Bir İstiklal Harbi romanı olan Kurtuluş (Halâs), Mehmet Raufun savaş sonrasında, aralarında Halide Edipin de bulunduğu, birkaç arkadaşıyla beraber çıktığı İzmir yolculuğunda tanıklık ettiği olayları anlatır. Mehmet Rauf, Kurtuluş Savaşının olağanüstü koşullarını yaşayan halkımızın içinde bulunduğu sosyal şartların yanı sıra, iç dünyalarını da coşkun bir dille kaleme alır. Yazar, Cumhuriyet öncesi dönemi tasvir ederken, aynı zamanda asker ve aydınların bu dönem hakkındaki düşüncelerini milli hislerle dile getiriyor. Mehmet Raufun yazdığı son roman olan Kurtuluş (Halâs), yayınlandığı yıl okullara tavsiye edilmiş ve yazarı ödüllendirilmiştir.
***
Birinci Kısım
İnkıraz Uçurumunda
16 Teşrin-i Sâni 1918 Çarşamba, İzmir
Pansiyonun ihtiyar hizmetçisi merdivenleri çıkarak, hemen oradaki kapalı kapının önünde durdu; eli ile kapıya birkaç defa vurup:
– Nihat Bey, Nihat Bey! diye seslendi.
İçeriden uykulu bir seda bu davete karışık bir cevapla mukabele etti:
– Haydi yavrum kalk! diye haykırdı. Kalk bak, herkes Kordon’a taşmıyor, limana iki gemi geliyormuş.
İçeriden heyecanlı ve telaşlı sesler işitildi. Nihat Bey diye çağrılan adam yine Rumca olarak:
– Aman ne söylüyorsun marika, sahi mi? diye coştu.
Kadın bu telaşlı sayhaya memnuniyetle cevap verdi:
– Elbette sahi… Haydi bak… Git bakalım ne gemileriymiş bunlar?
Mahallede gitmeyen kalmadı.
Mütâreke ilân edileli daha ancak beş gün olmuştu. Muharebe devam ettiği dört senedir seyr ü sefere kapalı kalan İzmir Limanı, esasen gelen giden gemilerle yaşayan bütün şehir halkını gemi dumanına bile hasret bırakmıştı. Bunun için bu sabah limanın ağzında uzaktan iki gemi dumanı göründüğü vakit, bu müjde hemen şehrin her köşesinde süratle yayılmış ve her bucaktan meraklılar, kadm-erkek koşmaya ve rıhtıma üşüşmeye başlamışlardı. Herkes gemilerin hangi memlekete ait olduğunu ve limânâ ne gibi eşya getirdiğini merak ediyor, birbiriyle hareretli hareretli bahis tutuşanlar oluyordu.
İşte mülâzım Nihat da Frenk mahallesinde pansiyoner olduğu evde, bu havadisle, aynı veçhile [şekilde] rüzgârlanarak yatağından fırladı. Başucunda, komodinin üzerinde işleyen saate baktı ve daha dokuz olduğunu gördü. Pencerelerde kapalı panjurların arasından süzülen, İzmir’e mahsus parlak ve güzel güneş odayı beyaz bir gündüzle nurlandırıyordu. Bir hamlede kendini pencerede bulup camı kaldırdı ve panjurları itip açarak odayı bol bir ziya tufanına boğdu. Kendisi bu nurlu güneşle değil, evin biraz yukarı tarafında ve karşısında olan bir komşu penceresiyle daha alâkadar görünüyordu. Fakat orada her günkü gibi hayat ve hareket göremediğinden evvelâ müteaccip olduysa da [şaşırdıysa da], sonra vaktin daha erken olduğunu düşündü ve müsterih olarak lavabonun başına geldi. Traş olmaya başladı.
Nihat uzunca boylu, biraz etli vücutlu, kırmızı yanaklı, gür ve kestane saçlı bir delikanlı idi. Yirmi dört, yirmi beş yaşlarında olmalı idi. Bu evde iki aydır pansiyonerdi. Üç ay evvel babasından miras kalan iki dükkânla bir evi satmak için İzmir’e gelmiş; fakat müşteri ile uyuşamadığmdan ve babası buralı ise de kendisi İstanbul’da doğmuş, büyümüş bir çocuk olmak itibariyle hiç bilmediği bu şehirden pek hoşlandığından, başka bir alıcı bulurum fikri ile ikametini temdit etmişti [uzatmıştı].
