-Hayatımın en mutlu anıymış, bilmiyordum. Nobel ödüllü büyük yazarımız Orhan Pamuk un üzerinde altı yıldır çalıştığı harikulade aşk romanı bu sözlerle başlıyor… Masumiyet Müzesi ni okurken yalnız aşk hakkında değil, evlilik, arkadaşlık, cinsellik, tutku, aile ve mutluluk hakkındaki bütün düşüncelerinizin derinden etkilendiğini ve kitabın rengârenk dünyasından hiç ayrılmak istemediğinizi göreceksiniz.
1975 te bir bahar günü başlayıp günümüze kadar gelen İstanbullu zengin çocuğu Kemal ile uzak ve yoksul akrabası Füsun un hikâyesi; hızı, hareketi, olaylarının ve kahramanlarının zenginliği, mizah duygusu ve insan ruhunun derinliklerindeki fırtınaları hissettirme gücüyle, elinizden bırakamayacağınız ve yeniden okuyacağınız kitaplardan biri olacak. Ülkemizde ve dünyada milyonlarca okurun sevgi ve hayranlığım kazanmış olan, kitapları elli sekiz dile çevrilen ve her yeni romanı büyük bir merakla bütün dünyada beklenen Pamuk, okurlarına unutulmaz rüyalar gibi, akıllardan hiç çıkmayacak sarsıcı bir hikâye anlatıyor.ORHAN PAMUK 1952 de İstanbul da doğdu. Cevdet Bey ve Oğullan ve Kara Kitap romanlarında anlattığına benzer kalabalık bir ailede, Nişantaşı nda büyüdü. Otobiyografik kitabı İstanbul da anlattığı gibi çocukluğundan yirmi iki yaşına kadar yoğun bir şekilde resim yaparak ve ileride ressam olacağını düşleyerek yaşadı. Liseyi İstanbul daki Amerikan lisesi Robert College de okudu. İstanbul Teknik Üniversitesinde üç yıl mimarlık okuduktan sonra, mimar ve ressam olmayacağına karar verip okulu bıraktı ve İstanbul Üniversitesinde gazetecilik okudu. Pamuk, yirmi üç yaşından sonra romancı olmaya karar vererek başka her şeyi bıraktı ve kendini evine kapatıp yazmaya başladı. İlk romanı Cevdet Bey ve Oğulları 1982 de yayımlandı ve Orhan Kemal ve Milliyet Roman Ödüllerini aldı. Pamuk ertesi yıl Sessiz Ev adlı romanını yayımladı ve bu kitabın Fransızca çevirisiyle 1991 de Prix de la Decouverte Europcene i kazandı. Venedikli bir köle ile bir Osmanlı âlimi arasındaki gerilimi ve dostluğu anlatan romanı Beyaz Kale 1985, pek çok dile çevrilerek Pamuk a uluslararası ününü sağlayan ilk romanı oldu.
Aynı yıl karısıyla Amerika ya gitti ve 198588 arasında New York ta Columbia Üniversitesinde misafir âlim olarak bulundu. İstanbul un sokaklarını, geçmişini, kimyasını ve dokusunu, kayıp karısını arayan bir avukat aracılığıyla anlatan Kara Kitap ı 1990 da Türkiye de yayımladı. Fransızca çevirisiyle Prbc France CuUure Ödülünü kazanan bu roman, geçmişten ve bugünden aynı heyecanla söz edebilen bir yazar olarak Pamuk un ününü hem Türkiye de hem de yurtdışında genişletti. 1991 de, Pamuk un Rüya adını verdiği bir kızı oldu. 1994 te, esrarengiz bir kitaptan etkilenen üniversiteli bir genci hikâye ettiği Yeni Hayat adlı şiirsel romanı yayımlandı. Osmanlı ve İran nakkaşlarını. Batı dışındaki dünyanın görme ve resmetme biçimlerini bir aşk ve aile romanının entrikasıyla hikâye ettiği Benim Adım Kırmızı adlı romanı 1998 de yayımlandı. Bu kitapla Fransa da Prix du Meilleur Livre etranger, İtalya da Grinzane Cavour 2002 ve İrlanda da International lmpacDublin 2003 ödüllerini kazandı. 1990 ların ortasından itibaren Pamuk, insan haklan ve düşünce özgürlüğü konularında yazdığı makalelerle Türkiye devletine karşı eleştirel bir tavır takındı. Yurtiçinde ve yurtdışında çeşitli gazete ve dergilere yazdığı edebi, kültürel makalelerden oluşturduğu geniş bir seçmeyi 1999 yılında öteki Renkler adıyla yayımladı.
-İlk ve son siyasi romanım dediği Kar adlı kitabını 2002 de yayımladı. Kars şehrinde, siyasal İslamcılar, askerler, laikler, Kürt ve Türk milliyetçileri arasındaki şiddeti ve gerilimi hikâye eden bu kitap, New York Times Book Review tarafından 2004 yılının en iyi 10 kitabından biri seçildi. Pamuk un 2003 yılında yayımladığı İstanbul, yazarın hem yirmi iki yaşına kadar olan hatıralarını aktardığı bir hatıra kitabı, hem de kendi kişisel albümüyle, Batılı ressamların ve yerli fotoğrafçıların eserleriyle zenginleştirilmiş, İstanbul üzerine bir denemedir. Kitapları 58 dile çevrilmiş olan, bütün dünyada yedi milyondan fazla satmış olan Pamuk, pek çok üniversiteden şeref doktorası aldı. Alman Yayıncılar Birliği tarafından 1950 yılından beri verilmekte olan, Almanya nın kültür alanındaki en seçkin ödülü olarak kabul edilen Barış Ödülü, 2005 te Orhan Pamuk a verildi. Ayrıca Kar Fransa da her yıl en iyi yabancı romana verilen Le Pnx Medicis etranger ödülünü aldı. Aynı yıl Prospect dergisi tarafından Dünyanın 100 entelektüeli arasında gösterildi ve 2006 yılında Time dergisi tarafından dünyanın en etkili 100 kişisinden biri seçildi. American Academy of Arıs and Lelters ın ve Çin Sosyal Bilimler Akademisinin şeref üyesi olan Pamuk, senede bir dönem Columbia Üniversitesi nde ders veriyor Orhan Pamuk 2006 yılında Nobel Edebiyat Ödülü nü alarak bu ödülü kazanan tek Türk oldu.Rüya ya Onlar yoksulluğun, para kazanmakla unutulacak bir suç olduğunu sanacak kadar masum insanlardı.
Celâl Salik, Defterlerden Bir adam rüyasında Cennet e gitse ve ruhunun gerçekten Cennet e gittiğinin işareti olsun diye ona bir çiçek verseler ve sonra adam uyandığında bir de baksa ki çiçek elinde Ee? Peki ya sonra? Samuel Taylor Coleridge, Defterlerden Evvelâ masa üzerindeki küçük süslerini, kullandığı losyonları, tuvalet eşyasını seyrettim. Aldım, baktım. Küçük saatini elimde evirdim, çevirdim. Sonra elbise dolabına baktım. Bütün o kat kat elbiseler, süsler. Her kadını tamamlayan şeyler bana korkunç bir yalnızlık, acıma ve onun olma his ve arzusunu verdiler.
Ahmet Hamdi Tanpınar, Defterlerden 1. HAYATIMIN EN MUTLU ANI Hayatımın en mutlu anıymış, bilmiyordum. Bilseydim, bu mutluluğu koruyabilir, her şey de bambaşka gelişebilir miydi? Evet, bunun hayatımın en mutlu anı olduğunu anlayabilseydim, asla kaçırmazdım o mutluluğu. Derin bir huzurla her yerimi saran o harika altın an belki birkaç saniye sürmüştü, ama mutluluk bana saatlerce, yıllarca gibi gelmişti. 26 Mayıs 1975 Pazartesi günü, saat üçe çeyrek kala civarında bir an, sanki bizim suçtan, günahtan, cezadan ve pişmanlıktan kurtulduğumuz gibi, dünya da yerçekimi ve zamanın kurallarından kurtulmuş gibiydi. Füsun un sıcaktan ve sevişmekten ter içinde kalmış omzunu öpmüş, onu arkadan yavaşça sarmış, içine girmiş ve sol kulağını hafifçe ısırmıştım ki, kulağına takılı küpe uzunca bir an sanki havada durdu ve sonra da kendiliğinden düştü. O kadar mutluyduk ki, o gün şekline hiç dikkat etmediğim bu küpeyi sanki hiç fark etmedik ve öpüşmeye devam ettik.
Dışarıda, İstanbul da bahar günlerine özgü o pırıl pırıl gök vardı. Sıcak, kış alışkanlıklarından kurtulamamış İstanbulluları sokaklarda terletiyordu, ama binaların içleri, dükkânlar, ıhlamur ve kestane ağaçlarının altları hâlâ serindi. Benzer bir serinliğin, üzerinde mutlu çocuklar gibi her şeyi unutarak seviştiğimiz küf kokulu şiltenin içinden de geldiğini hissediyorduk. Açık balkon penceresinden deniz ve ıhlamur kokan bir bahar rüzgârı esti, tül perdeleri kaldırıp ağır çekimle sırtlarımıza bıraktı ve çıplak vücutlarımızı ürpertti, ikinci kattaki
dairenin arka odasından, yattığımız yataktan arka bahçede Mayıs sıcağında hırsla küfürleşerek futbol oynayan çocukları gördük ve birbirlerine söyledikleri edepsiz şeyleri, bizim kelimesi kelimesine yapmakta olduğumuzu fark edip sevişmemizin ortasında bir an durarak, birbirimizin gözlerinin içine bakıp gülümsedik. Ama mutluluğumuz o kadar derin ve büyüktü ki, hayatın arka bahçeden bize sunduğu şakayı, bu küpeyi unuttuğumuz gibi unuttuk hemen.
Ertesi günkü buluşmamızda, Füsun bana küpesinin tekinin kayıp olduğunu söyledi. Aslında, o gittikten sonra ucunda adının baş harfi olan küpeyi mavi çarşafların arasında görmüş, kenara kaldıracağıma, tuhaf bir içgüdüyle, kaybolmasın diye ceketimin cebine koymuştum.
-Burada canım, dedim. Sandalyenin arkalığına asılı ceketimin sağ cebine elimi attım.
-Aaa, yok, dedim. Bir an bir felaketin, bir uğursuzluğun belirtisini hisseder gibi oldum, ama sabah sıcağı farkedince, başka bir ceket giydiğimi hemen hatırladım.
-Öteki ceketimin cebinde kalmış.
-Lütfen yarın getir, unutma, dedi Füsun gözlerim kocaman açarak.
-Benim için çok önemi var.
-Peki. Füsun, bir ay önceye kadar varlığını bile neredeyse unuttuğum on sekiz yaşındaki uzak ve yoksul akrabamdı. Ben ise otuz yaşındaydım ve bana herkesin çok yakıştırdığı Sibel ile nişanlanıp evlenmek üzereydim. 2. ŞANZELİZE BUTİK Bütün hayatımı değiştirecek olaylar ve rastlantılar, bir ay önce, yani 27 Nisan 1975 te ünlü Jenny Colon marka bir çantayı Sibel ile bir vitrinde görmemizle başladı. Yakında nişanlanacağım Sibel ile Valikonağı Caddesi nde serin bahar akşamının tadını çıkararak yürürken, hafifçe sarhoştuk ve çok mutluyduk. Nişantaşı nda yeni açılan şık lokanta Fuaye de yediğimiz akşam yemeğinde, annem ve babama nişan törenimizin hazırlıklarından uzun uzun bahsetmiştik: Sibel in Dame de Sion Lisesinden ve Paris yıllarından arkadaşı Nurcihan törene Paris ten gelebilsin diye nişan Haziran ın ortasında yapılacaktı. Sibel, o günlerde İstanbul un en gözde ve pahalı terzisi olan İpek İsmet e nişan elbisesini uzun zaman önce sipariş etmişti. Annemin elbiseye vereceği incilerin nasıl işleneceğini, Sibel ile ilk defa o akşam tartışmışlardı. Müstakbel kayınpederim, tek çocuğu olan kızı için nikâh kadar şatafatlı bir nişan yaptırmak istiyor, bu da annemin hoşuna gidiyordu. Sorbonne da okumuş o zamanlar İstanbul burjuvaları Paris te bir şeyler okuyan bütün kızlara
-Sorbonne da okudu, derlerdiSibel gibi bir gelini olacağı için babam da mutluydu.
Yemekten sonra Sibel i evine götürürken, elimi onun sağlam omzuna aşkla atıp sarılmış, ne kadar mutlu ve talihli olduğumu gururla düşünmüştüm ki,
-A, o ne güzel çanta öyle! demişti Sibel. Şarapla başım iyice dumanlı olmasına rağmen vitrindeki çantayı ve dükkânı hemen mimlemiş, ertesi öğle hemen çantayı almaya gitmiştim. Aslında kadınlara sürekli hediyeler alan, çiçek yollamak için uygun bahaneler bulan, doğuştan ince, nazik, çapkın erkeklerden değildim; belki öyle birisi olmak istiyordum.
O zamanlar Şişli, Nişantaşı, Bebek gibi semtlerdeki evlerinde canları sıkılan Batılılaşmış İstanbullu zengin ev kadınları sanat galerisi değil, butik açar, Elle, Vogue gibi ithal dergilerden kopya edip diktirdikleri moda elbiselerle, Paris ve Milano dan bavullar içinde getirdikleri kıyafetleri, kaçak ıvır zıvır ve takıları, kendileri gibi canı sıkılan diğer zengin ev kadınlarına saçma denilecek kadar yüksek fiyatlarla satmaya çalışırlardı. Şanzelize Butik in sahibi Şenay Hanım, yıllar sonra onu bulduğum zaman, kendisinin de tıpkı Füsun gibi, anne tarafından çok uzak bir hışmımız olduğunu hatırlattı bana. Yıllar sonra Şenay Hanım ın, kapının üzerine asılı levha dahil Şanzelize Butik ve Füsun ile ilgili her türlü eski eşyaya gösterdiğim aşırı ilginin nedenlerini hiç sormadan bana elindekileri vermesi, yaşadığımız hikâyenin bazı tuhaf anlarının bile yalnız onun tarafından değil, sandığımdan da geniş bir kalabalık tarafından bilindiğini hissettirmişti bana.
Ertesi gün saat yarıma doğru kapıya bağlı içi çift tokmaklı, küçük bronz deve çan, ben Şanzelize Butik e girince, şimdi hâlâ kalbimi hızlandıran bir sesle çınladı. Bahar vakti, öğle sıcağında dükkânın içi loş ve serindi, ilk anda içeride kimse yok sandım. Füsun u sonra gördüm. Öğle güneşinden sonra gözlerim hâlâ dükkânın karanlığına alışmaya çalışıyordu; ama yüreğim, nedense, sahile vurmak üzere olan koskocaman bir dalga gibi ağzımın içinde kabarmıştı.
-Vitrindeki mankenin üzerindeki çantayı almak istiyorum, dedim. Çok güzel, diye düşündüm, çok çekici.
-Krem rengi, Jenny Colon çanta mı? Göz göze gelince, onun kim olduğunu hatırladım hemen.
-Vitrindeki mankenin üzerinde, diye fısıldadım bir rüyadaki gibi.
-Anladım, dedi, vitrine yürüdü. Bir hamlede sol ayağındaki yüksek topuklu sarı ayakkabıyı çıkardı ve tırnaklan özenle kırmızıya boyanmış çıplak ayağıyla, vitrinin zeminine basıp mankene doğru uzandı. Önce boş ayakkabıya baktım, sonra uzun, çok güzel bacaklarına. Mayıs gelmeden, şimdiden güneşten yanmışlardı.
Dantelli ve çiçekli sarı eteği, bacaklarının uzunluğu yüzünden daha da kısa duruyordu. Çantayı aldı, tezgâhın arkasına geçti ve çantanın fermuarlı gözünü içinden krem rengi pelür kâğıt topaklan çıktı, iki küçük bölmesini boştu bunlar ve içinden üzerinde Jenny Colon yazan bir kâğıt ve bakım kılavuzu çıkan gizli bölmeyi becerikli ve uzun parmaklarıyla açıp bana çok mahrem bir şey gösteriyormuş gibi esrarlı ve aşırı ciddi bir havayla gösterdi. Bir an göz göze geldik.
-Merhaba Füsun. Ne kadar büyümüşsün. Beni tanımadın galiba.
-Yok Kemal Ağabey, hemen tanıdım ama siz tanımayınca, ben de rahatsız etmeyeyim dedim. Bir sessizlik oldu. Az önce çantada işaret ettiği yere baktım. Güzelliği, o zamana göre aşırı kısa eteği ya da başka bir şey huzursuz etmişti beni, tabiî davranamıyordum.
-Ee, neler yapıyorsun?
-Üniversite sınavına hazırlanıyorum. Buraya da her gün geliyorum. Yeni insanlar tanıyorum dükkânda.
-Çok güzel. Ne kadar şimdi bu çanta? Kaşlarını çatarak
-Bin beş yüz lira, diye çantanın altındaki üzeri elle yazılmış küçük etiketi okudu. Bu para, o zamanlar genç bir memurun altı aylık maaşına denkti.
-Ama Şenay Hanım eminim sizin için bir şey yapar. Öğle yemeği için eve gitti. Uyuyordur, telefon edip soramam. Ama akşamüstü bir uğrarsanız…
-Önemli değil, dedim ve daha sonra gizli buluşma yerimizde Füsunun pek çok kereler abartılı bir şekilde taklidini yapacağı bîr hareketle, arka cebimden cüzdanımı çıkarıp nemli kâğıt paralan saydım. Füsun çantayı bir kâğıda dikkatle ama acemice sardı, bir plastik torbaya koydu. Bütün bu sessizlikte bal renkli uzun kollarını, çabuk ve zarif hareketlerini seyrettiğimi biliyordu. Çantayı kibarca bana uzatınca teşekkür ettim.
-Nesibe Halaya, babana Tarık Beyin adı bir an aklıma gelmemişti hürmetler, dedim. Bir an durakladım: İçimden hayaletim çıkmış, bir cennet köşede Füsun u kucaklamış öpüyordu. Hızla kapıya yürüdüm. Bu saçma bir hayaldi, üstelik Füsun aslında öyle çok güzel de değildi. Kapının çanı şıngırdadı, bir kanaryanın şakımaya başladığını işittim. Sokağa çıktım, sıcak hoşuma gitti. Hediyemden memnundum, Sibel i çok seviyordum. Dükkânı, Füsun u unutmaya karar verdim. 3. UZAK AKRABALAR Gene de, akşam yemeğinde anneme konuyu açtım ve Sibel e bir çanta alırken, uzak akrabamız Füsun ile karşılaştığımı söyleyiverdim.
-Aa evet, şurada Şenay ın dükkânında çalışıyor Nesibe nin kızı, yazık! dedi annem.
-Artık bayramlarda da uğramıyorlar. O güzellik yarışması kötü oldu. Dükkânın önünden her gün geçiyorum da, zavallı kıza bir merhaba demek ne içimden geliyor ne aklıma geliyor. Halbuki çocukken ben o kızı çok severdim. Nesibe dikişe geldiğinde bazan o da gelirdi. Dolaptan oyuncaklarınızı çıkarır verirdim, annesi dikiş dikerken o sessizce oynardı. Nesibe nin annesi rahmetli Mihriver Halanız da hoş bir insandı.
-Tam nemiz oluyorlardı? Televizyon seyreden babam bizi dinlemediği için annem Atatürk le aynı yıl doğan ve yıllar sonra bulduğum buradaki fotoğrafların ilkinde görüldüğü gibi Cumhuriyetin kurucusuyla aynı ilkokula, Şemsi Efendi Mektebi ne giden babasının yani dedem Ethem Kemal in anneannemle evlenmeden yıllar önce, daha yirmi üç yaşına bile varmadan, alelacele evlendiği bir ilk karısı olduğunu ballandırarak anlattı. Boşnak kökenli bu zavallı kızcağızın yani Füsunun anneannesinin annesinin Balkan Harbi sırasında, Edirne boşaltılırken öldüğünü söyledi. Bu zavallı kadın, dedem Ethem Kemal den çocuk doğurmamıştı; ama ondan önce, annemin deyişiyle
-çocuk yaşta1 evlendiği fakir bir şeyhten Mihriver adlı bir kızı olmuştu. Birtakım tuhaf insanların yetiştirdiği Mihriver Hala nın Füsun un anneannesi ve onun kızı Nesibe nin Füsunun annesi akraba değil, hısım sayılması gerektiğini eskiden beri söylerdi annem ve ailenin bu çok uzak kanadının kadınlarına nedense
-hala dememizi isterdi. Annem adı Vecihe dir son yıllardaki bayram ziyaretlerinde, Teşvikiye de bir arka sokakta oturan bu fakir düşmüş
-hısımlara aşırı mesafeli ve soğuk davranarak onları kırmıştı. Çünkü Nesibe Hala nın iki sene önce, Füsun un on altı yaşındayken ve Nişantaşı Kız Lisesi nde okurken bir güzellik yarışmasına katılmasına ses çıkarmamasına, hatta sonradan öğrendiğimize göre kızını bu işe teşvik etmesine çok kızmış; daha sonra duyduğu dedikodulardan, bir zamanlar sevip koruduğu Nesibe Hala nın utanç duyulacak bu işten gururlandığı sonucunu çıkararak onlara sırt çevirmişti.
Oysa Nesibe Hala da kendisinden yirmi yaş büyük olan annemi çok sever ve sayardı. Bunda, Nesibe Hala nın gençliğinde, kibar semtlerinde ev ev dolaşarak dikiş dikerken annemin onu çok desteklemesinin de payı vardı şüphesiz.
-Çok, çok yoksullardı, dedi annem. Abartmış olmaktan korkarak ekledi:
-Ama yalnız onlar mı oğlum, bütün Türkiye fakirdi o zamanlar. Annem o zamanlar Nesibe Halanın
-çok iyi bir insan, çok iyi bir terzi olduğunu söyleyerek onu arkadaşlarına tavsiye eder, yılda bir kere de bazan iki de olurdu onu bizim eve bir davet, bir düğün için elbise dikmeye çağırırdı.
Çoğunlukla okulda olduğum için, dikişe geldiğinde onu görmezdim. 1956 yazı sonunda bir düğün için acele elbise gerektiğinde, annem Nesıbe yi Suadiye deki yazlığa çağırmıştı. Palmiye ağacının yapraklan arasından sandallara, motorlara, iskeleden denize atlayıp eğlenen çocuklara bakan ikinci kattaki küçük arka odada, ikisi, Nesibe nin İstanbul manzaralı dikiş kutusundan çıkan makaslar, toplu iğneler, mezuralar, yüksükler, kesilmiş kumaş parçalan ve danteller arasında, hem sıcaktan, sivrisineklerden ve dikiş yetiştirmekten şikâyet ederek hem de birbirlerini çok seven abla kardeş gibi şakalaşıp gülüşerek gece yanlarına kadar annemin Singer makinesiyle dikiş dikmişlerdi. Sıcak ve kadife kokan o küçük odaya ahçı Bekrinin bardak bardak limonata taşıdığını, çünkü gebe olan yirmi yaşındaki Nesibe nin sürekli aşerdiğini, annemin hep birlikte öğle yemeği yerken, yan şaka yan ciddi, ahçıya
-Hamile kadına canı neyi yemek istiyorsa hemen vereceksiniz, yoksa çocuk çirkin olur! dediğini, benim de Nesibe Hala nın hafif şiş kamına ilgiyle baktığımı hatırlıyorum. Sanırım bu, Füsun un varlığının farkına ilk varışımdı, ama kız mı erkek mi olacağını bile kimse bilmiyordu daha.
-Nesibe, kocasına da haber vermeden kızın yaşını büyük gösterip bu yarışmaya sokmuş, dedi annem olayı hatırladıkça daha da öfkelenerek.
-Allahtan kazanamadı da rezil olmaktan kurtuldular. Fark etselerdi kızı liseden atarlardı… Şimdi liseyi bitirmiştir, ama sanmam ki doğru dürüst bir şey okusun. Artık bayram ziyaretlerine de gelmiyorlar ki ne yaptıklarını bilelim… Bu ülkede güzellik yarışmalarına katılanlar, nasıl kızlardır, nasıl kadınlardır herkes bilir. Sana nasıl davrandı? Annem, Füsun un erkeklerle yatmaya başladığını ima ediyordu. Benzer bir dedikoduyu, Füsun un ön elemeyi kazananlarla
birlikte fotoğrafı Mühyet te yayımlanınca, Nişantaşlı çapkın arkadaşlarımdan da işitmiş, utanç verici konuyla ilgilenir gözükmek hiç istememiştim. Aramızda bir sessizlik olunca
-Dikkat et! dedi annem esrarengiz bir havayla parmağını sallayarak.
-Çok özel, çok hoş, çok güzel bir kızla nişanlanmak üzeresin! Bana ona aldığın çantayı göstersene. Mümtaz! babamın adı. Bak, Kemal, Sibel e çanta almış!
-Sahi mi? dedi babam. Yüzünde çantayı görmüş, çok beğenmiş ve oğlunun ve sevgilisinin mutluluğuyla mutlu olmuş gibi içten bir sevinç ifadesi belirdi, ama gözünü televizyondan ayırmamıştı bile. 4. YAZIHANEDE SEVİŞMEK Babamın baktığı ekranda, arkadaşım Zaim in bütün Türkiye de piyasaya çıkardığı
-ilk Türk meyveli gazozu Meltemdin iddialı reklamı vardı. Bir an dikkatle baktım ve reklamı sevdim. Fabrikatör babası son on yılda benimki gibi çok kazanınca, Zaim babasının sermayesiyle yeni, cesur işlere girişmişti. Arkadaşımın, akıl da verdiğim bu işlerde başarılı olmasını istiyordum.
Amerika da iş idaresi okuyup dönmüş, askerliğimi bitirmiştim; babam gittikçe büyüyen fabrikanın, kurulan yeni şirketlerin yönetiminde, ağabeyim gibi benim de etkili olmamı istemiş, bu yüzden genç yaşta beni Harbiye deki dağıtım ve ihracat şirketi Satsat ın genel müdürü yapmıştı. Satsat büyük bütçeliydi, çok kâr ediyordu, ama bu benim sayemde değil, fabrikaların ve öteki şirketlerin kârları muhasebe oyunlarıyla Satsat a aktarıldığı için oluyordu. Günlerim, patronun oğlu olduğum için başlarına müdür kesildiğim benden yirmiotuz yaş büyük emektar memurlara, annemle yaşıt iri göğüslü ve tecrübeli memure teyzelere alçakgönüllülük etmeye çalışarak ve onlardan işin inceliklerini öğrenerek geçerdi.
Yaşlı memurlar gibi yorgun ve yıpranmış belediye otobüsleri ve troleybüsleri önünden her geçtiğinde çok geçerlerdizangır zangır titreyen Harbiye deki eski Satsat binasında, herkes gittikten sonra, akşamüstleri beni ziyarete gelen, kısa zaman sonra nişanlanmayı planladığımız Sibel ile genel müdür odasında sevişirdik. Bütün modernlik ve Avrupa dan öğrenilmiş kadın haklan ve feministlik sözlerine rağmen sekreterler hakkındaki fikri aslında anneminkinden farklı olmayan Sibel,
-Burada sevişmeyelim, kendimi sekreter gibi hissediyorum! derdi bazan. Ama yazıhanedeki deri divanın üzerinde sevişirken onda hissettiğim tutukluğun asıl nedeni, tabii ki o yıllarda Türk kızlarının evlenmeden önce cinsel hayata başlama korkularıydı.
Batılılaşmış zengin ailelerin, Avrupa görmüş seçkin kızları o yıllarda ilk defa tek tük bu
-bekâret tabusunu kırmaya, evlenmeden önce sevgilileriyle yatmaya başlamışlardı. Sibel de bazan bu
-cesur kızlardan biri olmakla övünürdü, benimle on bir ay önce yatmıştı. Uzun bir süreydi bu, artık evlenmeliydik! Ama yıllar sonra hikâyemi bütün içtenliğimle şimdi anlatmaya çalışırken, sevgilimin cesaretini abartmak ve kadınlar üzerindeki cinsel baskıyı hafife almak da istemiyorum. Çünkü Sibel bana kendini ancak benim
-niyetimin ciddi olduğunu görünce; yani benim
-güvenilir biri olduğuma inanınca, yani benim sonunda onunla evleneceğimi kesinlikle anlayınca vermişti. Ben de sorumlu, doğru dürüst biri olduğum için, Sibel le elbette evlenecektim, bunu zaten çok istiyordum; ama istemesem de
-bekâretini bana verdiği için artık onu bırakmama imkân yoktu. Bu sorumluluk duygusu, bizi birbirimize gururla bağlayan başka bir duyguya, evlenmeden önce seviştiğimiz için hissettiğimiz
-özgür ve modern elbette bu kelimeleri kendimiz için kullanamazdık olduğumuz yanılsamasına gölge düşürüyordu, ama bizi yakınlaştırıyordu da.
Benzer bir gölgeyi, Sibel in artık bir an önce evlenmemiz gerektiği konusundaki telaşlı imalarını fark edince de hissederdim. Ama Sibel ile yazıhanede sevişirken çok mutlu olduğumuz zamanlar da vardı. Dışarıdan Halaskârgazi Caddesi nin otobüs ve trafik gürültüsü gelirken, içeride, karanlıkta ona sarılıp hayatımın sonuna kadar mutlu olacağımı, çok talihli olduğumu düşündüğümü hatırlıyorum. Bir keresinde, seviştikten sonra ben sigaramın külünü üzerinde Satsat yazan bu küllüğe silkelerken; Sibel sekreterim Zeynep Hanım ın koltuğuna yarı çıplak oturmuş, daktiloyu tıngırdatırken, o zamanın mizah dergilerinin, karikatürlerinin, şakalarının vazgeçilmez konusu olan
-budala ve sarışın sekreter taklidi yapmıştı kıkırdayarak. 5. FUAYE LOKANTASI Yıllar sonra resimli yemek listesini, bir ilanını, özel kibritini ve peçetesini arayıp bulduğum ve burada sergilediğim Fuaye, kısa zamanda Beyoğlu, Şişli, Nişantaşı gibi semtlerde yaşayan sınırlı sayıda zenginin gazetelerin dedikodu sütunlarının alaycı diliyle söylersek
-sosyetenin en çok sevdiği Avrupa tarzı Fransız taklidi lokantalarından biri oldu. Müşterilerine bir Avrupa şehrinde oldukları izlenimini altını çok çizmeden vermek isteyen bu lokantalara Ambassador, Majestik, Royal gibi Batılı ve iddialı adlar yerine, Batinin kenarında, İstanbul da olduğumuzu hatırlatan Kulis, Merdiven ve Fuaye gibi adlar verilirdi. Daha sonraki kuşak yeni zenginlerin gösterişli mekânlarda anneannelerinin pişirdiği yemekleri tercih etmeleriyle, gelenek ve gösterişi birleştiren Hanedan, Sultan, Hünkâr, Paşa ve Vezir gibi pek çok yer açıldı ve Fuaye unutulup gitti.
Çantayı aldığım günün gecesi Fuaye de akşam yemeği yerken,
-Annemin Merhamet Apartmanındaki dairesinde buluşsak artık, daha iyi olmaz mı? dedim Sibel e.
-Güzel bir arka bahçeye bakar orası.
-Nişandan sonra evlenip kendi evimize taşınmamız gecikir diye mi düşünüyorsun? dedi Sibel.
-Hayır canım, öyle bir şey yok.
-Seninle metresler gibi, gizli saklı dairelerde, suçlu gibi buluşmak istemiyorum artık.
Haklısın.
-Nereden geldi şimdi aklına o dairede buluşmak?
-Boş ver, dedim. Fuaye nin mutlu kalabalığına bir göz attım ve plastik torba içinde sakladığım çantayı çıkardım.
-Bu ne? dedi Sibel bir hediye aldığını hissederek.
-Sürpriz! Aç, bak.
-Sahi mi? Plastik torbayı açarken yüzünde beliren çocuksu neşe, çantayı çıkarınca yerini soru soran bir ifadeye, sonra da gizlemeye çalıştığı bir hayal kırıklığına bıraktı.
-Hatırladın mı, diye yetiştim,
-önceki gün akşam seni evine bırakırken vitrinde görüp beğenmiştin.
-Evet. Çok incesin.
-Sevdiğine sevindim. Nişanda da bu çanta sana çok yakışacak.
-Maalesef nişanda hangi çantayı takacağım çoktan belli, dedi Sibel.
-Aaa, mahzun olma! Çok güzel bir hediyeyi büyük bir incelikle almışsın bana… Peki, o zaman, kederlenme diye söyleyeceğim. Zaten bu çantayı nişanda koluma takamam, çünkü bu çanta sahte!
-Nasıl?
-Gerçek Jenny Colon çanta değil bu Kemalciğim. Bu taklit.
-Nereden anladın?
-Her şeyinden, canım. Bak markayı deriye bağlayan bu dikişlere. Bir de benim Paris ten aldığım bu hakiki Jenny Colon a bak bakalım, markanın dikişleri nasıl? Jenny Colon boşuna Fransa nın, dünyanın en pahalı markası değil. Bu ucuz ipliği asla kullanmaz… Hakiki çantanın dikişlerine bakarken, müstakbel nişanlımda hissettiğim zafer duygusunun nedenini bir an sordum kendime. Paşa dedesinden kalan son arsaları satmış ve sıfırı tüketmiş emekli bir elçinin kızı, bir anlamda bir
-memur kızı olması, Sibel e zaman zaman huzursuzluk ve güvensizlik verirdi. Bu huzursuzluğa kapıldığı zamanlarda babaannesinin piyano çalışını ya da Kurtuluş Savaşı na hizmetleri geçmiş dedesini ya da anne tarafından dedesinin Abdülhamit e olan yakınlığını anlatır, ben de Sibel in bu konudaki mahcubiyetinden etkilenir, onu daha da çok severdim. 19701i yılların başındaki tekstil ve ihracat büyümesiyle İstanbul un nüfusunun üç misli artması sayesinde şehirde, özellikle bizim semtlerde arsa fiyatları da katlanmış, son on yılda babamın şirketleri çok büyümüş, aile serveti beş kat artmıştı, ama aslında Basmacı soyadından anlaşılacağı gibi üç kuşaktan beri tekstil işinden zengindi bizimkiler. Ama bu üç kuşağın gayretlerine rağmen, Avrupa malı çantanın
-sahte çıkması beni huzursuz ediyordu.
Keyfimin kaçtığını görünce Sibel elimi okşadı.
-Ne kadar verdin çantaya? diye sordu.
-Bin beş yüz lira, dedim.
-İstemiyorsan yarın değiştiririm.
-Değiştirme canım, paranı geri iste. Çünkü seni fena kazıklamışlar.
-Dükkân sahibi Şenay Hanım, bizim uzak hışmımız oluyor! dedim çok hayret etmiş gibi kaşlarımı iyice havaya kaldırarak.
Sibel, içindekileri dalgın dalgın karıştırmakta olduğum çantasını geri aldı.
-Canım bu kadar bilgili, akıllı ve kültürlüsün, ama kadınların seni nasıl kandırabileceklerini hiç mi hiç anlamıyorsun, dedi şefkatle gülümseyerek. 6. FÜSUN UN GÖZYAŞLARI Ertesi öğle, elimde aynı plastik torba, içinde çanta Şanzelize Butik e gittim. Çan çaldıktan sonra bana yine aşırı loş ve serin gelen dükkânda kimse yok sandım önce. Yarı karanlık dükkân sihirli bir sessizlik içindeydi ki, kanarya cik civ cik dedi. Bir paravanın ve iri bir tavşan kulağı saksısının yapraklan arasından Füsun un gölgesini gördüm. Soyunma kabininde kıyafet deneyen şişman bir kadın müşterinin yanındaydı. Üzerinde; sümbüller, kırçiçekleri ve yapraklarla kaplı, ona çok yakışan cici bir gömlek vardı bu sefer. Beni görünce tatlılıkla gülümsedi…Meşgulsün galiba, dedim gözümle soyunma kabinini işaret ederek.
-Şimdi biter işimiz, dedi çok eski bir müşteriyle dükkânın mahremiyetini paylaşır gibi. Kanarya kafesinde bir aşağı bir yukarı yer değiştiriyordu, gözüme Avrupa dan ithal bazı ıvırzıvır eşya ile bir köşedeki moda dergileri takıldı, ama aklım hiçbir şeye yeterince yoğunlaşabilecek gibi değildi. Unutmak, olağan karşılamak istediğim çarpıcı gerçek gene içime işlemişti. Ona bakarken, çok tanıdık birini görüyormuşum, onu biliyormuşum duygusuydu bu. Bana benziyordu. Benim saçlarım da çocukluğumda dalgalıydı ve onun çocukluğunda olduğu gibi esmerdi, yaşım ilerleyince Füsununki gibi düzleşmişti. Sanki kendimi onun yerine çok kolay koyabilir, sanki onu derinden anlayabilirdim. Üzerindeki basma gömlek, teninin doğallığını, saçlarının şimdiki boya sarısını daha da ortaya çıkartmıştı. Arkadaşlarımın
-Playboydan çıkma diyerek ondan söz edişlerini acıyla hatırladım. Onlarla yatmış olabilir miydi?
-Çantayı geri ver, paranı al, git. Harika bir kızla nişanlanmak üzeresin, dedim kendime. Dışarıya, Nişantaşı Meydanı na doğru bakıyordum, ama az sonra Füsun un rüya gibi görüntüsü dumanlı vitrinde hayalet gibi yansıdı.
Elbise deneyen kadın hiçbir şey almadan oflaya puflaya çıkınca, Füsun etekleri katlayıp yerleştirmeye başladı.
-Dün akşam sizi kaldırımda gördüm, dedi çekici ağzını bütün yüzüne yayarak. Tatlılıkla
gülümseyince, dudaklarını hafif pembe bir rujla boyadığını fark ettim. Misslyn marka, basit, yerli malı ruj o zamanlar çok popülerdi, ama onda tuhaf bir etki yapmıştı.
-Bizi ne zaman gördün? diye sordum.
-Akşamüstü. Siz Sibel Hanımlaydınız. Ben karşı kaldırımdaydım. Yemeğe mi gidiyordunuz?
-Evet.
-Birbirinize çok yakışıyorsunuz! dedi gençlerin mutluluğunu görmekten zevk alan kimi mutlu ihtiyarlar gibi.
Sibel i nereden tanıdığım sormadım.
-Bizim sizden küçük bir ricamız var, dedim. Çantayı çıkarınca bir utanç ve telaş duydum.
-Bunu geri vermek istiyorum.
-Tabii, değiştirelim. Size bu şık eldiveni vereyim ya da Paris ten yeni gelmiş bu şapkayı. Sibel Hanım çantayı beğenmedi mi?
-Değiştirmeyelim, dedim utançla.
-Parayı geri almak istiyoruz. Yüzünde bir şaşkınlık gördüm, neredeyse bir korku.
-Neden? diye sordu.
-Bu çanta gerçek bir Jenny Colon değilmiş, sahteymiş, diye fısıldadım.
-Nasıl!
-Ben anlamam böyle şeylerden, dedim çaresizlikle.
-Burada böyle bir şey olmaz! dedi sertçe.
-Paranızı hemen mi istiyorsunuz?
-Evet! Yüzünde yoğun bir acı ifadesi belirdi. Allahım, diye düşündüm, niye şu çantayı çöpe atıp Sibel e parasını geri aldığımı söylemeyi akıl edemedim!
-Bakın bunun sizinle ya da Şenay Hanım la hiç ilgisi yok. Avrupa da moda olan her şeyin sahtesini, taklidini biz Türkler maşallah hemen yapıveriyoruz, deyip gülümsemeye çalıştım.
-Benim için bizler için mi demeliydimbir çantanın insanın işini görmesi, bir kadının eline yakışması yeterlidir. Markası, kimin yaptığı, orijinal olması filan değil. Ama o da benim gibi sözlerime inanmıyordu.
-Hayır, size parasını iade edeceğim, dedi sertçe. Kaderime razı, kabalığımdan utanır bir havayla önüme bakıp sustum.
Gene de bu utanç anının yoğunluğuna rağmen Füsun un yapması gereken şeyi yapamadığını, bir tuhaflık olduğunu hissettim. Füsun, kasaya içinde cinler olan büyülü bir eşyaymış gibi bakıyor, yaklaşamıyordu bir türlü. Kıpkırmızı olan yüzünün buruştuğunu, gözlerinde yaşlar biriktiğini görünce telaşa kapıldım, ona doğru iki adım attım.
Hafif hafif ağlamaya başlamıştı. Nasıl oldu hiçbir zaman tam hatırlayamadım, ona sarıldım. O da başını göğsüme yaslayıp ağladı.
-Affedersin Füsun, diye fısıldadım. Yumuşak saçlarını, alnını okşadım.
-Unut lütfen bunu. Sahte çıkmış bir çanta sonunda. Bir çocuk gibi iç çekti, biriki hıçkırdı, gene ağladı. Uzun güzel kollarına, gövdesine dokunmak, göğüslerini hissetmek, onu öylece bir an tutmak başımı döndürmüştü: Belki de ona her dokunuşumda içimde yükselen isteği kendimden gizlemek için, onu yıllardan beri tanıyormuşum, birbirimize aslında çok yakınmışız yanılsaması uyanıverdi içimde. Gönlü alınması zor, tatlı, kederli ve güzel kız kardeşimdi o benim! Bir an, belki de uzaktan akraba olduğumuzu bildiğim için kolunun bacağının uzunluğu, ince kemik yapısı ve omuzlarının kırılganlığı yüzünden gövdesinin benimkine benzediğini hissettim. Kız olsaydım, on iki yaş küçük olsaydım, benim vücudum da böyle bir şey olurdu işte.
-Üzülecek hiçbir şey yok, dedim uzun san saçlarını okşarken.
-Kasayı açıp size paranızı geri veremem, diye açıkladı.
-Çünkü Şenay Hanım öğle tatilinde evine giderken, kasayı kilitleyip anahtarı da yanma alıyor. Bu gücüme gidiyor. Başını göğsüme dayayarak yeniden ağladı. Güzelim saçlarını özenle, şefkatle okşuyordum.
-Ben burada insan tanımak, vakit geçirmek için çalışıyorum, para için değil, dedi hıçkırıklar arasında.
-Para için de çalışabilir insan, dedim aptalca, duygusuzca.
-Evet, dedi mahzun bir çocuk gibi.
-Babam emekli öğretmen… İki hafta önce on sekiz yaşımı bitirdim, onlara yük olmak da istemedim. İçimde kıvranarak başkaldıran cinsel hayvandan korktum ve elimi saçlarından çektim. Hemen o da anladı bunu, toparlandı, birbirimizden uzaklaştık.
-Lütfen ağladığımı kimseye söylemeyin, dedi gözlerini ovuşturduktan sonra.
-Söz, dedim.
-Yemin ediyorum, biz sırdaşız Füsun… Gülümsediğini gördüm.
-Çantayı bırakayım şimdi, dedim.
-Parasını almaya sonra gelirim.
-Çanta kalsın isterseniz, ama parası için siz gelmeyin, dedi.
-Şenay Hanım
-bu taklit değir diye tutturur, üzer sizi.
-O zaman başka bir şeyle değiştirelim.
-Ona da artık ben razı olamam, dedi gururlu ve alıngan bir kız havasıyla.
-Hayır, hiç önemli değil, diye araya girdim.
-Ama benim için önemli, dedi kararlılıkla.
-Dükkâna geldiğinde, ben Şenay Hanım dan çantanın parasını alırım.
-O kadının seni daha fazla üzmesini hiç istemem, diye cevap verdim.
-Hayır, ben şimdiden bir yolunu buldum, dedi belli belirsiz gülümseyerek.
-Ona çantanın aynısının Sibel Hanımda olduğunu, bu yüzden iade ettiğinizi söyleyeceğim. Olur mu?
-İyi fikir, dedim.
-Ben de Şenay Hanım a böyle derim.
-Hayır, siz hiçbir şey söylemeyin ona, dedi Füsun kararlılıkla.
-Çünkü hemen ağzınızdan laf almaya girişir. Dükkâna da gelmeyin artık. Ben parayı Vecihe Teyzeye bırakırım.
-Aman annemi hiç karıştırmayalım bu işlere, pek meraklıdır.
-Paranızı nereye bırakayım o zaman? dedi Füsun kaşlarını kaldırarak.
-Teşvikiye Caddesi 131 numarada Merhamet Apartmanında annemin bir dairesi vardır, dedim.
-Amerika ya gitmeden önce orada kapanıp ders çalışır, müzik dinlerdim. Arka bahçeye bakan çok güzel bir yer… Şimdi de her öğleden sonra işten çıkıp iki ile dört arasında orada kapanıp kendi kendime çalışıyorum.
-Tabii. Oraya getireyim paranızı. İçeride kaç numara?
-Dört, dedim fısıldar gibi. Giderek solan üç kelime daha ağzımdan zorlukla çıktı.
-İkinci kat. Allahaısmarladık. Çünkü kalbim durumu hemen kavramış, deli gibi hareketlenmişti. Kendimi dışarı atmadan önce bütün gücümü toplayıp her şey olağanmış gibi son bir bakış attım ona. Sokağa çıkar çıkmaz içimi saran utanç ve pişmanlık duygusu mutluluk hayalleriyle karışınca, öğle vakti aşırı bahar sıcağında Nişantaşı nın kaldırımları bana sihirli bir şekilde sapsarı gözükmeye başladı. Ayaklarım beni gölgelerden, vitrinleri korumak için açılmış mavili beyazlı kaim şeritli tentelerin ve saçakların altından yürütüyordu ki, bir vitrinde sapsan bir sürahi gördüm ve bir içgüdüyle içeri girip satın aldım. Gelişigüzel satın alınmış eşyaların başına gelenin tersine, san sürahi önce annemle babamın, sonra annemle benim soframızda, yirmiye yakın yıl hakkında hiç konuşulmadan durdu. Akşam yemeklerinde hayatın beni içine ittiği ve annemin sessizlikle yan azarlayıcı yan kederli bakışlarıyla yüzüme vurduğu mutsuzluğumun başlangıç günlerini, san sürahinin kulpunu her tutuşumda hatırlardım.
Öğleüstü beni karşısında görünce hem sevinen hem de
-hayrola? der gibi bakan annemi öptüm. Sürahiyi aklıma esiverdiği için aldığımı söyledim ve
-Bana Merhamet Apartmanındaki dairenin anahtarım versene, diye ekledim.
-Bazan yazıhane o kadar kalabalık oluyor ki, çalışamıyorum. Bir bakayım orası uygun mu? Gençliğimde orada kapanıp iyi çalışırdım. Annem
-Toz içindedir orası, dedi, ama kırmızı kurdeleyle bağlanmış sokak kapısı anahtarıyla, daire anahtarını odasından hemen getirdi.
-Kırmızı çiçekli Kütahya vazoyu hatırlıyor musun? dedi anahtarı verirken.
-Evde bulamıyorum, bak bakalım oraya mı götürmüşüm? O kadar da çok çalışma… Babanız bütün haya tınca çalıştı, siz çocuklar keyfinize bakın, mutlu olun diye. Sibel le gez, baharın tadını çıkarın, eğlenin. Anahtarı elime koyarken
-Dikkat et, dedi esrarengiz bir bakışla. Çocukluğumuzda da, annem bu bakışla baktığında, hayatın içinden gelecek ve anahtar emanet etmekten daha derin ve belirsiz bir tehlikeyi ima ederdi. 7. MERHAMET APARTMANI Annem Merhamet Apartmanı ndaki daireyi bundan yirmi yıl önce, biraz yatırım yapmak, biraz da arada bir gidip kafasını dinleyip oyalanacağı bir yer olsun diye almış; ama kısa sürede, burasını modasının geçtiğine karar verdiği eski eşyaları ve yeni satın alıp hemen bıktığı şeyleri attığı bir yer olarak kullanmaya başlamıştı. Çocukluğumda, iri servi ve kestane ağaçlarının gölgelediği, çocukların futbol oynadığı arka bahçesini sevdiğim apartmanın adını eğlenceli bulur, bu adın annemin anlatmaktan hoşlandığı hikâyesini severdim.
