Yürek burkuntularının mahrem romanı…
Hande Altaylı’nın çok satan Aşka Şeytan Karışır’ın ardından heyecan verici yeni eseri.
Bazen hayatın sigortası atar; ışıklar söner ve her yer karanlığa gömülür. Sesler seslere, nefesler nefeslere karışır; doğrular yalana bulanır. Gözbebekleri büyür, gözbebekleri küçülür…
Maraz, hiç beklemediği bir anda kendi karanlığında kalan genç bir kadının, Aslı’nın hikâyesi. Aniden tuzla buz olan bir evlilik ve sonrasında büyük bir hızla tersine dönmeye başlayan dünya…
Eski püskü cenaze arabası, son yolculuğun cennete olacağına dair pek güven vermiyordu. Yaptığı işten sıkılmış sürücüsü tarafından kaldırıma gelişigüzel park edilmişti ve yaz sıcağının altında uyuşuk bir tavırla yükünü bekliyordu. Yer yer dökülmüş yeşil boyası ve yorgun kaportası onu ölülerin hak ettiği düşünülen nezaket ve saygıdan yoksun kılıyordu. Meydan okuyan, zorlayıcı havasında, yanından geçen insanların güzlerini kaçırmalarına yol açan bir halden anlamazlık vardı.
Aslı sigarasını arabanın hemen önünde yere atıp, adımlarını hızlandırırken, ‘Beni yaksınlar,’ diye geçirdi içinden, ‘bu arabaya koyacaklarına yaksınlar daha iyi.’ ölümle ilgili detayların çoğu tatsızdı; bir gece morgda kalmak, akrabalar tarafından yıkanmak, kefene sarılmak, tabuta konulmak, geceleri ıssız bir mezarlıkta kalmak… Hepsinin tüyler ürperten bir tarafı vardı ama şu teneke yığınıyla şehirde son bir tur atmak, bir yerlere yetişmeye çalışan henüz ölmemışlerm yanından geçmek, kesinlikle en kötüsüydü. ‘Sigarayı bırakmak lazım.’ diye geçirdi aklından ve hemen vazgeçti; daha uzun ya da dalla sağlıklı yasamak sonucu etkilemiyordu. Er ya da geç, herkesi bekleyen bir cenaze arabası olacaktı.
Erken olmasına rağmen caminin avlusunda hatırı sayılır bir kalabalık birikmişti. Eski mahalleden bir sürü insan vardı; komşu, arkadaş, bakkal, kapıcı, renkli renksiz çeşitli simalar… Birçoğu yıllar içinde taşınıp gitmiş, diğerleri ısrarla orada kalmıştı. Girişin yan tarafındaki duvarın gölgeliğinde, gündelik elek bluzlarının üzerine başörtüsü takmış bir grup yaslıca kadın toplanmıştı. Ellerinde eskimiş yelpazeleri yine, kilolarına ve sıcağa karşı savaş veriyorlardı.
Aslı bazılarını gayet iyi tanıyordu, bazılarıysa kim olduklarını tam olarak çıkaramadığı uzak, soluk figürlerdi… Kadınlardan birkaçı dönüp ona baktı, Aslı selam bekleyen bakışları görmezden gelerek birkaç adım attı ve burada olmasının sebebini yani annesini aradı. O tutturmasa asla gelmezdi buraya. Otuz beş yıllık ömründe sadece bir kez, o da on bir yaşındayken bir cenazeye katılmıştı. Çok sevdiği bir aile büyüğünün, Nezoş’un cenazesiydi. Çocuk aklı için ölümün henüz uzak bir hayalden öte bir anlam ifade etmediği günlerdi ve annesi ile babasının elini tutup hoplaya zıplaya gitmişti camiye. Büyük bir kalabalık hatırlıyordu, üzgün yüzler ve Nezoş’un tabut başında bekleyen oğlu Hikmet… Biraz geriydi Hikmet. O gün camideki herkes Nezoş’un ardından ona kimin bakacağını konuşup durmuştu.