Nihat beş sene evvel Harbiye mektebinden zabit çıkmış ve harp esnasında evvelâ iki sene İstanbul’da kaldıktan sonra son senelerde Suriye cephesine gönderilmişti. Beş ay kadar evvel orada mecruh olarak [yaralanarak], tedavi ve tebdil-i hava için tekrar İstanbul’a gelmişti. Mezuniyetinin bitmesine daha vakit olduğundan, zamanını İzmir’de geçirmeye karar vermiş, fakat Cuma günü mütareke ilân edilince ne yapacağını şaşırarak, o zamandan beri dört beş gündür kararsızlık içinde sürünmekte bulunmuştu.
Üç ay evvel İzmir’e geldiği vakit, evvelâ kendini yabancı bulduğu şehirde beş-on gün karmakarışık otellerde vakit geçirmiş; fakat kendisi pek sevimli, pek canlı bir delikanlı olduğundan, çabucak İzmir muhitinde kıymetli dostlar peyda etmişti. Bunların delâleti ile Frenk mahallesinde evvelâ başka bir pansiyonda oturmuştu. İşte bu ilk pansiyondan şimdiki eve naklinin sebebi o kadar incizapla [cezbedilmiş bir şekilde] baktığı karşı penceredeki genç kızdı. Şimdi traş olurken, yine bu emelle yarım sa-kikada bir eğilip panjurun arasından aynı pencereye bakıyor ve dudaklarında lâtif bir tebessüm parlıyordu. Traş olmuş ve giyinmişti. Onu böyle görenler kendisine karşı mutlak bir sevgi duyarlardı. İnce ve zarif bir İstanbul çocuğu idi. Sivil olsun, asker olsun giyindiği vakit, bütün dikkat ve itinası ile giyinir; yaptığı herşeyi kusursuz yapmaya son derece ehemmiyet verirdi.
İzmirli bir babadan, İstanbullu bir anadan Ayaspaşa’da doğmuş ve tahsilini evlerine pek yakın bulunan Kabataş Lisesi’nde ikmâl ederek [bitirerek], bilâhere Harbiye’ye geçmişti. Her hususta faal ve mahir olduğundan, teşebbüs ettiği bütün işleri başarır ve bir kere bu emniyet kendisine sinmiş bulunduğundan, bakışında, adım atışında dünyanın her köşesinde muvaffakiyete namzet olduğu anlaşılırdı.
Şimdi yine bu emniyetle merdivenden indi. Kapının önünde rastgeldiği hizmetçi kadınla iki-üç Rumca lakırdı görüştükten sonra sokak kapısına atıldı. Kapıyı açıp da dışarı çıktığı vakit, ilk nazarı yine karşıki pencereye dikildi. Açık olan pencerede kimse görünmüyordu. Kendi kendine, “Yataktan kalkmış; ya giyiniyor, ya kahvaltı ediyor!” diyerek ciddi ve vakur yürüyüşüyle geçti, gitti. Nihat demevî [sinirli] mizaçlı, ateşli bir genç idi. Ona göre herşeyin başı ve sonu aşktı. Her neşe ve her saadet yalnız aşktan çıkar ve bütün sıkıntılar, bütün marazlar ancak aşkın füsûnu ile uçar, dağılırdı. Tabiatin feyzi nasıl en çok mehtaplı gecelerde cûş u hurûş ederse [coşup taşarsa], herşey de aşkın sinesinde öyle doğardı.
İşte bu tesir ve teessür altında bulunan Nihat, komşusu olan ve Dante’nin lâyemut kahramanının ismini alan Beatrice’ye hararetli bir mülâzemet [yardım] ediyordu. Beatrice İtalyan bir ananın ve İngiliz olduğu söylenen ve çok zengin görünen Daster namında bir tüccarın kızı idi. Harp esnasında İzmir’deki Rumla ve her milletten ecnebiler Türklerle gayet iyi geçindiklerinden, Mister Daster delikanlıyı evine samimiyetle kabul ediyor ve genç kız bu mülâzemete hiç lâkayıt görünmüyordu. Her sabah Nihat onun coşkun piyano ahenkleriyle uyanır ve saatlerce bu piyano sesiyle sermest olarak evden ancak öğleden sonra lokantaya gitmek için çıkabilirdi.
