Kafuku bugüne değin defalarca kadın sürücülerin arabalarına binmişti ve onun gözünde kadınların araba kullanma tarzları kabaca ikiye ayrılıyordu: Ya aşırı gözükara ya da fazlasıyla dikkatli. İkinci gruptakiler, ilkine göre –bu duruma şükretmek lazım gerçi– daha çoktu. Genelde kadın sürücülerin daha özenli ve dikkatli araba kullandıkları söylenebilir. Özenli ve dikkatli araba kullanıyor olmalarından şikâyet etmek akıldışı olur elbette. Yine de böyle araba kullanmak bazen diğer sürücüleri çileden çıkarabilir.
Öte yandan, “gözükara grup”taki kadın sürücülerin çoğunluğunun, “Ben araba kullanmakta çok iyiyim” şeklinde bir inanışları olduğu görülür. Çoğu zaman da, aşırı dikkatli araç kullanan kadınlarla dalga geçer, onlar gibi araba kullanmadıkları için kendileriyle övünürler. Ne var ki bu kadınların büyük kısmı, şerit değiştirirken çevrelerindeki sürücülerin derin derin iç çektiklerini ya da aniden fren pedalına yüklenip kendileri için pek de övgü dolu olmayan şeyler söylediklerini fark etmezler.
Kuşkusuz bu iki gruba da girmeyen kadınlar da vardır. Fazla gözükaralık yapmadan veya aşırı dikkatli davranmadan araba süren kadınlar. Kafuku, becerikli kadın sürücülere de rastlamıştı ama yan koltukta otururken her nedense onların bile gerildiğini hissederdi. Somut nedenini anlayamasa da, yanına oturduğu kadın sürücünün “huzursuzluğu” Kafuku’yu da etkiler, bir türlü rahat edemezdi. Ya boğazı kurur ya da sessizliği bozmak için sıkıcı konuşmalar yapmaya başlardı.
Erkek sürücüler arasında da usta olanlar kadar olmayanlar da vardır şüphesiz. Ancak erkeklerin çoğu araba kullanırken, kadın sürücülerde olduğu gibi yanındakine gerginliğini hissettirmezler. Öte yandan bu, onların rahat oldukları anlamına da gelmez. Aslında çok huzursuz hissediyor bile olabilirler. Dikkatlerini araba kullanmaya verirken, bir yandan da havadan sudan konuşarak duruma göre hareket ederler. O anki gerginlik hissi ile genel ruh hallerini –muhtemelen bilinçsizce– birbirinden ayrı tutarlar. Kafuku, kadın ve erkek sürücüler arasındaki bu farkın neden kaynaklandığını bilmiyordu.
Günlük yaşantısı içinde kadın-erkek ayrımı yapan biri değildi. Kadınlarla erkeklerin yetenek konusunda farklı olmadıklarını düşünürdü. İş yaptığı kadınlarla erkeklerin sayısı eşitti ama Kafuku, kadınlarla iş yaparken kendini daha rahat hissederdi. Birlikte çalıştığı kadınlar genelde detaylara dikkat eden, iyi dinleyicilerdi. Ancak konu araba kullanmaya gelince, kadın sürücülerin arabasına bindiğinde, yanda direksiyonu tutan kişinin bir kadın olduğu gerçeğini göz ardı edemiyordu. Bu konudaki fikirlerini kimseyle paylaşmamıştı, başkalarına söz etmek için uygun bir konu olmadığını düşünüyordu çünkü.
Bu yüzden özel şoför tutmak istediğini söylediğinde, oto bakım-tamir servisi işletmecisi Oba genç bir kadın sürücü tavsiye edince, Kafuku’nun yüzünde pek de hoşnut olmadığını gösteren bir ifade belirdi. Oba, ona bakarak gülümsedi, hislerini anlıyorum, dermişçesine.
“Kakufu Bey, sizi temin ederim bu çocuğun araba kullanma becerisine diyecek yok. En azından kendisiyle bir kez görüşün derim, tabii isterseniz?”
“Peki. Sen öyle diyorsan” diye yanıtladı Kafuku. Acilen bir şoföre ihtiyacı vardı ve Oba da güvenilir bir adamdı. Birbirlerini on yıldır tanıyorlardı. Fırça gibi saçları vardı Oba’nın, görüntüsü de küçük bir canavarı andırıyordu, ama konu araba olduğunda, Kafuku onun aklına uymakla hiç yanılmamıştı.
“Her ihtimale karşı rotbalans ayarına son bir bakmak istiyorum. Bir sıkıntı çıkmazsa iki gün sonra, öğleden sonra saat ikide arabayı tastamam hazır durumda teslim ederim. Onu da buraya çağırırım. Etrafta bir deneme sürüşüne çıkmaya ne dersiniz? Memnun kalmayacak olursanız, lütfen söyleyin. Kabalık etmiş olmazsınız.”
“Kaç yaşlarında?”
“Yanılmıyorsam yirmili yaşlarının ortalarındadır. Hiç sormadım” diye yanıtladı Oba. Sonra bir an yüzünü buruşturdu, “Az önce de dediğim gibi, sürücülüğünde hiç sıkıntı yoktur ama…”
“Ama?”
“Aması, nasıl desem, bazı tuhaf yanları vardır.”
“Ne gibi?”
“Suskun biri ama konuşunca da pek patavatsız olabilir, çok da sigara içer” diye yanıtladı Oba. “Karşılaşınca göreceksiniz, öyle cazibesi olan kızlardan değil. Neredeyse hiç gülümsemez. Dahası, açıkça söylemek gerekirse, biraz kaba sabadır.”
“Bunlar sorun değil. Çok güzel olursa bu sefer de ben rahat hissedemem, tuhaf dedikodular çıksın istemem.”
“Bu durumda o tam da aradığınız kişi.”
“Her neyse, iyi bir sürücü olduğu kesin ama, değil mi?”
“Ona hiç şüphe yok. Sadece bir kadına göre iyi değil, sahiden iyi bir sürücü.”
“Şimdi ne iş yapıyor peki?”
“Hımm, pek emin değilim. Markette kasiyerlik, kargo şirketinde şoförlük gibi yarı zamanlı işler yaparak yaşamını idame ettiriyor olsa gerek. Daha iyi fırsatlar çıktığında hemen bırakabileceği türden işler. Bir tanıdığım aracılığıyla ulaştı bana, ama benim de maddi durumum pek parlak olmadığından yeni bir eleman çalıştırmak gibi bir lüksüm yok. Bazen, ihtiyacım olunca çağırıyorum, o kadar. Ama bence sağlam bir çocuk. Hiç değilse ağzına tek bir damla bile içki koymuyor.”
İçki sözünü duyan Kafuku’nun yüzü asıldı. Sağ elinin parmakları kendiliğinden dudağına uzandı.
“İki gün sonra, öğleden sonra ikide görüşelim” dedi Kafuku. Kızın suskun, konuştuğunda patavatsız ve cazibesiz oluşu ilgisini çekmişti.
İki gün sonra, öğleden sonra saat ikide sarı Saab 900 Convertible’ın tamiri tamamlanmıştı. Sağ tamponundaki hafif göçük düzeltilmiş, üzerinde tek bir iz kalmayacak şekilde itinayla boyası yapılmıştı. Motor kontrolden geçmiş, vites ayarı yapılmış, fren balatası ve silecekler yenileriyle değiştirilmişti. Yıkanmış, pasta cilası atılmış, tekerlekleri parlatılmıştı. Oba’nın işi her zamankigibi, eksiksizdi. Kafuku, Saab’ı on iki yıldır kullanıyordu, aracın kilometresi yüz bini aşmıştı. Tentesi de epey yıpranmıştı, sağanak yağışlı havalarda aralıklardan sızan suya dikkat etmek gerekiyordu. Bunlara rağmen şimdilik yeni araba almak gibi bir niyeti yoktu. Bugüne değin ciddi bir sıkıntı yaşatmamıştı; her şeyden önemlisi bu arabaya karşı özel bir sevgi besliyordu. Arabayı yaz kış demeden tentesi açık kullanmayı seviyordu. Kışın kalın bir palto giyip boynuna atkı doluyor, yazın ise başına bir şapka, gözüne de güneş gözlüğü takıp direksiyon başına geçiyordu. Şehir merkezindeki caddelerde keyifle vites değiştirerek arabayı sürüyor, kırmızı ışıkta beklerken telaşsızca gökyüzünü izliyordu. Hareket eden bulutları, elektrik tellerine konmuş kuşları seyrediyordu. Bu, yaşamının vazgeçilmez bir parçasıydı. Kafuku, Saab’ın çevresinde yavaş yavaş dolandı, yarış öncesi atını kontrol eden at sahipleri gibi, arabasını en ince ayrıntısına kadar inceledi.
Bu arabayı aldığında, karısı henüz hayattaydı. Sarı renk, onun tercihiydi. İlk yıllarda birlikte gezintiye çıkarlardı. Karısı araba kullanmadığından, direksiyon başına geçme görevi her zaman Kafuku’nundu. Sık sık uzak yolculuklara çıktıkları da olmuştu. İzu, Hakone ve Nasu gibi yerlere gitmişlerdi. Ama yaklaşık son on yıldır Kafuku hep tek başına binmişti arabaya. Karısının ölümünden sonra, birkaç kadınla ilişkisi olmuştu ama bir kez olsun bu kadınları yolcu koltuğuna oturtma fırsatı olmamıştı. İş için gerekli olan durumlar dışında şehir dışına da çıkmamıştı hiç.
