Kan Sıcağı | Ahmet Küçükkerniç


Yavaş yavaş üşümeye başladı. Sıcak sonbahar akşamında, donuyordu. Bilinci de kapanmaya başlamıştı. Katil kulağına yılan gibi tıslayarak, fısıldadı.

“Kan Sıcağı!” dedi. “Ölmeden hisset. Bunu neden yaptığımı sana mutlaka anlatırım. Bir ara mezarına gelirsem eğer…”

Kan ter içinde uyandı Kenan. Jilet keskinliğindeki bir bıçağın, bir gırtlağı, baştan başa doğradığını görmüştü. Gördüklerine bir anlam vermeye çalışıyordu. Bir bıçak vardı ve biri ölüyordu. Ellerine baktı. Gördüğü rüyanın etkisinden titriyorlardı. Alnındaki terleri sildi. Ne biçim kâbuslar görmeye başlamıştı yine…

Yanı başında duran saate baktı. Altı buçuğa geliyordu. Telefonunun çaldığını sonradan fark etti.

“Hayrola Şeref bu saatte?”

“Nişantaşı’nda, iki kişiyi doğramışlar. Bunu kim yaptıysa, burayı mezbahaya çevirmiş. Seni almaları için bir ekip gönderdim abi. Birazdan orada olurlar…”

Bir polis…

Rüyalarının arasında bir yerde parlak, keskin bir bıçak…
Kesilen damarlardan akan ılık kan…
Ve bir katilin hissettiği ‘Kan Sıcağı’

***

BÖLÜM 1

Siyah renkli BMW, büyük binanın bodrum katındaki otoparkına girdiğinde, saat üçü on iki geçiyordu. Bodrum kattaki otoparkta, kendine ayrılan kulübesinde, oturduğu masaya başını koymuş vaziyette uyuyan güvenlik görevlisinden başka kimse görünmüyordu. Adamın uyuyor olması, ne büyük bir şanstı. Faik’le arkadaşının birlikteliklerine ilk anda şahitlik etmeyecek olması, işlerin istediği gibi gitmeye başladığının göstergesiydi.

İkisi de bu gece iyice sarhoş olmuşlardı. Faik, içerideki dikiz aynasından arkada sızmış olan arkadaşına baktı. Yakın bir zaman önce tanıştığı bu adam, kendisinin en gizli, en mahrem ve sıradışı isteğine artık cevap verecek durumdaydı. Uzun zamandır, arkadaşını ikna etmeye uğraşmış, en sonunda da bunu başarmıştı.

Faik’in yaşı ellinin üzerindeydi. Sahip olduğu işi ona, parlak bir kariyeri de beraberinde getirmişti. Ünlü bir bankanın, Türkiye sorumlusuydu. Uzun yıllar Avrupa’da yaşamıştı. Aslında, orada da kimse onun eşcinsel olduğunu bilmiyordu ama en azından Avrupa’nın eşcinsellere bakışı Türkiye’dekinden daha yumuşaktı.

Kullandığı aracın plakasının yazılı olduğu yere geldi, yavaşça yanaştı. Farları kapattı. Arkada yatmakta olan arkadaşı, kısık bir sesle:

“Motoru kapatma,” dedi.

Kalkmıştı, tam arkasında oturuyordu. Gece kulübünden ayrıldıklarında midesi bulanınca, arka koltuğa geçip uzanmıştı. Belli ki bulantısı geçmişti.

“Kendine geldin demek. Rahatsız olma diye yavaş geldim.”

Arkadaşı az önce dediğini yine tekrarladı:

“Motoru kapatma lütfen.”

Ne demek istediğini anlayamamıştı, ama yine de arkadaşının isteğini yerine getirdi. Aracın motorunu çalışır durumda bıraktı.

“Gözlerime bak” dedi yeniden arkadaki, kısık sesiyle.

Sesi ne kadar kısık olsa da, sesindeki nezaketsiz soğukluğu fark etmişti. Bir süredir tanıdığı arkadaşına bir haller olmuştu. Ricadan çok, emir verir bir tonda konuşuyordu. Tanıdığı o nazik erkek gitmiş, yerine tam bir maço gelmişti. Şimdi takındığı bu maço tavrı, onu daha da cezbediyordu. Amsterdam’da tanıdığı, İtalyan genç geldi aklına. O da ilk başlarda çok centilmence davranmış ama yatakta avını paramparça eden vahşi bir hayvana dönüşmüştü. Bedenini aynı şeyleri yaşayacak olmanın verdiği heyecan sardı. Arkasındaki sert erkeğin soğuk nefesi, kulaklarını yalıyordu. İçi titredi.