Nihat sabahleyin genç kızın bütün mahalleyi dolduran ahenk tufanları ile bilhassa Daster’in evine çay içmeye gittiği günle mülâkat heyecanları ile mesud, bu sokakta ve bu evde sürdüğü hayat içinde pek bahtiyar idi. Şimdi bir asker yürüyüşü ile hızlı hızlı ilerlerken bu mülâzemetten umduğu istifadeleri düşünüyor ve son günlerde Beatrice’den gördüğü iltifatlardan kendini tebrik ediyordu. Nihayet Kordon’a gelmiş, postahane şaka-ğmdan pasaportun karşısına çıkmıştı. Rıhtım hayli kalabalıktı. Kadın- erkek İzmir’in meraklıları Kordon’u doldurmuşlar ve bir taraftan yan sokaklardan daha başkaları gelmekte bulunmuşlardı. Burada gemileri görmesine pasaport binaları mani olduğundan, Nihat postahanesinin önünden duman falan görmüyordu. İlerleyerek deniz kenarına yaklaştı. Yine birşey göremeyince kre-mere doğru ilerleyerek herkesin baktığı cihete bakmaya başladı.
Birdenbire gelen gemilerin kaleyi geçmiş ve limana iyice yaklaşmış olduklarını gördü. Fakat bunlar zannolunduğu gibi yolcu veya yük gemisi değil, koyu renkli alçak ve küçük teknelerdi. Harp gemisi olmalı idiler. O zamânâ kadar kendi kendine kalıp boş vakit geçirmemek için ticarethanesi rıhtım üzerinde bulunan arkadaşlarından Rasuhî Bey’e gitmek istedi. Kalabalık arasından yürürken bu saatte Rasuhî ’yi ihtimal, yazıhanesinde bulamayacağını düşünüyordu. Çünkü saat daha ona gelmemişti. Kendisi her gün bu saatte yatakta bulunduğundan, dostunun yazıhanesine kaçta geldiğini bilmiyordu. Biraz daha yürüyüp yüksek bir binanın kapısından girerek sol tarafta bir daireye yaklaştı. Ticarethanenin kâtibi gelmişse de, Rasuhî Bey’in henüz gelmemiş olduğunu ve Karşıyaka’da oturduğundan, erken erken evinden gemilerin geldiğini görmüşse, şimdi gelecek vapurdan çıkacağını öğrendi.
Tekrar rıhtıma çıkarak kalabalığa karıştı. Dört seneden beri bin türlü mihnet, bin türlü mahrumiyet içinde türlü kaza, türlü belâlarla kavrulmuş, harap ve helâk olmuş olan, zevkine düşkün, İzmir ahâlisi geçen Cuma günü nihayet mütareke ilân olunup, harp bittiği vakit oh çekmişler ve uzun sefaletlerin, tahammül edilmez sıkıntıların artık bittiğini zannederek kendilerine bol yiyecek ve giyecek getirecek olan vapurları beklemeye başlamışlardı. Nihayet hayatları yine kolaylığa ve refaha kavuşacaktı.
Fakat tüccar vapuru yerine iki kuru harp gemisi gelince, herkes inkisar duyuyor ve tek tük gidenler bile oluyordu. Şimdi gemiler iyice yaklaşmış, mendireğe girmek üzre bulunduklarından, kıç gönderlerindeki bayraklardan İngiliz torpido geçerleri oldukları anlaşılmıştı. Tam bu esnada Karşıyaka’dan gelen vapur iskeleye yanaşmış, ahalisini boşaltıyordu.
