‘‘Sultanları deviren, kahramanları, zavallıları ve korkakları doğuran zamandır. Dünya, bir adım önde yürümek isteyenlerin başının gözünün sadakasıdır. Hayal kurmak da ibadettir. İbadetten sual olunmaz.’’
Semih Öztürk, Kırık Rahvan’da birbirine teyellenen öyküler anlatıyor. Kahramanları öyküden öyküye gezdikleri gibi, bazen İstanbul’un karlı bir gecesinde, bazen bal karıncalarının yarıştırıldığı bir hamamın en izbe köşesinde, kuş uçmaz kervan geçmez bucaklarda da dolaşıyorlar. Ama hiç aceleleri yok, üç günlük dünyanın iki gününü oyalanarak geçiriyorlar! Okuru da bu büyülü dünyanın içine çabucak çekiyorlar…
Bal Karıncaları
Bu hayal-i âlemi gözden geçirmektir hüner
Nice kara gözleri mahv etti suret perdesi
– KEMTERÎ, ‘‘Perde Gazeli’’
1
Gül yaprağı cıgaralıktan birer nefes alıp göğe baktılar. Milyarlarca yıl önce sönmüş olan yıldızların solgun ışıkları altında uzanan karanlık, Allah’tan başka kimseye verecek hesabı olmayan âdem babalar için biçilmiş kaftandı şüphesiz. Dünyada fazlalık olan her kul gibi onlar da tüm kötülüklerden gecenin karanlığına sığınmışlardı. Her biri ateşböceğini andıran, içlerine çektikçe yüzlerindeki derin çizgileri aydınlatan bu ateş faslı, ele avuca sığmayan zamanı daha da ağırlaştırıyor, adeta olduğu yere çiviliyordu. Zira göze batmadan yaşamak bile sermaye istiyordu böyle zamanlarda. Hayatsızların en iyi bildiği gerçek buydu. Karanlığın dili olsa konuşur, gözü olsa görürdü. Kedere şerbetli olmak şöyle dursun, hikmeti aramaktan vazgeçtikleri günden beri talih makaraları boşlukta dönüp duruyor, ellerinde avuçlarında ne varsa yele veriyordu. Gerçekle rüyanın iç içe geçtiği âlemlerin gediklisi olmayı marifet bildikleri için kurdukları düşlerde de kiracı olduklarını, günü gelince göçüp gideceklerini gayet iyi biliyorlardı. Paylarına düşenden fazlasını istemedikleri gibi akıllarından geçirmeye dahi tenezzül etmiyorlardı. Az ile doymayı, yok ile susmayı öğreneli çok olmuştu.
Goncayı Selamsız’dan, gül yaprağını Bülbülderesi yahut Karacaahmet’ten tedarik ediyorlar, kuytu köşelerde ateş ekip duman biçiyorlardı. Gündüzleri uykuda, geceleri sokak aralarında salınarak yürümekle geçen bu insanlar için yaşamak hiçbir anlama gelmediği gibi göçüp gitmek de kurtuluş yolunu işaret etmiyordu. Çünkü her biri yaşarken ölümün tadına bakmış, öte dünyanın kapısından geldikleri yere geri gönderilmişlerdi. Onlar için geçmiş de gelecek de hükmünü kaybedeli yıllar olmuştu. Aldıkları nefesten başka sermaye taşımadıkları bu kör talihin onlara güleceği yoktu. Bunu bildikleri için zorlamazlar, az olanın bereketiyle yuvarlanıp giderlerdi. Bastika’nın en büyük marifeti rüyalar üzerineydi. En isabetli yorumları göz teması kurmadan yapar, akla karayı karıştırmadan lafını söyleyip susardı.
Akıl vermek yahut yol göstermek onun kitabında yazmadığı için ricaları geri çevirirdi. Metanet ise bakla fallarıyla meşhurdu. Açtığı her falda geçmişten geleceğe uzanan türlü işaretler görür, kişinin hayat çizgisine konan bülbüllerin yahut kargaların avazını olduğu gibi okurdu. Görmeyen gözlere az da olsa ışık olmak gerektiğine inanırdı. Lakin her ne olursa olsun gaipten gelen tahriklere kapılmaz, gönderilen mesajları cevapsız bırakır, zuhur kapısı açıldıysa usulca kapatmakla yetinirdi. Üsküdar esnafının bağrına bastığı bu harabat ehlinin girdiği her lokantada içecek bir tas çorbası, önünden geçtiği her berberde bir kırık tarağı mutlaka bulunurdu.
Kimseye zararları dokunmaz, varlıkları da pek hissedilmezdi doğrusu. Ilık yaz akşamlarında Salacak sahilinin kuytularını mesken tutarlar, havalar serinleyip mevsim kışa dönmeye başlayınca mezarlıklarda, menfezlerde, cami avlularında yahut viranelerde pineklerlerdi. Metanet’le Bastika’nın hiç şaşmadan birbirini takip eden kör talihleri günün birinde değişti. Hayırla şer arasında gidip gelen bu karmaşaya isim vermek pek mümkün değildi ancak düpedüz ibretlerle dolu olduğu aşikârdı. Başlarına gelen uğursuzluğu kendilerine açtıkları fallarda görmüş olsalar inanmazlar, mutlaka bir yanlışlık olduğunu düşünürlerdi. Ancak yine de kaderin cilvesine karşı gelmek olmazdı. Nihayetinde onlar da nefis sahibi birer kul idi. Her kim olursa olsun bu çukurdan nasibini alırdı ki onların başına gelenler de emsallerininkinden pek farklı değildi. Birbirine yürek bağı ile bağlı olan bu iki âdemin aynalı kumarla tanış olmaları Üsküdar’da, Ağa Hamamı’nın alt katında kaçak işletilen batakhanede cereyan etti. Yoksa her ikisinin de bu taraklarda bezi olmaz, yanından geçmeye tenezzül bile etmezlerdi.
Onların sakinliği kendilerine yeterdi. Bunu bilen herkesin merhametinden nasiplenirler, ötesine berisine de mümkün mertebe karışmazlardı. Ancak tüm bunlar o gece bir daha düzelmemek üzere en derinden değişmişti. Yıllardır Üsküdar’daki Ağa Hamamı’nı işleten Hamamcı Basri, her gece aynı rüyayı görmekten bitap düşüp soluğu âdem babaların yanında alınca, adamın çilesi bitene kadar yardımcı olmayı kabul etmişlerdi. Akılları yettiğince hamamcıya yol yordam gösterecekler, nereden çıkıp geldiği belli olmayan rüyaların kökünü kurutmayı deneyeceklerdi. İstanbul’un pek çok semtinde benzer duruma düşenler için günlerce ve hatta aylarca Allah rızası için çabaladıkları, pek çok çaresize çare buldukları olmuştu. Hatta Metanet’in gaipten gelen işaretlere mesafeli olması biraz da bu yüzdendi. Allah muhafaza dönüşü olmayan çıkmaz yollara girebilirlerdi. Balat’ta başlarına gelenler ikisinin de hatırındaydı.
…