Aslı açısından korkutucu olan, mezarlık faslıydı. Küçük kız daracık, tozlu yolun kenarına biçimsizce dizilmiş kabirlerden fena halde ürkmüştü. Mezarcılar kazmalarını bırakıp, tabutun kapağını açarlarken, “Sen bakma,” demişti annesi ve o da gözlerini yummuştu. Tam o sırada güm diye bir ses duyulmuştu ve Aslı gözlerini açmamış olsa da o sesin mezarcıların ellerinden kayıp düşen Nezoş’un bedeninden geldiğinden emindi. Annesi yıllar yılı, “Uydurma, öyle bir şey olmadı,” dese de, Aslı ikna olmamış hatta zaman içinde o an gözlerinin açık olduğunu iddia eder hale gelmişti.
Ölüm korkusu denen şey, ilk o gun düşmüştü içine ve bir daha da çıkmamıştı. Sonraki yıllarda cenazelerden kararlılıkla uzak durmuştu. Ne camiye ne de kabristana adımını bile atmamıştı. Tamam İşte, o kadar da fena değil, korkacak bir şey yokmuş,’ diye düşünerek etrafına bakındı, annesini bulmak zorundaydı. Kendini gösterip çıkacaktı hemen, fazla kalmanın bir âlemi yoktu. Annesi de öyle demişti zaten, “Görünüp gidersin.”Onu durduran şey, ilerideki kocaman bir ağacın altındaydı. Midesi şiddetle bulanmaya başladı, dünyası fazla rüzgara mamı kalmış bir fırıldak gibi dönüyordu. Tek istediği koşarak kaçmaktı ama olduğu yere çakılıp kaldı. Gözlerini yeşil örtülü tabuttan ayıramıyordu.
Karşısındakinin buz gibi gerçek olduğunu biliyordu. Ortada bir cenaze varsa bir de tabut olmasından doğal ne olabilirdi? Bunu düşünmemiş olması kendi aptallığıydı, o cenaze arabasının ne taşıdığını sanıyordu? Yine de içinden sessiz bir isyan çığlığı yükseldi. Cenk, o derme çatma tahta yığınının içinde uzanmış yatıyor olamazdı. Biraz önce gördüğü yaşlı kadınlar pekâlâ orada olabilirlerdi ama Cenk, o gencecik adam, daha otuz beş yaşında; onun bu tabutta işi yoktu. Kendini toparlayıp arkasını döndü ve orta yaşlı bir adamın yakasına iğnelenmiş fotoğrafla burun buruna geldi, daha doğrusu siyah beyaz fotoğraf fotokopisiyle. ‘Ne kadar değişmiş.’ diye düşündü. Esmer, fırça saçlı, boncuk gözlü, kota ağızlı genç adam gitmiş yerine kellice aday, yorgun bakışlı biri gelmişti. Yıllar var ki görmemişti Cenk’i. Üniversiteyi kazanamadığı için ailesi bir telaş Amerika’ya, yollamıştı oğullarını. O da bir daha dönmemişti. Orada kendine bir hayat kurmuş; evlenmiş, ev bark, iş güç sahibi olmuştu. İlk senelerde Türkiye’deki arkadaşlarıyla bağını koparmamıştı. Mektuplar, telefonlar, siparişler, postadan çıkan 501’ler, Timberlandler, haberler, selamlar… Sonunda verilecek haberler azalmış, söylenecek sözler bitmiş, mahalle değişmiş ve Cenk hayatlarından uçup gitmişti. Bazıları zenci çocuk olarak hatırlıyordu onu, bazıları da Aslı’mn ilk sevgilisi olarak.
Cenk’ın sesini duyar gibi oldu bir an. Kalbi umut ve acı arasında gelip gitti ve acı kazandı. ‘Artık sesi yok,’ diye düşündü. ‘Bütün vücudu orada, o kutunun içinde olduğu gibi duruyor ama ses. gitti.’
Omzuna sarılıp, onu uzak bir köşeye doğru götürenin kim olduğunu önce anlayamadı. Sadece sesini duyuyordu. “Tamam,sakin ol,” diyen erkeğin sesi tanıdıktı ama kim olduğunu çıkarmıyordu. Umurunda da değildi zaten.
Adam onu bir sandalyeye oturttu ve onun sesine, yine tanıdık ama yine yüzü olmayan birkaç kadın sesi eklendi.
“Aslı, iyi misin?”
“Su falan ister misin?”