Nihat iskeleye doğru yürümeye başlamış, vapurdan çıkan insanların arasında Rasuhî olmazsa bile tanıdık başka bir çehre görmek ümidi ile aranıyor, bakmıyordu. Filhakika işte Rasuhî harekete gelmiş bir fener direği gibi ince ve uzun boyu ile sallana sallana geliyordu. Yanında iki kişi daha vardı ki, bunlar Nihat’ın da gayet seviştiği gençlerden Fazıl Şükrü ile Kemal Mümtaz’dı. Kemal Mümtaz karantina mektebi müdürü ve aynı zamanda Sabah gazetesinin baş muharriri idi. Fazıl Şükrü ise Bulvar şirketinde müdür muaviniydi. İkisi de şen, hararetli ve lâtif arkadaşlardı. Dönüp dönüp İngiliz gemilerini seyrederek ve birbirleriy-le münakaşaya benzer yolda konuşarak yaklaşıyorlardı. Nihat’ı evvelâ kalabalık arasında Rasuhî gördü; kendisine mahsus geniş işaretli tavırlar ve gürültülü bir kahkaha ile:
– Eh buna vallahi bayıldım Nihat, diye haykırdı, haydi biz gözümüzün önünde deniz, daha yatakta iken boğazdan dumanları gördük, divanelik ettik, bu işsiz günde erkenden kalktık, bir-şey varmış gibi geldik diyelim, fakat sen ki öğle yemeği için, lokantaya ancak ikiye doğru çıkarsın, bu saatte burada işin ne?
Nihat dostlarının uzattığı elleri sıkarak:
– Siz gözünüzle gördünüzse, bize de haber getirdiler, dedi.
– Demek bu habere aldandın, güya gemilerde malikarun geliyormuş gibi yağmaya mı geldin? Ha ha hay Eh buna bayılırım.
Fazıl Şükrü orada pasaportun önünde hükümet cihetine gitmek üzre olan tramvaya atladı, şirkete gitti. Kemal Mümtaz şimdi mendireğe palamar vermekle meşgul “geçerler” i seyrederek yürüyor, Nihat’la Rasuhî İngilizlerin bağlayacakları noktaya meraklı Rumların ve yumurcaklarının topladıklarına bakıyordu. Gemiler nihayet rıhtıma tamamiyle bağlandılar ve İzmirli Rumlara artık çekilip gitmek kaldı. Fakat kalabalık eksilmiyor, bir taraftan artıyordu. Herkes gemilerin bağladıkları yere gelip bakmaya ve topları, gemi teferruatını seyretmeye çok ehemmiyet veriyor görünüyordu.
Nihat dedi ki:
– Biz de bu budalalar gibi hayran hayran saatlerce bakıp kalacak mıyız?
Kemal Mümtaz bir omuz kaldırarak Nihat’ın koluna girdi. Üç dost beraber Rasuhî ’nin yazıhanesine gittiler. Bir iki sahife lakırdı konuştular, konuşmadılar. Kemal Mümtaz ayrıldı, gitti. Hemen öğle olmuştu. Nihat bu sabah kahvaltı da yememiş olup, erken yemek ihtiyacında bulunduğundan, Rasuhî ile beraber lokantaya gittiler. Orada bir saat kadar kaldıktan sonra şimdi ağır ağır avdet ediyorlardı [dönüyorlardı]. Postahanenin sokağına geldikleri vakit rıhtımdaki kalabalığı daha fazla buldular. Güzel ve nurlu bir güneş sağda, solda ve arkada üç tarafı ihata eden dağların arasındaki sahaya serilmiş, yaslanmış güzel ve dilber İzmir’e, yaldızlı ve lûtufkâr sıcaklığını döküyor, etrafı hemen bir yaz günü gibi ısıtmış bulunuyordu.
Rasuhî birdenbire durarak:
– Yahu bu ne kalabalık? dedi. Bütün bu adamlar, bu saç tekneleri görmek için mi geliyorlar?
Nihat cevap verdi:
– Dört sene aç durdular, şimdi bu iştahı çok mu görüyorsun?
Ağır ağır ilerlediler. Filhakika rıhtım bazı Pazar günleri ve
müstesna akşamlar seyr ü tenezzühe çıkan halkla dolduğu gibi, bu Çarşamba öğlesinde de hıncahınç bir halde bulunuyordu.
Nihat birdenbire:
– O… O… Baksana Rasuhî… dedi. Şu heriflerin elinde Yunan bayrağı var. O nasıl şey öyle?
Pasaporttan doğru etrafını meraklılar ve kediler ihata etmiş, ilerleyen bir kafile gördüler. Kalabalık bunlara hürmetle yol veriyor ve kafile bu hayvan halkın arasından bir zafer alayı gibi şan u şevketle ilerliyordu. En önde bir Girit şakisine benzer kara sakallı, kara bıyıklı, uzun boylu, pehlivan vücutlu bir herif, metanetle tuttuğu uzun bir gönderde büyük bir Yunan bandırası taşıyor ve gayet kıymetli bir yadigâr götürüyormuş gibi azametle yürüyordu. Arkasından gelen kafile muallim, doktor, esnaf ve saire ve saire oldukları anlaşılan karmakarışık bir halktan mürekkepti.
İki dost da herkes gibi bunların ne olduğunu anlamak merakı ile binaların önünde durmuşlar, hayretle bakıyorlardı. Sürü tamam postahane sokağının hizasına geldiği vakit bayraklı herif delice bir hareket ve küstah bir cesaretle sıçrayarak, avazı çıktığı kadar haykırdı:
– Zito Venizelos… Zito!
Ve arkasındaki güruh hepsi aynı avazla:
– Zito… Zito… diye haykırıştılar.
Nihat sapsarı şaşırmış kalmıştı:
– Bu ne Allah aşkına? Bunlar ne halt ediyorlar?
Rasuhî, delikanlının heriflerin üzerine atılacağından korkarak kolundan tuttu çekti.
– Canım dur bakalım, bir kere anlayalım da… Telaş etme… Bu ne asabiyet yahu? Baksana zangır zangır titriyorsun.
Arkadaşının elinden kurtulmaya çabalayarak Nihat:
– Ne demek görmüyor musun? diye haykırdı, baksana “Yaşasın Venizelos!” diyorlar. Yunanistan’da mıyız Allah’ı seversen?
– Canım dur bakalım, sana sabret diyorum, bir kere anlayalım!
Rıhtımı işgal eden kalabalık arasında bu haykırış dükkânlardan,
otellerden, mağazalardan, kahvelerden herkesi sokağa fırlatmış, ka-labalık daha da çoğalmıştı. Hepsinin yüzünde hayret görülüyordu; ne oluyordu bu herifler çıldırmışlar mıydı? Gürûh aynı şekilde biraz daha yürüyüp “Kremer”in önüne geldiği vakit ilk defasında işitmemiş olanlara da işittirmek azmiyle bir daha bağrışma oldu:
– Zito Venizelos, zito!
Fakat demin bağıranlar yirmi beş otuz kişi iken bu sefer yüzü, yüz elliyi buldu. Herkes söz birliği etmiş gibi çılgın bir şevk ile:
– Zito… Zito… Zito Venizelos, zito! diye iştirak ediyordu. Şimdi ilk küstah cesaretin verdiği sevinçle her Rum sıçrıyor, koşuyor, oynuyor ve haykırıyordu:
– Zito Venizelos… Zito!
Nihayet mosmor olmuş bütün vücudu ile sarsılarak boğuk bir sesle:
– Baksana Rasuhî, diyordu. Görmüyor musun herifler İzmir’de, bizim rıhtımda, ‘Yaşasın Venizelos!’ diye bağırıyorlar. Bu adeta bir nümayiş… Hem mürettep… Bu ne cesaret, ne küstahlık…
Postahaneden memurlar çıkmışlar, pasaporttan polisler fırlamışlar, fakat bu kadar kalabalık içinde nümayişçilere karşı mü-
essir bir tazyik icrasının imkânsız olduğunu görerek aciz, şaşkın bakışıyorlardı. Rasuhî, Nihat’ı kendisine bırakacak olursa, atılıp birkaç kişiye çatarak başına bir belâ getireceğini anlamış ve kükreyen delikanlıyı böyle tehlikeli bir işten men için koluna girmiş, yazıhanesine gidiyordu.
– Bu herifler mutlak çıldırmışlar… Tabii şimdi hükümet onların haddini bildirir ve onları havlamaktan men ederdi. Sen gel, yazıhaneye gidelim, çocuk olma… Başına belâ getirirsin, dedi.