Şimdi Faik, mavi gözleriyle aynadan kendisine bakan kısık gözlü adama bakıyordu. Ne yapmak istediğini anlayacak kadar ayık değildi. Bir an sırıttığını gördü. Ama bu normal bir sırıtmadan ziyade, şeytani bir gülüş gibiydi. Gözlerini kısmış, hafifçe aralanmış dudaklarından görünen dişlerinden yılan tıslaması gibi ses çıkarıyordu.

“Hazır mısın?” diye sordu, tıslayan ses.

“Hazırım, hem de her zaman” diye cevapladı Faik, arkadan tıslayan soğuk sevimsiz ve bir o kadar da iç gıcıklayıcı sesin sahibini.

İşte oluyordu. Temiz tertipli bir sevgili bulmuş olmanın verdiği mutluluk vardı sesinde. Arkadaşının da gelir düzeyi yüksekti. Altı ay önce beraber olduğu o zibidi Kürşat gibi değildi. Ayrılmak istediğinde, şantajla para koparmaya çalışmıştı namussuz. Şimdi ise böyle bir tehlike yoktu. Arkasındaki koltukta oturan bu orta yaşlı erkeğin gözü ne parada ne de puldaydı. İlişkilerini diledikleri gibi yaşayabilirlerdi.

Hazırdı…

Faik bütün bunları düşünürken, birden arkada oturan arkadaşının eli ağzını kapattı. Korkmuştu, göz bebekleri büyüdü. Neler olduğunu anlamaya çalışıyordu, ama bütün vücudunu bir anda saran panik, şu an nasıl hareket edeceğini düşünmesine engel oluyordu. Birden vücudunun kasıldığını hissetti. Şimdi bedeninde, tam da karın boşluğunun sağ tarafından girmiş yabancı bir metal vardı. Bıçaklanmıştı. Saldırgan bıçağı çevirene kadar, acı bir nebze çekilir gibiydi. Bıçak içeride dönmeye başlayınca, haykırmak için çırpındı. Kurtulmak için elini, ağzını kapatan ele attı ama öyle kuvvetlice sarmalanmıştı ki buna gücü yetmiyordu. Buna rağmen çıkarabildiği tek ses, gırtlağından çıkan böğürme oldu. Burun delikleri iyice açılmıştı. Sanki bütün sesini, küçücük iki delikten çıkarmak istercesine çabalıyordu. Yan tarafından akan kan, her damlasında gücünü de alıp götürüyordu. Bıçak bulunduğu yerden yavaşça ama aklını kaybettirecek kadar derin bir acı vererek çıkmaya başlamıştı. Tam her şey bitti derken, sinsi metal yeniden saplandı. Bu kez tam karnındaydı. İçerideki sertliği dayanılmaz acılarla karışık hissetmeye başlamıştı. Katil yavaş yavaş bıçağı sağ tarafa çekiyordu. Bakamıyordu ama karnının ikiye ayrıldığını biliyordu. Ayaklarını hissedemiyordu. Belinden aşağısı yok olmuştu sanki. Şimdi, aklında tek soru vardı.

“Neden?”

Kan, bıçağın açtığı derin yarıktan akarak, oturduğu koltuğa dolmaya başladı. Altındaki ılık ıslaklığa, başka ılık sıvılar da karışıyordu. İdrarı, korku ve panikle, elinde olmadan akmaya başlamış, bacak arasını sidikle dolduruyordu.

Yavaş yavaş üşümeye başladı. Sıcak sonbahar akşamında, sanki donuyordu. Bilinci kapanmaya başladığında, saldırgan arka taraftan kulağına eğilip, yılan tıslamasına benzer bir fısıltıyla bir şeyler söyledi.

“Kan Sıcağı!” dedi, “Ölmeden hisset. Bunu neden yaptığımı sana mutlaka anlatırım. Bir ara mezanna gelirsem eğer…”

Ne dediğine bir anlam verecek durumda değildi, çünkü ölüyordu. Görüntüler giderek bulanıklaşmaya başlamıştı. Baktığı hiçbir şeye odaklanamıyor, yardım isteyecek gücü kendinde bulamıyordu. Ciğerlerinde kalan birkaç dakikalık nefes de, kesik kesik çıkmaya başlamıştı.

Dışarıda sıcak bir sonbahar gecesi vardı. Çoğuna göre bunaltıcı bir hava olsa da, vücudundan hızla dışarı akan kan, onu üşütüyordu. “Kan Sıcağı”nın ne anlama geldiğinin bir önemi yoktu, çünkü o an onu düşünecek durumda değildi. Bedeninde açılan iki delikten hızla akan kan, ona “Ölüm Soğuğu”nu hissettirmeye başlamıştı. Başı yavaşça yana yattı. Nefes almaya uğraşıyordu. Bilinci kapandı. Önce keskin bir beyazlık oldu. Sonra her şey karardı.