“Ufak tefek arızalar çıkarabilir belki ama hâlâ rahatlıkla kullanılabilir” dedi Oba, iri bir köpeğin başını sever gibi arabanın kontrol panelini avucunun içiyle şefkatle okşarken. “Güven veren bir araba bu. O dönemde İsveç arabaları epey sağlam yapılıyormuş. Elektrik sistemine dikkat etmek gerekiyor ama genel mekanizmasında hiçbir sorun yok. Büyük bir itinayla elden geçirdim.”
Kafuku gerekli belgeleri imzalayıp fatura detaylarıyla ilgili açıklamaları dinlerken, kız geldi. Boyu 1.65 kadardı, şişman değilse de geniş omuzlu ve yapılıydı. Ensesinin sağ tarafında zeytin büyüklüğünde oval bir morluk vardı, bunun görülmesinden bir rahatsızlık duymadığı da ortadaydı. Kapkara, gür saçlarını sanki kendine bir engel oluşturmasın diye toplamıştı. Hangi açıdan bakılırsa bakılsın güzel denemezdi, dahası Oba’nın dediği gibi soğuk bir görünümü vardı. Yanağında bir sivilcenin izi kalmıştı. Gözleri iriydi, belirgin gözbebeklerinin bir şekilde şüphe uyandıran derin bir rengi vardı. Gözleri büyük olduğundan bu renk de daha koyu görünüyordu. Kulakları geniş ve biraz da kepçeydi, sanki uzak bir yere yerleştirilmiş antenlere benziyorlardı. Üzerine mayıs ayı için epey kalın görünen balıksırtı bir erkek ceketi, altına da kahverengi pamuklu pantolon giymişti, ayağında ise Converse marka siyah spor ayakkabısı vardı. Ceketin altından uzun kollu beyaz tişörtü görünüyordu; göğüskafesi oldukça genişti.
Oba, onu Kafuku’yla tanıştırdı. Kız adının Misaki olduğunu söyledi. Misaki Vatari.
“Misaki, hiragana ile yazılıyor. Gerek duyarsanız özgeçmişimi hazırlamıştım…” dedi iddiasız bir ses tonuyla.
Kafuku başını hayır anlamında salladı, “Şimdilik özgeçmişin lüzumu yok. Vitesli araba kullanabiliyorsun, değil mi?”
“Vitesli araba severim” dedi soğuk bir ses tonuyla. Sanki kendinden emin bir vejetaryene, “Marul yiyor musun?” diye sorulmuşçasına.
“Araba oldukça eski, navigasyon cihazı da takılı değil…”
“Gerek yok zaten. Bir süre kargo dağıtım işi yapmıştım. Şehir merkezinin haritası aklımda.”
“O zaman etrafta kısa bir deneme sürüşüne çıkalım mı? Hava güzel, tenteyi açalım.”
“Nereye gideceğiz?”
Kafuku kısa bir süre düşündü. Şu an bulundukları yer Şinohaşi yakınlarındaydı. “Tengenci kavşağından sağa sapıp Meici Market’in altındaki otoparka park edelim, orada küçük bir alışveriş yapayım. Sonra Arisugava Parkı yönündeki yokuştan devam edip Fransa Büyükelçiliği’nin önünden geçerek Meici Caddesi’ne devam edelim. Sonrasında buraya döneriz.”
“Anladım” dedi kız. Güzergâhı teyit etme gereği duymadı bile. Oba’dan arabanın anahtarını aldı, koltuğun pozisyonunu ve aynayı hızlı bir şekilde ayarladı. Nerede hangi düğme var, hepsini biliyor gibiydi. Debriyaja basıp vitesi denedi. Ceketinin iç cebinden çıkardığı yeşil camlı Ray-Ban marka güneş gözlüğünü taktı. Sonra Kafuku’ya dönüp başını hafifçe öne eğerek onay verdi. Bu, hazırlık tamam, demekti.
Oto teybe bakarak, “Kasetçalar mı?” dedi mırıldanır gibi.
“Kasetleri severim” dedi Kafuku. “CD’den daha rahat kullanımı. Replik tekrarı da yapabiliyorum.”
“Uzun zamandır görmemiştim.”
“Benim araba kullanmaya başladığım dönemde 8-track kullanılıyordu” dedi Kafuku.
Misaki bir şey söylemedi ama duruşundan 8-track’in nasıl bir şey olduğunu bilmediği anlaşılıyordu.
Oba’nın da kefil olduğu üzere, kız mükemmel bir şofördü. Sürüşü akıcı ve kontrollüydü; yol kalabalıktı ve kırmızı ışıkta sıkça durup kalkmalarına rağmen Kafuku onun motorun devrini sabit tutma gayretini ancak gözlerindeki hareketten anladı. Gözünü kapattığında vites değişimini fark etmiyordu bile, ancak motorun sesindeki değişim kulağına geldiğinde anlıyordu bunu. Gaz pedalı ve frene basışı da yumuşak ve ölçülüydü. En çok memnun olduğu şey ise, kızın araba kullanırken son derece rahat olmasıydı. Araba kullanmadığı zaman daha gergindi, demek ki araba kullanırken gerginliği gidiyordu. Soğuk yüz ifadesi biraz yumuşuyor, bakışlarına bir sıcaklık geliyordu. Kendisine bir şey sorulmadığı takdirde ağzından tek bir söz çıkmıyordu.
Kafuku bu durumu hiç sorun etmedi. Kendisi de sıradan sohbetlerde pek becerikli sayılmazdı. Dostlarıyla anlamlı sohbetler etmekten hoşlanmıyor değildi, ancak bu sohbetler dışında hiç konuşulmaması onu daha çok memnun ediyordu. Yan koltuğa gömülmüş, geçtikleri caddeleri boş bakışlarla seyrediyordu. Direksiyon başında olmaya alışkın olan Kafuku için yan koltukta oturarak caddeleri seyretmek yeni bir tecrübeydi.
Trafiğin yoğun olduğu Gayennişi Caddesi’nde birkaç kez paralel park etmesini istedi, kız her seferinde beceriyle, düzgün bir şekilde üstesinden geldi. Çabuk kavrayan biriydi. Refleksleri de kuvvetliydi. Kırmızı ışıktaki uzun bekleyişler sırasında kız sigara içti. Marlboro içiyordu. Işık yeşile döner dönmez de sigarasını söndürüyordu. Araba hareket halindeyken sigara içmiyordu. İzmarite ruj izi çıkmamıştı. Tırnakları manikürlü değildi. Neredeyse hiç makyaj yapmamıştı.
“Birkaç şey sormak istiyorum ama…” dedi Kafuku, Arisugava Parkı dolaylarında.
“Buyurun, sorun” dedi Misaki Vatari.
“Araba kullanmayı nerede öğrendin?”
“Hokkaydo’da dağlık bir bölgede büyüdüm. On beş yaşımdan beri araba kullanırım. Arabasız bir yaşamın düşünülemeyeceği bir yerdir orası. Benim köyüm bir vadide yer alır, pek gün ışığı almayan, yılın yarısına yakın zamanı yolları buz tutan bir yerdir. İstemeseniz bile sürücülüğünüzgelişir.”
“Ama dağda paralel park etme alıştırması yapılamaz, değil mi?”
Genç kadın bu soruyu yanıtlamadı. Cevap verilmesi gerekmeyen, lüzumsuz bir soru olarak görmüş olmalıydı.
“Neden acilen bir şoföre ihtiyacım olduğunu Oba Bey söyledi mi?”
Misaki, dümdüz ileriye bakarak hafif bir aksanla yanıtladı, “Kafuku Bey bir oyuncu, haftada altı gün sahneye çıkıyor. Tiyatroya kendi arabasıyla gider. Metro ya da taksi tercih etmiyor çünkü arabada repliklerini prova eder. Ama geçenlerde az hasarlı bir trafik kazasına neden olduğundan, ehliyetine el konuldu. Biraz alkollüymüş ve görme bozukluğu teşhis edilmiş.”
Kafuku, başıyla onayladı. Sanki kendi rüyasını bir başkasının ağzından dinler gibiydi.
“Polis göz doktoru muayenesine yönlendirdi, glokom belirtisi ortaya çıktı. Görüş alanımda kör nokta varmış. Sağ köşede. O güne dek hiç mi hiç fark etmemiştim.”
Alkol oranı pek yüksek çıkmadığından alkollü araç kullandığı gizli tutulabilmişti. Medyaya da sızmamıştı. Ancak, bağlı olduğu ajans görme bozukluğunu önemsedi. Sağ taraftan gelen bir araç gözündeki kör noktaya denk gelirse, onu görememe riski vardı. Kendisine, yeni bir göz muayenesinde iyileşme görülene değin hiçbir şekilde araç kullanmaması yönünde resmi bir belge tebliğ edilmişti.
“Kafuku Bey” dedi Misaki, “size Kafuku Bey diye mi hitap edeyim? Bu gerçek adınız mı?”
“Evet, gerçek adım” diye yanıtladı Kafuku, “iyi şans getiren bir ad2 gibi görünse de, bugüne dek pek bir faydası olmadı. Akrabalarım arasında zengin olmuş tek bir kişi bile yok.”
Bir süre sessiz kaldılar. Sonra Kafuku, ona özel şoförlük işi için vereceği aylık ücret miktarını bildirdi. Fazla değildi. Ancak bu, Kafuku’nun ajansının ödeyebileceği en yüksek miktardı. Kafuku, tanınan biriydi fakat sinema filmi ve televizyon dizilerinde başrol oynayan bir oyuncu da değildi. Tiyatrodan kazandığı para sınırlıydı. Onun durumundaki bir oyuncu için, birkaç ayla sınırlı olsa da, özel şoför tutulması istisnai bir lükstü.
“Çalışma saatleri programa göre değişiklik gösterecek ama şimdilik tiyatro odaklı hareket edeceğimizden, temelde sabahtan iş yok. Öğleye dek uyuyabilirsin. Gece ise, işim en geç saat 11’de biter. Daha geç vakitlere sarkarsa, araba ihtiyacını taksiyle gideririm. Haftada bir gün izin kullanabilirsin.”
“Olur” dedi Misaki fazla düşünmeden.
“Bu, pek ağır bir iş değil. Zor olan, aksine, hiçbir şey yapmadan geçireceğin uzun saatler.”
Misaki yine hiçbir şey demedi. Dudaklarını büzmekle yetindi yalnızca. Yüzünde geçmişte pek çok kez bundan daha çetin şeyleri de deneyimlediğini anlatan bir ifade vardı.
“Tente açıkken sigara içebilirsin. Ama kapalıyken, içmeni istemiyorum” dedi Kafuku.
“Tamam.”
“Senin bir isteğin var mı peki?”
“Özel bir şey yok.” Gözlerini kısıp yavaşça soluk alarak vites küçülttü. Sonra, “Bu arabayı sevdim” dedi.
Sonrasında ikisi de bir daha konuşmadılar. Bakım-tamir servisine döndüler, Kafuku Oba’yı yanına çağırdı ve “Onu işe alıyorum” dedi.
Ertesi gün Misaki, Kafuku’nun özel şoförü olarak işe başladı. Öğleden sonra saat üçte Ebisu’daki evine geldi, apartmanın alt katındaki otoparktan sarı Saab’ı çıkardı ve Kafuku’yu Ginza’daki tiyatroya götürdü. Yağmur yağmadığı zamanlarda tenteyi açık bırakıyordu. Kafuku yol boyunca kasetten replikleri tekrarlıyordu. Oyun, Meici Dönemi Japonya’sının sahneye taşındığı, Anton Çehov’un Vanya Dayı oyununun bir uyarlamasıydı. Vanya Dayı rolünü o oynuyordu. Tüm replikleri kusursuz bir şekilde ezberlemişti, ama endişeye kapılmamak için her gün tekrar etme ihtiyacı duyuyordu. Bu, yıllardır sürdürdüğü bir alışkanlıktı.
Dönüş yolunda Beethoven’ın yaylı çalgılar dörtlüsünü dinliyorlardı sık sık. Beethoven’ın yaylı çalgılar dörtlüsünü seviyordu, bıkıp usanmadan dinleyebilirdi bu müziği; bir şeyler düşünürken de hiçbir şey düşünmeden durmak için de uygun bir müzikti. Daha hafif şeyler dinlemek istediğindeyse eski tarz Amerikan rock müziği dinlerdi. Beach Boys, The Rascals, Creedence, The Temptations; Kafuku’nun gençliğinde popüler olan gruplardı bunlar. Misaki, Kafuku’nun dinlediği müzikler için özellikle bir yorumda bulunmadı. Bu müziklerden keyif mi alıyor, rahatsızlık mı duyuyordu yoksa hiçbir şey işitmiyor muydu, Kafuku karar veremiyordu. Duygularını belli etmeyen bir kızdı.
Yanında biri olduğunda normalde heyecanlanırdı, repliklerin sesli provasını yapamazdı hiç ama Misaki’nin varlığı onu rahatsız etmiyordu. Bu anlamda, onun ifadesiz ve soğuk oluşundan, Kafuku çok hoşnuttu. Onun yanında replikleri tekrar ederken sesini ne kadar yükseltirse yükseltsin, Misaki sanki onu hiç duymuyormuş gibi davranıyordu. Her zaman araba kullanmaya odaklanmış görünüyordu. Ya da zihni, araba sürmenin getirdiği özel bir Zen haline geçiyordu.
Misaki’nin onu nasıl gördüğü hakkında da hiçbir fikri yoktu. Acaba ona biraz olsun yakınlık duyuyor muydu, yoksa hiç mi umurunda değildi, yahut ondan iğreniyor, sırf işi istediği için mi ona katlanıyordu; hiç bilmiyordu. Aslında onun ne düşündüğü Kafuku için önemli değildi. Bu kızın arabayı yumuşak ve düzgün bir şekilde kullanıyor olmasını beğeniyordu, ayrıca lüzumsuz bir şey söylememesinden ve duygularını belli etmemesinden de hoşnuttu.
Oyun bitince Kafuku hemen sahne makyajını temizleyip kıyafetini değiştirir, çabucak tiyatrodan ayrılırdı. Orada oyalanmayı sevmezdi. Diğer oyuncularla da iletişimi yok denecek kadar azdı. Cep telefonundan Misaki’ye haber verip arabayı tiyatronun arka kapısına getirtiyordu; böylece dışarı çıkınca sarı Saab Convertible’ı onu beklerken buluyordu. Gece on buçuk gibi de Ebisu’daki dairesine dönmüş oluyordu. Bu hemen hemen her gün böyle olurdu.
Arada bir başka işler de çıkabiliyordu. Televizyon dizisi çekimleri için, haftada iki kez şehir merkezindeki stüdyoya gitmek zorundaydı. Sıradan bir polisiye dizisiydi ama izlenme oranları yüksekti ve ücreti de oldukça iyiydi. Başroldeki kadın dedektife yardım eden kâhin rolündeydi. Rolünün üstesinden gelebilmek için birçok kez falcı gibi giyinip sokağa çıkmış, gerçek bir falcı gibi yoldan geçenlerin falına bakmıştı. Hatta baktığı falların çıktığına dair söylentiler bile yayılmıştı. Akşamüzeri dizi çekimi bitince doğrudan hızlıca Ginza’daki tiyatroya geçerdi. Haftanın en riskli kısmı buydu. Hafta sonları, matinenin ardından oyunculuk kursunda akşam sınıfında oyunculuk dersi veriyordu. Kafuku, gençleri yönlendirmeyi seviyordu. Bu geliş gidişlerin tümünü Misaki sağlıyordu. Misaki onu program dahilinde sorunsuz bir şekilde gereken yerlere getirip götürürken Kafuku onun kullandığı Saab’ın ön koltuğunda oturmaya alışmıştı. Bazen derin uykuya daldığı bile oluyordu.
Havalar ısınınca Misaki balıksırtı erkek ceketinin yerine yazlık ince bir ceket giymeye başladı.Araba kullanırken her zaman mutlaka bu ceketlerinden birini giyiyordu. Muhtemelen şoför üniforması yerine olsa gerekti. Yağmur mevsimi geldiğinde, arabanın tentesinin kapalı olduğu günler de çoğaldı.
Kafuku, ön koltukta otururken sık sık kaybettiği eşini düşünmeye başlamıştı. Misaki şoför olarak işe girdiğinden beri, nedense sık sık karısı geliyordu aklına. Karısı da oyuncuydu, ondan iki yaş küçük, güzel yüzlü bir kadındı. Kafuku artık “karakter oyuncusu” olmuştu ve ona teklif edilen işlerin çoğu garip yardımcı oyuncu rolleriydi. Yüzü biraz fazla uzun ve inceydi, saçı ise daha gençliğinde seyrelmeye başlamıştı. Başrollere uygun değildi. Onunla karşılaştırıldığında karısı geleneksel güzellikte bir aktris olup verilen roller de geliri de buna göreydi. Ancak yıllar geçtikçe, aksine Kafuku özel bir karakter oyuncusu olarak daha büyük beğeni toplar oldu. Yine de ikisi birbirlerinin durumlarını kabul ederek, aralarındaki popülerlik ve gelir farklarını bir kez bile sorun etmediler.
Kafuku, karısına âşıktı. İlk gördüğü andan itibaren (o zaman 29 yaşındaydı) ona tutulmuş ve karısının ölümüne değin de (o zaman 49 yaşındaydı) duyguları hiç değişmemişti. Evlilikleri boyunca karısı dışında hiçbir kadınla birlikte olmamıştı. Aslında başka bir kadınla birlikte olmasına elverişli durumlar da olmuştu ama hiç böyle bir isteğe kapılmamıştı.
Ne var ki karısı ara sıra onun dışında birileriyle birlikte olmuştu. Kafuku’nun bildiği kadarıyla, dört kişiyle. Bu, karısının belirli aralıklarla cinsel ilişkiye girdiği en az dört kişinin olduğu anlamına geliyordu. Karısı bu durumu şüphesiz gizlemişti ama onun başka bir yerde başka bir adamın kollarında olduğunu Kafuku hemen anlamıştı. Kafuku, eskiden beri sezgileri kuvvetli biriydi, hem karşısındakini büyük bir aşkla sevince, ister istemez insan sezerdi. Birlikte olduğu adamların kim olduğunu da karısıyla konuşurken, onun ses tonundan kolayca anlardı. Karısının yattığı adam çoğunlukla filmde birlikte rol aldığı bir aktör olurdu. Ve genelde partneri ondan genç biriydi. Kafuku karısının ilişkilerinin aylarca devam eden film çekimleri boyunca sürdüğünü, çekimlerin bitmesiyle de sona erdiğini tahmin ediyordu. Bu durum aynı şekilde dört kez tekrar etmişti.