“Bembeyaz olmuş yaa…”
Konuşup duruyorlardı. Hiç susmadan, seslerinin ne kadar rahatsız edici olduğunu bilmeden kulağının dibinde ugulduyorlardı. Çenelerini kapatmalarını söylemek istedi ama o gücü kendinde bulamadı.
“Aslı, gözlerini açar mısın? Hadi bak bana!”
O zaman gerçekten de gözlerini sıkı sıkı yummuş olduğunu fark etti. Oysa hâlâ yeşil örtülü tabuta baktığından emindi, örtünün etekleri hafif rüzgarın etkisiyle usulca kıpırdıyordu.
“Seni buradan götürmemi istermisin? Gidelim mi?”
Onu buraya getiren adamın sesiydi. Zorlukla gözlerini açtı ve kendisine doğru eğilmiş Devrim’le burun buruna geldi. Aslı’nııı saçlarını okşarken “Seni buradan götürmemi ister misin!” diye tekrarladı Devrim. Onun hemen arkasında duran Burcu ne yaptığını bildiğinden emin, itiraz etti.
“Burada kalıp yüzleşmesi gerek.”
“Saçmalama, kızın halini görmüyor musun?” dedi Devrim ters ters.
“Görüyorum ama kaçarak çözemez bunu. Bak bizim kedi öldüğünde, pedagog, cenaze töreni yapın, hep birlikte gömün dedi, biz de Ceren’le birlikte…”
“Burcu, sus artık, tamam mı!” Devrim öldürücü bakışlarını Burcu’nun üzerinde bir sure tuttuktan sonra yavaşça Aslı’ya doğru eğildi ve “Gitmek istiyor musun!” diye sordu, “eğer istersen hemen gideriz.”
“Yok gidemem… Annemi bulmam lazım. Cenk’in ailesine de başsağlığı dileyeceğim.”
Devrim içini çekip Aslı’nın yanına diz çöktü.
“Tamam. Biraz sakînleş, ben yanlarına götürürüm seni.”
“Önce anneme bakalım.”
Devrim’in koluna tutunup kalkarken, Burcu ve Sevil’in ketli yavruları gibi birbirlerine sokulduklarını gördü.
“Onun için birden daha zor, sonuçta sevgiliydiler,” diye fısıldadı Sevil, Burcu’nun kulağına. Aslı bir şey söylemek için onlara döndü ama hiçbir şey söyleyemedi. Kendilerine benzemiyorlar gibi gelmişti. Arkadaşları her zamanki arkadaşları değildi sanki. Ürkmüş görünüyorlardı ve bakışlarında yabancı bir şeyler vardı. Biri silgiyle fazla bastırmadan üzerlerinden geçmiş ve varlıklarım hafifletmiş gibiydi. Kendisinin de öyle görünüp görünmediğini merak etti. Artık hayatında Cenk olmadığına göre o da daha mı az Aslıydı? Aslı’dan Cenk çıkınca sonuç ne olurdu? ‘Saçmalama!’ dedi kendi kendine, ‘elmalardan armutları çıkaramayız. Yoksa çıkarabiliyor muyduk?’
Kafası karışmıştı. Başını çevirip geride kalan arkadaşlarına baktı, hâlâ farklı görünüyorlardı. Bir an ürperdi, ne olduğunu bulmuştu.
O ikisi ölülere benziyordu.
“Sevgilisiydi, dedi yaa! yirmi yıl olmuş, sevgililiğimi kaldı.
“Sevil unutmaz!” dedi Devrim. Haklıydı, Sevil unutmazdı. Aslı bile tam hatırlamıyordu sevgili oldukları zamanları, ne yaparlardı, nerelere giderlerdi, ne yer, ne içer, ne konuşurlardı? Pek az görüntü düşüyordu zihnine. Tüm hadise topu topu bir sene sürmüştü zaten, daha ikisi de lisedeyken. Sonra Aslı başka sevgili bulup bırakmıştı Cenk’i. Ardından kısa süren sıkıntılı bir dönem yaşanmıştı. Cenk Aslı’ya küsmüş, aksi bir tavırla, onun gittiği yerlere gitmeme konusunda inat etmişti.
Gel gör ki, aynı mahallede yaşayıp da birinden kaçmak mümkün değildi. Herkesin birbiriyle arkadaş olduğu, çocukların özgürce gece yarılarına kadar sokakta oynadığı, gençlerin bahçe
………………………..