Nihat kıpırdamak istemiyor, mukavemet ediyor, dişleri birbirine kilitlenmiş, gözlerinde yaşlarla haykırıp bağıranlara bakıyordu. Neden sonra Rasuhî’nin ısrarı ile kımıldadı ve canı rıhtımda kalmış gibi istemeye istemeye yazıhaneye girdi.
Şimdi artık Kordon boyu gürleyen, oynayan ve sıçrayan Rumlarla bir şelâle gibi akıyordu. Sıra sıra kafileler geçiyor, hepsinin elinde Yunan bandırası, gidip bir kere gemilerin kıçında İngiliz bayrağını selamladıktan ve gösterişli, feryadı bir nutuk buyurduktan sonra zito, zito diye diye haykırışarak rıhtımda ilerliyorlardı. Kadın, erkek, çocuk, ihtiyar herkes dirsek dirseğe denilecek kadar sık bir kütle halinde rıhtımdan taşıyorlardı. Bayraklı güruhlar, mehabetli [heybetli] gösterilmek istenen bir yürüyüşle rıhtımı resm-i geçit halinde katediyorlar ve durmaksızın nâra atarak evlerden, dükkânlardan, gazinolardan ve rıhtımda birikmiş ve kudurmuş halktan aynı nâra ile bir aks-i sada gibi mukabele görüyorlardı. Yavaş yavaş her ağız haykırıp bağırmaya, her fert kendini kaybederek sıçrayıp oynamaya başlamıştı.
Bir an oldu ki, rıhtımda sıralanan binaların hepsi uzunlu kısalı, küçüklü büyüklü Yunan bandıraları ile süslenmişlerdi. Kapı önlerinde ve pencerelerde küme küme kalabalık görülüyor, bağırmaktan boyunlarının damarları şişmiş ve boğazları kurumuş oldukları halde hâlâ bağıran bu adamlar, artık zaptolunmaz bir surette coşmuş bulunuyorlardı.
Bu esnada Rasuhî Bey’in yazıhanesi şehrin münevver Türk-leri ile dolmuş gibiydi. Vakadan haberi olmaksızın oradan geçen veyahut işiterek gelen Türkler derin bir hayretle bu çılgınlığa bakıp yazıhaneye giriyor, her birisi yeni bir haber getiriyor, kimisi bu azgın herifleri dağıtmak ve ezmek için askerin gelmekte olduğunu, kimisi vali paşanın İstanbul’dan telgrafla haber beklediğini söylüyor ve gelen haberlerin fiilî bir neticesini göremeyen hazirûn [hazır bulunanlar] derin bir elemle harap oluyordu.
Birdenbire kapıda Kemal Mümtaz göründü. Pek coşkun ve telaşlı idi. Nümayişi karantinada, mektepte haber almış, çocukları evlerine dağıtarak tramvaya atlamış, hükümete gelmişti. Hükümet caddesi buradaki gürültüden hiç haberdar görünmüyordu. Orası her vakit olduğu gibi sakin ve müsterih uykusuna devam ediyordu. Kemal Mümtaz bizim halkın tembelliğine, uyuşukluğuna ve lâkayıtlığa karşı her vakit, her yerde köpürür; her fırsatta hatta ekseriya fırsat aramaksızın, rastgele taşar ve coşardı:
– Kahveler, diye devam etti. Kahveler her zamanki nargile fokurtuları, tavla gürültüleri, gazetelerin arkasında uyuklayan müşterilerle mutad manzarayı göstermekte kusur etmiyorlar. Fakat hükümeti geçip de azıcık Rumluk olan yerlere yaklaşınca, iş çabucak kepazeliğe dönüyor; bütün Frenk mahallesi, bütün Rum çarşısı baştan başa Yunan bandıraları ile görünmez bir hale geliyordu. Tüm sokaklar hep birden ayaklanıyor; hepsi, “Zito… Venizelos… Zito…” nârası ile coşuyorlardı.
Kemal Mümtaz hareretli bir vatanperver olarak tanınırdı. Gazetenin yazdığı makaleler hep vatan aşkı ile, millî duygu ile taşmış bulunurdu. Hatta birkaç gün evvel Enver, Talat ve arkadaş…