Katil yavaşça kapıyı açtı. Yanlarında duran SUV Mercedes’in koyu renkli camlarının ardından, güvenlik kulübesine baktı. Görevli, başını masanın üstüne koymuş hala uyuyordu. Girişteki kameralar sorun olabilirdi. Garaja girdiklerinde zaten arkada yatıyordu, ama çıkarken mutlaka görüntüsü kayda girecekti. Bu iş şansa bırakılmazdı. Bu kez saldırdığı elit bir bankacıydı. Birkaç ay önce öldürdüğü tinercinin arkasını polis bile aramamıştı. Oysa şimdiki durum tamamen farklıydı. Olası tek şahit, az ilerideki kulübede uyumakta olan güvenlik görevlisiydi.

Hızlı adımlarla, kulübeye yürüdü. Masanın üzerindeki bilgisayar ekranında, dört farklı kameradan gelen görüntüler vardı. Cama vurarak uyandırdı görevliyi. Telaşlı bir ifadeyle, “Lütfen yardım edin. Arkadaşım arabasında kriz geçiriyor. Hemen şurada!”

Uyurken yakalandığını anlayan görevli, panikle ayağa kalktı. Kalkarken masanın üzerindeki çay bardağını devirdi. Onu düzeltmeye çalışırken, karşısındaki adam ısrarla, “Yahu bırakın şunu da bana yardım edin!” dedi. Koşarak, aracın yanına geldiler. BMW’nin koyu renkli camından içeri bakmak için eğilen görevli ne olduğunu anlamaya çalıştığı sırada, arkasından uzanan aynı el, keskin bıçağı gırtlağına saplayıp, nefes borusunu ikiye ayırdı. Adamın, kesilen şah damarından çıkan kan öyle hızlı fışkırmıştı ki, iki metre ötedeki duvar kıpkırmızı olmuştu. Zavallı adam, neler olduğunu anlamadan, oracıkta kanlar içinde titreyerek öldü.

Aracın motoru hala çalışır durumda olduğu için, çıkan ufak tefek sesler duyulmamıştı. Arka kapıyı açtı. Elli-elli beş kilo olduğunu tahmin ettiği adamı, bir eliyle kemerinden, bir eliyle de gömleğinin yakasından kavrayıp, bir çuval gibi arka koltuğa attı. Ön kapıyı açtı, bankacı kendinden geçmiş durumda öylece oturuyordu. Başı sağ yanına yatmıştı. Belli belirsiz nefes aldığını fark etti. Açık olan arka kapıdan bir ayağını içeri attı. Bankacının saçlarını kavradı. Kanlı bıçağı adamın sol kulağının altına dayayıp bastırdı. Jilet keskinliğindeki çelik, şimdi gırtlağını, sol kulağından sağ kulağına kadar, önüne çıkan bütün damarlarla beraber kesiyordu. Ağzı açıktı, ama bağıracak durumda değildi.

Arabanın direksiyonu, camları, gösterge paneli fışkıran kandan kıpkırmızı olmuştu. Ön tarafa geçip motoru kapadı, kontak anahtannı aldı. Cebinden, kullanılmamış boş bir av tüfeği fişeği çıkardı. Kanlar içinde yatan bankacının cebine yerleştirdi. Anahtarın üzerindeki kapalı kilit simgesine basıp. Siyah BMW’nin kapılarını kilitlendi. Araba zırhlı olduğundan açılması için, epeyce uğraşılması gerekecekti. Her şey ona biraz daha zaman kazandıracak nitelikte olmalıydı.

İkisinin de işi tamamdı…

Aceleyle kulübeye koştu. Kamera kayıtlarını almalıydı. Çünkü üç numaralı güvenlik kamerası tam kulübenin önünü gösteriyordu ve o da biraz önce görüntüye girmişti. İçerideki monitörün bağlı olduğu bilgisayar kasasındaki fişleri çıkardı. Kasayı kucakladı. İçeride, daha önceden girişe yakın park ettiği kiralık aracın bagajını açtı. Kasayı bagaja yerleştirdi. Bıçağı da koyup, bagajı kapattı. Araca binip garajdan sakince ayrıldı. Garajdan ayrıldığı sırada, içerideki dikiz aynasından son bir kez daha ardına baktı. Bekçi kulübesindeki düğmelerden bütün garajın ışıklarını söndürdüğünden, içerisi zifiri karanlığa bürünmüştü.

Alkollüydü. Bu halde bir trafik ekibine yakalanamazdı. Ortada ne bir şahit, ne de bir iz bırakmadığından emindi. Kimse kendini görmemişti. İlerideki sokaktan sola döndü, Birkaç gün önce, olası kaçış planını hazırlarken, yakınlarda bir otopark olduğunu görmüştü.

Açık otoparka girdi. Çok yorgun ve bir o kadar da uykulu bir tavır takındı. Oynadığı role uygun bir sesle:

“Yeriniz var mı?” dedikten sonra, ağzını kocaman açarak esnedi. Bir yandan da otoparkta çalışan genci süzdü. Masanın üzerine koyduğu elinin üzerinde uyuduğundan, yüzünün sol tarafı kızarmıştı. Sadece yüzü değil, gözleri de aynı şekilde kızarıktı.

Karşısındaki şişman genç uykudan kızarmış gözlerini kısıp: “Yer çok abi. Uzun kalacaksan, ilerideki boş yerlerden birine giriver,” diyerek ilerideki boşlukları gösterdi.

Cevap vermeden ilerledi. Aracı kenarda bir yere park etti. Bulunduğu yerden, otoparkçının kendisini göremeyeceğine emin olduktan sonra, üstünü başını tekrar kontrol etti. Çok temiz bir iş çıkarmıştı. En ufak bir leke yoktu üzerinde. Araçtan dışarı çıkıp, kapıları kilitledi. Bagajı ve bütün kapıları kontrol ettikten sonra, derin bir nefes aldı. Gidebilirdi.

Otopark görevlisine yorgun bir ifadeyle, biraz da gülerek, “İki gün kalacak, o zamana kadar herhangi bir şey olmaz değil mi birader? Şirket arabası ya, o bakımdan,” dedi.

“Yok abi. İmkânı mı var? Bir sene sonra gel al istersen. Bıraktığın gibi bulursun. Bizde öyle yanlış olmaz!”

Otoparkın ücretini ödedikten sonra, yürüyerek caddeye indi. Ortalık çok da ıssız değildi ama kalabalık da sayılmazdı. On dakika yürüdükten sonra, bir taksi durağı gördü. Üstü başı gayet temizdi. Bıçak ve eldiven üzerinde değildi. Kamera işini de çözmüştü. Bir anda gömleğinin sol kolunun manşetindeki kanı fark etti. Görevliyi arabaya sokarken olmuş olabilirdi. Hemen aceleyle düğmesini çözüp, gömleğin kollarını birkaç kat kıvırdı. Sakin adımlarla, önde duran taksiye yürümeye başladı.

Elindeki çay bardağını kenara bırakan taksici hızlı adımlarla yanına geldiğinde, o arka koltuğa oturmuştu.

Az önce öldürdüğü güvenlik görevlisi geldi aklına. Aslında adama yazık olmuştu ama onu bıraksa belki kendisine yazık olacaktı. Vicdanıyla uzun zaman önce yollarını ayırmıştı.

“Nereye beyefendi?”

Yalancı bir esnemeyle, “Beşiktaş,” dedi, “Ben size yolu tarif ederim…”

İnce ince planladığı işi, tereyağından kıl çeker gibi halletmişti. Şu ana kadar şansı yaver gitmişti…

**

Kenan, kan ter içinde uyanmıştı. Jilet keskinliğindeki bir bıçağın, iki gırtlağı birden sırayla doğradığını görmüştü. Gördüklerine bir anlam vermeye çalışıyordu. Bir bıçak vardı. İki kişiyi öldürüyordu. Ellerine baktı. Gördüğü rüyanın etkisinden titriyorlardı. Alnındaki terleri sildi Ne biçim kâbuslar görmeye başlamıştı yine? Yanı başında duran saate baktı. Altı buçuğa geliyordu. Telefonunun çaldığını sonradan fark etti.

“Hayrola Şeref bu saatte?”

“Nişantaşı’nda, iki kişiyi doğramışlar abi. Bunu kim yaptıysa inan, burayı mezbahaya çevirmiş. Seni almaları için bir ekip gönderdim. Birazdan orada olurlar.”

“Nasıl olmuş peki?”

“İki kişi. Erkek. Biri kırklı yaşlarda, diğeri ondan daha yaşlı… Gırtlakları kesilmiş!”

Son söylediği sözü duymasıyla alnına bir ateş yumağı düşmüş gibi oldu. Dizlerinin boşaldığını hissetti. Çatallaşan sesiyle.

“Hemen geliyorum!” diyebildi.

Yine olmuştu işte. Aynı şeyi yeniden görmüştü. Birkaç ay önce de yaşamıştı bunları. Beyoğlu’nun karanlık sokaklarında gırtlağı kesilen genç tinercinin başına gelenleri rüyasında gördüğü gibi, bu olayı da görmüştü.

Benzer İçerikler

Dorian Gray’in Portresi – Oscar Wilde – Online Kitap Oku

yakutlu

Bir Devrin Romanı

yakutlu

Arafta Yedi Gece | Cihan Çetinkaya

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy