçerek kocasının gömleğini yamalamağa koyuldu. Bir taraftan dikiş dikiyor bir taraftan da koyun derisi almağa giden kocasını düşünüyordu.
“Adamı aldatmasalar bari. Kocacağazım fazla tevekkeli; kimseyi aldatmak onun aklına gelmez ama, bir çocuk onu aldatabilir. Sekiz ruble epeyce bir para demek, o fiyata adam akıllı bir palto alınabilir. Evet, en âlâ deriden olamaz ama yine iyi bir palto alınır. Geçen kış paltosuz neler çektik. Hemen hiç dışarıya çıkamadım gibi bir şey. O sokağa çıktığı zaman ne var ne yok hepsini üstüne geçirirdi, bana bir şeycik kalmazdı. Bugün pek erken gitmedi ama, artık gelmesi lâzım. Allah vere de içip eğlenmeğe gitmiş olmasa!”
Matryona bunları düşünmeğe kalmadan dışarıda bir ayak sesi işitildi ve sokak kapısından içeriye birisi girdi. Matryona iğnesini dikişine iliştirerek kim geldi diye bakmağa çıktı, kapı girişinde iki adamla karşılaştı; bunlardan birisi Simon, öbürü başı açık, ayağı potinli yabancı bir adamdı.
Matryona kocasında derhal içki kokusunu sezdi ve “Hah, içmiş,” diye düşündü. Fakat Simon’u paltosuz üstünde tek bir ceket, eli boş ve bir kabahat işlemiş gibi sessiz, boynu bükük görünce, son derece müteessir oldu; ve kendi kendine, “Parayı içkiye vermiş, bu on para etmez adamla eğlenmiş, üstelik de onu peşine takmış, eve getirmiş,” dedi.
Matryona onları kulübeye aldı, arkalarından içeriye girdi; yabancının genç, nahif bir adam olduğunu ve arkasında kocasının paltosu bulunduğunu ancak o zaman gördü. Paltonun altından gömleğe benzer bir şey gözükmüyordu, başında da şapkası yoktu. İçeriye girdikten sonra genç adam başı yerde hareketsiz durdu. Matryona içinden: “Fena adam olduğu meydanda; korkmasından belli,” dedi.
Sonra kaşlarını çattı ve bakalım ne yapacaklar diye gitti fırının yanında durdu.
Simon kasketini çıkardı, hiç bir şey olmamış gibi geçti sedire oturdu.
“Haydi, Matryona, eğer yemek hazırsa, koy da yiyelim.” dedi.
Matryona kendi kendine bir şey mırıldandı, fakat yerinden kımıldamadı. Hâlâ fırının yanında duruyordu. Bir kocasına bir öteki adama baktı, başını salladı. Simon karısının canının sıkıldığını anlamıştı, ama geçiştirmeye çalışıyordu. Hiç bir şeyin farkında değilmiş gibi yabancıyı kolundan tutarak:
“Otur, arkadaş, otur da yemek yiyelim,” dedi.
Yabancı da sedire oturdu.
Simon karısına sordu: “Akşama yemek pişirmedin mi?” Matryona köpürdü: “Pişirdim, ama, senin için değil. İçki kafana vurmuş galiba… Kürk palto almağa diye evden çıktın, üstündeki paltoyu da ellere verdin, üstelik çıplak bir serseriyi de yanına kattın, eve getidin. Senin gibi sarhoşlara verecek yemeğim yok benim.”
“Kes, Matryona. Haksız yere âleme dil uzatma! Evvelâ adamın kim ve neci olduğunu sor da…”
“Önce sen bana parayı ne yaptığını söyle.”
Simon caketinin cebini karıştırdı, üç rublelik banknotu çıkardı, masanın üstüne açtı.
“işte para! Trifonof borcunu vermedi, bir kaç gün sonra verecekmiş.”
Matryona daha çok kızdı; demek kocası koyun derisini almamıştı; bu yetmezmiş gibi kendi paltosunu da çıplak bir serseriye giydirmiş, tâ eve kadar getirmişti.
Masanın üstündeki banknotu hiddetle aldı, emin bir yere saklamağa gitti ve şiddetle: “Sana verecek yemeğim yok. Dünyadaki çıplak sarhoşların hepsini doyuracak kudretimiz yok,” dedi.
“Anladık, Matryona, kes artık. Önce adamı dinlerler!”
“Evet, sarhoş ağzından saçma sapan sözler dinleyecektim. Seninle evlenmek istememeye hakkım varmış sarhoş herif! Annemin bana verdiği çeyizi içkiye verdin; şimdi de palto almaya gittin, onu da içkiye verdin.”
Simon içkiye yalnız 20 kopek sarfettiğini anlatmaya çalıştı; bu adama rastgeldiğini izah etmeğe uğraştı fakat ne gezer.. Matryona ona söz söyletmiyordu ki… Onun bir sözüne on söylüyor, on yıl evvel olan şeyleri sayıp döküyordu.
Matryona iyice içini boşalttı; nihayet Simona hücum ederek kolundan yakaladı.
“Ver ceketimi. Bütün olanım bu, sen bunu bile benden alıp üstüne giyiyorsun. Ver şunu bakalım, uyuz köpek, yüzünü şeytan görsün, inşallah.”
Simon ceketi çıkarmağa başladı, fakat kolun birisi ters çıktı; Matryona ceketi yakalayınca dikişler de patladı. Bu sefer öfke ile ceketi yerden kaptı, acele başını örttü, kapıya doğru yürüdü. Bırakıp gidecekti, ama bir dakika tereddüt etti hem daha hıncını almak, hem de yabancının neci olduğunu anlamak istiyordu.

IV
Matryona olduğu yerde dönerek bağırdı: “Eğer iyi bir adam olsaydı, böyle çırıl çıplak gezmezdi. Baksana, arkasında bir gömleği bile yok. iyi bir insan olsaydı, ona nerede rastgeldiğini söylerdin.”Simon cevap verdi: “Sana anlatayım diye uğraştığım da bu ya. Mâbedin yanında çırıl çıplak oturuyordu. Soğuktan donacak halde idi. Pek de çıplak oturulacak bir hava değil zannederim! Beni ona Allah gönderdi, yoksa orada ölüp kalacaktı. Ne yapabilirdim? Orada başına ne gelebileceğini bilebilir miyiz? Ben de onu ayağa kaldırdım, paltomu giydirdim, buraya getirdim. Bu kadar öfkelenme, Matryona. Günahtır. Hepimizin de bir gün öleceğini unutma.”
Bir takım acı sözler Matryona’nın tâ dilinin ucuna geldi, fakat yabancıya gözü ilişince dilini tuttu. Adam sedirin kenarına ilişmiş hareketsiz oturuyordu. Ellerini dizlerinin üzerinde kavuşturmuş, başı eğik, gözleri kapalı ve ıztırap içinde kıvranıyormuş gibi kaşları çatılmış bir halde idi. Matryona bir şey söylemedi. Simon yavaşça yalvardı: “Matryona, yüreğinde Allah sevgisi hiç mi yok?”
Matryona bu sözleri işitince yine yabancıya baktı ve birdenbire ona karşı yumuşadığını hissetti. Kapının yanından geldi, doğru fırına giderek yemeği çıkardı önlerine koydu. Sofraya boş bir bardak koydu, içine kavs (çavdardan yapılmış bir nevî içki) doldurdu. Sonra kalan son ekmek parçasını da getirerek, sofraya çatal bıçak koydu.
“Yiyecekseniz, haydi yiyin,” dedi.
Simon yabancıyı sofraya doğru çekerek:
“Şöyle otur, delikanlı,” dedi.
Simon ekmek kesti, et suyunun içine doğradı ve yemeğe başladılar. Matryona sofranın bir köşesine oturmuş, başını avucuna dayamış yabancıya bakıyordu.
Matryona’nın yüreğine yabancıya karşı bir merhamet hissi geldi, içinde ona karşı bir sevgi uyanmağa başladı. O dakikada yabancının yüzü sevinçle parladı; çatık kaşları doğruldu, başını kaldırıp Matryona’ya bakarak, gülümsedi.
Yemek bittikten sonra, kadın sofrayı topladı ve yabancıya sual sormağa başladı: “Nerelisin?”
“Ben bu taraflardan değilim.”
“Peki, nasıl oldu da yol üstünde bulundun?”
“Bunu size söyleyemeyeceğim.”
“Seni birisi mi soydu?”
“Allah beni cezalandırdı.”
“Orada öyle çırıl çıplak yatıyordun, ha?”
“Evet, hem çıplaktım, hem de soğuktan donuyordum. Simon beni görünce bana acıdı. Paltosunu çıkardı, bana giydirdi, beni buraya getirdi. Sen de bana yiyecek, içecek verdin ve bana şefkat gösterdin. Mükâfatını Allah versin!”
Matryona ayağa kalktı, yamaladığı gömleği pencereden aldı, yabancıya verdi. Sonra bir de pantolon getirerek:
“Gömleğin yok, al bunu giy. Sonra da canın nerede isterse yatabilirsin; ister çatı arasında yat, ister fırının damında.”
Yabancı arkasından paltoyu çıkardı, gömleği giydi, çatı arasına girdi yattı. Matryona mumu söndürdü, paltoyu aldı, kocasının yattığı yere çıktı.
Matryona paltonun bir tarafını kaldırarak altına girdi yattı, fakat uyuyamıyordu. Yabancı, aklından bir türlü çıkmıyordu.
Kalan son ekmek parçalarını bu adamın yiyip bitirdiğini, yarına hiç ekmek kalmadığını düşündükçe ve ona verdiği gömlekle pantolon aklına geldikçe kederleniyordu; fakat onun yüzüne bakıp da gülümsemesini hatırladığı zaman yüreğinde sevinç duyuyordu.
Matryona böylece saatlerle uyku uyuyamadı. Simon da uyanık olmalıydı paltoyu kendine doğru çekti.
“Simon!”
“Ne var?”
“Kalan ekmeğin hepsini yediniz. Ben de yeter diye hamur yoğurmamıştım. Yarma ne yapacağız bilmem. Belki komşumuz Marta’dan ödünç ekmek alırım.”
“Yarına hepimiz sağ olursak, elbet yiyecek bir şey buluruz.”
Kadın bir müddet bir şey söylemeden yattı, sonra: “İyi bir adama benziyor, ama, kim olduğunu niçin söylemiyor?” dedi.
“Kendine göre sebepleri olacak her halde.”
“Simon!”
“Ne var!”
“Hep biz âleme veririz de, niçin bize bir şey veren olmaz.”
Simon ne cevap vereceğini bilmiyordu. “Artık konuşmayalım,” diyerek öbür tarafa döndü, uykuya daldı.