1934 te Atatürk ün bütün Türk milletine soyadı almasını şart koşmasından sonra, İstanbul da yeni yapılan pek çok binaya aile adlan verilmeye başlanmıştı. O zamanlar İstanbul da sokak adları ve numaraları tutarlı olmadığı ve tıpkı Osmanlı döneminde olduğu gibi, büyük ve zengin aileler, içinde hep birlikte oturdukları büyük konaklarla, binalarla özdeşleştirildikleri için bu yerindeydi. Hikâyemde sözünü edeceğim pek çok zengin ailenin kendi adını taşıyan bir apartmanı vardır. Aynı yılların bir başka eğilimi, binalara yüce ilkelerin, değerlerin adlarını vermekti; ama annem yaptırdıkları apartmana
-Hürriyet ,
-İnayet ,
-Fazilet gibi adlar verenlerin, aslında bütün hayatlarını bu değerleri çiğneyerek geçirmiş kişiler arasından çıktığını söylerdi. Merhamet Apartmanını, Birinci Dünya Savaşı sırasında şeker ticareti yapan karaborsacı yaşlı bir zengin, vicdan azabıyla yaptırmaya başlamıştı.
Adamın apartmanını vakfedip gelirini fakirlere dağıtacağını anlayan iki oğlu birinin kızı ilkokulda sınıf arkadaşımdı, babalarının bunadığını doktor raporuyla kanıtlayıp onu düşkünler evine atmışlar, binaya el koymuşlar, ama çocukluğumda benim tuhaf bulduğum adını değiştirmemişlerdi.
Ertesi gün, 30 Nisan 1975 Çarşamba saat iki ile dört arasında Merhamet Apartmanındaki dairede Füsun u bekledim, ama gelmedi. Kalbim hafifçe kırılmış, kafam karışmıştı; yazıhaneye dönerken derin bir huzursuzluk hissediyordum. Ertesi gün daireye sanki huzursuzluğumu yatıştırmak için yeniden gittim. Ama Füsun gene gelmedi. Havasız odalarda annemin oraya bırakıp unuttuğu eski vazolar, elbiseler, tozlar içindeki eski eşyalar arasında çocukluğumun ve gençliğimin unuttuğumu bile bilmediğim pek çok hatırasını babamın acemice çektiği eski fotoğrafları tek tek görüp hatırlıyor, eşyaların bu gücü sanki huzursuzluğumu yatıştırıyordu.
Ertesi gün Satsat ın Kayseri bayii ve askerlik arkadaşım Abdülkerim ile Beyoğlu ndaki Hacı Arifin lokantasında öğle yemeği yerken, iki gün üst üste boş daireye gidip Füsun u beklememi utanç içinde hatırladım. Füsun u, sahte çantayı, her şeyi utançla unutmaya karar verdim. Ama yirmi dakika sonra saatime bir daha baktım, Füsun un belki de o anda çantanın parasını iade etmek için Merhamet Apartmanı na doğru yürüdüğünü hayal ettim ve Abdülkerim e bir yalan atıp yemeği hızla bitirerek Merhamet Apartmanı na koştum.
Apartmana girdikten yirmi dakika sonra, Füsun kapıyı çaldı. Yani kapıyı çalan Füsun olmalıydı. Kapıya yürürken, dün gece rüyamda ona kapıyı açtığımı gördüğümü hatırladım.
Elinde bir şemsiye vardı. Saçları ıslaktı. Üzerinde san puantiyeli bir elbise.
-Aa, artık beni unuttun zannediyordum. Gir içeri.
-Rahatsız etmeyeyim, dedi.
-Parayı vereyim, gideyim. Üzerinde Üstün Başarı Dersanesi yazan, kullanılmış bir zarf vardı elinde, ama almadım. Omzundan tutup onu içeri çektim ve kapıyı kapadım.
-Çok yağıyor, diye attım kafadan, aslında yağmuru fark etmemiştim.
-Otur biraz, boşuna ıslanma. Çay yapıyorum, ısınırsın. Mutfağa gittim.
Geri döndüğümde, Füsun annemin eski eşyalarına, antikalara, biblolara, toz içindeki saatlere, şapka kutularına, ıvır zıvıra bakıyordu. Onu rahatlatmak için, araya şakalar sıkıştırarak annemin bu eşyaları Nişantaşı nın, Beyoğlu nun son moda dükkânlarından, dağılan paşa konaklarından, yarısı yanmış yalılardan, antikacılardan, hatta boşaltılmış tekkelerden ve Avrupa seyahatlerinde gittiği çeşit çeşit dükkândan bir hevesle alıp biraz kullandıktan sonra, buraya yollayıp tamamen unuttuğunu anlattım. Bir yandan da naftalin ve toz kokan dolapları açıp içindeki top top kumaşları, çocukluğumuzda ikimizin de bindiği üç tekerlekli bir bisikleti, bizim eskilerimizi annem yoksul akrabalara dağıtırdı bir lazımlığı, annemin
-Bak bakayım, orada mıymış? dediği kırmızı çiçekli Kütahya vazoyu, sonra onun kutu kutu şapkalarını gösteriyordum.
Kristal bir şekerlik, bize eski bayram yemeklerini hatırlattı. Çocukluğunda bayram sabahlan Füsun annebabasıyla bize ziyarete geldiğinde akide, badem şekeri, badem ezmesi, hindistancevizli aslan şekeri ve lokumdan bir karışım bu şekerlik içinde ikram edilirdi.
-Bir kurban bayramında sizinle sokağa çıkmış, sonra arabayla gezmiştik, dedi Füsun gözleri parlayarak.
Gezimizi hatırladım:
-O zamanlar çocuktun, dedim.
-Şimdi çok güzel, çok çekici bir genç kız olmuşsun.
-Teşekkür ederim. Artık gideyim.
-Daha çayını içmedin. Yağmur da dinmedi. Onu balkon kapısının önüne çektim, tülü hafifçe araladım.
Yeni bir mekâna, bir eve ilk defa gelmiş çocukların, hayatın sillesini daha yemediği için hâlâ her şeye karşı meraklı ve açık kalabilen genç insanların yapabildiği gibi pencereden dışarıya ilgiyle baktı. Ensesine, boynuna, yanaklarını o kadar çekici yapan tenine, teninin üzerindeki uzaktan fark edilmeyen sayısız küçük bene anneannemin de tam burasında kocaman bir et beni yok muydu? bir an istekle baktım. Elim sanki bir başkasının eliymiş gibi kendiliğinden uzanıp saçlarına takılı tokayı tuttu. Dört tane mine çiçeği vardı tokanın üzerinde.
-Saçların çok ıslanmış.
-Dükkânda ağladığımı kimseye söylediniz mi?
-Hayır.
Ama neden ağladığını da çok merak ettim.
-Niye?
-Seni çok düşündüm, dedim.
-Çok güzelsin, çok başkasın.
Küçük, şeker, esmer bir kız çocuğu olarak seni çok iyi hatırlıyorum. Ama bu kadar güzelleşeceğin benim de aklıma gelmezdi. iltifata alışmış güzel ve terbiyeli kızların yaptığı gibi ölçülü bir şekilde gülümserken, kaşlarını da kuşkuyla kaldırdı. Bir sessizlik oldu. Benden bir adım uzaklaştı.
-Şenay Hanım ne dedi? diyerek konuyu değiştirdim.
-Çantanın sahte olduğunu kabul etti mi?
-Sinirlendi. Ama çantayı bıraktığınızı, parayı istediğinizi anlayınca, işi büyütmek istemedi
Benim de konuyu unutmamı istedi. Çantanın sahte olduğunu biliyordu sanırım. Buraya geldiğimi bilmiyor. Öğle vakti gelip paranızı aldığınızı söyledim ona. Şimdi gitmeliyim.
-Çay içmeden olmaz! Mutfaktan çayını getirdim. Çayı hafifçe üfleyerek soğutuşunu, sonra yudum yudum dikkatle ve aceleyle içişini seyrettim. Hayranlık ile utanç, şefkat ile sevinç arasında bir duyguyla… Elim kendiliğinden uzandı ve saçlarını okşadı. Başımı yüzüne yaklaştırdım, gerilemediğini görünce dudağının kenarından bir an öptüm. Kıpkırmızı oldu. iki eli sıcak çay fincanıyla meşgul olduğu için kendini benden koruyamamıştı. Bana hem kızmıştı hem de aklı karışmıştı, bunu da hissettim.
-Öpüşmeyi çok severim, dedi gururla.
-Ama şimdi, sizinle tabii hiç olmaz.
-Çok öpüştün mü? dedim beceriksizce çocuksu olmaya çalışarak.
-Öpüştüm tabii. Ama o kadar. Erkeklerin aslında ne yazık ki hep aynı olduğunu bana hissettiren bir bakışla odaya, eşyalara, kötü niyetle yarım yapılmış gözükmesini istediğim kenardaki mavi çarşaflı yatağa son bir bakış attı. Kafasında durumu özetlediğini gördüm; ama aklıma, belki de utançtan, oyunu sürdürecek hiçbir şey gelmedi.
Bir dolapta gözüme çarpan turistler için üretilmiş bu fesi şirinlik olsun diye sehpanın üzerine koymuştum. Para dolu zarfı ona yasladığını odada gözlerimi gezdirirken fark ettiğimi gördü, ama gene de
-Zarfı oraya bıraktım, dedi.
-Çayını içmeden gidemezsin.
-Geç kalıyorum, dedi, ama gitmedi.
Çayımızı içerken, akrabalardan, çocukluğumuzdan, ortak hatıralarımızdan kimseyi iğnelemeden, kötülemeden söz ettik. Annesinin çok saygısı olduğunu söylediği annemden hep korkarlardı, ama çocukluğunda ona en çok da annem ilgi göstermiş, dikişe geldiklerinde oynasın diye bizim oyuncaklarımızı, Füsun un sevdiği ve bozmaktan korktuğu kurmalı köpekle tavuğu vermiş, güzellik yarışmasına kadar her yıl doğum günlerinde şoför Çetin Efendi yle ona hediyeler yollamıştı: Bir kaleydeskop vardı mesela hâlâ sakladığı… Annem ona bir elbise yollarsa hemen küçülmesin diye birkaç beden büyüğünü alırdı. Bu yüzden ancak bir yıl sonra giyebildiği iri çengelli iğneli bir İskoç eteği vardı; onu o kadar sevmişti ki, daha sonra moda olmadığı halde mini etek olarak giymişti. O etekle onu bir keresinde Nişantaşı nda gördüğümü söyledim. înce beline, güzel bacaklarına gelen konuyu hemen değiştirdik. Kafadan çatlak bir Süreyya Dayı vardı. Almanya dan her gelişinde artık birbirinden kopmakta olan ailenin bütün kanatlarını tek tek törenle ziyaret eder, herkes onun sayesinde birbirinden haberdar olurdu.
-Birlikte araba gezintisine çıktığımız o kurban bayramı sabahında, evde Süreyya Dayı da vardı, dedi Füsun heyecana kapılarak. Hızla yağmurluğunu giydi. Şemsiyesini aramaya başladı. Bulamıyordu, çünkü mutfağa gidiş gelişlerimde, kaşla göz arasında şemsiyeyi girişteki aynalı dolabın arkasına atmıştım.
-Nereye koyduğunu hatırlamıyor musun? dedim onunla birlikte ve daha sıkı bir şekilde şemsiyeyi ararken.
-Buraya bırakmıştım, dedi masumca, aynalı dolabı gösterdi.
Birlikte bütün daireyi ararken, saçma denecek yerlere bile bakarken, ona magazin basınının gözde deyimiyle
-boş vakitlerinde ne yaptığım sordum. Geçen sene puanı istediği bölümü tutmadığı için üniversiteye girememişti. Şimdi Şanzelize Butik ten geri kalan vakitlerinde, üniversite sınavına hazırlanmak için Üstün Başarı Dersanesi ne gidiyordu. Üniversite sınavına bir buçuk ay kaldığı için çok çalışıyordu.
-Hangi bölümü istiyorsun?
-Bilmiyorum, dedi biraz utanarak.
-Aslında konservatuvara girip oyuncu olmak isterdim.
-O dersanelerde boşu boşuna geçer vakit, hepsi birer ticarethane, dedim.
-Zorlandığın konular varsa, özellikle matematik, buraya gel, ben her öğleden sonra burada kapanıp bir süre çalışıyorum. Sana çabucak gösteririm.
-Başka kızlara da matematik gösteriyor musun? dedi. Aynı alaycı ifadeyle kaşları yukarı kalktı.
-Başka kızlar yok.
-Sibel Hanım bizim dükkâna geliyor. Çok güzel, çok hoş bir kadın. Ne zaman evleneceksiniz?
-Bir buçuk ay sonra nişanlanıyoruz. Bu şemsiye olur mu peki? Annemin Nice ten aldığı yazlık şemsiyeyi gösterdim. Elinde o şemsiyeyle dükkâna tabii ki dönemeyeceğini söyledi. Üstelik artık buradan çıkmak istiyordu ve şemsiyesini bulup bulmamak da o kadar önemli değildi.
-Yağmur dinmiş, dedi sevinçle. Kapıdayken onu bir daha hiç göremeyeceğimi telaşla hissettim.
-Lütfen, bir daha gel ve yalnızca çay içelim, dedim.
-Kızmayın Kemal Ağabey, ama bir daha gelmek istemiyorum. Gelmeyeceğimi de biliyorsunuz. Merak etmeyin, beni öptüğünüzü kimseye söylemem.
-Şemsiye ne olacak?
-Şemsiye Şenay Hanım ın ama kalsın, dedi ve duygusallığı eksik olmayan, acele bir hareketle beni yanağımdan öpüp gitti. 8. İLK TÜRK MEYVELİ GAZOZU O günlerin mutlu,
neşeli ve rahat havasını ve iyimserliğimizi hatırlatan ilk Türk meyveli gazozu Meltem in gazete ilanlarını, reklam filmlerini ve çilekli, şeftalili, portakallı ve vişneli ürünlerini sergiliyorum burada. Zaim o akşam Ayaspaşa daki manzaralı dairesinde, Meltem gazozunun çıkışını kutlamak için büyük bir davet veriyordu. Bütün bir arkadaş grubu gene buluşacaktık. Sibel benim genç zengin arkadaşlarımın arasına girmekten memnundu, Boğaz da kotra gezintilerinden, sürpriz doğum günü partilerinden, kulüplerdeki eğlencelerden gece yarısı hep birlikte arabalara binip sokak sokak İstanbul u gezmelerimizden çok mutluydu, arkadaşlarımın çoğunu seviyordu, ama Zaim den hoşlanmıyordu. Zaim in fazla gösteriş meraklısı, fazla çapkın ve
-bayağı olduğunu söylüyor, verdiği davetlerin sonunda
-sürpriz diye dansöz çağırıp göbek attırmasını, Playboy amblemli çakmağıyla kızların sigaralarını yakmasını çok
-banal buluyordu. Sibel, Zaim in asla evlenmeyeceği küçük artistlerle, mankenlerle Türkiye de o günlerde yeni ortaya çıkan şüpheli bir meslek sırf evlenmeden yattıkları için maceralar yaşamasından da hiç hoşlanmıyor, doğru düzgün kızlarla hiç sonuçlanmayacak ilişkiler kurmasını da sorumsuzca buluyordu. Bu yüzden telefonda akşam davete gidemeyeceğimi, kırıklığım olduğunu, çıkamayacağımı söyleyince, Sibel in hayal kırıklığına uğramasına şaştım.
-Meltem gazozu reklamında oynayan, gazetelere çıkan Alman manken de gelecekmiş! dedi Sibel.
-Hep Zaim in bana kötü örnek olacağını söylersin…
-Zaim in davetine gitmiyorsan, gerçekten hasta olmalısın, merak ettim şimdi. Gelip seni göreyim mi?
-Boş ver. Annemle Fatma Hanım bakıyorlar. Yarına geçer. Elbiselerimle uzandığım yatakta Füsun u düşündüm ve onu unutmaya, hayatımın sonuna kadar bir daha hiç görmemeye karar verdim.9. F Ertesi gün, 3 Mayıs 1975 günü saat iki buçukta, Füsun Merhamet Apartmanı na geldi ve hayatında ilk defa
-sonuna kadar giderek benimle sevişti. Ben o gün daireye onunla buluşma hayaliyle gitmemiştim. Yıllar sonra başımdan geçenleri hikâye ederken, bu son sözümün doğru olamayacağını ben de düşünüyorum, ama o gün gerçekten Füsun un geleceği aklımda hiç yoktu… Aklımda Füsun un önceki günkü sözleri, çocukluk eşyaları, annemin antikaları, eski saatler, üç tekerlekli bisiklet, loş dairenin tuhaf ışığı, toz ve eskimişlik kokusu, yalnız kalma ve arka bahçeye bakma isteği vardı… Bunlar beni yeniden oraya çekmiş olmalı. Önceki günkü buluşmamızı bir daha düşünmek, yeniden yaşamak, Füsun un kullandığı çay bardaklarını temizleyip kaldırmak, annemin eşyalarını toplayıp ayıbımı unutmak da vardı aklımda… Eşyaları toplarken, babamın çektiği ve arka odanın içinden yatağı, pencereyi ve bahçeyi gösteren bir fotoğraf buldum, odanın yıllardır hiç değişmediğini hatırladım… Kapı çalınca
-annem diye düşündüğümü hatırlıyorum.
-Şemsiyeyi almaya geldim, dedi Füsun. çeri girmiyordu.
-Girsene, dedim. Bir an durdu. Kapıda dikilmenin nezaketsiz olacağını hissederek içeri girdi. Arkasından kapıyı kapadım. Belini daha da ince gösteren kalın tokalı bu beyaz kemeri takmış ve ona çok yakışan koyu pembe ve beyaz düğmeli bu elbiseyi giymişti. İlk gençlik yıllarımda güzel ve esrarlı bulduğum kızların yanında, ancak samimi olursam huzur bulabilmek gibi bir zayıflığım vardı. Otuz yaşımda bu içtenlik ve saflıktan kurtuldum zannediyordum, yanılıyormuşum: Şemsiyen burada, deyiverdim. Ve aynalı dolabın arkasına uzanıp, oradan şemsiyeyi çıkardım. Daha önce onu oradan neden almadığımı kendime sormadım bile.
-Buraya nasıl düşmüş?
-Düşmedi aslında. Sen hemen gitme diye dün saklamıştım. Bir an gülümsemekle kaşlarını çatmak arasında kararsız kaldı. Elinden tutup çay yapma bahanesiyle onu mutfağa çektim. Mutfak toz ve nem kokuyordu, loştu. Orada, her şey hızla ilerledi ve kendimizi tutamayıp öpüşmeye başladık. Az sonra ise, uzun uzun ve hırsla öpüşüyorduk. Öpüşmeye kendini o kadar vermiş, kollarını boynuma öyle bir sarıp gözlerini öylesine sıkı kapamıştı ki,
-sonuna kadar sevişebileceğimiz! hissettim.
Ama bakire olduğuna göre bu imkânsızdı. Öpüşürken, bir ara Füsun un hayatının bu önemli kararını verdiğini, benimle buraya
-sonuna kadar gitmek için geldiğini hissettim. Ama bu yalnız yabancı filmlerde olurdu. Burada bir kızın durup dururken bunu yapması tuhaf geliyordu bana. Belki de zaten bakire değildi…
Öpüşe öpüşe mutfaktan çıktık, yatağın kenarına oturduk ve çok fazla nazlanmadan, ama hiç göz göze de gelmeden elbiselerimizin çoğunu çıkarıp battaniyenin içine girdik. Battaniye fazla kalındı, üstelik çocukluğumdaki gibi tenime batıyordu, bir süre sonra onu attım ve yan çıplak halimiz ortaya çıktı. İkimiz de ter içindeydik, ama bu nedense bizi rahatlatmıştı. Çekili perdelerin arasından içeriye sarımsı, turuncumsu bir güneş ışığı vuruyor, terli gövdesini daha da bronz rengi gösteriyordu. Benim ona baktığım gibi, şimdi Füsun un da benim gövdeme bakabilmesi, vücudumun irileşip iyice belirginleşmiş olan edepsiz kısmına gözlerini yakından dikip telaşa kapılmadan, fazla garipsemeden ve hatta istek kadar belli belirsiz bir şefkat de duyarak sükunetle seyretmesi, daha önce başka erkekleri de başka yataklarda, divanlarda, araba koltuklarında çıplak gördüğü kanısını bende kıskançlıkla uyandırdı.
İkimiz de, her makul aşk hikâyesinde bence yaşanması gereken bu zevk ve istek oyununun kendiliğinden gelişen müziğine kendimizi bıraktık. Ama bir süre sonra birbirimizin gözlerinin içine dikilen endişeli bakışlarımızdan, önümüzde yapmamız gereken zor bir iş olduğunu düşündüğümüz ortaya çıktı.
Füsun müzemizin ilk eşyası olarak tekini sergilediğim küpelerini çıkarıp kenardaki sehpaya dikkatle koydu. Bunu tıpkı denize girmeden önce gözlüklerini çıkaran aşırı miyop bir kızın görev duygusuyla yapması, gerçekten ilk defa sonuna kadar gidebileceğimizi düşündürdü
bana. O yıllarda gençler üzerlerinde adlarının baş harfleri olan künyeler, kolyeler, bilezikler takarlardı; küpelere hiç dikkat etmedim. Füsun un tek tek elbiselerinden sonra, aynı kararlılıkla küçük külodunu çıkarması da bana aynı şeyi, benimle sonuna kadar sevişeceğini düşündürdü. O yıllarda sonuna kadar gitmek istemeyen kızlar, külotlarını mayonun altı gibi üzerlerinde bırakırlardı, hatırlıyorum.
Badem kokulu omuzlarını öptüm, kadife kıvamındaki terli boynuna dilimle dokundum ve göğüslerinin, daha güneşlenme mevsimi başlamamasına rağmen, sağlıklı Akdeniz teninden bir derece daha açık renk olduğunu görünce ürperdim. Romanımızın bu kısmını okutan lise öğretmenleri endişeye kapıldıysa, öğrencilerine şu bir sayfayı atlamalarını önerebilirler. Müze gezen meraklı ise, eşyaları seyretsin lütfen ve benim yapmam gereken şeyi, öncelikle hüzünlü ve korkulu gözleriyle bana bakan Füsun için; sonra ikimiz için; çok az da kendi zevkim için yaptığımı düşünsün yeter. Sanki ikimiz birlikte hayatın bizi mecbur kıldığı bir zorluğu iyimserlikle aşmaya çalışıyorduk. Bu yüzden ona yüklenirken, onu zorlarken söylediğim tatlı sözler arasında,
-Canın yanıyor mu canım? diye sordukça, gözlerini gözlerime dikmiş olduğu halde bana hiç cevap vermemesini yadırgamadım ve sustum. Çünkü çok derinlerden bütün gövdesinin ince ince ve kırılganlıkla titrediğini ayçiçeklerinin belli belirsiz bir rüzgârda hafifçe titrediğini düşünün, ona en çok yaklaştığım noktadan kendi acım gibi hissediyordum.
Benden kaçırdığı ve kimi zaman bir doktor dikkatiyle gövdesinin alt taraflarına yönelttiği gözlerinden kendini dinlediğini ve hayatta ilk defa yaşamakta olduğu ve bir kere yaşayacağı şeyi de tek başına yaşamak istediğini anlamıştım. Benim de yapmakta olduğum şeyi bitirmem, bu zor yolculuktan rahatlamış olarak çıkabilmem için bencilce kendi zevkimi düşünmem gerekiyordu. Böylece bizi birbirimize bağlayacak zevkleri daha derinden hissetmek için onları kendi kendimize yaşamamız gerektiğini ikimiz de içgüdülerimizle keşfettik; bir yandan birbirimize güçle, acımasızca, hatta hırsla sarılırken, diğer yandan da birbirimizi sırf kendi zevkimiz için kullanmaya başladık. Füsun un sırtıma geçen parmaklarında, denize giren o miyop ve masum kızın yüzme öğrenirken bir anda boğulacağını sandığı zaman yardıma yetişen babasına bütün gücüyle sarılırken hissettiği ölüm korkusuna benzer bir şeyler vardı. On gün sonra gözlerini kapayıp bana sarılırken, aklının ona hangi filmi gösterdiğini sorduğumda,
-Ay çiçekleriyle kaplı bir tarla görüyordum, dedi bana.
Sonraki günlerde, sevişmelerimize neşeli cıvıltıları, bağrışmaları ve küfürleşmeleriyle hep eşlik edecek futbol oynayan çocuklar, o gün, ilk defa seviştiğimiz saatlerde Hayrettin Paşa nın yıkıntı konağının eski bahçesinde gene bağırıp küfürleşerek top oynuyorlardı. Çocukların bağrışmaları bir ara kesilince Füsun un birkaç utangaç çığlığı, benim de kendimi koyuverme isteğiyle çıkardığım biriki mutlu inlemem dışında, oda olağanüstü bir sessizliğe büründü. Uzaktan Nişantaşı Meydanındaki trafik polisinin düdüğü, araba kornaları, çiviye vuran bir çekicin sesi duyuluyordu: Bir çocuk bir konserve kutusuna tekme attı, bir martı çığlık attı, bir fincan kırıldı, çınar ağaçlarının yapraklan belli belirsiz bir rüzgârla hışırdadı.
İşte bu sessizlik içinde birbirimize sarılmış yatıyorduk ve ikimiz de kanlanmış çarşaf, çıkarılmış elbiseler, çıplak gövdelerimize alışmak gibi ilkel toplum ritüellerini, antropologların anlayıp sınıflamak istedikleri utanç verici ayrıntıları aklımızdan çıkarmak istiyorduk. Füsun bir süre sessizce ağlamıştı. Benim teselli sözlerime pek kulak vermemişti. Bunu hayatının sonuna kadar hiç unutamayacağını söylemiş, gene biraz ağlamış, sonra susmuştu Yıllar sonra hayat beni kendi yaşadıklarımın antropologu durumuna düşüreceği için, uzak ülkelerden getirdikleri kap kaçağı, eşya ve aletleri sergileyerek hayatlarına ve hayatlarımıza bir anlam vermeye çalışan bu tutkulu kişileri küçümsemek istemem hiç. Ama
-ilk sevişme nin izlerine ve eşyalarına gösterilecek aşırı bir dikkat, Füsun ile benim aramda gelişen yoğun şefkat ve şükran duygularını anlamaya engel olabilir. Bu yüzden yatakta birbirimize sessizce sarılmış yatarken, on sekiz yaşındaki sevgilimin benim otuz yaşındaki tenimi aşkla okşayışındaki özeni göstermek için, Füsun un o gün çantasından hiç çıkmayan, ama özenle katlanmış çiçek desenli bu pamuklu mendili sergiliyorum burada. Daha sonra Füsun un sigara içerken masanın üzerinde bulup oynadığı annemin bu kristal hokka ve yazı takımı, aramızdaki şefkatin incelik ve kırılganlığına işaret olsun. Giyinirken iri kalın tokasını tutup erkekçe bir gurura kapıldığım için bir suçluluk duymama yol açan o zamanların modası kalın erkek kemeri de, cennetten çıkma o çıplak halimizden sıyrılıp giyinmenin, kirli ve eski dünyada göz gezdirmenin bile ikimize de çok zor geldiğini anlatsın! Çıkmadan önce, Füsun a üniversiteye girmek istiyorsa, şu son bir buçuk ayda çok çalışması gerektiğini söyledim.
-Hayatım boyunca tezgâhtar kahrım diye mi korkuyorsun? diye sordu gülümseyerek.
-Tabii ki hayır… Ama seni imtihanından önce çalıştırmak isterim. Burada çalışırız. Hangi kitapları okuyorsunuz? Klasik mi, modern matematik mi?
-Lisede klasik okuduk. Ama dersanede ikisini de okutuyorlar. Çünkü cevap anahtarında ikisinin yeri aynı. Hepsi de kafamı karıştırıyor. Füsun ile ertesi gün aynı yerde matematik çalışmak için anlaştık. O gider gitmez Nişantaşı ndaki bir kitapçıdan lisede ve dersanede okuduğu matematik kitaplarını bulup aldım ve yazıhanede sigara içerek biraz karıştırınca, ona gerçekten yardım edebileceğimi anladım. Füsun a matematik öğretebileceğimi hayal etmek, o gün hissettiğim manevi yükü hemen hafifletti ve geriye aşırı bir mutluluk ve tuhaf bir gurur kaldı. Mutluluğu boynumda, burnumda, tenimde bir sızı gibi hissediyor, kendimden saklayamadığım gururu bir çeşit sevinç gibi yaşıyordum. Aklımın bir yanıyla, Füsun ile Merhamet Apartmanı nda daha pek çok kereler buluşup sevişeceğimizi sürekli düşünüyordum. Bunu ancak hayatımda olağanüstü bir şey yokmuş gibi yaparsam başarabileceğimi anlamıştım. 10. ŞEHİR IŞIKLARI VE MUTLULUK Akşam Sibel in lise arkadaşı Yeşim, Pera Palas ta nişanlanıyordu; herkes orada olacaktı, gittim. Sibel çok mutluydu, gümüş rengi parlak bir elbise ile üzerine örgü bir etol giymişti, bu nişanın bizimkine örnek olacağını düşündüğü için her şeyle ilgileniyor, herkese sokuluyor, sürekli gülümsüyordu.
Süreyya Dayı nın adını hep unuttuğum oğlu, beni Meltem gazozu reklamlarında oynayan Alman manken İnge ile tanıştırdığında, iki kadeh rakı içmiş, rahatlamıştım.
-Nasıl buldunuz Türkiye yi? diye sordum İngilizce.