Neden karısı başka bir erkekle yatmak istemişti ki, Kafuku bunu hiç anlayamamıştı. Şimdi de anlayamıyordu. İkisi evlendikten sonra hem eş hem de hayat arkadaşı olarak ilişkileri hep iyi olmuştu. Boş vakit bulduklarında çeşitli konularda hevesle, açık yüreklilikle sohbet eder, birbirlerine duydukları güveni önemserlerdi. Karakterleri açısından ve tensel olarak da uyumlu olduklarını düşünürdü hep. Etraflarındakilere göre de onlar iyi anlaşan, ideal bir çifttiler.
Peki bütün bunlara rağmen o zaman neden başka adamlarla yatmıştı? Bunun sebebini karısı henüz hayattayken ona sormaya cesaret etseydi keşke. Sık sık sormayı aklından geçirmişti. Hatta bu sorunun dilinin ucuna kadar geldiği zamanlar da olmuştu: “Sen neden o adamlara gereksinim duydun? Benim neyim yetmedi sana?” Karısı ölmeden aylar öncesiydi. Ancak şiddetli ıstıraplar içinde, ölüm döşeğindeki karısına tutup da bunları soramamıştı. Sonra da karısı tek bir açıklama bile yapamadan Kafuku’nun yaşadığı dünyadan göçüp gitmişti. Sorulamamış soruya verilmemiş cevap. Krematoryumda karısının kemiklerini toplarken, sessizce bunları düşünmüştü. Öyle derin düşüncelere dalmıştı ki birilerinin kulağının dibinde konuşmaya başladığını bile duyamayacak haldeydi.
Karısını başkalarının kollarında hayal etmek, hiç kuşkusuz Kafuku’nun canını yakıyordu. Can yakmaması düşünülemez. Gözlerini kapatınca zihninde somut bir şekilde hayaller canlanıp kayboluyordu. Böyle şeyleri hayal etmek istemiyordu ama hayal etmeden de duramıyordu. Bu hayaller, sivri bir bıçak gibi, ağır ağır ve acımasızca doğruyordu sanki etini. Hiçbir şey bilmemiş olsaydım ne kadar iyi olurdu, diye düşündüğü zamanlar da olmuştu. Ancak, ne olursa olsun, bilmenin bilmemekten daha iyi olduğu onun temel düşüncesiydi, yaşam karşısında aldığı tavırdı; bilginin cehaleti yenmesi… “Ne kadar şiddetli bir acıya sebep olursa olsun, ben bunları bilmek zorundayım. Çünkü insan ancak bilgiyle güçlenir.”
Fakat hayal etmenin verdiği acıyı daha da artıran, karısının sakladığı sırrı bildiği halde, ona bunu fark ettirmemeye çalışarak, normal bir yaşam sürmekti. Yüreği parçalanırken, içi kan ağlarken o sakin gülümseme eksik olmamıştı yüzünden. Hiçbir şey olmamış gibi günlük işleriyle uğraşmış, gündelik sohbetler etmiş, yatakta kollarına almıştı karısını. Muhtemelen bu, normal bir insanın yapabileceği bir şey değildi. Ancak Kafuku, profesyonel bir oyuncuydu; kendi karakterinden çıkıp rol yapmak onun işiydi. Böylece o da en iyi şekilde rolünü oynadı. Seyircisi olmayan bir oyunda.
Bu bir kenara bırakılırsa –karısının kimi zaman gizli gizli başka erkeklerin koynuna girmiş olduğu gerçeği ayrı tutulursa– ikisi hemen hemen doyumlu, pek fazla iniş çıkışı olmayan bir evlilik yaşamı sürmüşlerdi. İşleri yolundaydı, ekonomik açıdan rahattılar. Yirmi yıla yakın evlilik yaşamları boyunca sayısız kez seks yapmışlardı, bu en azından Kafuku için, tatmin edici bir durumdu. Karısı rahim kanserine yakalanıp göz açıp kapayana kadar ölmüştü. Daha sonraları karşısına başka kadınlar da çıkmıştı elbet, olayların akışı sonucu yatağını onlarla paylaşmıştı. Fakat karısıyla yaşadığı mahrem sevinçleri bu ilişkilerde bulamamıştı. Diğer kadınlarla yaşadığı, önceki deneyimlerinin tekrarı gibiydi, zayıf bir deja vu’ydu sanki.
Misaki’nin maaş ödemesinin yapılabilmesi için bağlı bulunduğu ajansa, resmi belge gerekince, kızın oturduğu evin adresi, nüfusa kayıtlı olduğu yer, doğum tarihi ve ehliyet numarası gibi bilgileri öğrenmişti. Kuzey Akabane Bölgesi’nde bir apartman dairesinde yaşıyordu, nüfusa kayıtlı olduğu yer Hokkaydo Bölgesi Kamicunitaki köyüydü; daha yeni yirmi dört yaşına basmıştı. Kamicunitaki köyü, Hokkaydo’nun neresindeydi, ne büyüklükte bir yerdi, orada yaşayan insanlar nasıldı, Kafuku’nun bunlar hakkında en ufak bir fikri bile yoktu. Ancak, kızın yirmi dört yaşında olduğunu öğrenince yüreği sızlamıştı.
Kafuku’nun sadece üç gün yaşayan bir çocuğu olmuştu. Bir kız çocuğuydu, üçüncü günün gece yarısı hastanenin bebek bakım odasında ölmüştü. Hiçbir belirti göstermeden, öylece aniden durmuştu kalbi. Gün ağardığında çoktan ölmüştü. Hastaneden yapılan açıklamaya göre kalp kapakçığında doğuştan bir sorun vardı. Gerçek neden bu muydu kesin olarak bilmesi olası değildi. Hem gerçek nedeni bulsa da, çocuğu dirilmeyecekti ki. Bebeğin daha adını bile koymamış olmaları şans mıydı yoksa şanssızlık mı? O bebek yaşasaydı, tam yirmi dört yaşında olacaktı. O adsız çocuğun doğum gününde Kafuku hep tek başına onu anardı. Ve hep, eğer yaşasaydı nasıl bir hayatı olurdu diye düşünürdü.
Bebeklerini böyle aniden kaybedince, ikisi de derin yara almışlardı kuşkusuz. Ölümün yarattığı boşluk ağır ve karanlıktı. Tekrar kendilerine gelmeleri için uzun bir zaman geçmesi gerekmişti. İkisi de eve kapanmış, uzun saatler boyunca suskun kalmışlardı. Ağızlarını açıp bir şey söylemeye kalksalar bu acıyı hafifsemiş olmaktan çekinir gibiydiler çünkü. Karısı, çok fazla şarap içer olmuştu. O ise bir süre kendini büyük bir azimle kaligrafiye vermişti. Bembeyaz kâğıdın üzerinesimsiyah fırçayı gezdirip çeşitli ideogramları çizince, sanki yüreği saydam bir şekilde görünür oluyor gibiydi.
Birbirlerine verdikleri destekle her ikisinin yaraları da azar azar iyileşti, böylesine riskli bir zamanı aşmayı başardılar. Ve öncesine göre kendilerini daha yoğun olarak işlerine verdiler. Büyük bir hırsla kendilerine verilen rollerin hazırlığına gömüldüler. Karısı, “Üzgünüm ama bir daha çocuk yapmak istemiyorum” demiş, o da bunu kabul etmişti. “Peki, çocuk yapmayalım. Sen istemiyorsun madem, yapmayız.”
Geriye dönüp bakınca, karısının diğer erkeklerle cinsel ilişkiye girmeye başlamasının, bu olaydan hemen sonrasına denk geldiğini fark ediyordu. Çocuğunu kaybetmek, karısının içinde böylesine bir arzu canlandırmış olabilirdi. Ne var ki bu sadece bir ihtimaldi, olabilir dediği bir şeydi.
“Bir şey sorabilir miyim?” dedi Misaki.
Kendi kendine düşücelere dalıp gitmiş, etrafı boş gözlerle izlerken şaşırmış halde Misaki’nin yüzüne baktı. İki aya yakın bir süredir birlikte, arabada uzun zamanlar geçiriyorlardı ve bir sohbetin Misaki tarafından başlatılması son derece ender bir şeydi.
“Elbette” dedi Kafuku.
“Neden oyuncu oldunuz?”
“Üniversitede öğrenciyken, birkaç kız arkadaşımın davetiyle tiyatro topluluğuna girdim. Eskiden beri tiyatroya meraklı olduğumdan filan değil anlayacağın. Aslında beyzbol takımında oynamak istiyordum. Lise döneminde defansta oynuyordum ve iyi savunma yapıyordum. Ancak girdiğim üniversitenin beyzbol takımının düzeyi benimkinden oldukça yüksekti. Bu yüzden bir deneyeyim bakayım diye katıldım tiyatro topluluğuna. Bir de söz ettiğim o kızlarla birlikte zaman geçirmek istiyordum. Tiyatroyla biraz uğraşınca rol yapmaktan keyif aldığımı gördüm. Rol yaparken kendimden başka biri olabiliyordum. Rolüm sona erince de yine kendime dönüyordum. İşte bu eğlenceli gelmişti bana.”
“Başka biri olabilmek eğlenceli bir şey mi?”
“Tekrar kendine döneceğini bilirsen, evet.”
“Kendinize dönmeyi istemediğiniz zamanlar olmadı mı peki?”
Kafuku bu soru üzerine düşündü. Daha önce böyle bir soru soran olmamıştı ona. Trafik yoğundu. Başkent çevre yolundaki Takebaşi çıkışına yönelmişlerdi.
“İnsanın kendinden başka dönebileceği bir yer var mıdır ki?” diye yanıtladı Kafuku.
Misaki bir yorum yapmadı.
Bir süre sessizlik oldu. Kafuku başındaki beyzbol şapkasını çıkardı, şeklini inceledi, sonra yine başına geçirdi. Sayılamayacak kadar çok tekerleği olan büyük bir TIR’ın yanında, sarı Saab Convertible ufacık kaldı. Sanki bir şilebin yanında salınan bir kayık gibi.
“Üstüme vazife değil belki ama” dedi Misaki kısa bir süre sonra, “merak ettiğim bir şey daha var, sormak istediğim. Sorabilir miyim?”
“Elbette” diye yanıtladı Kafuku.
“Neden hiç arkadaşınız yok sizin?”
Kafuku, yandan Misaki’nin yüzüne meraklı gözlerle baktı. “Arkadaşım olmadığını nasıl anladın?”
Misaki omzunu silkti, “Yaklaşık iki aydır her gün sizi getirip götürüyorum, o kadarını da bileyim artık.”
Kafuku, bir süre TIR’ın iri tekerleklerini derin bir ilgiyle izledi. Sonra, “Eskiden beri arkadaş olarak adlandırabileceğim pek kimsem yoktu” diye yanıtladı.
“Çocukluktan beri mi böyleydi?”
“Hayır, çocukken yakın arkadaşlarım vardı. Birlikte beyzbol oynayıp yüzmeye gitmek gibi şeyler yapardık. Ama yetişkin olduktan sonra, arkadaşım olsun diye düşünmedim pek. Özellikle de evlendikten sonra.”
“Bu, eşiniz olduğundan arkadaşa pek de ihtiyacınız kalmamıştı mı demek oluyor?”
“Öyle sanırım. Biz eşimle aynı zamanda iyi arkadaştık da.”
“Evlendiğinizde kaç yaşındaydınız?”
“Otuzumdaydım. Aynı filmde rol almış, böylece tanışmıştık. O zaman o, yardımcı oyuncuydu, ben ise önemsiz bir roldeydim.”
Arabaları yoğun trafikte yavaş yavaş ilerliyordu. Başkent çevre yoluna girişlerinde hep olduğu gibi, tente kapalıydı.
“Sen hiç içki içmiyor musun?” diye sordu Kafuku konuyu değiştirmek için.
“Bünyem alkolü kabul etmiyor sanırım” diye yanıtladı Misaki, “annem içince dağıtan biriydi, belki bununla da ilgisi vardır.”
“Annen şimdi de sorun çıkarıyor mu?”
Misaki başını birkaç kez sağa sola salladı. “Annem öldü. Sarhoş araba kullanırken direksiyonu ters yöne kırmış, araba fırıl fırıl dönerek yoldan çıkıp bir ağaca çarpmış. Anında ölmüş. Ben o zaman on yedi yaşındaydım.”
“Üzüldüm” dedi Kafuku.
“Su testisi su yolunda kırılır” dedi Misaki kayıtsızca. “Günün birinde böyle bir şey başına mutlaka gelecekti. Er ya da geç, sadece bir zaman sorunuydu.”
Bir süre sessiz kaldılar.
“Peki ya baban?”
“Nerede olduğunu bilmiyorum. Evi terk ettiğinde ben sekiz yaşındaydım. Ondan sonra da hiç görmedim. Hiç haberleşmedik de. Bununla ilgili olarak annem hep beni suçladı.”
“Ne diye?”
“Ben tek çocuktum. Daha şirin ve güzel bir kız çocuğu olsaymışım, babam evi terk etmezmiş. Annem bunu söyler dururdu. Doğuştan çirkin olduğumdan, beni istememişmiş.”
“Sen çirkin falan değilsin” dedi Kafuku durgun bir sesle. “Sadece annen böyle düşünmeni istemiş.”
Misaki omzunu silkti, “Öyle biri değildi aslında, içince ağzını bozardı. Bir şeyi tekrar tekrar söyler, beni çok incitirdi. Belki bunu söylemem kötü bir şey ama, açıkçası ölmesi beni rahatlatmıştı.”
Sonrasındaki suskunlukları öncekilere göre daha uzun sürdü.
“Senin arkadaşın yok mu peki?” diye sordu Kafuku.
Misaki, başını hayır anlamında salladı. “Arkadaşım yok.”
“Neden yok?”
Buna yanıt vermedi. Gözlerini kısıp önüne doğru baktı sadece.Kafuku gözlerini kapatıp uyumaya çalıştı ama başaramadı. Misaki, arabanın duruş kalkışlarında özenle vites değiştirdi. Yan şeritteki TIR, kaderin büyük bir gölgesi gibi Saab’ın bir önüne düşüyor, bir arkasına geçiyordu.
“En son on yıl kadar önce bir arkadaşım oldu” dedi Kafuku gözlerini açıp suskunluğunu bozarak; “Arkadaşım sayılırdı demek daha doğru olabilir. Benden altı ya da yedi yaş küçüktü, fena biri sayılmazdı. İçki içmeyi severdi, ben de ona eşlik ederdim, içerken çeşitli konularda sohbet ederdik.”
Misaki, hafifçe öne eğdiği başıyla onu onayladı, konuşmanın devamını bekledi. Kafuku bir süre bocaladı ama sonra cesaretini toplayıp baklayı ağzından çıkardı.
“Aslına bakarsan, o adam bir süre benim karımla yatmıştı. O benim bunu bildiğimden habersizdi.”
Misaki bir süre duyduklarını hazmetmek için sustu, sonra “Yani o adam karınızla seks yapmıştı, öyle mi?” dedi.
“Evet, öyle. Üç ya da dört ay boyunca, karımla defalarca seviştiğini biliyorum.”
“Bunu nasıl anlamıştınız?”
“Karım bu durumu saklamıştı elbette, ama ben yine de anlamıştım. Açıklamaya kalkarsam uzun bir hikâye olur. Ama şüphe yok. Uydurmuyorum!”
Misaki arabayı durdurduğu sırada iki eliyle dikiz aynasını ayarladı. “Karınızla yatmış olması, sizin onunla arkadaş olmanızı olumsuz etkilemedi mi?”
“Tam aksine” diye yanıtladı Kafuku, “o adamla arkadaş olmamın nedeni, karımla yatmış olmasıydı.”
Misaki ağzını açmadı. Anlatmaya devam etsin diye bekliyordu.
“Nasıl desem… Anlamayı istedim. Karımın neden o adamla yattığını, neden o adamla yatma gereği duyduğunu. En azından baştaki dürtüm buydu.”
Misaki derin bir nefes aldı. Ceketinin altında göğsü hafifçe kalkıp tekrar indi. “Böyle bir şey yapmak, size acı vermedi mi? Karınızla yattığını bildiğiniz bir adamla içki içip onunla sohbet etmek?”
“Acı vermedi diyemem” dedi Kafuku, “düşünmek istemediğim şeyler geliyordu aklıma. Hatırlamak istemediğim şeyleri anımsıyordum. Ama rol yaptım. Sonuçta rol yapmak benim işim.”
“Başka bir karaktere büründünüz” dedi Misaki.
“Aynen öyle.”
“Sonra yine eski karakterinize döndünüz.”
“Aynen öyle” dedi Kafuku, “istemesen de dönersin. Ama geri döndüğünde, döndüğün yer eskisine göre biraz farklıdır. Kural böyledir. Tamamıyla öncesiyle aynı olmak mümkün değildir.”
Yağmur çiselemeye başlamıştı, Misaki silecekleri çalıştırdı. “Peki anlayabildiniz mi? Karınızın neden o adamla yattığını.”
Kafuku başını sağa sola salladı. “Hayır, anlayamadım. Bende olmayan şeyler vardı onda, hatta epeyce vardı sanırım. Ama karımı onun neyi cezbetmişti, o kadarını anlayamadım. İnsan o kadar kesin, nokta atışı yaparcasına hareket etmiyor. İlişkiler, özellikle de kadın erkek ilişkileri, nasıl desem ki, başlı başına bir mesele. Daha anlaşılmaz, daha bencilce, daha üzücü.”
Misaki bir süre düşündükten sonra, “Ne var ki, anlayamasanız da, o adamla arkadaşlığınızı sürdürdünüz, öyle mi?” diye sordu.
Kafuku beyzbol şapkasını bir kez daha çıkardı, bu kez dizinin üzerine taktı. Sonra avuç içiyle başını sıvazladı. “Nasıl ifade etsem acaba? Bir kez gerçekten bir karaktere büründüğünde, ondan çıkma fırsatı bulmak güç oluyor. Her ne kadar psikolojik olarak zor bir şey haline gelse de, rolünü doğru çıkış noktasında sonlandırmalısın. Bir enstrümanın akortsuz çalınması durumunda notaların düzgün bir müzik oluşturamaması gibi… Dediklerimi anlayabiliyor musun?”
Misaki paketten bir tane Marlboro çıkarıp dudaklarının arasına yerleştirdiyse de, yakmadı. Arabanın tentesi kapalıyken kesinlikle sigara içmiyordu. Dudakları arasında tutuyordu sadece.
“O sırada, o adamla karınız yatıyor muydu?”
“Hayır, yatmıyorlardı” dedi Kafuku, “o kadarı da, nasıl desem… büyük hüner gerektirir. O adamla arkadaş olmam, karım öldükten kısa bir süre sonraydı.”
“Onunla sahiden arkadaş olmuş muydunuz? Yoksa sonuna değin rol mü yapmıştınız?”
Kafuku, bunu düşündü. “Her ikisi de. Bunun sınırını kendim bile bilemez olmuştum. Gerçekten rol yapmak denilen şey, böyle bir şeydir işte.”
Kafuku, ilk karşılaştıkları andan itibaren adama karşı oldukça iyi niyetli davranmıştı. Adı Takatsuki’ydi, uzun boylu ve yakışıklıydı, deyim yerindeyse, aşk sahnesi jönlerindendi. Kırklı yaşlarının başındaydı, oyunculuğunun pek ilgi çeken bir yanı yoktu ve kapasitesi de sınırlıydı. Genel olarak, iyi izlenim bırakan, yaşam dolu, orta yaşlı bir erkekti. Hep gülümsüyor, bazen yüzünde melankolik bir ifade beliriyordu. Yaşlı kadınlardan büyük ilgi görüyordu. Kafuku, onunla tesadüfen bir televizyon kanalının bekleme odasında karşılaşmıştı. Karısının ölümünden altı ay sonraydı, Takatsuki onun yanına gelip kendini tanıtmış, baş sağlığı dilemişti. “Karınızla bir kez, bir filmde birlikte oynamıştık. O zaman bana çok emeği geçmişti” demişti Takatsuki sakin bir tavırla. Kafuku teşekkür etmişti. Kronolojik olarak, onun bildiği kadarıyla, Takatsuki karısının cinsel ilişkiye girdiği erkekler listesinde son sıradaydı. Onunla ilişkisi sona erdikten kısa bir süre sonra karısı muayene olmak için hastaneye gitmiş, rahim kanseri teşhisi konmuş, kanserin epeyce ilerlemiş olduğu anlaşılmıştı.
“Sizden bir isteğim olacak” demişti Kafuku tanışma faslı sona erdikten sonra.
“Nedir acaba?”
“Uygun olduğunuzda birlikte biraz zaman geçirmek isterim. Bir şeyler içip karımın hatırası üzerine sohbet etmek isterim, mümkünse. Eşim sizden sıkça söz ederdi.”
Bu ani istek karşısında Takatsuki şaşırmış gibiydi. Şok geçiriyordu demek daha doğru olabilir belki. Kaşları çatıldı, Kafuku’nun yüzüne temkinle baktı. Bu konuşmanın arkasında bir şey var mı, dercesine. Ama bir art niyet göremedi. Kafuku’nun yüzünde, uzun bir evlilik yaşamı sürdürdüğü eşini yeni kaybetmiş bir adamın yüzündeki durgun ifade vardı. Dalgalanıp durulmuş bir gölün yüzeyi gibi.
“Ben, karım hakkında konuşabileceğim birisini arıyorum sadece” diye ekledi Kafuku, “evde tek başına öylece oturmak, açıkçası bazen çekilmez bir şey oluyor. Size rahatsızlık vermezsem…”
Bunu duyan Takatsuki, çok rahatlamış göründü. Anlaşılan, onun karısıyla ilişkisinden şüphelenmemişti.
“Yok, rahatsızlık da ne demek. Size elbette zaman ayırabilirim. Benim gibi sıkıcı bir sohbet arkadaşı istiyorsanız tabii.” Böyle derken dudaklarına ince bir tebessüm yayıldı. Göz kenarlarındaki hafif kırışıklık ortaya çıktı. Oldukça çekici bir gülümsemeydi bu. Eğer orta yaşlıbir kadın olsaydım kesin yanaklarım kızarmıştı, diye düşündü Kafuku.
Takatsuki, hızlıca programını gözünün önüne getirdi. “Yarın akşam boşum, sizin için de uygun olur mu acaba?”
Kendisinin de uygun olduğunu söyledi Kafuku. Tüm yaşananlara rağmen, duyguları ne de kolay anlaşılır bir adam, diye düşünerek etkilendi. Ona dikkatlice bakınca ardına kadar görülebilecek saydamlıkta biri gibiydi. Eğilip bükülmüyordu, önceden düşünüp kötülük yapacak biri değildi. Kazdığı derin çukura gece yarısı birinin düşmesini bekleyen türden biri değildi. Büyük bir oyuncu olamaz diye geçirdi içinden Kafuku.
“Neresi uygun olur?” diye sordu Takatsuki.
“Yer seçimini size bırakıyorum. Ben dediğiniz yere gelirim” dedi Kafuku.
Takatsuki, Ginza’daki ünlü bir barın adını verdi. Orada ayrı bir loca tutarım, konuşmalarımızı kimse duymaz, gönül rahatlığıyla sohbet edebiliriz, dedi. Kafuku o barın yerini biliyordu. El sıkışıp ayrıldılar. Takatsuki’nin eli yumuşak, parmakları ince ve uzundu. Avuç içi sıcaktı, terden nemlenmişti biraz. Heyecanlandığı için olabilirdi.
O gidince Kafuku bekleme salonundaki koltuğa oturdu, onunla el sıkıştığı elini açarak gözünü avuç içine dikti. Orada Takatsuki’nin elinin bıraktığı his canlı olarak kalmıştı. O el, o parmaklarla karımın çıplak vücudunu okşadı, diye düşündü Kafuku. Telaş etmeden, her yerini. Sonra gözünü kapatıp uzun ve derin bir soluk aldı. Ne halt etmeye çalışıyorum ben, diye düşündü. Ama, ne olursa olsun, bunu yapmaktan kendini alamamıştı.
Bardaki sakin locada bardağın içindeki malt viskisini dalgalandırıp dururken, Kafuku bir şey fark etti. Takatsuki, karısına hâlâ âşıktı. Karısının ölmüş olduğunu, onun bedeninin yakılıp kemik ve küle döndüğü gerçeğini Takatsuki henüz tam olarak hazmedememiş gibiydi. Bu duygusunu Kafuku da anlıyordu. Karısı hakkında konuşurken, Takatsuki’nin gözlerinde ara sıra yaşlar belirdi. Bunu görünce, Kafuku neredeyse onu teselli edecekti. Bu adam duygularını gizlemeyi başaramıyordu. Biraz üzerine gidilse her şeyi itiraf edecek türden biriydi.
Takatsuki’nin konuşmalarındaki imalardan anlaşılan, ilişkilerini bitirenin karısı olduğuydu. Muhtemelen, “Artık görüşmesek ikimiz için de iyi olur” demişti Takatsuki’ye. Sonra da bir daha görüşmeye kalkışmamıştı anlaşılan. Aylarca süren bir ilişkiyi bir anda, kararlı bir şekilde bitirmişti. Sürüncemede bırakmamıştı. Kafuku’nun bildiği kadarıyla, bu karısının gönül maceralarını (böyle adlandırmak uygunsa tabii) yaşama tarzıydı. Ancak Takatsuki’nin tarafından bakılırsa, ondan kolayca ayrılma kararlılığı gösterememişe benziyordu. Herhalde o hiç bitmeyecek bir ilişkiyi sürdürmeyi arzu etmiş olmalıydı. Kanserin son evresinde, şehir hastanesine bağlı bakımevine yattıktan sonra, Takatsuki geçmiş olsun ziyaretine gelmek istediğini haber vermişti ama eşi bu isteğini de kesin bir şekilde reddetmişti. Hastaneye yattıktan sonra, neredeyse hiç kimseyle görüşmemişti. Tedavisini yapan kişiler dışında hasta odasına sadece üç kişinin girmesine izin vermişti; annesi, kız kardeşi ve Kafuku. Takatsuki, bir kez bile onu hastanede ziyaret edememiş olmaktan dolayı vicdan azabı duyuyor gibiydi. Takatsuki onun kansere yakalandığını ölümünden birkaç hafta önce öğrenmişti. Haberi alınca kulaklarına inanamamıştı ve şimdi bile durumu kabullenmekte güçlük çekiyordu. Kafuku bu duyguyu iyi biliyordu. Elbette bu onunla tamamıyla aynı şeyleri hissettiği anlamına gelmiyordu. Kafuku, zayıflayıp bir deri bir kemik kalmış karısının son zamanlarına şahit olmuş, dahası krematoryumda onun bembeyaz kemiklerini toplamıştı. Kendince bir kabulleniş aşaması geçirmişti. İşte bu ciddi bir farktı.
İkisi hatıralardan söz ederken, “Sanırsın ki teselli etmeye gelen o değil benim. Karım bu sahneyi görseydi, acaba ne hissederdi?” diye düşünen Kafuku, tuhaf bir duyguya kapıldı. Ne var ki, artık ölü olan biri muhtemelen bir şey düşünmez, hissetmezdi. Kafuku’ya göre işte bu ölümün müthiş özelliklerinden biriydi.
Kafuku başka bir şey daha tespit etmişti: Takatsuki çok içmeye meyilli biriydi. Kafuku’nun işi gereği alkolle yakın bir ilişkisi olmuştu (neden oyuncular öyle istekli içerler acaba?) ama hangi açıdan bakılırsa bakılsın Takatsuki’nin alkolle ilişkisi ya sağlıklı bir ilişkiydi ya da adam sağlam içiciydi. Kafuku’ya göre, alkolikler kabaca iki gruba ayrılırdı. İlki, kendisine bir şey katmak için içmek zorunda hissedenler, ikincisi ise, içkinin kendisinden bir şeyler götürmesini istedikleri için içenler. Takatsuki’nin içme tarzı açıkça ikinci gruba aitti.
Kafuku onun neyi geride bırakmak istediğini bilmiyordu. Belki de bu kadar çok içmesinin nedeni zayıf bir kişiliği olmasıydı; eski bir gönül yarası olabilirdi ya da belki de bugünlerde yaşadığı bir sorun yüzünden içiyordu. Yahut da tüm bu nedenlerin bir toplamıydı onu bu kadar çok içmeye iten. Ne olursa olsun, onun içinde “mümkünse unutmak istediği bir şey” vardı ve onu unutabilmek için veya onun neden olduğu acıyı azaltmak için içmeden duramıyordu. Kafuku bir kadehi bitirdiğinde Takatsuki aynı içkiden iki kadeh içmiş, üçüncüyü yarılamış oluyordu. Hayli hızlıydı.
Hızlı içmesinin nedeni gergin hissetmesi de olabilirdi. Ne de olsa eskiden gizli bir ilişki yaşadığı kadının kocasıyla baş başaydı, karşılıklı içiyorlardı. Gerilmemesi garip kaçardı asıl. Ancak sebebin yalnızca bu olamayacağını düşündü Kafuku. Kim bilir belki de hep çok içen biri olmuştu.
Kafuku, kendi hızında, temkinli bir şekilde içerken bir yandan da onu gözlemliyordu. Boşalan kadehler çoğaldıkça biraz daha rahatlamış görünen Takatsuki’ye evli olup olmadığını sordu. “Evleneli 10 yıl oldu, yedi yaşında bir oğlum var” diye yanıtladı. Ancak bazı özel durumlardan ötürü geçen seneden beri ayrı yaşıyorlardı. Muhtemelen yakında boşanacaklardı ama çocuğun velayeti aralarında büyük bir sorun oluşturuyordu. Her ne olursa olsun oğluyla istediği gibi görüşmek istiyordu. Oğlunun varlığı onun olmazsa olmazıydı çünkü. Fotoğrafını gösterdi; yakışıklı ve uslu görünen bir oğlan çocuğuydu.
Alkoliklerin çoğunda olduğu gibi Takatsuki’nin de içtikçe çenesi açılıyordu. Söylememesi gerekenleri, sorulmadan, kendiliğinden dillendirdiği oluyordu. Kafuku, daha çok dinleyici rolünü üstleniyor, samimi yanıtlar veriyor, uygun cümleleri bulup söyleyerek gerektiğinde onu avutuyordu. Kafuku onunla ilgili pek çok şey öğrenmişti ve Takatsuki’ye son derece iyi niyetli davranıyordu. Bunu yapmak hiç de zor değildi. Doğuştan iyi bir dinleyiciydi, ayrıca Takatsuki’ye karşı sahiden de iyi niyetliydi. Dahası, ikisinin ortak bir yanı vardı. Ölüp gitmiş güzel bir kadının büyüsü altındaydılar hâlâ. Durumları birbirinden farklıydı ama ikisi de aynı şekilde, o kaybın yerini dolduramıyorlardı. Böylece konuştukları konular da uyuşuyordu.
“Takatsuki Bey, siz de dilerseniz yine görüşebilir miyiz? Sizinle konuşmak bana iyi geldi. Böyle hissetmeyeli çok uzun zaman olmuştu” dedi Kafuku ayrılırlarken. Kafuku önce davranıp bardaki hesabı ödemişti. Birinin hesabı ödemesi gerektiği düşüncesi Takatsuki’nin aklına bile gelmemiş gibi görünüyordu. İçki ona pek çok şeyi unutturuyordu. En azından önemli bazı şeyleri.
“Elbette” dedi Takatsuki kadehten başını kaldırarak, “mutlaka yeniden görüşmek isterim. Bende sizinle sohbet edince ferahladım.”
“Sizinle böyle tanışmış olmamız kader sanki” dedi Kafuku, “sakın ölen eşim bizi bir araya getirmiş olmasın?”
Bu bir anlamda doğruydu da.
Birbirlerinin cep telefonu numaralarını aldılar. Sonra el sıkışıp ayrıldılar.
İşte bu şekilde ikisi arkadaş olmuşlardı. Birbirleriyle iyi anlaşan içki arkadaşlarıydılar. Haberleşip bir araya geliyor, şehir merkezindeki barlarda içiyor, gelişigüzel konularda sohbet ediyorlardı. Bir kez bile yemeğe çıkmamışlardı, gittikleri yer hep bardı. Kafuku, Takatsuki’nin hafif mezeler dışında bir şey yediğini görmemişti. Öyle ki, belki de bu adam hiç yemek yemiyordur diye düşünmüştü. Bira bir tarafa bırakılırsa viski dışında bir içki sipariş etmişliği de yoktu. Yalnızca malt tercih ediyordu.
Sohbetlerinin içeriği çeşit çeşitti ama konu hep dönüp dolaşıp Kafuku’nun karısına geliyordu. Kafuku, karısının gençlik günlerinden söz edince, Takatsuki ciddi bir surat ifadesiyle dikkat kesiliyordu. Sanki başkasının hatıralarını derleme işi yapan bir insan gibi. Kafuku, bu sohbetten kendisinin de keyif aldığını fark etmişti.
O gece, Aoyama’da küçük bir barda içiyorlardı. Burası, Nezu Müzesi’nin arka caddesindeki dar sokağın dibinde, dikkat çekmeyen bir yerdi. Barmen, kırk yaşlarında, sessiz biriydi, köşedeki dekoratif rafın üstünde kül renginde sıska bir kedi kıvrılmış uyuyordu. Bu bara gelmeyi alışkanlık edinmiş sokak kedilerinden biri olmalıydı. Eski caz plakları döner tablanın üzerinde dönüyordu. Bu barın ortamı ikisinin de hoşuna gidince sık sık gelir olmuşlardı. Ne zaman buluşmak için sözleşseler, her nasılsa, çoğunlukla yağmur yağıyordu; o gün de hafif bir yağmur çiseliyordu.
“Gerçekten mükemmel bir kadındı” dedi Takatsuki masanın üzerine koyduğu iki eline bakarak. Orta yaşlı bir erkek için güzel elleri vardı. Ellerinde belirgin bir kırışıklık yoktu, tırnak bakımını da aksatmadığı anlaşılıyordu.
“Onunla bir yaşam sürmek mutlaka sizi çok mutlu etmiştir.”
“Aynen öyle” dedi Kafuku, “dediğiniz gibi. Sanırım mutluydum. Ama mutlu olduğum kadar acı çektiğim durumlar da oldu.”
“Ne gibi durumlar?”
Kafuku, bol buzlu viski bardağını kaldırıp sallayarak içindeki iri buzları döndürdü. “Bir gün onu yitirebileceğimi hissediyordum. Bunu hayal etmek, sadece hayali bile, yüreğimi burkuyordu.”
“Bu duyguyu biliyorum” dedi Takatsuki.
“Nasıl yani?”
“Yani…” diyen Takatsuki, doğru sözcükleri aradı, “onun gibi harika birini yitirmeyi.”
“Genel anlamda mı?”
“Aynen öyle” dedi Takatsuki. Sonra kendi kendini ikna eder gibi art arda başıyla onayladı. “Gerçi bu benim ancak hayal edebileceğim bir durum.”
Kafuku sustu, olabildiğince uzun bir süre korudu sessizliğini. Derken yeniden konuşmaya başladı, “Ama nihayetinde, onu yitirdim. Daha yaşarken de azar azar yitiriyordum onu, sonunda tümüyle kaybettim. Dalgaların azar azar aşındırdığı bir şeyin nihayet büyük bir dalga tarafından köklerinden sökülüp götürülmesi gibi… Söylediğimi anlıyor musun?”
“Anlıyorum sanırım.”
Hadi oradan, sen bunu nasıl anlayacaksın ki, diye geçirdi içinden Kafuku.
“Beni en çok üzen şey” dedi Kafuku, “benim onu –en azından muhtemelen onun önemli bir parçasını– gerçekten anlayamamış olmam. Ve artık o yaşamıyor, muhtemelen onu sonsuza değin anlayamayacağım, öylece bitecek her şey. Derin bir denizin dibine batmış ağır bir sandık gibi. Bu aklıma geldikçe yüreğim sıkışıyor.”
Takatsuki, bunun üzerine bir an düşündü. Sonra “Ama Kafuku Bey, bir kişiyi tam olarak anlamaktan söz ediyorsunuz, bu gerçekten mümkün mü ki, o kişiye büyük bir sevgi duysak bile?” dedi.
“Biz neredeyse yirmi yıl birlikte yaşadık, bir çift olarak birbirimize yakındık, aynı zamanda birbirine güvenen iki arkadaş olduğumuzu da düşünüyordum. Her şeyi açık yüreklilikle konuşurduk. En azından ben öyle sanıyordum. Fakat gerçekte böyle olmamış olabilir. Nasıl desem… Belki de ölümcül bir kör nokta gibi bir şey vardır bende.”
“Kör nokta mı?” diye sordu Takatsuki.
“Ben onun içindeki, önemli bir şeyi görememiş olabilirim. Tam gözümün önünde bile olsa gerçekte fark edemediğim bir şey olabilir bu.”
Takatsuki bir süre dudağını ısırdı. Sonra içkisinin kalanını kafasına dikip barmenden yenisini istedi.
“Bu duyguyu anlıyorum” dedi Takatsuki.
Kafuku gözlerini ayırmadan Takatsuki’nin gözlerine baktı. Takatsuki bir süre gözlerini kaçırmadı sonra nihayet gözlerini başka yöne çevirdi.
“Anlıyorsun demek. Nasıl?” diye sordu Kafuku sakin bir şekilde.
Barmen, yeni bir bardak bol buzlu viski getirdi, nemlenip kabarmış bardak altlığını yenisiyle değiştirdi. Bu sırada ikisi de suskunluklarını korudular.
Barmen yanlarından ayrılınca Kafuku yineledi, “Anlıyorsun demek. Nasıl?”
Takatsuki bir süre düşündü. Gözlerinden bir gölge geçti, Kafuku bu adam bocalıyor, diye düşündü. Bir şeyleri açık açık ortaya dökme isteğini bastırmak için kendi kendiyle şiddetli bir mücadele veriyor gibiydi. Sonunda bu isteği bastırdı.
“Kadınların ne düşündüğünü bütünüyle anlamamız imkânsızdır, değil mi? Kastettiğim buydu. Karşınızdaki nasıl bir kadın olursa olsun, bu değişmez. Bu yüzden kör nokta sadece sizde mi vardır diye soracak olursanız, bence öyle değil. Eğer bu bir kör nokta ise, biz hepimiz aynı kör noktayla yaşamaktayız. Bu yüzden kendinizi suçlamamalısınız.”
Kafuku onun söyledikleri üzerine bir süre düşündü. Sonra, “Ama bu son derece genel bir görüş” dedi.
“Aynen dediğiniz gibi” diye onayladı Takatsuki.
“Ben şimdi, ölmüş eşim ve kendim hakkında konuşuyorum. Anlattıklarım, öyle basitçe, genel bir görüş olarak kabul edilsin istemem.”
Takatsuki çok uzun bir süre sessiz kaldı. Sonra, “Bildiğim kadarıyla, eşiniz gerçekten harika bir kadındı” dedi. “Elbette benim bildiklerim, sizin onun hakkında bildiklerinizin yüzde biri kadar bile değildir; yine de bundan emin olarak söylüyorum. Öylesine harika bir insanla tam yirmi yıl birlikte yaşamış olduğunuz için, siz, ne olursa olsun, şükran duymalısınız. Bunu içtenlikle söylüyorum. Ancak, çok iyi anlaşan eşlerin, birbirine büyük bir aşk besleyen eşlerin bile, birbirinin yüreğindekileri bütün çıplaklığıyla görmesi mümkün değildir bence. Böyle bir şeyinolması için çabalasanız bile kendinizi üzmekle kalırsınız, o kadar. Ama bu niyetinizde samimiyseniz, gayret ettiğiniz takdirde, gayret ettiğiniz ölçüde karşınızdakinin içini görebilirsiniz. Zaten nihayetinde hepimizin yapması gereken kendimizle açık yüreklilikle uzlaşmayı başarmak değil midir? Karşımızdakini sahiden görmenin, kendi içimize, taa dibimize kadar dosdoğruca bakmaktan başka bir yolu yoktur. Ben böyle düşünüyorum.”
Takatsuki’nin içinde, derinlerdeki özel bir yerden, bu cümleler çıkıp gelmişti. Kısacık bir süre de olsa, o gizli kapı açılmıştı. Dedikleri anlaşılırdı, içtendi. Kafuku, hiçbir şey söylemeden onun gözlerinin içine baktı. Takatsuki bu kez gözünü kaçırmadı. Uzun bir süre birbirlerinin gözlerinin içine baktılar. Sonra birbirlerinin gözbebeklerinde, çok uzaklardaki yıldızlar gibi bir parıltı gördüler.
Ayrılırken yine el sıkıştılar. Dışarı çıktıklarında yağmur çiseliyordu. Takatsuki, üzerinde bej bir yağmurluk, şemsiyesini açmadan yağmurun içine doğru yürüyüp gözden kaybolduktan sonra, Kafuku her zamanki gibi sol avuç içine gözünü dikip baktı bir süre. O el, karımın çıplak vücudunu okşadı, diye düşündü.
Böyle düşünmüş olsa da, o gün her nasıl olduysa, bunaltıcı bir hisse kapılmadı. Böyle şeyler olabiliyor demek ki, diye düşündü sadece. “Böyle şeyler olabiliyor demek ki. Sonuçta o sadece bir beden değil miydi?” diye kendi kendine mırıldandı Kafuku. En nihayetinde küçük kemik parçaları ve küle dönüşecek şeyler değil miydi? Bundan çok daha önemli başka şeyler olmalıydı.
Eğer bu bir kör nokta ise, biz hepimiz aynı kör noktayla yaşamaktayız. Kafuku’nun kulaklarında uzun bir süre yankılandı bu sözler.
“O kişiyle uzun süre arkadaşlık ettiniz mi?” diye sordu Misaki önlerindeki araba sırasına gözünü dikmiş halde.
“Yaklaşık altı ay arkadaşlık ettik, ayda iki kez barda buluşup birlikte içki içtik” dedi Kafuku. “Sonra hiç görüşmez olduk. Beni aradı ama telefonlarına çıkmadım, ben de aramadım onu. Bir süre sonra da artık telefon gelmez oldu.”
“O, bu durumu tuhaf bulmuştur, değil mi?”
“Olabilir.”
“İncinmiştir belki.”
“Belki.”
“Neden ansızın kestiniz görüşmeyi?”
“Artık daha fazla rol yapmaya gerek yoktu.”
“Rol yapmanın gereği kalmayınca, arkadaşlığı sürdürme gereği de ortadan kalkmıştı yani?”
“O da var” dedi Kafuku, “ama başka bir neden daha vardı.”
“Ne gibi bir neden?”
Kafuku uzun bir süre sustu. Misaki, yakmadığı halde sigarasını dudaklarının arasına sıkıştırmıştı, Kafuku’nun yüzüne bir bakış fırlattı.
“İstiyorsan içebilirsin sigaranı” dedi Kafuku.
“Ne?”
“Sigaranı diyorum, yakabilirsin.”
“Tente kapalı ama.”
“Sorun değil.”
Misaki, camı indirip araba çakmağı ile Marlboro’sunu yaktı. Derin bir nefesle dumanı içine çekti, leziz bir tat almışçasına gözlerini kıstı. Bir süre ciğerlerinde tuttuktan sonra dumanı camdan dışarı yavaşça üfledi.
“Öldürücü olabilir” dedi Kafuku.
“Öldürücü olmak demişken, asıl yaşamın kendisi öldürücüdür.”
Kafuku güldü, “Bu da bir düşünce” dedi.
“Kafuku Bey, ilk kez güldüğünüzü gördüm” dedi Misaki.
Öyle diyorsa öyledir, diye düşündü Kafuku. Rol yaptığı zamanlar dışında çok uzun zamandır gülmemişti.
“Epeydir söyleyeyim diyordum” dedi “dikkatli bakınca aslında sen oldukça şirinsin. Hiç de öyle çirkin biri değilsin.”
“Teşekkür ederim. Ben de çirkin olduğumu düşünmüyorum. Yalnızca çekici değilim. Sonya gibi.”
Kafuku şaşırıp Misaki’ye baktı. “Vanya Dayı’yı okudun demek.”
“Her gün tekrarladığınız replikleri bölük pörçük ve gelişigüzel bir sırayla dinlerken, nasıl bir hikâyesi olduğunu bilmek istedim. Ben de bir şeyleri merak edebilirim” dedi Misaki. “Ah, hayır! Dayanamıyorum artık. Neden bu kadar çirkin yaratılmışım ben? Kendimden nefret ediyorum. Üzücü bir oyun.”
“Çaresizliğin öyküsü” dedi Kafuku, “ah, yapamıyorum. Bir şeyler yapsana. Ben artık kırk yedi yaşındayım. Altmış yaşında öleceğime göre, bundan sonra on üç yıl daha yaşamak zorundayım. Çok uzun. Bu on üç yılı nasıl geçirmeliyim? Nelerle uğraşarak günlerimi doldurmalıyım? O zamanın insanları genelde altmış yaşında ölüyorlardı. Vanya Dayı’nın günümüzde dünyaya gelmemiş olması iyi bir şey olsa gerek.”
“Ben biraz araştırdım da, siz babamla aynı yılda doğmuşsunuz.”
Kafuku buna yanıt vermedi. Susup eline birkaç kaset aldı, üzerlerindeki etiketlerde yazan şarkı adlarını inceledi. Fakat müzik çalmadı. Misaki sigara tuttuğu sol elini camdan dışarı çıkarmıştı. Araba sırası yavaş yavaş ilerliyordu, vites değiştirirken iki elini de kullanabilmek için sigarayı dudaklarına koyuyordu.
“Doğrusunu istersen, o adamı bir güzel cezalandırmayı düşünmüştüm” dedi Kafuku itiraf edercesine, “karımla yatmış olan o adamı.” Kasetleri aldığı yere geri koydu.
“Cezalandırmak mı?”
“Ona kötü bir şeyler yapmayı düşündüm. Arkadaşıymış gibi davranarak güvenini kazanıp, çok zayıf bir noktasını kullanarak onun canını yakmak niyetindeydim.”
Misaki, omzunu yanaştırdı, dediklerine anlam vermeye çalışıyordu. “Zayıf nokta mı? Ne gibi mesela?”
“O kadarını bilmiyorum. Ancak içki içince savunması zayıflayan bir adam olduğundan, içtiği sırada mutlaka bir şey bulunurdu. Sözgelimi bir skandal – toplumsal imajını yıkacak bir problem çıkarmak, o denli güç bir şey olmazdı. Böyle bir şey olduğunda da, ilkin boşanma davasında çocuğun velayetini alamayacak hale düşerdi ve bu duruma dayanamazdı. Muhtemelen bir daha da kendine gelemezdi.”
previous post
next post