V
Sabahleyin erkenden Simon uyandı. Çocuklar daha yatıyorlardı. Karısı komşuya, ödünç ekmek istemeğe gitmişti. Yabancı eski gömleği ve pantolonu giymiş, tek başına, sedirin üstünde gözlerini yukarıya dikmiş oturuyordu. Yüzü akşamkinden daha neşeliydi.
Simon ona: “E… dostum, karnımız ekmek ister, vücudümüz de elbise, insan çalışmadan geçinemez. Ne iş bilirsin?” dedi.
“Hiç bir iş bilmem.”
Bu cevaba Simon şaştı, fakat yalnız “İnsan isterse her şeyi öğrenebilir,” dedi.
“İnsanlar çalışır, ben de çalışırım.”
“Adın ne?”
“Mikael.”
“Peki, Mikael, eğer kendinden bahsetmek istemiyorsan, etme. O sana ait bir şey. Fakat ekmeğini çıkarmağa çalışmalısın. Eğer benim dediğim gibi çalışırsan, ben sana hem yemek veririm, hem yatacak yer.”
“Allah senden razı olsun! Öğrenirim. Ne yapacağımı bana göster.”
Simon eline bir iplik aldı, baş parmağına doladı ve bükmeğe başladı.
“Hiç te zor değil, bak!”
Mikael dikkatle baktı, bir iplik aldı, baş parmağına doladı ve işin ustalığını kavrayarak ipliği büküverdi.
Sonra Simon ona ipliği mumlamağı öğretti. Mikael onu da çabucak öğrendi. Ondan sonra meşini delmeği ve iğne ile dikişleri dikmeği öğretti. Mikael bunları da hemen öğrendi.Simon ona ne gösterdi ise derhal öğrendi, öyle ki üç gün sonra, bütün ömründe kunduracılık etmiş gibi kundura dikmeğe başladı. Durmadan çalışır, az yemek yerdi. İş bitince, sessiz oturur yukarıya bakardı. Hiç sokağa çıkmaz, yalnız lâzım olduğu zaman lâf söyler ve şakalaşıp gülmezdi. Oraya geldiği ilk akşam, Matryona ona yemek verdiği zamandan başka hiç gülümsediğini de görmediler.

VI
Günler, haftalar geçti, sene doldu, Mikael hep Simon’un evinde oturuyor onunla çalışıyordu, işiyle o kadar şöhret buldu ki, herkes Simon’un işçisi Mikael gibi güzel ve sağlam kundura diken yoktur demeğe başladı. Öyle ki bütün o civar ahalisi Simon’a kundura yaptırmaya geliyorlardı. Artık Simon iyi para kazanmaya başlamış, hali düzelmişti.
Kışın, bir gün. Simonla Mikael oturmuş yine çalışıyorlardı. Derken kızak tarzında yapılı, üç atlı, çıngıraklı bir arabanın kulübeye doğru geldiğini gördüler. Araba kulübe kapısında durdu, yakışıklı bir uşak yere atladı arabanın kapısını açtı. Kürk paltolu bir efendi arabadan indi, Simon’un kapısına geldi. Matryona zemberek gibi yerinden sıçradı, hemen kapıyı açtı. Efendi eğilerek kapıdan içeri girdi, belini doğrulttuğu zaman başı hemen hemen kulübenin tavanına değiyordu, vücudu da durduğu köşeyi tamamen kaplamıştı.
Simon ayağa kalktı, eğilerek efendiyi selâmladı ve şaşkın şaşkın yüzüne bakmaya başladı. Ömründe onun gibi adam görmemişti. Simon kendisi çelimsizdi. Mikael narin bir gençti, Matryona ise bir iskelet gibi idi; halbuki bu adam başka dünyaya mensup bir insan gibiydi, iri yarı, kırmızı yüzlü, boğa boynu kadar kalın enseli, ve âdeta dökme demirden yapılmış tavırlı bir adamdı.
Efendi soluyarak kürk paltosunu çıkardı, bir yana attı, sedire oturdu, ve: “Buranın ustası hanginizsiniz?” dedi.
Simon ileriye bir adım atarak: “Benim, efendim,” dedi.
Bunun üzerine efendi uşağına haykırdı: “Hey, Fedka, deriyi getir.”
Uşak koşarak içeriye bir paket getirdi. Efendi paketi aldı masanın üstüne koydu, ve: “Çöz” emrini verdi. Uşak paketi çözdü.
Efendi, parmağıyla deriyi göstererek: “Buraya bak, kunduracı, şu deriyi görüyor musun?” dedi.
“Evet, efendim.”
“Fakat ne mal olduğunu ne cins deri olduğunu biliyor musun?”
Simon eliyle deriyi yoklayarak: “iyi deri,” dedi.
“Demek iyi deri, ha! Ahmak herif, sen ömründe hiç böyle deri gördün mü? Halis Alman malı! Yirmi ruble kıymeti var!”
Simon korktu ve: “Ben böyle deriyi nereden göreceğim, efendim?” dedi.
“Öyle söyle! Şimdi, bu deriden bana bir çift çizme yapabilecek misin?”
“Evet, efendim, yaparım.”
Efendi bu sefer yine haykırdı: “Yapabilirsin, öyle mi? Demek yapabilirsin! Pek âlâ, çizmeyi kim için yapacağını ve derinin ne mal olduğunu iyice aklında tut. Bana yapacağın çizmenin bütün bir sene ne biçimi bozulacak, ne de dikişleri sökülecek. Eğer bunu yapabileceğini zannediyorsan, deriyi al, kes; eğer yapamayacaksan, önceden söyle. Sana söylüyorum, sözümü iyi dinle, eğer bana diktiğin çizmeler bir sene içinde bozulur veya sökülürse, seni hapiste çürütürüm. Eğer bir senede bozulup sökülmezse, sana on ruble ücret vereceğim.”
Simon fena halde korkmuş ve ne söyleyeceğini şaşırmıştı. Mikael’e baktı ve kolunu dürterek fısıltıyla: “Alayım mı?” diye sordu.Mikael başıyla: “Evet” işaretini verdi.
Simon Mikael’in dediğini yaptı; bir sene ne dikişleri sökülecek ne de şekli bozulacak olan bir çift çizmeyi yapmayı üstüne aldı.
Efendi uşağını çağırdı ve çizmesini çıkarsın diye sol bacağını önüne uzattı.
“Al ayağımın ölçüsünü!”
Simon on yedi pus boyunda kâğıt parçalarını birbirine dikerek, eliyle iyice düzeltti, yere diz çöktü, efendinin çorabını kirletir korkusuyla ellerini önlüğüne sildi, ölçüyü almaya başladı. Tabanı ve ayağın tarağını ölçtü, sonra baldırı ölçmeğe başlayınca kâğıt dar geldi. Adamın baldırı ağaç kütüğü kadar kalındı.
“Dikkat et, baldırı dar olmasın!”
Simon bir parça kâğıt daha ekledi. Efendi çorabının içinde ayak parmaklarını öteye beriye oynattı, sonra kulübede olanları tetkik etmeğe başladı ve Mikael’i görerek sordu:
“Bu da kim?”
“Benim işçi. Çizmeleri o dikecek.”
Efendi Mikael’e: “iyi aklında tut, çizme tam bir sene dayanacak,” dedi.
Simon da Mikael’e baktı ve Mikael’in efendiye değil, birisini görüyormuş gibi efendinin arkasındaki köşeye baktığını gördü. Mikael baktı, baktı, birdenbire gülümsedi ve yüzüne daha fazla bir parlaklık ve neş’e geldi.
Efendi yıldırımı andıran bir sesle bağırdı: “Neye öyle sırıtıyorsun, ahmak herif? Çizmeleri tam vaktinde yetiştirmene baksan daha iyi edersin.”
Mikael cevap verdi: “Tam vaktinde hazır olacak, efendim.”
Efendi tekrar: “Tam vaktinde yetiştirmeğe bak,” dedi, çizmesini, kürk paltosunu giydi, kapıya gitti. Fakat eğilmeği unuttuğundan başını kapıya vurdu.
Fena bir küfür savurarak eliyle alnını ovdu. Sonra arabasına bindi, gitti.
O gittikten sonra Simon: “İşte sana adam. Tokmakla beynine vursan, öldüremezsin. Nerede ise kapıyı yıkacaktı, kendisine de bir şey olmadı,” dedi.
Matryona atıldı: “Yaşadığı hayata göre neden semirip kuvvetlenmesin? ölüm bile böyle kayayı deviremez.”
Biraz sonra Simon Mikael’e: “Eh yavrum, dedi, işi üstümüze aldık, aman dikkat edelim de başımız belaya girmesin. Deri pahalı, adam belâlı. Aman bir yanlışlık olmasın. Haydi evlâdım, senin gözün benimkinden iyi, elin de ustanın elinden daha çok işe yakışır oldu, şu ölçüyü al da, deriyi sen kesiver. Ben elimdeki işi bitireyim.”
Mikael ustasının dediğini yaptı. Deriyi aldı, masanın üstüne yaydı, iki kat etti, bıçakla kesmeğe başladı.”
Matryona pahalı derinin kesilmesini seyretmek için yanma geldi, fakat bir şey anlamadan Mikael’in yüzüne şaşkın şaşkın bakmağa başladı. Matryona kocası işlerken çok defa yanında durur ne yapacağını görürdü ve çizmenin nasıl kesildiğini az çok bilirdi. Halbuki Mikael derileri çizme olacakmış gibi değil, yuvarlak yuvarlak kesiyordu.
Bir şey söylemek istedi, ama, kendi kendine: “Erkek ayakkabısına benim aklım ermez. Mikael kendi işini bilir, ben karışmasam daha iyi,” diye düşündü.
Mikael deriyi kestikten sonra, iğnesini aldı ve çizme dikmek için iki kat deri kullanacağına, terlik dikecekmiş gibi bir kat deriyi dikmeğe başladı.
Matryona yine bunu tuhaf buldu, ama, bu sefer de bir şey demedi. Mikael öğleye kadar durmadan çalıştı.Derken Simon öğle yemeği için yerinden kalktı. Mikael’e baktı, bir de Mikael’in elinde çizme yerine terlik görmez mi?
Simon inledi, içinden: “Eyvah!” dedi, “Nasıl oluyor da Mikael bir senedir hiç bir yanlış yapmadığı halde, şimdi bu adamın derisini böyle berbat ediyor? Adam bizden, yüzü bir parçadan yapılmış kenarlı uzun çizme istedi, Mikael yalın kat terlik yapmış, deriyi heder etmiş. Şimdi ben o adama ne diyebilirim? Böyle deriyi dünyada tazmin edemem.”
Sonra Mikael’e: “Ah dostum, ne yaptın? Beni mahvettin! Adamın uzun çizme istediğini biliyorsun, bak sen ne yapmışsın!” dedi.
Simon Mikael’i azarlamağa daha vakit bulmadan, kapının demir halkası hızlı hızlı vuruldu. Bu gelen de kimdi? Pencereden baktılar. Bir atlı gelmiş, atını direğe bağlıyordu. Kapıyı açınca gelen atlının, o sabah kendilerine çizme ısmarlayan efendinin uşağı olduğunu gördüler.
Adam selâm verdi.
Simon selâm alarak, telaşla sordu: “Ne emredersiniz?”
“Hanımım beni size o çizme için gönderdi.”
“O çizme için mi? eh!”
“Efendinin artık çizmeye ihtiyacı kalmadı. Öldü.”
“Kabil mi?”
“Buradan gittikten sonra evine ulaşamadı, arabada öldü. Eve vardık, uşaklar araba kapısını açtılar, bir de ot çuvalı gibi arabanın içine yığılmaz mı? Öleli epey olmuş olacak ki vücudu katılaşmıştı bile, arabanın içinden onu zorla çıkardılar. Hanımım beni size gönderdi ve dedi ki: “Kunduracıya söyle, kendisine çizme ısmarlayan efendinin artık çizmeye ihtiyacı kalmadı, cenaze için acele terlik yapsın. Bekle yapsınlar, al getir.”
Mikael deriden artan parçaları topladı, sardı, yaptığı terlikleri aldı, önlüğü ile sildi, deri parçalarıyle beraber uşağa verdi. Uşak terlikleri aldı, teşekkür etti, acele atına binip uzaklaştı.

VIII
Bunun üstünden bir yıl daha geçti, sonra bunu bir kaç sene daha takip etti. Mikael Simon’un evine geleli altı sene olmuştu. Mikael hep aynı surette yaşadı. Bir yere gitmez, lüzumsuz yere lâf söylemezdi; ve bütün bu seneler zarfında yalnız iki defa, gülümsemişti: İlk defa, Matryona ona yemek verdiği ilk akşam, ikinci defa çizme ısmarlıyan efendi kulübelerinde iken Simon işçisinden tarif olunamayacak derecede memnundu. Şimdi onun nereden geldiğini hiç sormuyor ve bir gün kalkar gider diye korkuyordu.
Bir gün hepsi de evde idiler. Matryona demir tencereleri fırına koyuyordu; çocuklar sedirden sedire koşuyor ve pencereden dışarı bakıyorlardı; Simon bir pencerenin karşısında kundura dikiyordu, Mikael de öteki pencerenin önünde bir kunduraya ökçe takmakla meşguldü.
Erkek çocuklardan biri Mikael’in yanına koştu, omzuna dayandı, pencereden dışarı baktı.
“Bak Mikael amca! Şu hanıma bak, yanında küçük kızlar da var! Galiba buraya geliyor. A, kızların birinin ayağı topal.”
Çocuk bunu söyler söylemez, Mikael işini bıraktı, pencereden sokağa baktı.
Simon buna hayret etti. Sokağa bakmak Mikael’in âdeti değildi, halbuki bu sefer pencereye dayanmış, gözünü bir noktaya dikmiş bakıyordu. Simon da sokağa baktı. İyi giyinmiş bir hanım, kürk paltolu, yün atkılı iki küçük kızın elinden tutmuş kulübelerine doğru geliyordu. Kızlar birbirinden ayırt edilemiyecek derecede birbirine benziyorlardı, yalnız aradaki fark, birisinin topal olmasıydı.
Kadın kapı girintisine girdi ve karanlıkta mandalı arayarak, kapıyı açtı, önce çocuklara yol verdi, sonra arkalarından kendisi de içeri girdi.
“Günaydın, komşular,” dedi.
Simon: “Buyurun efendim, ne emriniz var?” dedi.
Kadın masanın yanına oturdu. İki çocuk kulübedeki insanlardan korkuyorlarmış gibi kadının dizlerine dayandılar.
“Bu iki çocuğa iki çift kundura yaptırmak istiyorum.”
“Olur. Çocuk ayakkabısı hiç yapmadık ama, yapabiliriz. Mikael çok usta işçi, elinden her şey gelir.”
Simon böyle diyerek Mikael’e baktı. Mikael işini bırakmış, gözlerini küçük kızlara dikmiş, bakıyordu. Simon hayret etti. Vakıa kızlar, kara gözlü, toparlak yüzlü, pembe yanaklı güzel çocuklardı; kürkleri ve yün şalları da güzeldi ama, Simon Mikael’in böyle bakmasına yine mâna veremedi. Mikael’in bakışında onları tanıyormuş gibi bir şey vardı. Simon pek bir şey anlayamadı ama, kadınla konuşmaya devam etti, pazarlığı bitirdi. O iş bittikten sonra, ölçüyü hazırladı. Kadın topal çocuğu dizine alarak: “Bu çocuk iki ayrı ölçü ister. Sakat ayak için bir tek, sağlam ayak bir üç tane kundura yap. İki kardeşin ayağı bir. İkizdirler,” dedi.
Simon ölçüyü aldı ve topal kızdan bahsederek sordu:
“Zavallı kızın başına bu iş nasıl geldi? Ne de güzel çocuk! Böyle mi doğdu?”
“Hayır, annesi ezdi.”
Matroyona söze karıştı. Bu kadının kim olduğunu ve çocukların kimin olduğunu öğrenmek istiyordu. Sordu: “Onların annesi siz değil misiniz?”
“Hayır, kadıncağazım, ben onların ne annesiyim, ne de akrabası. Ben büsbütün yabancıydım, fakat onları evlât edindim.”
“Kendi çocuklarınız değiller de, yine onları bu kadar seviyorsunuz ha?”
“Onları nasıl sevmeyeyim? İkisini de ben emzirdim. Benim bir tek çocuğum vardı, onu da Allah aldı. Onu bile bunlar kadar sevmezdim.
“Kimin çocukları bunlar?”

IX
Kadın bir defa lâfa başlamıştı, bütün hikâyeyi onlara anlattı:
“Bundan altı sene kadar evvel, bu çocukların anaları, babaları bir hafta içinde öldüler. Babalarını salı günü gömdüler, anneleri cuma günü öldü. Bu çocuklar babaları öldükten üç gün sonra doğdular, anneleri de ondan sonra bir gün bile yaşamadı. O zamanlar kocamla ben köyde oturuyorduk. Bu çocukların evlerine komşu idik. Babaları kendi halinde bir adamdı, ormanda odun keserdi. Bir gün ağaç keserken, üstüne ağaç devrilmiş, vücudunu ezmiş, adamın bağırsakları dışarı fırlamış. Daha onu eve getirirlerken canı Allahına kavuştu. O hafta karısı ikiz doğurdu. İşte şu ikiz kız. Kadın hem fakirdi, hem yapayalnızdı; yanında kimsecikler yoktu. Tek başına çocukları doğurdu, tek başına da öldü.
“Ertesi sabah ben onu görmeğe gittim, içeri girdiğim zaman, zavallı kadının vücudu katılaşmış, oduna dönmüştü Ölürken şu çocuğun üstüne yuvarlanmış, bacağını ezmiş. Köylüler kulübeye geldiler, ölüyü yıkadılar, dışarı çıkardılar, tabutunu yaptılar ve gömdüler. İyi insanlardı. Çocuklar tek başlarına kaldılar. Halleri ne olacaktı? Orada bebeği olan bir tek ben vardım, ilk çocuğum o zaman sekiz haftalıktı. Bunun üzerine bir zaman ben onları yanıma alırım dedim. Köylüler bir araya toplandılar ve bu çocukları ne yapalım diye düşündüler, taşındılar. Nihayet bana dediler ki: “Mari, şimdilik bu çocukları sen yanında alıkoy, sonra onları ne yapacağımızı düşünürüz.” Önce sağlam çocuğa meme verdim, bu sakata hiç meme vermedimdi. Yaşayacağını zannetmiyordum da ondan. Sonra düşündüm ki, zavallı çocuğun ne kabahati var? Acıdım, ona da meme vermeğe başladım. Böylece hem kendi oğluma, hem de bu iki kıza bir arada süt emzirdim. Gençtim, kuvvetliydim, iyi yiyordum, Allah da bana o kadar bol süt verdi ki üç çocuğu emzirdikten sonra artar taşardı bile. Bazen ikisini birden emzirirdim, üçüncüsü beklerdi. Sonra da onu emzirirdim. Allah’ın izniyle bunlar büyüdüler, benim kendi çocuğum iki yaşını tamamlamadan öldü. Biz zenginleştik, fakat bir daha çocuğum olmadı. Şimdi kocam değirmende buğday tüccarı ile çalışıyor, iyi para kazanıyor ve halimiz çok iyi. Fakat benim kendi çocuğum yok, bunlar da olmasalar ne yapardım bilmem! Bunları sevmez de ne yapardım! Ömrümün saadeti şimdi işte bunlar!”
Bu sözlerle topal kızı bağrına bastı, bir eliyle de kendi gözyaşlarını sildi.
Matryona içini çekerek: “Atasözü ne doğru imiş.” insan anasız babasız yaşıyabilir ama, Allahsız yaşayamaz, derler.”
Onlar böylece konuşurlarken bütün kulübe bir nur parıltısıyle aydınlandı, Mikael’in oturduğu köşeden şimşek çakmış gibi oldu. Hepsi o tarafa baktılar. Mikael ellerini dizleri üzerinde kavuşturmuş, gözlerini yukarıya dikmiş gülümsüyordu.
Kadın çocukları aldı gitti. Mikael sedirden kalktı elindeki işi yere bıraktı, önlüğünü çıkardı. Sonra Simon’la karısının önünde eğilerek onları selâmladı, ve: “Allah’a ısmarladık, efendilerim. Allah beni affetti; rica ederim, ne kusur ettimse siz de affedin.” dedi.
Simonla karısı Mikael’den bir ışık aksettiğini gördüler. Simon yerinden kalkarak, onun önünde eğildi, ve: “Mikael, dedi, görüyorum ki sen her adam gibi değilsin ve ben seni ne alıkoyabilirim, ne de sana sual sorabilirim. Yalnız bana şunu söyle: ben seni bulup eve getirdiğim zaman neden kederli idin de, karım sana yemek verdiği zaman gülümsedin ve yüzüne bir parlaklık geldi? Sonra o efendi çizme ısmarlamaya geldiği vakit, yine gülümsedin ve yüzüne yeni bir parlaklık geldi. Şimdi de bu kadın çocukları getirince tekrar gülümsedin ve yüzün büsbütün parladı? Mikael, bana anlat, yüzün neden böyle parlıyor ve bu üç kere niçin gülümsedin?”
Mikael cevap verdi: “Benden ışık çıkıyor çünkü ben cezalandırılmışken şimdi affolundum. Üç defa gülümsedim çünkü Allah beni üç hakikat öğrenmek için göndermişti, şimdi ben bu üç hakikati öğrendim. Birini karın bana acıdığı zaman öğrendim; ilk defa gülümsememin sebebi bu idi. İkincisini o zengin adam çizme ısmarladığı zaman öğrendim, o vakit tekrar gülümsedim. Şimdi de o küçük kızları gördüğüm zaman, üçüncü ve son hakikati öğrendim ve üçüncü defa olarak gülümsedim.”
Simon: “Mikael, bana söyle Allah seni niçin cezalandırdı ve bahsettiğin üç hakikat ne idi? Bunları ben de öğrenmek istiyorum,” dedi.
Mikael cevap verdi: “Allah beni cezalandırdı, çünkü ona itaatsizlik ettim. Ben gökte bir melektim. Allah beni bir kadının canını alıp getirmek için gönderdi. Uçup yere indim, baktım ki ikiz doğurmuş hasta bir kadın yalnız başına yatıyordu. Çocuklar annelerinin yanında hafif hafif kımıldanıyorlardı, fakat kadında onları kaldırıp göğsüne götürecek takat bile yoktu. Kadın beni görünce, canını almak için Allah tarafından geldiğimi anladı, ağlayarak yalvardı: “Yâ Allah’ın meleği! Kocamın üstüne bir ağaç devrildi, öldü, onu daha dün gömdüler. Benim ne kardeşim, ne teyzem, ne de annem var; öksüzlerime bakacak hiç kimsem yok. Canımı alma! Ben ölmeden, müsaade et de çocuklarımı emzireyim, biraz büyüsünler ondan sonra ne istersen yap. Çocuklar annesiz babasız kendi kendilerine büyüyemezler.” Ben de sözünü dinledim. Çocukların birini göğsüne verdim, ötekini kucağına koydum ve göğe, Allah’ın yanına döndüm. Hemen yanına koştum ve anlattım: “O annenin canını alamadım. Kocasının üstüne ağaç devrilmiş ölmüş. Kadın ikiz doğurmuş canını almayayım diye bana yalvarıyor. Diyor ki: Çocuklarımı emzireyim, biraz büyüsünler. Çocuklar annesiz babasız kendi kendilerine büyüyemezler.” Ben de canını almadım. Allah bana dedi: “Git o annenin canını al ve şu üç hakikati öğren: İnsanda yaşayan nedir, İnsana verilmemiş olan nedir ve İnsan ne ile yaşar! Bu şeyleri öğrendiğin zaman göğe geri döneceksin.” Bunun üzerine tekrar dünyaya uçtum, o annenin canını aldım. Çocuklar annelerinin göğsünden düştüler, kadının vücudu yatağın üstünde yuvarlandı, çocuklarının birinin bacağını ezdi. Ben uçtum, kadının canını Allah’a götürecektim; fakat bir rüzgâra tutuldum, kanatlarım önce sarktı sonra bütün bütün düştü. Onun canı tek başına Allah’a gitti, ben ise yine dünyaya, bir yol kenarına düştüm.”

XI
Simonla Matryona kendileriyle yaşayanın kim olduğunu, kimi besleyip sığındırdıklarını anladılar, korku ve sevinçle ağlamaya başladılar. Melek yine söze başladı: “Ben bir tarlada tek başıma, çıplak kalmıştım, insan oluncaya kadar ben insan ihtiyacı nedir, soğuk ve açlık ne demek bilmezdim. Açlıktan ölüyor, soğuktan donuyordum, ne yapacağımı bilmiyordum. İçinde bulunduğum tarlaya yakın, Allah için yapılmış bir mâbet gördüm ve belki orada bir yer bulurum diye gittim. Fakat mâbet kapalıydı, içeriye giremedim. Hiç olmazsa rüzgârdan korunurum diye mâbedin arka tarafına gittim, oturdum. Akşam oluyordu. Ben açlıktan, soğuktan ve kederden perişan bir halde idim. Birdenbire yoldan bir adamın geldiğini duydum. Elinde bir çift potin vardı, kendi kendine konuşuyordu, insan olduktan sonra ilk defa olarak fâni bir insan yüzü görüyordum. O adamın yüzü bana dehşet verdi, derhal yüzümü ondan çevirdim. Adam kendi kendine konuşuyor, kışın vücudunu soğuktan nasıl muhafaza edeceğini ve karısıyla çocuklarını nasıl besleyeceğini düşünüp söyleniyordu. Ben kendi kendime düşündüm: “Ben açlıktan ve soğuktan mahvoluyorum, şu adam da yalnız kendisiyle karısının giyeceğini ve yalnız kendi ekmeklerini nereden çıkaracağını düşünüyor. O bana yardım edemez. Adam beni görünce çehresini astı, yüzü daha müthiş bir hal aldı ve yanımdan uzaklaşıp karşıya geçti. Ben ümidimi kestim; fakat birden onun geri döndüğünü duydum. Başımı kaldırdım, deminki adamı tanıyamadım. Önce onun yüzünde ölüm görmüştüm; halbuki şimdi o yaşıyordu ve onda Allah’ın varlığını tanıdım. Yanıma geldi, üstüme elbise verdi, beni aldı, evine getirdi. Eve girdim, bizi bir kadın karşıladı ve konuşmağa başladı. Kadının hali adamınkinden daha dehşetliydi; onun ağzından ölüm ruhu çıkıyordu; etrafına yayılan ölüm kokusundan ben nefes alamaz oldum. Beni soğukta dışarı atmak istiyordu ve bunu yapacak olursa öleceğimi biliyordum. Derken kocası ona Allah’tan bahsetti ve kadının derhal hali değişti. Sonra bana yemek getirip yüzüme baktığı zaman, ben de ona baktım ve onda ölümün artık yaşamadığını gördüm; ona da hayat gelmişti; ben onda da Allah’ın azâmetini gördüm.
“O zaman Allah’ın bana öğretmek istediği ilk dersi hatırladım: “insanda yaşayan nedir, öğren.” Ve insanda yaşayanın sevgi olduğunu anladım! Allah’ın bana vâdettiği şeyi öğretmeğe hemen başladığını anlayınca sevindim ve ilk defa gülümsedim. Fakat daha hepsini öğrenmemiştim. İnsana verilmemiş olan nedir ve insan ne ile yaşar; daha bunları bilmiyordum.
“Sizinle oturdum, bir yıl geçti. Bütün bir yıl aşınıp bozulmayacak bir çizme ısmarlayan adam geldi. Yüzüne baktım, birden, arkasında, arkadaşım ölüm meleğini gördüm. O meleği benden başka kimse görmüyordu; halbuki ben onu tanıdım, o gün güneş batmazdan o adamın canını alacağını biliyordum. Kendi kendime düşündüm: ’Adam bir yıl için hazırlıklar görüyor ve akşam olmadan öleceğinden haberi yok.’ Allah’ın dediği ikinci şeyi hatırladım: İnsana verilmemiş olan nedir, öğren.”
“İnsanda yaşayanın ne olduğunu öğrenmiştim. Şimdi de insana verilmeyenin ne olduğunu öğreniyordum. İnsana kendi ihtiyaçlarını bilmek kudreti verilmemiştir. İkinci defa gülümsedim. Allah’ın bana ikinci şeyi gösterdiğine seviniyordum.
“Fakat daha hepsini öğrenmemiştim. İnsan ne ile yaşar, bunu bilmiyordum. Böylece Allah’ın bana üçüncü ve son dersi göstereceği güne kadar yaşadım. Altıncı sene içinde o kadınla ikiz çocuklar geldiler. Ben kızları tanıdım ve nasıl olup da sağ kaldıklarını işittim. Hikâyeyi işitince düşündüm: Anneleri bana çocuklarının hatırı için yalvardı ve bana annesiz babasız çocukların yaşayamayacaklarını söylediği zaman sözüne inandım; halbuki bir yabancı onları emzirip büyütmüş. Kadın kendisinin olmayan çocuklara karşı sevgi gösterip, onlar için ağladığı zaman, ben onda Allah’ın büyüklüğünü gördüm; ve İnsan ne ile yaşar, bunu anladım. O vakit Allah’ın bana üçüncü dersi de gösterdiğini ve beni affettiğini öğrendim. Ve üçüncü defa gülümsedim.”

XII
Meleğin esvapları arkasından düştü, vücudunu nur sardı, o kadar ki insan gözü ona bakamaz oldu; sesi gittikçe yükseldi, sanki söyleyen kendisi değil de gökten bir ses geliyormuş gibi… Melek şöyle devam etti:
“Öğrendim ki bütün insanlar kendi kendileri için kaygı çekmekle değil, sevgi ile yaşarlar.
“O çocukların ihtiyaçlarını bilmek annelerine verilmemişti. Zengin adama da kendisinin neye muhtaç olduğu bildirilmemişti. Bunun gibi, o gün akşam olunca ayaklarına çizme mi yoksa ölüsüne terlik mi lâzım olduğunu bilmek hiç bir kimseye verilmemiştir.
“Ben insan olduğum zaman, kendim için kaygı çektiğimden değil, yoldan geçen bir adamda sevgi olduğundan, kendisi ve karısı bana acıyıp beni sevdiklerinden sağ kaldım. Öksüzler kendi annelerinin kaygı çekmesinden değil, kendilerine yabancı olan bir kadının yüreğinde sevgi olduğundan ve onlara acıyıp, sevdiğinden sağ kaldılar. Tıpkı bunun gibi, bütün insanlar da kendi iyilikleri için zihin yorduklarından değil, insanda sevgi bulunduğundan yaşarlar.”
“Allah’ın insanlara hayat verdiğini ve onların yaşamalarını arzu ettiğini evvelce bilirdim; şimdi daha fazlasını anladım.”
“Şimdi anladım ki, Allah insanların birbirinden ayrı yaşamalarını istemez, bu sebepten de onlara ayrı ayrı herkesin kendi ihtiyaçlarını bildirmez. Allah onların birlikte yaşamalarını ister ve bunun için her birine hepsinin muhtaç olduğu şeyi bildirir.”
“Şimdi anladım ki, her ne kadar insanlar kendileri için kaygı çekmekle yaşadıklarını zannederlerse de, hakikatte onlar yalnız sevgiyle yaşarlar. Kendisinde sevgi olan, Allah’a yakındır ve Allah da ona yakındır, çünkü Allah seveni sever.”
Melek Allah’a hamdlar okudu ve sesinden bütün kulübe titredi. Dam açıldı, yerden göğe bir ateş direği çıktı. Simon, karısı ve çocukları yere kapandılar. Meleğin omuzlarında kanatlar bitti ve göklere yükseldi.
Simon kendine geldiği zaman kulübe eski halinde idi ve içinde kendi ailesinden başka kimse yoktu.

Benzer İçerikler

Agnes’in Ceketi | Serdar Aydın

yakutlu

Ruh Adam | Hüseyin Nihal Atsız

yakutlu

Arkanı Kolla – Karen Rose – Online Kitap Oku

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy