Ferit, Ferid, it, id, t, d, t değil, d, fotenik, fonetik ve babasının kahkahaları; sonra annesi, bir ormanın karanlığında hangi ağacın arkasına saklandığını belli etmeden, maymuna benzer bir gölgenin üfürdüğü borazan biçiminde bir sazın geniş ağzından çıkan yeşil, turuncu, daha sonra kıpkırmızı alevden bir sesle acı acı haykırıyordu. Borazan ve maymun kayboldu. Sonra ormanla beraber sesin anneliği de kaybolurken, trene benzeyen bir gölge, hiç bir makine gürültüsü çıkarmadan hızla geçiyor ve haykırış, lokomotifin bacasından kara bir duman halinde yükseliyordu.
Ayaklarının şiddetli bir silkinişinden sonra, her şey karardı. Yalnız ışık benekleriyle dolu sisli bir derinlik içinde hiç bir şekle bağlı olmayan haykırış devam ediyordu.
Gözlerini açtı. Uyanma duygusunun etrafını pek az aydınlatan loş bir bilgi halesi içinde, sesin rüya bittikten sonra kesilmediğini yarım yamalak idrak etmeğe başlamıştı. Sağ yanındaki duvara değen dirseğinin ucundan yukarıya doğru yürüyen kireç soğukluğu, yokluğun içinden yavaş yavaş çıkan bir kolunu ona tamamıyla keşfettirdiği anda, nefsiyle dışarda bir madde arasındaki temasın delâletinden gelen taze bir idrak, bütün vücudunu mekân içinde tesis etmesini kolaylaştırdı ve bir derece daha uyandı. Karyola ile duvar arasına kaymış ve sıkışıp kalmış omuzunu, altında somya olmadığı için kamburlaşan şiltenin ortasına doğru zahmetle çekti, başını yastığın çukuruna yerleştirdi ve kulak verdi.
Haykırış, rüyadakinden daha yakın ve daha keskin, devam ediyordu. Henüz onu dolduran kelimelerle yeni uyanmış dikkat arasındaki temas ısınmadığı için, sesin terkibindeki açlığın mânâ unsurları silikti. Yavaş yavaş bazı kelimeler seçilebiliyordu. “Duvar mısın?” yahut “duyar mısın?”, “Çabuk”, “yürü”. Sonra, bütünü kavranamayan uzun cümleler arasında kısaları belirledi: “Çıldırtacaksın beni”, “saadetini de alamadın”, “sallanma, sallanma, çabuk!”
Odasının bir tahta bölme ile bitişik odadan ayrıldığını hatırlayıncaya kadar bu sesin oradan geldiğini anlayamadı. Şimdi iyice duyuyordu. Bir kadın sesiydi bu. İnce ve keskin, dikkati hemen kapan ve bırakmayan bir ses. Şiddeti eksilmeyen ve iniltiye doğru hiç bir ricat ümidi vermeyen bir ses. -Ne kadar annesini hatırlatıyor!- Ve acı, çok acı bir ses. Bir ses ki, şu tahta bölme gibi önüne çıkan her maddeyi bir tül kadar inceltip delik deşik ederken açtığı ince boşluklardan içeriye, cevheri örselenmeden, elenmiş bir halde giriyor. Rüyadakinin tıpkısı. Bir ses ki yapışkan ve sürekli. Hâlâ ayni şiddetle haykırıyor. Bir ses ki unutulmaz. Bir ses ki, bir ses ki, felâketli bir ömrün bütün zehirlerini, onların birikmesinde günahı olmayanların da içine doldurabilmek için, en küçük bir şikâyet sebebini büyük bir boşalma fırsatı gibi yakalar, tizleşir ve kezzap gibi keskinleşerek yalnız sahibini değil, bütün insanları tehdit eden meçhullere karşı imkânsızlığın çığlığı imiş gibi içimizdeki ümit köklerini haşlar ve hepimizin müşterek haykırışımız olmak istidadını kazanır.
Gözlerini yumdu ve kaçan uykusunu ararken, rüyasının uçuk hatırası içinde, ona seslenen babasının sözlerinden -Ferit, Ferit, id, id…- ve kahkahalarından parçalara bitişikten gelen ve şimdi bütün cümleleri rahatça işitilen ses karışıyordu: “Ne yedin oğlum; söylesene, yine o bademli, yoğurt tatlısı mı? Yeme diyorum sana. Bas diline parmağını, bas, bas da kurtul, bağırtma beni, bas, bassana…”
Gözlerini açtı ve başını kaldırdı. Bitişikte her gece böyle bir gürültü kopması ihtimalinin verdiği korku içinde, birinci geceyi geçirdiği bu odadaki uykularının geleceğe ait şansını tahmine elverişli bir keşifte bulunmak için yataktan kalktı, ışığı yaktı, paltosunu sırtladı ve bitişik odanın kapısına koştu. Elini topuza değdirir değdirmez kanat açılıvermişti.
“Bu ne gürültü! Uyuyamıyorum!” diyemedi.
İki demir karyola arasında, ayakta duran kadın, birdenbire açılan kapının önünde onu görünce, başını omuzlarının arasına kısarak ve elinde tuttuğu bir tası göğsüne vurarak öyle şiddetli bir korku refleksiyle geri çekildi ve büzüldü ki, Ferit, bitişik odanın yeni kiracısı olduğunu haber verdikten sonra, “eğer bir hasta varsa…” deyip yardım teklif etmek zorunda kaldı. “Eksik olma oğlum” dedi kadın. Uzun boylu ve zayıf. Kırkını geçkin. Dirseği yırtık nefti bir örme ceket giymiş. Ferit’e kırpılmadan bakan, biri ötekinden daha büyük, çipil ve nemli gözler, sola doğru hafif çarpılmış ağız. Sağındaki karyolada oturmuş, yüzü sapsarı bir oğlan çocuk. -Tası tutan elini birdenbire yanına sarkıtan kadın onu gösterdi ve “zehirlenmiş galiba” dedi.- Soldaki karyolada yorganı burnuna kadar çekmiş, yaşı belli olmayan bir kızın parlak siyah gözlerinde, hayaletler görüyormuş gibi ürkek ve yabani bir dikkat.
Kadın yine bağırmaya başladı: “Gitsin, bir doktor alıp gelsin, hâlâ ayağına bir pantolon çekecek” ve soldaki karyolanın ötesindeki boşluğa gözlerini dikerek tekrarladı: “Çabuk, sallanma, çabuk!” Fakat orada kimseler yoktu.
Ferit kadının muhatabını araştırırken, onun bir koluna bağlı ince bir çamaşır ipinin soldaki karyolaya doğru uzandığını ve kol kıpırdadıkça, orada yatan kızın yorgan altındaki ayağını harekete getirdiğini gördü. Kadını kıza bağlayan ipin mânâsı üzerinde fazla düşünmeye vakit kalmadan sol tarafta bir yükün yarı aralık kapısı ardına kadar açıldı ve içerden cüce denecek kadar ufak yapılı, beyaz kırpık bıyıklı, pembe bir ihtiyar çıktı. Eziyetli ve sarsak iki adım attıktan sonra, durdu. Öne doğru eğildi, avucunu sağ bacağının kalçası üzerinde baldırına doğru kuvvetle bastıktan sonra, ağır ağır doğruldu ve gülümsedi. Gözlerini yükün içine doğru çeviren Ferit, orada, küçük ve örtüsüz bir şilte, bir yastık ve yorgan yerini tutan eski bir palto gördü. Orada yattığı anlaşılan ihtiyar, Ferit’e ince bir çocuk sesiyle “Selâmün aleyküm” dedikten sonra, geriye döndü, paltosunu ve şapkasını aldı. Hekim çağırmaya lüzum olmadığını söyleyen Ferit “ben doktor mektebinde okuyorum, dedi, çocuğa bir bakayım da ondan sonra…”
Kadının yüzünde, burnunun dudağına yakın sol tarafında bir Halep çıbanı vardı ve öfkeli anlarında bile, yalnız o yanağına bakılırsa gülümsediği hissini veriyordu. Hızır gibi imdadına yetişilmesine sevinirken, bu sefer öteki yanağında şahinden beliren bir gülümseyişe nispetle sol yanağı öyle hareketsiz kaldı ki, bir bakışta bu farkı yakalayan Ferit, onun yakınlarda bir yüz felci geçirdiğini anladı ve çocuğa yaklaştı.
– Çıkar dilini bakayım. Adın ne senin?
– Babuş.
Sekiz yaşında var, yoktu. Annesininki gibi çipil, fakat daha siyah ve kapakları şişmiş gözleri parlak, ufarak ve batıktı. Yüzünde tırmıklar vardı. Ortası basık burnu, çıkık elmacık kemikleri ve genişçe şakakları ona Çinli ile Tatar arasında ırk tereddüdü geçirmiş bir Orta Asya çocuğu tipi veriyordu. Kirli saçları kulaklarının üzerine yürüyecek kadar uzamıştı. Fakat üstündeki gömleği daha kirliydi. Elini ona dokundurmaktan tiksinen Ferit, çocuğunun karnını açması için anasına işaret etti.
Mide çukurunda hafif ağrı. Nabız? Fena değil. Zehirlenme filân yok. Adi embaras gastrique. Peki, şuradaki echymose ne? Şurada da koskoca bir çürük. Vay vay vay! Göğüste de yaralar, bereler. Bunlar ne yahu? “Kavgacıdır” diyor anası. Pek âlâ. Göğsü açmışken bir de ciğerleri dinleyelim. Oğlanın boynuna asılı, göbeğine doğru sarkan üstü sümük lekeleriyle dolu bu torba ne oluyor? Kenarına bir mavi boncuk ve içinde okunmuş çörekotu bulunan fındık kadar küçük bir mavi kese dikilmiş. “Gazete satar,” diyor anası, “paralarını bu torbanın içine koyar”. Âlâ. Ciğer, kalp, mükemmel.
– Yok, bir şey, dedi Ferit.
– Yok mu? Sancıyor midesi. Öğürüyor. Yüzü sapsarı. Zehirlenmiş olmasın? Hepimiz onun eline bakıyoruz.
Kadının parmağıyla gösterdiği tarafta, kapının arkasında, içi hırdavat ve çanak çömlek dolu bir gaz sandığının üstünde müvezzi çocukların içine gazete doldurup boyunlarına astıkları mukavva kılıf vardı.
– Yok bir şey. Midesini bozmuş. Ağrıyan yere ıslak ve sıcak havlu. Yarın öğleye kadar bir şey yemesin. Öğleden sonra hafif. Yok bir şey. Burada en sağlamınız Babiş. “Babiş” değil mi?
– Babuş. Asıl adı Baha. Arkadaşları Babuş derler. Bizim de dilimiz alıştı.
– En sağlamınız o. Meselâ siz bir yüz felci geçirmişsiniz. Hâlâ da biraz devam ediyor. Galiba şekeriniz var. Biraz da sinirlisiniz tabiî.
– Ne bildiniz?
– Şurada yatan küçük hanım da geceleri uykuda geziyor, değil mi?
– Evet.
– Bey babanın da siyatiği var galiba. En sağlamınız Babuş. Gürültüyü kesin de uyuyalım.
Kapıya doğru yürürken onun yolunu kesen ihtiyar, uzaktan yolunmuş gibi görünen, kılları ağarmış ince kaşlarını kaldırarak siyatiğe karşı bir ilâç soracakmış zannı veren bir tevazu içinde bir gül uzatıyormuş gibi baş ve işaret parmaklarının uçlarını birleştirerek yukarı kalkan elinin nazik bir hareketiyle “ve mekâne” diye başlayan ve içinde “fetekalle” veya “tefekalle”ye benzer anlaşılmaz kelimeler bulunan Arapça bir cümle söyledi. Ferit bunun tercüme ve tefsirini dinlemek tehlikesini atlatmak için, mânâsını anlamış gibi, başının acele ve uydurma bir tasdik sallanışıyla odadan çıktı, kendi odasına koştu ve yatağının kenarına oturdu.
Uykusu kaçmıştı. Oğlanın mide çukurunu yoklarken ellerini onun kirli tenine değdirdiğini hatırlayınca yerinden kalktı, havlusunu ve çantasından sabun kutusuyla tırnak fırçasını alarak helâya koştu. Biraz evvel burada yıkanırken, musluğun bu kadar iyi uğulmuş ve parlatılmış olduğuna dikkat etmemiş miydi? Bu harap evde, sarhoşların mesanelerini boşalttıkları mundar sokağa ve kiracıların refah seviyelerine göre fazla bir temizlik vardı. O gün, öğleden sonra odabaşı -neydi adı? Nafi, Safi, daha doğrusu Vafi galiba- Vafi’nin odasına girdiği zaman, onun Ferit’le konuşurken elinden hiç bırakmadığı bir şemsiyenin gümüş sapını parlattığı ve göze çarpan madenî eşyanın -kapının arkasındaki pirinç mangal, yazı masasının üstündeki hokka takımı, sigara tablaları ve karyola topuzları- hepsinin bir manyak dikkatiyle parlatılmış olduğunu hatırladı. Vafi Bey titizdi anlaşılan. Koruk yeşili gözlerinden ekşi bir ruh sızan bu ihtiyarla kendi arasındaki mizaç benzeyişi yalnız bu noktada olabilirdi. Onun baston sapını parlatmasıyla Ferit’in ellerini yıkaması arasında aynı maninin bazen yarım saat sürdüğü bir ısrar vardı. Ferit de ellerini sabunlar, sabunlar, tırnaklarını fırçalar, fırçalar, peşinden suyu boşaltır; sonra yine sabun, fırça, su; bir daha, bir daha, bir daha ve eller yorulup da öfkelenen sabunu zaptedemiyecek hale gelinceye kadar, hayalî kirleri temizleme ameliyesi devam ederdi. Yine de öyle oldu. Omuzunda getirdiği bir havlu ile, her parmağını bir güderi parçasıyla altın kalem siler gibi tekrar tekrar ve iyice kuruladıktan sonra, odasına dönüyordu.
Karanlık sofada, binanın derinliğinden gelen, uğultu halinde bir saz sesi duydu. Arka sokaktaki genel evlerden birinde bir gece ahengi olması ihtimalini uzaklaştıran bir dikkatle sesin merkez üssü istikametini tayine çalıştı. O kadar uzakta değildi. Hatta bu katta, evet; ya şu karşıki odada yahut kendi odasının sağındakinde. İkisinin ortasında durup kulak verdikten sonra, kendi odasının sağındaki kapıya yaklaştı. Tamam. İçeride hafif mızraplı tambur çalınıyordu. Gözlerini kilidi sökülmüş ve büyümüş anahtar deliğine uydurdu. Vafi Bey, bu ev çaycı Kasım’ın idaresinde iken, acemin ayaklarında varis olduğu için sık sık yukarı katlara çıkamaması yüzünden, demirin çok pahalı olduğu tarihlerde, asilzadelerin -yani o zamanki kiracıların- oda kapılarındaki kilitleri söküp götürdüklerini ve yalnız Ferit’in odasında ondan evvel oturan Çilingir’in kapıya kilit yaptığını anlatmıştı. Fakat bu anahtar deliğinden görünen şey, sadece ince ve acayip bir dumandı. Ferit doğruldu. Kapının reze tarafına yakın yerinde bir parmak kalınlığında bir çatlak gözüne ilişti. Oradan baktı. Tam karşısına gelen karyolada oturmuş, kabarık ve kıvırcık saçlı, büyük başını önüne sarkıttığı için yüzü görünmeyen iri yapılı bir adam, kendisinden başka kimsenin duymasını istemediği için pek hafif çaldığı saza kulağını değdirecek kadar yaklaştırmıştı. Birdenbire tamburu elinden bıraktı. Sert ve acele bir el hareketiyle pijamasının pantolonunu ve kilotunu sıyırdı, şişkin ve kıllı bacaklarını, iki yana iyice açtı, bir eliyle tenasül aletini avuçlayıp yukarı aldıktan sonra, öteki eliyle torbalarının altını kaşımaya başladı. Fakat ne kaşımak! Sanki azgın bir hayvan uzun tırnaklarıyla toprağı oyuyordu. Adam bu sefer iki eliyle bacaklarının iç ve yukarı tarafından oyluklarına kadar uzanan nahiyeyi öyle bir tırmalayış tırmaladı ki, Ferit biraz sonra oralarda iki derin et çukuru açılacak ve içinden bilek kalınlığında kan fışkıracak sandı. Biraz kulak verse, belki tırnakların deri üzerinde hoyrat sürtünüşünün -hart, hart, hart- sesini de duyacaktı. Bu kaşınma krizi içinde adamın bütün vücudu, ellerinin ve kollarının şiddetli ihtilâçlarıyla bir tempoda sallanıyordu. Bir aralık herif arka üstü yattı ve daha rahat kaşınmaya başladı.
Ferit doğruldu. Uyuz muydu tamburi? Hayır. Olsa olsa, Epidermopnitie inginalis, yani éczéma marginé de Hebra. Oyluklara musallattır. Fakültede çocuklar buna “Enginar uyuzu” derlerdi.
Şimdi yine tambur sesi geliyordu. Ferit içeriyi tekrar gözetledi. Bu sefer adam bir dakika bile çalamadı. Sazı bıraktı ve yine kaşınmaya başladı. Sonra tekrar sazı yakaladı. Geri çekilen Ferit, o ana kadar tamburdan gelen sesin yalnız fizik bünyesine, biraz da ritmine dikkat etmişti. Musiki bilgisi kıt olduğu için, sazı dinlemeye başladığı andan beri, birbirinin aynı imiş gibi, yahut aralarında pek az farklarla tevali eden ve makam mı, nağme mi, başka bir ad mı aldığını bilmediği seslerin uzayışı ve mızrabın sertçe vurduğu anlarda, yan yana bir sürü “z” harfinin okunurken çıkarabileceği voltalara benzeyen titreyişi, onda eski bir hatıraya bağlı ruh halini şimdi uyandırabilmişti. Onbeş sene evvel Beşiktaş’taki evde, akşamları, teyzesi Necmiye Hanım, asmanın altındaki pencerede ut çalarken, Ferit, yaprakların gittikçe kararan yeşiline gözleri dalarak sanki her şeyin rengini o çalgının soldurduğu hissine kapılır gibi olduğu anların hüznünü andıran bir sıkıntı duydu. Belki şimdi çalınan şey, o zaman dinlediklerinden biriydi. Silkindi ve çocukluğuna ait hatıraların hücumundan kaçarcasına odasına girdi.
Yatağın kenarına oturdu. Soyunamayacak kadar yorgundu, fakat uykusu yoktu. Bir müddet kımıldamadı. Tambur sesi gelmiyordu. Bitişikte de çıt yoktu. Yalnız kulağında, fakat içinde mi, dışında mı olduğunu fark edemediği bir acayip ses, kalın bir demir telin fiskelendiği zaman çıkardığı uğultuya benzer bir vınlama vardı. Buna, çok uzaklarda çakal ulumalarına yahut boğuk insan haykırışlarına benzer sesler karışıyor, başı da dönüyordu. Tam o anda, zihninde simsiyah, ortalarında birer ışık beneğiyle, kırpılmayan gözlere benzer karanlık iki yuvarlak peyda oldu. Bunların göz intibaı vermeleri, soluk şekillerinden ziyade, hafızaya çok yeni girmiş taze bir göz hatırasını uyandırır gibi olmalarındandı. Demin bitişik odada bir andan fazla görmediği somnambül kızın gözleriyle bunlar arasında vahşi bir ifade benzerliği vardı. Fakat gitgide anlaşılmaz perspektif istihaleleriyle yerlerini ve hacimlerini değiştirerek ön plâna geçiyorlardı. Onlar büyüdükçe, Ferit’in kulağındaki uğultu şiddetleniyordu. Sanki uzaklarda bütün bir şehir halkı ona hitap ederek haykırıyordu.
Omuzlarında ve kollarında başlayan bir titreme bütün vücudunu sarmaya başlamıştı. Ayağa kalkmayı denedi, başaramayınca, hiç biri ötekine benzemeyen krizlerin çoğunda onu yakalayan çıldırma korkusu, şimdiye kadar duymadığı bir nispette büyürken, odanın kapısında bir gürültü koptu, cam kırılışına benzer ince şangırtılar arasında daha ince bir haykırış yükselip kayboldu.
Ferit bütün vücudunu kamaştıran bir cereyanla sıçradı, kendini ayakta buldu ve bir anda korkusunun yerini alan tecessüs onu kapıya koşturdu. Bitişik odanın kapısı da açılmış ve deminki kadın, eşikte, iki odadan da gelen ışığın biraz aydınlatabildiği merdivenin üst basamağında yüzü koyun kapaklanmış yatan ihtiyara bağırdı:
– Düştün mü? Bunak!
Sağ elini silkerek yana doğru eğildi ve yaklaşan Ferit’e: “Kırılmış, elim haşlandı” dedi. Kadın Ferit’e şimdi neyapacaklarını sordu. Babuş’un midesi üzerine sıcak su ile ıslanmış havlu koymak için ihtiyarı evin altındaki kahveden bir bardak sıcak su almaya göndermişti. Kör olası Vafi, şu merdivenin başına bir ampul taktırmadığı için, karanlıkta ihtiyar, basamağın yırtık muşambasına ayağı takılarak düşmüş, elinden bardak fırlamış ve parçalanmış. Kömür yok ki kadın maltızına ateş koysun da su ısıtsın. İhtiyar oturduğu yerde, ikisine de arkası dönük, başının ağır sallanışlarıyla ve her şeye rağmen devam eden bir tevekkülün sakin ve titrek sesiyle, Kasım’ın dükkânını biraz evvel kapadığını, kepengin deliğini küfür ederek açtığını, ocağın söndüğünü, fakat semaverden zar zor bir bardak sıcak su çıktığını anlattı. Çocuğun sancısı da devam ediyormuş. Ferit bir çare düşündü. Kadına bir havluyu tavandaki ampule sararak iyice ısıtmasını ve çocuğun midesi üzerine koymasını tavsiye etti.
Odasına döndü ve yatağının ayak ucunda durdu. Kulağında sesler yine vardı, fakat hafiflemişti. Yalnız, deminki gözler yerine bu sefer tam bir yüz görünüyordu. Aynı gözler, dar ve çıkık bir alın üzerinde simsiyah bir saç yığını, geniş ve sivri şakaklar. Buraya kadar, yorganı burnuna çekmiş yatan kızın tıpkısı. Fakat yorgan yok. Ortası hasta çocuğunkinden daha az basık ve kanatları geniş bir burun altında, üst dudağı ince bir çizgi halinde ve alt dudağı kalın bir ağızla yuvarlak ve yumuk bir çene arasında koyu bir gölge yutmuş çukur.
Ferit yatağın kenarına oturdu. Korkusunu iten bir tecessüsle gözlerini kapadı ve hayali aradı. Birdenbire yüz daha vuzuhla belirdi ve sesler arttı.
Ferit hemen gözlerini açtı ve ayağa kalktı. Kalbi çarpıyordu. Etrafına baktı. Bitişik odadan oğluna sıcak havlunun iyi gelip gelmediğini soran kadının yorgun sesi geliyordu. Çocuk başıyla ve müspet cevap vermiş olacak ki, annesi ferah bir sesle havluyu tekrar ısıtacağını söyledi.
Ferit kızı tekrar görmek istiyordu. Bu arzu kulağındaki sesleri hemen yok etti.
Gitti, kapıyı vurdu ve içeriye girdi. Oraya adımını atar atmaz, kızın ona daha sabit bir dikkatle bakan gözlerini ve yüzünün bütününü gördü. Bu simanın demin zihninde belirenden farkı azdı; ayni burun, ayni ağız, ayni çene; yalnız, dudağın altındaki çukur derin değildi. Ferit bu yüze bakarken o kadar şaşırdı ki, kızın yattığı karyolanın ayak tarafında, annesinin tavandaki ampule uzanarak havluyu ısıttığını neden sonra, görebildi. Ondan evvel görüş açısı içine yandan giren bu uzun gölge bulanık bir karaltıdan ibaretti.
Kadın, bezi çocuğun midesine tekrar koyarken, Ferit’e bunun iyi geldiğini söylüyor ve dua ediyordu. İhtiyar ortada yoktu. Yüke girip yattığı, kapının aralığından görülen ve yorgan yerine kullanılan paltonun eğri duruşundan belliydi.
Ferit kıza yaklaştı ve onun pek az kırpılan gözlerine fazla bakmadan çekinerek sordu:
– Sen daha uyumadın mı?
Kız hiç bir şey duymamış gibi ona bakıyor ve yüzünde hiç bir cevap hazırlığı görülmüyordu. Ferit tekrarladı. Oğlanın üzerine yorganı çeken anası ona döndü:
– Konuşmaz o, dedi, bizim başımıza gelen pişmiş tavuğun başına gelmemiştir. Yangında hem sesi kayboldu, hem dili tutuldu. Anlar, fakat gık diyemez. Ne hekimler, hocalar… Hiç… Siz asıl ona bir ilâç bulsanız da, ömrümün sonuna kadar size dua etsem…
Ferit kendi kendine sordu: Aphonie, Aphasie? Fakat onu hâlâ saran şaşkınlığın sebebi, tamamını şimdi gördüğü bu yüzün biraz evvel zihninde belirenin aynı olmasıydı; ve o sesler, sesler…
Mırıldandı:
– Bakayım… Yarın görüşürüz… Allah rahatlık versin.
Çocuk ağrısı geçer geçmez uyumaya başlamıştı. Kadın teşekkür etti. Kız, bu sefer yabanîliği azalmış bir dikkatle ondan gözlerini ayırmıyordu.
Ferit odasına gelince, ayakta gözlerini yumdu. Bu sefer ne imaj, ne sesler vardı. Soyundu ve yattı. Gözlerini kapadı. İşte şimdi de, birinci yatışından evvel sabunla, iyice yıkadığı ve her zaman delice temiz tuttuğu saçlarında, ensesinde ve boynunda bir sinir kaşıntısı vardı; belkemiğine ve karnına doğru yürüyor, bazen kaşlarının kılları arasında sıçrıyordu.
Deminki uyanıştan beri ne kadar zaman geçmişti? Kol saatini rehinden kurtaramadığı için, tahmine çalıştı. En az yarım saat… Ve rüyasını hatırladı. Haykırış, içerideki kadının sesiydi ve onu uyandırdıktan sonra da devam etmişti. Şimdi de Vafi Beyle gündüzki konuşmasını hatırlıyordu. Odabaşı onun adını deftere kaydederken “ben Ferid’i d ile yazarım” demişti. Ferit’in babası da bu fikirde idi ve Hamid’in “âhir-i ömrümüzde ismimizin sonuna bir it taktılar!” sözünü tekrarlarken kopardığı kahkahaların peşinden “bugünkü imlâda fonetik yok, fonetik, fonetik!” diye bağırırdı.
Ferit bunları Vafi Beye anlatmak istemişti. Fakat onun koruk yeşili gözlerindeki soğukluk, Ferid’de ona gıyabî bir müttefik ikram etmek arzusunu öldürmüştü. Belki orada bunu söyleyemediği için, şuurunun eşiğinde kalan ses -Ferid, Ferit, it, id… – rüyasına girmişti. Annesine gelince ölümünden evvel bir sene içinde iki yetişmiş kızını kaybeden kadının, o tarihten sonra, günlük ve küçük sıkıntılara tahammülsüzlükten gelen haykırışlarıyla içeriki kadının sesi arasında da benzeyişler çoktu.
Bu kadının kolunu kızının ayağına bağlayan ip, şimdi Ferit’e somnambülizmle “aphasie” arasında beyin merkezine bağlı bir münasebet olup olmadığını düşündürüyordu Fakülteye devam etseydi bunu hocaya sorardı. Evvelki sene imtihanda kendisi buna benzer bir sualle karşılaştığı zaman, aphasie’nin Vernicke nahiyesinde bir yaradan ileri geldiği hakkındaki izahını hoca, nazariyeler arasında bir nazariyeden ibaret olduğu için kâfi bulmayarak, Brocca ve Charcot’dan beri gelen izahların tam bir tablosunu istemişti. Hem burada hastanın sesi de çıkmadığına göre, teşhisi daha ziyade aphonie’ye götürüp anasının bahsettiği yangından ileri gelen kuvvetli choc’a bağlamak daha doğru olacaktı. Geceleyin, karanlık su akıntılarının emrinde, sahibi için nahoş bir maceraya açılmasından korkulup sahile bağlanmış bir kayığa benzeyen kızla anası arasındaki ipin sorumu da dönüp dolaşıp o kör olası Vafi’nin boynuna dolanmıyor muydu? Kapıların kilidi olsaydı, hastanın odadan çıkmak ihtimali kalmayacaktı. Ferit şimdi de, biraz evvelki gibi şuurun sathına dışarıdan vuran bir projeksiyon gibi değil, normal olduğu için korkutmayan bir tasavvur halinde kızın gözlerini hatırladı. Şimdi onları daha net görüyordu. Hiç şüphesiz bunlar, sesi çıkmayan sahibinin içinde boğulan mânâları dışarıya nakletmek için, her gün biraz daha artan bir ifade kabiliyeti edinmeye çalışıyorlardı. Ferit, günün birinde, yalnız bakışların diliyle bu gözlerin bir konferans verecek veya şiir söyleyecek hale gelebileceklerini tasarladı. Sonra düşüncenin muhtevasını dilden ayırmak mümkün olup olmadığı hakkında bir gün felsefe seminerinde hocaya sorduklarını hatırladı. Tıp Fakültesini bırakıp felsefeye devam ettiği günden beri, mânâlar yüklü bir ses perdesinin, bir iç çekişin, bir yüz kımıldatışın, bir bakışın bazen sayfalarca yazıya bedel ifade kıymetinde, nominal vetireleri aşan, daha zengin ve kökleri daha derin bir semboller sistemi olup olmadığını çok düşünmüştü. Belki ruhun mahrem ürperişlerinin kelimelerden ziyade sese, bakışlara ve tavırlara vurması, onlara düre içinde, lügat mânâlarına sığmayacak kadar sayısız yorumlanma imkânları veren serbest uzanışlarının, bakış veya tavır gibi hareketli ifade vasıtalarında canlı mânâlarının şartı haline gelen kımıldanışı ve düreyi bulabilmelerindendi.
Fakat uykusu bastıran Ferit, bu izahın, acele hal çarelerine doğru koşan bir sabırsızlıktan doğabileceğini düşündü, başının yastıktaki yerini değiştirdi, yorganı biraz daha çekti ve üşüyen ayaklarını birbirine yapıştırıp gözlerini sımsıkı yumdu. Kızın gözleri hâlâ görünüp kayboluyordu. Bunlara güzel denemezdi. Yüz çirkindi, muhakkak. Oğlanın şakakları ve çıkık elmacık kemikleri ablasında kardeşlik damgasıydı. Ve bir ucu mutlaka Orta Asya’ya giden şecerenin tesalüp sırlarını ele veriyordu. Herhalde babaları Tatar soyundandı. Fakat kızın, çerçevesini babasından alan, uçları şakaklara doğru çekik, badem gözlerinin içinde de anası vardı. Şimdi bunlardan, Ferit’in uyku bulutlarıyla gittikçe daha fazla dolan zihnine karanlık tesirler boşalıyordu. Tesirler ve resimler… Bir filin hortumunda havaya kalkan bir apartman gibi acayip manzaralar arasında, bazı kelimeleri kabaran, fakat mânâları anlaşıldığı halde, geri kalan kelimeleri yakalanmayan cümleler, kulakla duyulmuşa benzeyen bir sesle tekrarlanıyordu: “kırılmış”, “elbette hoşlanır”, “konuşmaz o” ve bir itfaiye otomobilinin arkasında koşan üç yeşil deve. Sonra tamburunu elinden bırakan koca başlı adam, iki elini de göğüs kafesinin içine sokarak “musiki ruhun kaşıntısıdır” der gibi bir şeyler söylüyor; fakat yatağın üstüne çıkmış, ampule uzanan kadın haykırıyor, tavanı alevler sarmıştır. “Babuş, Babuş!” gözlerini tavana diken kız, manyetik bakışlar yollayarak hemen yangını söndürüyor. Peşinden bir alay dağ, dere, tepe, deniz; bulutlar koşuşuyor; daha sonra, “kiraya sayarım” diyen Vafi Bey, merdiven başına bir ampul takarken, Babuş’un odasından çıkan ihtiyar yere kapanıyor ve onun ayaklarını öptükten sonra,Ferit’e dönüyor, “ve mekâne” diyor ve “kâ” hecesini keskinleştirerek tekrarlıyor: “Ve mekâne, anladın mı. Kâne, kâne, kâne…”
Ertesi sabah, zamanı anlamak için cama burnunu dayadı ve gökyüzüne baktı. Yandaki binanın yangın duvarlarıyla ev arasındaki dar boşluğun üstünde alçak ve kara bir bulut vardı. Zamanı bir kaç saatlik hata ile bile tahmine imkân verecek tonlar silinmişti. Havlusunu ve sabununu alarak dışarı çıktı. Sofa hemen hemen geceki kadar karanlıktı. Yalnız tavan arası katında, galiba kapısı açık kalmış taraçadan gelen bir aydınlık, merdivenin üst basamaklarında ve sağındaki duvarda hafif bir ışık sıvası halinde kayboluyordu. Mehtaplı bir gecede objektifi açılan bir fotoğraf kutusunun içindekine benzer bir aydınlık. Ağır ağır tuvalete yürüdü, komütatörü çevirdi, fakat ışık yanmadı. Vafi Bey galiba gündüzleri cereyanı kesiyordu.
Odasına döndüğü zaman, aydınlık artmıştı. Burnunu tekrar cama dayadı. Kara bulut gitmiş. Fakat zamanı anlamak yine imkânsızdı. Köşede karyoladan sonra odanın bütün mobilya gurubunu tek başına temsil eden eski koltuğa oturdu. Hasta çocuğun odasında bir süpürge sesi ve çanak çömlek tıkırtısı vardı. Sonra kapıları açılıp kapandı ve bu defa kadın, belki Ferit’i uyandırmamak için alçalan telâşlı bir sesle: “Yok mu? diye sordu. Nereye gitti bu oğlan? Sokağa baktın mı? Nasıl da uyanmadım, üstümden atlarken? Sabah karanlığı… Bu saat…”
Yine çocuk, fakat ne sabah karanlığı? Erken mi bu kadar?
Ferit sol elinin bileğinde, rehinden alamadığı kol saatinin yerindeki ince kılları baş ve işaret parmaklarının arasında eziyor, büzüyor, çekiyor, bırakıyor, sonra yine tutup çekiyordu. Saatin kaç olduğunu bilmediği için zaman da mekân kadar karanlıktı ve onda güne ait zahmetlerin plânını yapmak cesaretini azaltıyordu.
Saati anlaması lâzımdı. Dışarıya çıktı. Bitişik odanın kapısı yarı açıktı. Kız ortalık süpürüyordu. Ferit’i görünce kapının arkasına çekildi. İhtiyar onun karyolasına oturmuştu. Kadın, elinde bir sürahi, ayakta duruyor, Ferit’in yaklaşan gölgesine dikkatle bakıyordu. “Senin de mi saatin yok oğlum?” ve en küçük aksilikleri dramlaştıran sesiyle anlattı ki, bu evin dokuz odasında saat, Vafi Beyin yelek cebinden başka hiç bir yerde ve hiç kimsede yoktur. Ona da bir saat sor, beş hikâye dinle. Ayak fotoğrafçısı Karnik’in saatini yankesici çarpmış; onun yanındaki odada yatan hazır yiyici karı, gümüş saatini kızının sünnet olan oğluna hediye etmiş: Denizli’ye gidip gelen seyyar dişçi üç gün var, bir ay yok; Bandırma’dan tavuk getiren Fettah da görünmez, odası kapalıdır; şu üst yandaki odada oturan romatizmalı yerinden kımıldamaz ki saat kullansın; onun karşısındaki odada oturan, vekâlet emrine alınmış lise hocası, bir gün kendisine saati soran Tahir Beye (ihtiyara) gece ile gündüzden başka zaman bilmediğini söylemiş. Tahir Beyin saati çaycı Kasım’da rehin. Babuş burada olsa koşar, köprübaşındaki saate bakar gelirdi. Zehra’nın da bazen saatin kaç olduğu içine doğar, saniye şaşmaz. Fakat Babuş sabah karanlığı nereye gitmiş? Yine midesi bozulmasın?
Ferit de “Nereye gitmiş?” diye soracak oldu. Kadının patlamaya hazır komplekslerle dolu ruhu, bu iki kelimeyi, sorulmasını istediği başka bir sualin müteradifi saymakta hiç tereddüt etmeden, boşalmaya başladı. Ferit’in aklından bile geçmeyen suallerin cevapları yağıyordu.
“Ah oğlum” diye başladı kadın, “ben nasıl ayaktayım hâlâ…” Nasıl ayaktadır, bu vücut nasıl dayanıyor, “bu yüz neden daha fazla çarpılmadı, “neresinden başlayım, hangi birini anlatayım sana evlâdım?” Hangi birini anlatsın? Babuş sekiz yaşında; Zehra henüz dokuzuna basıyor; kendisi evleneli yirmi bir sene. Rahmetli insanların en iyilerinden biriydi, fakat bir huyu vardı ki dünyanın bütün kusurları bir araya gelse onun kadar evbark yıkamazdı. Bir huy ki “ah oğlum, diyor kadın, evimizi on dokuz sene cehenneme çevirdikten sonra nihayet cayır cayır yaktı.” Dalgındı, dalgın rahmetli… Öylesi değil… Kadın başını iki yana sallıyor: “Nasıl anlatayım? Meselâ şu pencere, şu da mandal değil mi? Bak…” Ferit kadının parmak ucundan yarısı mukavva kaplı pencereye doğru uzanan farazî çizgiyi takip ediyor ve camı parçalayıp içeriye girecek felâketi bekliyor. Kadın öylesine dramatik. Fakat yüzünün felç geçiren tarafındaki göz, yabancı bir ruha aitmiş gibi tarafsızlığını muhafaza ediyor ve yanı başındaki gözün içinde kopan kıyametlerden habersiz ve dalgın duruyor. Rahmetlinin pencereyi açtıktan sonra mandalı sürmeği unutması üzerine, arkasını döner dönmez kopan şangırtının hatırası bu iki göze başka başka vuruyor. Felç geçiren yanağın üstündeki göz geçmiş zamana dürbünün tersinden bakıyormuş gibi soğuk, öteki göz geçmişi hal içinde seyrediyormuş ve içine sıçrayacak cam parçalarından korunmak istiyormuş gibi çırpınıyor; ve kadın kendisini bu tek gözün içine doldurarak bağırıyor: “Ne cam kaldı, ne çerçeve… Gitti gider!” Sonra Ferit’e doğru sıçrıyor. “Ya o sigaralar?… Sen hiç anahtar deliğine kül silkelendiğini gördün mü oğlum?” Ferit kaşlarını kaldırıyor. Her yerde bir sigara izmariti. Bütün masaların, koltukların, rafların kenarı yanıklarla dolu. Sigara, sigara… Günde kaç paket? Beş, altı… İçtikçe artıyor dalgınlığı. Yanmış sigarayı unutur bir yerde, yenisini yakar. Her yer, pencere kenarları, trabzanların topuzu, her yer izmarit dolu. Tüter. Bazen kendi kendine söner, bazen yere düşer. Her yer yanık. Çıldıracak kadın. Yalvarır: “Allah aşkına Yusuf, Allah aşkına, tahtaların üzerine sigara bırakma, yanacağız, kül olacağız.” Bazen elinde tabla, onun peşinde dolaşır. Her gün köşe bucağı araştırmalı. Zehra bilir işte, dili yok ki söylesin, onu bu hale sokan da rahmetlinin dalgınlığı. Ferit gözlerinin ucuyla kızı yokluyor. Zehra’nın gözleri, dün gecekinin aksine, ortalarda yok. Hatta kendisi bile, varlığı üzerinde yabancı bir dikkatin koyulaşmasına fırsat vermek istemiyormuş gibi gözden kayboluyor veya arkası dönük çalışıyor. Kadın bu dalgınlığın kendi acı sesiyle zıtlaştıkça daha gülünç olan çeşitlerini sayıyor: Karı koca yolda yürürlerken, rahmetli önde giden başka bir kadının yanına takılır ve karısının elindeki şemsiyenin ucu yahut da yabancı kadının bir haykırışı veya kahkahası meseleyi hal edinceye kadar, ona neler anlatmaz. Tramvayda bilet aldığını unutur ve biletçinin ikinci görünüşünde tekrar bilet alır. Yanlış vapura bindiği pek çoktur; doğru vapura bindiği zaman da yanlış iskelede indiği yok değildir. Sigarasını yaktıktan sonra kibritin çöpünü değil, kutusunu yere attığı da vardır. Sabahleyin evden çıkarken karısı ne ısmarlarsa rahmetli akşama gelirken onu unutur, daha fenası, kadın veya çocuk için meselâ terlik aldığını unutur, ertesi akşam yine alır. Dükkânda cüzdanını çıkarır, tezgâhın üstünde unutur. “Gitti gider”. Pijamasının ceketini ters giyer. Sık sık evde bir şey unutup yarı yoldan geri döndüğü de pek çoktur. İkide bir çocuklarının adını şaşırıp Zehra yerine Baha dediği de pek çoktur. Yemekte ağzına çatal yerine bıçağı soktuğu da olmuştur. Şapka kanununun ilk çıktığı tarihte fes zamanından kalma alışkanlıkla nereye gitse oradan başı açık sokağa uğrayıp yarı yoldan geri döndüğü de az değildir. Ferit artık dinlemiyor ve düşünmüyor. On dokuz yıl süren bir evlilik hayatının aynı seriye mensup hâdiseleri böyle bir kaç dakika içine sıkıştırıldığı vakit, yılların içinde inhilâle uğramaktan kurtulan tesirleri son derece kesafet kazandığı ve hayat içinde onları tadil eden zıt ruh halleri de hikâyede gizli kaldığı için, bu üst üste sıralanışlardan gelen intibanın şiddeti aslına uygun olamazdı. Ferit buna meşhur adamların biyografilerini okurken dikkat etmişti. Meselâ: Romain Roland, Michel Ange’in ve Beethoven’in ıztıraplarını, bu ruh halleri arasında hiç bir sevinç anı yokmuş gibi öyle menfi bir hâdiseler serisi haline getirmişti ki bu adamların bütün ömürlerinde bir defa bile uzun bir kahkaha attıklarına inanmak zorlaşırdı. Aralarında birer santimetre beyaz boşluklar bulunan siyah noktalar birbirine değecek kadar yaklaştırıldığı zaman peyda olan çizgi vehmi gibi, bütün bir hayatı dolduran ıztıraplar arasındaki saadet anları da hazmedilerek aklın tecrit ettiği bir kader çizgisi üzerinde sıralandığı zaman, hergün bin kere değişen bir humeur grafiği, meselâ havyarın acılığını lezzetinden alan, havyarı yalnız acılık vasfına bağlayan bir zihnin ameliyesinde olduğu gibi sahte bir tecride yerini bırakıyor ve nisbinin yerini mutlak alıyordu. Şimdi de bu çeşit bir tecrit ameliyesi önünde bir vehmin esiri olmak istemeyen Ferit, kadında duyduklarını, içinden yılların geniş zamanında eriterek gerçek nispetlerine yaklaştırmaya çalışıyordu. “Fakat bunlar da bir şey değil evlâdım” diyordu kadın. Babuşu muhallebicide unuttu rahmetli. Ve çocuk iki gün kayboldu. “Aman oğlum, bak nedir”. Babuş üç yaşında, babası alır onu, Bakırköyüne götürür; orada Tahir Beyin eniştesi vardır. Baba oğul bir muhallebiciye girerler. Yine sigara, o zıkkım. Rahmetli sigara almaya gider, bakar ki istasyonda tren hazır. Unutur yavrucağı, atlar trene, gece vakti eve gelir. Ta Zeyrek’lerden Yenikapı’lara koşarlar. Son tren gitmiş. Başka vasıta yok. Karakollara telefon. Muhallebici kapamış. Evini bilmezler.
Ferit “son tren” sözünün kendisinde hemen zamanı anlamak ihtiyacını uyandırması üzerine, karşıki pencereden de görünen yangın duvarına vuran güneşin renginden saatin kaç olduğunu tahmine uğraşırken birdenbire karşısına geçen Zehra, beş parmağını birden açtı, havaya kaldırdıktan sonra baş parmağını kapadı. O elini indirip ötekini kaldırdı ve yine beş parmağını iyice açarak avucunu üç defa salladı. Şimdi ona dün geceki gözleriyle bakıyordu. Sonra birdenbire sıçradı ve odadan çıktı. Annesi hikâyeyi keserek “saat dokuzu çeyrek geçiyor” dedikten sonra anlatmaya devam etti. Ferit yine dinlemiyordu. Hemen buradan çıkmazsa Küllük’te Saim’i bulamayacaktı. Sordu: “Saatin dokuzu çeyrek geçtiği doğru mu? Zehra nereden öğrendi?” Kadın, boşalma humması içinde “Anlatacağım, bazen bilir o, sabret biraz” dedikten sonra mâhut seriye devam etti. Zehra’nın doğacağı gün ve saat gelip çatmış. Rahmetlinin evvelâ koşup ebeye haber vermesi, sonra da sarrafa gidip para alması lâzım. Sen ebenin evinin önünden geçerken haber vermeyi unut, doğru sarrafa git. Vasil orada yok, otur bekle. Kadın evde, iki komşu kız arasında sancıdan neler çeker. Ebe ortada yok. Zehra dünyaya yaklaşıyor. Komşu kızlar, ikisi de böyle şeylerde cahil. Biri annesini çağırmak için gitmiş, öteki utancından odanın köşesine büzülmüş ve Zehra kendi kendine dünyaya gelmiş. Aaaooovv gibi bir ses çıkarıyor kadın ve “o gün çektiğim sözle anlatılmaz oğlum” diyor. Ebe neden sonra gelir. “Kederden al bastı oğlum” diyor; fakat Ferit kederinden bir loğusanın al bastı olamayacağını söyleyemedi. Başını önüne eğerken gözünün ucuna ihtiyar yapıştı. Kızın karyolasında o, dün gece merdivendeki halini andıran bir öne doğru bükülüşle, arkası dönük ve hareketsiz oturuyor. Başında, içinden verdiği hükümlerin tasdikine de, en az yetmiş yıllık bir tecrübeden süzülen ve ihtiyarlara mahsus kelimesiz ve buğulu bir felsefi sezişe de işaret sayılabilecek hafif bir sallantı vardı. Rahmetlinin nesiydi Tahir Bey? Babası mı, kardeşi mi? Nesi olursa olsun, Ferit’in artık yola çıkması lâzımdı. Fakat kadının sesinde, yapışkan maddesini cerahatli bir ruhtan alan ıztırap öksesi onu yakalamıştı. Aradığı dikkat Ferit’in gözlerinde kayboldukça vücudunu öne doğru fırlatarak bir “oğlum, aman” deyişi vardı ki derhal istediği alâkayı bulduruyordu. “Oğlum, aman, aman, hele Zehra’nın tifodan yattığı gece…” İhtiyarın başındaki sallantı ve kadının sesindeki iltihap artıyordu. “Hele Zehra’nın tifodan yattığı gece…” Kızın vücudunda zangır zangır bir titreme, boğulur gibi bir hal, kadında telâş; “koş Yusuf doktora… Aman Yusuf, Allah aşkına dalgınlığı bırak, bir yere uğrama, dosdoğru git doktora, anlat, ya gelsin yahut ne yapılacaksa söylesin.”
Rahmetli evden çıkınca Zehra’nın titremesi ve boğulur gibi olması geçmiş, geçmiş ama, aaoovv -Kadın iki avucunu iki şakağına bastırıp kafasını iki yana sallıyor- ve “ne fayda! diyor, gider doktora anlatır, bir reçete alır. Nöbetçi eczaneye koşar, bütün bunların hepsi iyi değil mi? Gel gelelim, cebinden yeni aldığı reçete yerine doktorun benim için verdiği eski reçeteyi çıkarıp eczacıya tutuşturur, ilâcı yaptırır, getirir, kıza veririz, kusmağa ve çırpınmaya başlar. Ölüyor Zehra, ölüyor! Hırsımdan nasıl duvardaki resim çerçevesini koparıp rahmetlinin başına atmışım; sonra nasıl sokağa fırlamışım, doktora koşmuşum, eczaneye koşmuşum… Aman oğlum… Kız gidiyordu. Allah kurtardı. Zehirlenmiş, kusar, kusar. Ben düşüp bayılırım.” Ferit artık dinlemiyor. Gitmesi lâzım. Saim ona para bulacaktı. Geriye doğru bir adım attı. “Oğlum, aman bunu dinle de öyle git, bak, Allah aşkına, duydun mu sen böylesini hiç? Bak!” ve pençesini Ferit’in yakasına doğru uzattı. Yakalayacak ve bırakmayacak. Bu sefer yüzünün felçli tarafındaki göz de yüzün dram sahnesinde rol almaya ve parlamaya başlamıştı. İhtiyar biraz daha öne doğru eğildi ve başını sallamaz oldu. Tavanın yıkılmasını bekler gibi bir hali vardı. Kadın iki elini birden Ferit’e uzattı: “Zehra’nın tifosundan üç sene sonra. Uğursuz mayıs. İki sene evvel tamam. Babuş altısına basmış. Gece biz yatmışız, Yusuf aşağıda bilanço çıkarıyor. Hesap, hesap… Muhasiplikte bir taneydi. Belki dalgınlığı da ondan… Galiba soylarında var… Bunlar Kazan’dan Kırım’a, oradan da Tuna’ya muhacir gitmişler. Çocukluğunda Yusuf bir de beyin humması geçirmiş… Ondandır diyordu hekimler… Velâkin hesap dediniz mi, bitirmiş. Hiç rakam şaşmaz. Hem de bir tuhaf marifeti daha vardır. Avucunuza kaç nohut alırsanız alınız, kapatınız avucunuzu: O da gözlerini kapatır, söyler: dokuz. Açın avucunuzu dokuzdur. Yedi, yedi. Beş, beş. Hiç şaşmaz. Kızına da geçmiş bu keramet. O da saati bilir. Daha neler bilir. Aman oğlum, Allah kimsenin başına vermesin, bak ellerime nasıl titriyor, hatırladıkça fena oluyorum. O gün benim karnım bozulmuştu. Akşama hafif yedim, erken yattım, çocuklarla beraber. Yatak odam en üst katta. Hep bir odada yatarız. Merdivende Yusuf’un ayak sesi: İşini bitirmiş. Ben uyumam o gelinceye kadar. O yatar ben kalkarım. Dolaşırım. Bakarım bir yere sönmemiş sigara bırakmış mı diye. Mutfağa inerim, mangalda ateş varsa yoklarım. Pencerelere bakarım, açık kalmasın diye. Fakat o gece…” Kadın öyle derin bir içini çekti ki başını hiç kımıldatmayan Tahir Bey ona dönüp ürkek bir yan gözle baktı. “Fakat o gece…” Zehra da sofadan geldi, odanın ortasına doğru yürüdü, annesine ve Ferit’e bir bakıp kaçtı.
Fakat o gece… Yusuf oda kapısından içeri adımını atar atmaz, saatlerden beri mışıl mışıl uyuyan Zehra, birdenbire, haykıra haykıra uyanır. Ama ne haykırış, sanki bir yerine bıçak saplamışlar. Oda karanlık. Anası fırlar, düğmeyi çevirir. Cereyan yok. Zehra haykırıyor. Kadın deli gibi orta kata iner, camlı dolaptan şamdanı bulur, mumu yakar, gelir: Zehra yatağın ortasında oturmuş yüzü bembeyaz, dudakları ve alt çenesi titrer, gözleri büyümüş, dehşet içinde, babasına bakıyor. Yusuf Bey, şaşkın. Anası donmuş. “Ne var kızım, ne oldun?” cevap yok. Ne var, ne var, ne var? Cevap yok. Zehra gözlerini babasına saplamış içini çekiyor, nefesini göğsünde hapsediyor, sonra birdenbire bırakıyor ve soluyor. Ne var Allahım? Yusuf, Yusuf ne oldu bu kıza? Babuş da uyanmış ve yatağın içinde oturmuş. Korkudan onun da yüzü kâğıt gibi. “Ne var, Zehra söylesene..” Cevap yok. Sonra kız iki avucunu gözlerine kapıyor ve ağlıyor. Derken kadının karnına bir sancı yapışıyor. Aman Allah… O da Zehra gibi haykıracak. Kendini yatağa atıyor… “Aman Yusuf koş, mangalda tuğlayı ısıt, getir, koş, ölüyorum”. Yusuf şamdanı alıp çıkar, tuğlayı ısıtıp gelir, aksi gibi o akşam Tahir Bey de yok, Bakırköyü’nde, eniştesinde. Tuğla iyi gelir, sancı biraz hafifler. Zehra ve Babuş da yatarlar. Yusuf da girer yatağa. Kim bilir ne kadar uyurlar. Kadın Ferit’e yaklaştı ve elini değdirdi. “Bak buz gibi oğlum, hatırladıkça ellerim buz kesilir, nasıl uyandım birdenbire.” Odanın içinde bir yanık kokusu. Hemen anlar kadın. “Yusuf kalk, kalk! Yanıyoruz!” Fırlar kadın. Şamdan nerede. Şamdan. Mumu yakar. Oda kapısını açmasıyla kapaması bir olur: Dışarıdan içeriye öyle bir duman saldırır ki gözlerinin içi yanan kadın “ayy…” diye bağırır ve aksırmaya başlar. “Yanıyoruz. Alt kat da tutuştu… Kalkın çocuklar…” Fakat nereye kaçacaklar? Üçüncü kat. Yusuf, Yusuf!.. Adam şaşkın. Sanki direk. Odanın ortasına saplanmış duruyor. “Zehra, Baba, çocuklar!…” Kadın bir daha, kapıya koşuyor, fakat yine açmasıyla kapaması bir oluyor. Bu sefer merdivende alev de görüyor ve pencereye koşup avazı çıktığı kadar bağırıyor. Komşular uyanıyorlar. Sokakta bir gürültü kopuyor. Her pencereden bir çığlık, aşağıda koşuşmalar. “Cayır cayır yanacağız, imdat!” diye bağırıyor kadın. Yalnız karşıki evde, üst kat penceresinden ona seslenen koltukçu İbrahim Efendi: “Eda Hanım! diyor, sık dişini, şimdi itfaiye gelecek. Çarşaf tutarlar, atlarsınız. Korkma. Gelecek itfaiye.” Kadın çılgına dönüyor. Babuş ağlar, bağırır. Yusuf’la Zehra’da ses yok. İkisi de put. Eda Hanım bir kapıya, bir pencereye koşar. Sonra kocasının üstüne yürür: “Yusuf, sersem, sersem, yaktın bizi, kim bilir şamdanı nasıl tuttun, perde mi tutuştu, ne oldu, yanıyoruz, hep birden yanacağız şimdi cayır cayır.” Yusuf, kalbi de var onun, elini göğsüne götürüyor. Nefes alamıyormuş gibi bir hali var. Sokakta gürültü, telâş, kıyamet. Odanın içini müthiş bir sıcaklık kaplıyor. Duman doluyor içeriye. Şimdi tutuşacaklar. Artık gözlerini açamaz oluyorlar. Babuş’un da sesi kesiliyor. Boğuldu mu oğlan. “Evlâdım, evlâdım…” Eda Hanım, gözlerinin içi yanarak, elinde şamdan, çocuğuna doğru koşarken mum sönüyor. Zifiri karanlık. Alt kattan ve merdivenlerden çatırtılar geliyor. Tutuşan tahtaların çatırtısı. Eda Hanım bayılmak üzere iken itfaiyenin çanlarını duyuyor ve pencereye koşuyor. “Çabuk, a dostlar, çabuk, yanıyoruz, kül olacağız şimdi”. Aşağıdan ona bağırıyorlar. Fakat ne söylediklerini anlamıyor. Eğilip bakıyor. Orta katın pencerelerinden alevler fışkırmaktadır. Yine haykırıyor, haykırıyor… Koltukçu İbrahim Efendinin penceresinden bir ses ona “korkma, çarşaf geriyoruz. Evvelâ çocuklar, sonra siz” diyor. “Kimdir o?” “Kimsin sen?” “Biz itfaiye, korkma hanım, evvelâ çocuklar atlasın. Haydi, çabuk.” Eda Hanım yanı başına kadar gelen Babuş’u kapıyor, pencereden aşağı fırlatıyor. Yine aynı ses. “Tamam… Kurtuldu o, şimdi öteki.” Arkasından Zehra atlıyor. Sonra Eda Hanım. Fakat çarşafın üstüne düşer düşmez bayılıyor. Üç ev aşağıda, maliye müfettişi Niyazi Beyinevinin yanındaki arsada kendine geldiği zaman, yanında Babuş ve Zehra; fakat Yusuf yok. Baha ağlıyor: “Baba, baba… Babam nerede? Baba…” Zehra susuyor. Nerede Yusuf? Kadın eve bakmak istiyor, bırakmıyorlar. “Aman oğlum, yandı cayır cayır o gece Yusuf… Yandı, yandı… Yandı oğlum. Atmadı kendini aşağıya… Kalbi mi durdu? Takati mi kesildi? Yaşamak istemedi mi? Ben mi incittim onu?” Ve Eda Hanım hıçkırıyor. Ferit’in gitmesi lâzım artık. Saim daha fazla beklemez. Fakat kadın, o gece Zehra’nın nasıl dilinin tutulduğunu, sesinin nasıl kaybolduğunu ve bir daha nasıl açılmadığını anlatıyor; nasıl üzerlerinde işte şu entari; Zehra’nın üstündeki o nefti örme ceket, öylece, evsiz, barksız, eşyasız, çamaşırsız, parasız, Yusuf’suz kaldıklarını anlatıyor. Aaaaoooouuuu, bayılacak şimdi kadın yine.
Karyolanın kenarına oturmuş, hıçkırıyor, “ve, diyor, şu sekiz yaşındaki çocuğun eline kaldık. Erkeğimiz o. Gazete satıyor ve bizi geçindiriyor. Tahir Beyin tekaüt maaşı ayda on sekiz lira, otuz yedi kuruş.” İhtiyar yine başını sallıyor, sallıyor ve avucunu sağ kalçasının üstünden geçirerek öne doğru eğiliyor. “Teneke kutusunu açsın da göstersin. Bir haftadır kupkuru kesildi kurabiyeler. İki tane bile satamıyor günde. Kedi köpek bile yemez o çıra parçalarını” diyor kadın ve tek gözünden çıkan görünmez bir yumrukla ihtiyarı dürtüyor: “Haydi, köprü üstünde biraz dur, hava güzel, üç kurabiye satsan öğleyin kursağımıza bir şeyler indiririz. Babuş dün eli boş geldi, haydi haydisene…”
Bir kelime konuşmadan, caddeye kadar beraber yürüdüler. Sokağın köşesinde, ihtiyar elindeki kutuyu yere bırakarak ayrılmak sabırsızlığı gesteren Ferid’e küçük yüzünü kaldırdı:
– Kaderim var içinde de ağır geliyor. Yaş yetmiş üç.
Fakat gülümsüyordu. Büyük zelzeleden iki sene sonra, Nazif Paşa merhumun nazırlığı zamanında, 1312, evet 1312, maliyenin Düyun-ı Umumîye muhasebesindedir. Dört kalem: Müstekrezat-ı muvakkate ve havalât, defter-i kebir, Varidat-ı muhassasa ve Düyun-ı muntazama, Süfera ve Hesab-ı câri.
– Birader merhum, defter-i kebirde, ben varidat-ı muhassasada idim. Fakat onda hesab-ı zihnî fevkalâde idi, bir hassa-i mahsusa, bir mevhibe-i ilâhiye idi. Meşrutiyetten sonra Rıfat Bey, yok estağfurullah, Faik Nüzhet Bey onu bir kaç defa taltif etti. 2000 kuruş maaşla düyun-ı muntazamaya mümeyyiz tayin olundu. O tarihte Mısır vergisine temin edilen dört nevi istikraz: 71, 73, 75, 77 karşılığı 750 bin lira. Kıbrıs fazla-i varidatından da munzam 250 bin lira. Hattâ bunlardan bir tanesinin amortisman ve faizini tesviye mümkün olamadı da İngiltere hükûmeti bu parayı hapsetti, vermedi bize. Yüzde bir buçuktan kendi bankasında faiz işlettirdi. Mâni olmayayım. Maruzatım başka idi. Uzattım. Yani arzetmek isterim kî Adalet Hanımın -onun asıl adı Adalet’tir, beynelavam Edalet derler, Edalet’ten de Eda kaldı- Eda hanımın söyledikleri tamamıyla hilaf-ı hakikattir. Biraderi bendeniz âşık-ı nizam ve intizam idi. Asıl bu kadın, nasıl arzedeyim, dalgın, pasaklı, sinirli, kavgacı; birader merhum da bendeniz gibi sessizdi efendim, bu kadın onun başına terlik, sürahi kapağı, çerçeve, eline ne geçerse atardı.
– Bütün o dalgınlık hikâyeleri yalan mı?
– Yalan veya mübalâğadır, insan beşer, bazen şaşar; on dokuz küsur sene içinde bir iki zühulden fazla değil.
Bunlar da hasbelmeslek ve daha ziyade Adalet Hanımın huysuzluğu ve şirretliği yüzünden birader merhuma nâdiren ârız olan…
İhtiyar durdu. Göğsü sıkışmıştı. Devam edemeyecekti. Kaldırımın kenarına oturdu ve kutuyu iki dizinin arasına koydu, kapağını açtı, şapkasının geniş kenarının gölgesi içinde silinen gözlerini ona kaldırdı: “Mâni olmayayım”.
Ferit bir kaç adımdan fazla yürüyemedi, durdu. Uzaktan ona baktı. İhtiyar, önünden geçen bir yaşlı kadına “ölüyorum” der gibi üç hece işittirmeye çalıştı: “Kurabiye.” Sesi ancak Ferit’in çevik dikkatiyle yakalanabilecek kadar ince ve ezikti. Kadın duyamadı bile, yürüdü. Tahir Bey içini çekti. Yüzünde gülme ve ağlama hazırlığına aynı zamanda benzeyen komplike bir çizgi savruluşu belirip kayboldu.
Küllük’te bütün bu hikâyeyi dinleyen Saim, “imtiyazlı burjuva cemiyeti, proletarya şuuru” klişelerini tekrarlıyordu. Hukuktan Feridun ihtiyarın hâlâ o köşede olup olmadığını sordu. Gidip görecekti. Beyazıt’tan Galata’ya atlamaya hazırlanan bu tecessüs Ferit’i güldürmedi. Eda Hanım, E.. dalet Hanım, kezzap sesiyle onun içinde merhametin dizginini kemirmişti. Bu dizgin, istihzadır. Beğendi bile bu merakı ve onu teşvik etti. “Şimdi gider, gelirim” dedi Feridun.
– İmtiyazlı burjuva cemiyeti…
– Saim, bana üç lira bulacaktın…
– Al sana beş.
– Aman Allahım!
Şimdi Saim bin defa imtiyazlı burjuva cemiyeti, iki bin defa teknik seviye, üç bin defa enfra-strüktür diyebilirdi; ve Ferit sabırla dinleyecekti. Marksizmin ilmihalini sevmez, fakat ruhunu severdi. Asla Gerçekleşmeyeceğini bildiği büyük emellerinden biri de bu ruhu o ilmihalden kurtarmaktı: Bir satırını yazmadığı ne eserler tasarlamıştı. Tıptan felsefeye atlayışının sebeplerinden biri bu arzu idi, felsefede kalamayışının sebeplerinden biri de bu iradesizlik.
Fakat ödünç beş liranın hatırından ziyade, dün gece yarısından beri hayatının içinde uğuldayan sırlarla şimdi Saim’in izahlarında sıralanan şemalar arasındaki büyük hakikat marjını sezer gibi oluyor ve buna imkân veren bir mukayese fırsatı bulmanın sabrı içinde onu dinliyordu. Fakat sormuyordu: Meşrutiyette duyun-ı muntazama mümeyyizliğinden 2000 kuruş, bugünkü fiyat endeksi farkıyla belki dört yüz lira olan bir adamın stoik mukavemetiyle şirret karısının arasındaki dramın ekonomi ile ne münasebeti vardı? Yangından sonrası için Saim belki haklıydı. Fakat ondan evvel, Yusuf Beyin belki yarısını Kırım’dan Tuna’ya giderken muhacir arabalarının korkunç monoton gıcırtısında veya çocukken geçirdiği menenjitte kaybettiği hafızasına yahut karnı o tarihte pek âlâ doyan Eda Hanımın sinir sistemine Marks’ın burnunu sokmaya ne hakkı vardı? Münakaşayı hiç sevmediği için susuyor ve Saim’i iddiasının ruhunda haklı bulduğu için davaya sempatisini belirten güler yüzlü bir dikkatle onu dinlemeye devam ediyordu.
Feridun geldi. Masanın mermeri üzerine gazete kâğıdına doldurulmuş acıbadem kurabiyelerini açtı. Hepsini almış ve ihtiyara tam iki lira bayılmış. On iki tane. Saim birini ucundan kemirdi ve bıraktı. Bayat mı bayat. Çayla beraber yemeyi denemek istediler ve kahveciye seslendiler… Feridun’un gözleri dalgındı. “Acıdım ben ihtiyara.” Parayı görünce ağlamış: Sadaka olduğunu anladığı için mi?
– Hayır, dedi Ferit.
Fakat izah etmedi. Tahir Beyle Eda Hanım arasında, bu iki liranın, mideden en içerlek ruh izbelerine kadar halledeceği meselelerin tablosunu çizmeye hali yoktu. Acıkmıştı. Eda Hanımın çıralarından birini kopardı, ağzına soktu ve boğazını tıkanmaktan kurtarmak için, hemen onun imdadına sıcacık çay yudumlarını koşturdu.
Gece yarısıyla sabah arasındaki saatlerden hangisinin içinde olduğunu bilmeden, evin kapısı önüne durdu. Sokak karanlıktı. Çıngırağı gözleriyle değil, hafızasıyla aradı. Fakat gündüzleri kapı açık olduğu için bu noktaya ait bir hatırası yoktu. Avucunu kapının tozlu ve çentikli tahtası üzerinde gezdirdi. Çıkarılmış tokmağın yerinde kalan demirin soğukluğundan başka, pürüzlü sathın üzerinde hiç bir farka rastlamadı. Tecrübeyi başının hizasından karnının hizasına kadar yukarıdan aşağıya ve sağdan sola bütün dikkatiyle tazelediği halde çıngırağa benzer bir şey bulamadı. Eda Hanımın odası arka tarafta olduğu için seslenmenin de faydası yoktu.
Kapıyı bir kaç defa yumrukladı. Kalın tahtanın içeriye naklettiğinden fazla dışarıya iade ettiği bu hafif gürültünün, taşlıkta on adım kadar yürüdükten sonra, sağ tarafta Vafi Beyin kapalı kapısından içeriye geçmesini ve hava akşama doğru soğuduğu için belki de yorganı başına çeken odabaşının kulak zarına, oradan da uykusunun içine girmesini beklemek, fizik kanunlarından sadaka istemek gibi bir şeydi. Gerisin geriye dönüp bütün o çirkef yokuşu tırmandıktan sonra, kendisinden biraz önce ayrıldığı Saim’in Tarlabaşı’ndaki odasına gitmek daha kolaydı. Fakat orada da bir kapı meselesi önünde kalmayacağı belli değildi.
Ümitsiz bir iki yumruk daha savurduktan sonra, taşlıkta sürtünen bir terlik sesi duyunca, kısa bir aptallıktan başka bir şey olmayan hayretin hiç bir çeşidini sevmediği için, Vafi Beyin uyanık olduğuna hükmetti. Kapı açılır açılmaz, aralıkta hiç bir karaltı görünmeden terlik sesi uzaklaştı. Odabaşının dışarıdan gelen adamı görmeden onun içeri girmesine müsaade etmesine de mânâ vermek, ikinci bir hayretten kurtulmak için lâzımdı. Fakat içeriye ilk adımını atıp da Vafi Beyin oda kapısının açık olduğunu görünce bu izahı derinlerde aramaya hacet kalmadı. Yürüdü ve onun kendisini daha iyi görmesi için oda kapısı önünde bir an durdu.
Vafi Bey, eşikte iki adım geride, ayakta, elinde bir kitap, başında bir takke, gözlüğünün üstünden, ona gözlerini bir çiftenin namlusu gibi dikmiş, tehlikeli bir dikkatle bakıyordu. Sarıdan dejenere beyaz sakalının rüzgârda savruluyormuş gibi tel tel kabarık ve dağınık haliyle, çıkık bir alın altında kemik çukurlara batmış gözlerinden fırlayan kusur arayıcı bakışları ve kartal gagası burnuyla, bu suratın, fonksiyonunda değil, yapısında öyle bir kovalama hamlesi vardı ki, insana kaçma arzusu veriyordu. Ferit yürüdü. Sağa kıvrıldı. Geniş taşlıkta merdiven on beş yirmi adım ötede olduğu için Vafi Beyin odasından gelen ışık karşı duvara vurduktan sonra gayet soluk bir akis halinde oraya varıncaya kadar baygın düşüyordu. Merdivenin birinci sahanlığından sonra karanlık tamdı. İnsanın yırtık muşambalara ayağı takılıp düşmemesi için elinde bir sıcak su fincanı ve yetmiş üç yaşında olması şart değildi. Ferit durdu. Sigara içmediği için kibrit taşımazdı. Sol taraftaki trabzana tutunarak basamaktan ihtiyatla çıkmaya başladı. Bir kaç basamaktan sonra durdu. Tam karşısında, biraz yüksekte, elini uzatacağı kadar yakınlarda gayet hafif bir beyazlık vardı.
Var veya yoktu. Boşluğun siyah zemini üstünde bu o kadar güç sezilen bir farktı ki, dikkat edilmezse görülemezdi. Ferit bir basamak daha çıkınca bu sarımtırak beyazlık arttı ve yüzünün derisine hafif bir sıcaklık vurur gibi oldu. Gözlerini şekilden ayırmıyordu. Nasıl bir cisme ait olduğunu anlamadığı bu renk farkı, başının hizasından yarım metre kadar yukarıda başlıyor ve ayaklarından iki basamak kadar daha yüksekte bir noktaya kadar iniyordu. Elini uzatsa ona dokunabilirdi. Fakat iradesinin akümülatörü birdenbire boşalmaya başlamıştı. Bir basamak daha çıkabilmesi için, vehimlerin baskınına uğramadan evvel epey cesaret biriktirmesi lâzımdı. Geriye dönüp Vafi Beyden kibrit istemeyi ve ona hâdiseyi haber vermeyi düşündü. Arkadan bir tecavüze uğrayabilirmiş gibi buna da cesareti yoktu. Aynı basamağın üstünde sağ tarafa doğru bir adım attı. Beyazlık sol tarafta ve eski yerinde kalmıştı. Eğer bu, göze ait bir vehim olsaydı kendisiyle beraber yer değiştirmesi lâzım gelmez miydi? Fakat vehim değilse neydi? İnsana benzemiyordu. Bir insan vücudunun her noktası aynı renkte olamazdı. Giyimli kısımlar daha koyu görünmeliydi. Sonra bir insanın merdiven basamağında böyle kımıldamadan durması için sebep yoktu.
Sola doğru bir adım atıp eski yerine geldi. Hareketinin rüzgârı geçtikten sonra yüzünde biraz evvelki sıcaklığı duyuyordu. Tereddüdünün sıkıntısı ve merakı birdenbire o kadar arttı ki, içinden geçen bir cesaret hamlesiyle, gayri ihtiyari, bir basamak daha çıktı ve elini uzattı. Sıcak ve yumuşak bir satha değen avucunu hemen geri çekti. Artık hiç, hiç şüphe yok, burada bir insan, fakat çıplak bir insan vücudu vardı. Elinin değdiği nokta ancak onun karnı olabilirdi. Fakat bu temastan sonra da şekilde hiç bir kımıldama yoktu. Yalnız, şimdi, Ferit onun nefes alışının sesini duyar gibi oluyordu. Birdenbire hatırına Zehra geldi. Kız, çırçıplak, uykuda gezmeğe çıkmış olmasın? Bu ihtimal cesaretini arttırdığı için tekrar elini uzattı. Evet, bu bir insan karnına benziyordu. Avucunu yukarı doğru götürdü. Galiba bir kadın vücudu, işte göğüs; ve genç bir göğüs: Ufarak, dik, sarkmayan bir yuvarlak. Ferit elini kuvvetle bastırmadığı için temas duygusu çok zayıftı. Ansızın, avucunun içindeki yuvarlakta silkinmeye ve çırpınmaya benzer öyle bir titreme peyda oldu ki Ferit hemen elini çekti. Vafi Beyden bir kibrit almaya karar verdi. Derhal geri döndü, merdiveni indi. Fakat odabaşının kapısı önünde durakladı. Kapı kapalıydı. Vafi Beyi uyandırıp onu merdivenin ortasına çıkarıncaya kadar çıplak oradan uzaklaşabilirdi. Hem de artık Ferit’in, korkunçluğu gidip cazibesi artan hâdise ile baş başa kalmaktan endişesi olmamalıydı. Bir tereddüt anı daha geçirdi. Oda kapısının eşikle birleştiği çizgide ince bir ışık vardı. Belki Vafi Bey uyanıktı. Kapıyı vurmayı düşündü. Hayır, vakit geçecekti. Hemen geriye döndü. Gözleri karanlığa alıştığı için, merdivenleri deminkinden daha kolay çıktı. Fakat Venüs kaybolmuştu. Ferit sofaya varınca her tarafa dikkatle baktı. Hiç bir şey göremedi. Odasına girdi, elektriği yaktıktan sonra kapıyı açık bıraktı, aydınlanan sofaya bir daha göz gezdirdi. Alt kata inen ve üst kata çıkan merdivenlere baktı. Kimseler yoktu. Eda Hanımın oda kapısına baktı. Kapalıydı. İçeriye girmeyi düşündü. Bakalım Zehra yatağında mıydı, ayağında ip var mıydı? Odaya girmek için bir bahane aradı. Gece yarısından sonra, bir bardak sudan başka istenebilecek hiç bir şey hatırına gelmiyordu. Pek âlâ. Yürüdü. Kapıyı itti. Oda karanlıktı. Tereddüt etmeden elektriği yaktı. Zehra yatağındaydı ve iki karyola arasında ip, havada ve gevşek duruyordu. Ferit bir adım daha ileri attı. Kızın bir omuzu yorganın dışındaydı ve üstünde nefti örme ceket vardı. Yüzü yastığa gömülüydü. Eda Hanım arka üstü yatıyor ve horluyordu. Yüzünün felçli tarafında bir göz yarı açıktı. Felçsiz tarafın çizgilerine bakılırsa Eda Hanımın rüyada birisiyle kavga ettiğine inanılabilirdi. Onun koynunda ve bölme tarafında yatan oğlanın kirli saçlarından başka hiç bir şey görülmüyordu. Ferit hemen ışığı söndürdü ve dışarı çıktı. Demek ki merdivende rastladığı çıplak, Zehra değildi. Bu katta başka kadın da yoktu. Yalnız, tavan arası katında, henüz yüzünü görmediği bir hizmetçi yatıyormuş. Acaba en aşağı katta birinin odasına giderken merdivende yakalanınca kendisini tanıtmamak için sustu, kımıldamadı ve Ferit’in geri döndüğünü görünce kaçtı mı?
Bunu derhal anlamalıydı. Sade ısrar eden bir hayretin onu hem kendi gözünde küçülten yükünden kurtulmak, hem de insanın uzviyetine veya herhangi bir davranışına karşı beslediği ve onu bir fakülteden ötekine koşturan tecessüsü doyurmak için değil, belki on seneden beri onu kovalayan çıldırma korkusunun bu gece yeniden uyanmasını önlemek için de hâdisenin doğru bir izahına ihtiyacı vardı. Eski krizlerinin tecrübeleriyle biliyordu ki, hayret, keder veya korku verici bir müşahedenin peşinden gelen zaman içinde ilk sansasyonun muhtevası, harekete başlayan muhayyilenin araya girmesi üzerine alabildiğine hayal çatallaşmalarıyla dal budak salınca, hadise, gerçek mihverinden dışarıya öyle bir fırlayış fırlardı ki, vukuu anındakini gölgede bırakan bir tesir şiddeti kazanırdı. Fantezilerinin palamarı çözülmeden evvel yukarı çıkmalı, bir de bu ihtimali yoklamalıydı. Fakat odasından gelen ışık yukarı kat merdiveninin yarısını aydınlatabiliyordu. Tavan arasında ampul var mıydı? Hizmetçi nerede yatıyordu? Onu uyandırmadan komütatörü bulmak ve ışığı yakmak, sonra onun başı, beden yapısı ve yataktaki haliyle merdivendeki çıplak arasında münasebetler kurmak öyle kolay işler değildi; fakat hâdisenin izahsız kalmasından doğabilecek münasebetsizliklere katlanmaktan daha kolaydı. Yukarı kata gürültüsüz ve zahmetsiz çıktı. Aşağıdaki odasından gelen aydınlığın kendisine gittikçe nazlanarak arkadaşlık ettiği son noktaya kadar yürüdü ve durdu. Gözleri karanlığa henüz alışmadığı için önünde hiç bir şey göremiyordu. Bir duvar, bir eşya yığını veya boşluk, hiç bir şey. Bekledi. Karanlıktan, son derece belirsiz ve soluk, henüz bir şekil cinsiyetinden mahrum karaltılar doğuyordu. Kollarını ileri uzattı ve bir kaç adım daha attı. Ayaklarıyla da bir iki adım ötesini yokladı. Boştu. Biraz daha yürüyünce eli bir tahtaya değdi. Avucunu gezdirdi. Bu bir bölmeye benziyordu. Parmaklarının ucuyla bir budak deliğini, bir kıymığı, bir çatlağı fark ediyordu. Sağa sola yarımşar adım gidip gelerek eliyle kapıya benzer bir şey araştırırken bir topuz yakaladı, çevirdi, kanadı itti ve açıldığını tahmin ettiği bir kapının aralığından içeri girdi. Evet, burada bir insan soluyordu. Kapıyı açarken hemen hiç bir gürültü çıkarmamaya muvaffak olduğu için, burada yatan mahlûk, eğer uyanık değilse, uyanmamış olacaktı. Durdu ve solukların ritmine kulak verdi. Aldığı intiba cesaretini artırmıştı. Şimdi bütün mesele, aynı ustalıkla, bir komütatör aramaktı. Girdiği kapının sol iç tarafındaki tahta bölme üzerinde aradığını bulamadı. Kanadın arka tarafına geçti, orda da bulamadı. Arada bir duruyor, soluğun intizamını kontrol ediyordu. Hizmetçinin uyanmadığına kanaat getirdikten sonra biraz daha ilerledi ve aradığını buldu. Çevirince, alçak tavanda küçük bir ampul yandı.
Sağ tarafta, dipte, yarısı bölmenin öte tarafında kalan alçak bir pencere önünde, karyola haline sokulmuş bir kerevet vardı ve orada, henüz yorganda omuzlarının ve kalçalarının kabartısından başka bir şey göremediği biri yatıyordu. Bölme ile kerevet arasındaki dar yolda iki adım attı. Yastığın üzerinde ilk gördüğü şey iri bir burundu. Sonra zift sürülmüş gibi kalın ve simsiyah bir kaş. Eğer saçların şahitliği olmasaydı, iri kemikli çenesiyle, üst dudağının üzerindeki siyah tüyleriyle, bütün yüzün kalın, çok esmer derisi ve vücudun büyük adale ıkınmalarını izlendiren sert çizgileriyle bu başın bir kadına değil, bir hamala ait olduğuna inanmak zor değildi. Zor olan şey mübareğin yaşını anlamaktı. Bu suratta otuzu da, elliyi de tasdik eden parçalar vardı. Herhalde Ferit’in aşağıdaki merdivende avuçladığını sandığı göğüs bu ejderhaya ait olamazdı. Yorganı kaldırsa, altından güzel bir göğüs değil, dik ve sert kıllı bacaklarıyla, uzun kuyruğuyla bir katır leşi çıkacaktı.
Bunu düşününce Ferit hemen geri döndü ve beklediği şeyle karşısına çıkan bu ibiş suratı arasındaki farka daha rahat gülebilmek için acele etti. Ayağını bölmeye çarpmıştı. Karı uyanmadan Ferit kendini dışarı atmaya çalışırken arkasında hafif bir gürültü oldu ve çatlak bir ses kabardı. “Kim o?”
Başını yastıktan yukarı almış, aydınlığı öğütmeye çalışan gözlerini kısarak yüzünü Ferit’e doğru uzatan kadın yatağın içinde doğrulup oturdu. Göğsünün bir tarafı, askısı kaydığı için aşağıya düşen gömleğinin üstünden dışarı fırlamıştı. Ferit bu göğüsle bu surat arasındaki renk farkına hayretle bakakaldı. Yüzün koyu esmerliği kısa ve tıkız boyundan aşağıya doğru, sınırlarını gözün birdenbire yakalayamadığı kuvvetli bir kaç inkılâp geçirdikten sonra tatlı bir tozpembesine çevriliyordu. Orada ansızın gençleşiveren bu vücudun üzerinde kartaloz ve çirkin baş o kadar eğreti ve yabancı duruyordu ki karşısında yakası kalkık simsiyah paltolu Ferit’in karaltısını gören kadınla onun bu tezadını gören Ferit’in hayreti çarpıştı. İkisinin de gözleri büyümüştü. Kadın yorganı omuzuna kadar çekerek göğsünü kapatırken, Ferit onun iri, siyah ve bir bakıma güzel gözlerindeki şaşkınlığı ve korkuyu uzaklaştırmak için “yabancı değilim” dedikten sonra, çilingirin odasına yeni gelen kiracı olduğunu haber verdi. Kadının omuzunda bir ürperme ve başında bir silkelenme oldu. Ferit’in söylediğini anlamamış ve onun yerinde bambaşka bir şey görüyormuş gibi, şaşkınlığı devam eden gözlerinin bebeklerinde bir huzursuzluk vardı. Ağzından ışş, uşş, vışş, huv gibi heceler veya tamamını Ferit’in duyamadığı kelimelerin parçaları çıkıyordu. Şimdi yorgan altında saklanan bu vücutla biraz evvel aşağıda avuçladığı göğüs arasındaki göz ve temas duygularının muhtevalarını birbirleriyle kıyaslayan Ferit kadının yüzündeki ifadenin korku halinden çıkıp bir sancı çeken insanın ıstırabı haline döndüğünü fark edince sordu:
– Nen var? Hasta mısın? Ben hekimim, korkma.
Kadın iri ve kararmış elinin parmaklarını kıvırarak havada anlaşılmaz bir işaret yaptıktan sonra:
– Döndü yüreğim, dedi, aha böyle.. pır pır ediyor.
– Yüreğin mi çarpıyor?
Kadın başıyla tasdik etti. Fakat muayeneye razı olması için Ferit’in üç yeminle, kaşlarının ortasında bir ciddilik buruşuğu ve sesinde bir doğru adam tonuyla ısrar etmesi lâzım geldi.
– Nedir adın?
– Fatma.
– Aç şu yorganı Fatma. Üstünden olmaz; duymam yüreğinin sesini.
Fatma iki eliyle birden yorganın bir ucunu sımsıkı tutmuş, fena bir maksat ihtimaline karşı müdafaa haline geçiyordu. Fakat ikisinin gözleri arasında ne olduysa oldu; kadın ellerini bıraktı. Ferit kulağını onun kalbinin üstüne koyarken gözlerini yumarak birdenbire göğsünü avuçladı. Merdivendeki temasın hatırasını şimdiki duygusunun yanına koyarken, tıpkı aşağıda avucunun içindeki yuvarlağın silkinmesi ve çırpınmasına benzer bir titreme duyunca kadının isyanından evvel ayağa kalktı. Tamam. Bu göğüs o göğüstür. Kime gidiyordu Fatma? Belki de Vafi’nin odasına.
– Yüreğin çarpıyor biraz. Yarın sana ben bir ilâç veririm.
Kadının gözlerinde arzu baygınlığına ihtimal verdiren bir süzülüşten sonra deminki şaşkınlık ve ürkeklik peyda oldu. Kendi kendisiyle konuşur gibi söyleniyordu:
– Her gece vallah benim artık uykum arasında pıt, pıt, aha böyle şurada tahtanın ardında her gece yüreğim dönüyor vallah. Dün gece yürüdü tahtaboş kapısına. Hamamtası duvarın üstünde. Bu sabah onu buldum merdiven başında.
Kara kalın parmağıyla bölmenin kapısından yatağın hizasına kadar ağır bir çizgi çekerek hezeyan üslubuyla devam etti:
– Aha şurada pıt, pıt, pıt, pıt… Şöyle, tahtaboş kapısına kadar… Ben bakamam. Oynuyor yüreğim. Büzülüyorum yorganın içinde…
– Pıt, pıt nedir? Yüreğin mi atıyor?
– Yüreğim. Yüreğim de aha öyle.
– Peki ne olmuş tahtaboş kapısına? Hamamtası nedir?
– İnan vallah, her gece tahtaboş kapısına yürüyor. Hamamtasını aldı koydu merdiven başına.
– Kim yürüyor? Kim koydu?
Fatma tahta bölme tarafına korku ile bakarak sesini alçalttı.
– Ben söyledim Vafi Beye, yüreğim duracak. Edemeyeceğim. Başıma üç kere geldi. Bu dördüncü. Tatvan’da, Nemrud’un develerinden biri canlandı, kovaladı beni.
– Ne Tatvan’ı? Doğru anlat.
– Ben Tatvanlıyım. 14 yaşımda çıktım oradan. Anam beni dört altına sattı Van’a giden bir adama. Ağladım ağladım o kadar. “Ana satma beni. Ana kıyma bana. Ana ben sensiz edemem.” Hayır anam sattı beni. Nemrud dağına baka baka, ağlaya ağlaya ayrıldım Tatvan’dan. Uh… Ben çektim neler… Van’dan geldik tâ Gönyüğe kadar… Tatvan’ı bilen mi?
– Hayır.
– Zamanında Nemrud’un kırk devesi orada taş kesilmiş bir sıra durur. On yaşında bir akşam oradan yalnız geçerken aha o develerden biri canlandı ve kovaladı beni: Bayıldım. Ağzım kilitlendi. Okudular hocalar. Huvvv… Söyletme beni. Babam öldü. Evin çatısında geven otları ardından toprak çöktü, babam altında kaldı. Anam başkasına sevdalandı, beni dört altına sattı. Ali Fatı kullandı beni yesir gibi. Nikâh etmedi. Gönyük’ten on beş yaşında kaçtım geldim İstanbul’a. Ama kaçmadan orada babamı gördüm. Aha bu ikincisi. Kelkebir mahallesinde Hızır çeşmesinin önünde gördüm babamı. Ölümünden dört yıl sonra. Yalaktan başı çıktı. Testi düşüp kırıldı elimden. Bayıldım, babam kulağıma üfledi, dedi bana: “İstanbul’a kaç:” Kaçtım. Erzurumluların otelinde Hacı Mustafa’yı buldum. Anamın birinci kocasının gardaşıdır. Erzurumludur anam. Orada evlenmiş iptida. Ermeniler kocasını kesmişler. Anamı da keseceklermiş. Doldurmuşlar otuzunu, kırkını bir han odasına harman gibi. Kimi ölü, kimi diri. Anam gebe imiş. Altta kalmış. Üstünde bir ihtiyar karının cendeği varmış. Ermeniler dirileri de götürüp kesmişler, cendeğin altında anamı görmemişler. Oradan kaçmış köye. Bir de Hacı Mustafa kurtulmuş. Anam onunla Bitlis’e gelmiş. Tatvan’da babamla evlenmiş. Hacı Mustafa büyüttü işi. Erzurum’da çulfaydı. Sonra tüccar oldu. İstanbul’a gelip giderdi. Beni Boğaziçi’nde Miralay İsmail Beyin yanına verdi. Orada kaldım bir yıl. Oradan Beyoğlu’nda Kalyoncukulluğu’nda Cafer Beyin yanında çalıştım iki ay. Uh baba çıhsın, uh…
Bu acayip nidanın ve bedduanın sebebi, Fatma’nın heyecan anında iki elini birden sallarken, göğsünün üstündeki yorganın düşmesiydi. Merdivende başlayan ve hayretle korkunun baskısı altında kalan arzu, deminden beri, Ferit’in içinde, şuurun eşiğini aşındırıyor, artık ona kendini haber vermek için fırsat kolluyordu.. Fatma’nın göğsü penbe ve dimdik ucuyla görününce, yarım saatten beri karanlıkta Ferid’in iç güdüsünün dibini gıdıklayan duygu, Nemrud’un develerini de, Hızırçeşmesi’nin yalağını da, ihtiyar karının cendeğini de birdenbire atladı ve bu defa hedefine koşmak için aradaki ahlâk ve hurafe engellerini aşmanın bahanesini aradı.
– Çarpıyor mu yine yüreğin? Dur bir daha bakayım da sonra anlat. Dur. Yarın ona göre ilâç yazalım.
Ferit bu defa yatağın kenarına oturdu ve yorganı Fatma’nın dizlerine kadar açtı. Evvelâ karnını muayene bahanesiyle gömleği yukarı çekti. Fakir bir evin sandık odasında eline bir çeşmibülbül geçiren antikacınıngururu ve heyecanı içinde, dört beş yerinden yırtılmış bir çamaşırın saklayamadığı vücut parçalarının renk ve tazelik harikasına bir an baktıktan sonra kulağını tekrar göğse koydu. Bir elini kadının oyluğunda gezdirirken, “uh anam, olmaz vallah” diye bir sıçrayış sıçradı Fatma ve Ferit’in elini tutup çekti. Titriyordu. Simsiyah gözlerinde yine bir arzu baygınlığı, fakat bütün yüzünü ve sesini kaplayan bir yalvarış. Ferit’i durdurdu. Uh diyordu kadın ve titriyordu.
– Uh kölen olam. Sen efendisin. Acı bana. Hüseynim öldükten sonra harama uçkur çözmedim. Dokunma bana. Hüseynimin üstüne erkek istemem.
Ve ağlamaya başladı. Uykunun maskesini attıktan sonra iri siyah gözleriyle, içinin karanlık cereyanlarına bağlandıkça güzelleşen yüzünden büyük duyguların sükûnuyla, çizgisiz ve sessiz ağlıyordu. Ferit hemen çekildi. Yorganı kendi eliyle kapadı.
– İsmail Beyin neferiydi Hüseyin. Şofördü aslında. Terhis olunca Civan Ahmed’in arabasında çalışırdı. Yalıda sevdalandık birbirimize. Huvv… Ağlatma beni, kırk gün kırk gece ağlasam doymam. Tatvan’ı bilirdi o. Bitlis -Erciş- Karaköse yolunda iki defa kolordunun arabasıyla geçmiş. Derdi bana ki cennet orası. Ve gezdirirdi beni Civan Ahmed’in arabasıyla. Bentler, Hacıbayram, Maslak, Bakırköy, Flurye, nerelere götürmedi. Aha şöyle başımı omuzuna dayar, gözümü yumardım. Araba uçardı. Rüzgâr püfür püfür. Kendimi Nemrut dağının eteğinde sanırdım. Davarlar gözümün önüne gelirdi. Anam babam gelirdi gözümün önüne. Tatlı yaş dökerdim. Kâğıtlarımız hazırlanıyordu. Haftasına nikâhımız olacaktı. Uçardık şavkımızdan, İsmail Bey çeyizimi yapacaktı. Civan Ahmet arabayı taksitle satacaktı bize. Patron olacaktı Hüseyin.
Fatma hıçkırmaya başladı. Ona kuvvet vermek için omuzunu okşamak isteyen Ferit’in maksadını yanlış anlayarak irkildi ve geri çekilerek devam etti:
– O gün akşam Büyükdere’de içti. Ben de içtim. Çok değil hani. Bir şişe içtik. Çok mu? Döndük gelirdik. Uh, Rabbim… Sen bilün. Ben ne bilem. Başım Hüseynimin omuzunda. Gözlerimi yummuşum. Nemrut dağı tüter önümde. Gelin ağlatmayı söylerim. Ah ellerim, vah ellerim…
Hüseyin de bilirdi bu türküyü, çığırdı. Geçti gece yak ellerim… Çağrışa çığrışa gidiyorduk. Ben daldım bir üryaya… Babam gelir yanıma, saçlarımı okşar: “Fıdıma sık dişi” Neredeyim? Nemrud’un eteğinde mi? Bülbüller mi şakır? Bu yeşiller geven otlar mı? Neden açamam gözlerimi? Uh, anam… Ayy… Neden sağ omuzumu koparırlar? Uh, anam… Baba çıhsın… Ne oldu bana? Ağlarım ağlarım, sonra kendimi bilmem. Açarım gözlerimi. Yanımda yabancılar… Hüseynimi ararım. Nemrud’un eteklerini, babamı ararım. Omuzum acır. Uh, anam, bağırırım. Başımı kımıldatamam. “Hüseynim nerede?” Bir de bakarım, yanı başımda otların üzerine uzatmışlar. Neredeyiz bilmem. Fırlarım yerimden. Hüseynimin başına iki adam çömelmiş. Göksünden aha böyle kan fışkırır. Yüzümü gözümü sürerim bu kanlara. Ağlarım. Hüseynim bir ara gözlerini açtı: “Fatma, ölürsem de buluşacağız seninle” dedi. Sonra kapadı gözlerini. Hastahane, hekimler, ilâçlar, bir daha açmadı. Daracazanın önünde karşıdan gelen arabaya çarpmamak ister. Dıraksonu kıvırır. Ağacın üstüne vurur. Demir göğsüne girer. Benim sağ omuzum kırılmış. Öldü ertesi sabah Hüseyin. Geleceğim dedi bana. Kaç gün gittim oralara. Gece yarılarına kadar bekledim. Gelir mi diye. Gelir mi tohtor? Sen söyle. Gelir vallah. Sözü sözdür. Geldi de vallah. Kuran çarpsın beni geldi. Kalyoncu’daki eve geldi. Cafer beyin hanımı Sıdıka Hanım, bir gece açmış kilerin kapısını. Ben mutfaktayım. Bağırır, bağırır: “Koş Fatma, koş!” Ben koştum. Aha bu duvar gibi hanımın yüzü. Kilerin kapısında, dedi bana: “İçerde bir adam var. Kasketli bir adam. Sen dur burada. Ben bekçiye koşayım. Anahtar bende. Kilitledim, içerde adam. Kaçmasın.” Hanım sokağa koştu. Ben anahtar deliğinden içeriye baktım. Ne göreyim? Gece vakti, gündüz gibi aydınlık. Hüseynim, başında kasketle şeker sandığının üstüne oturmuş. Deliye döndüm: “Geldin mi Hüseyin? Anahtar hanımda. Şimdi açarız kapıyı. Hüseyin, Hüseynim… Geldin mi? Nasıl geldin?” derken bayılmışım ben. Hanım gelmiş, bekçi gelmiş, polis gelmiş, kapıyı açmışlar. Kimse yok. Nereden kaçtı diye şaşarlar hâlâ. Pencerede demir var. Keçi kaçamaz. Ben yemin ederim ki hanım, gelen Hüseyin’di, gözümle gördüm. Nerelerden geliyor o. Geldiği gibi gider. İnanmadılar bana. Cafer Bey Ankara’dan gelince alay ederdi benimle. “Peki; derdim, öyleyse ne oldu kasketli? Hanım da gördü, ben de. Pencereden kedi kaçamaz.” “Size öyle gelmiş” derdi Cafer Bey. Sen söyle tohtor, ne oldu kasketli? Hüseyin değil mi o? Yine gelir değil mi? Aha pıt, pıt belki o gezer buralarda. Niçin yanıma gelmez? Söyle tohtor, niçin gelmez? Ferit, dalgın mırıldandı.
– Gelir bir gün.
– Gelir değil mi? Pıt pıt gezen o mu buralarda? Niçin gelmez? Hep üryama girer. Ciblah soyunurum.
– Nerede soyunursun?
– Üryamda. Gelir beni sarar. Uyanıkken de gelir diye her gün kokulu sabunla yıkanırım. Hem tohtor, gece uykuda ayağımı birdenbire teper, uyanırım. Gözüm uyku tutmaz bir daha. Nedendir? Sonra söylemesi ayıp, şuralarımda bir gıdıklanma olur. Sonra bir titreme alır beni. Nedendir?
– Sen Hüseyni unutma yine. Fakat başka biriyle evlenmelisin. Erkek lâzım sana. Bu da yemek içmek gibi lâzım. Sonra daha fazla hastalanırsın.
Fatma birdenbire durdu, gözlerini açtı ve bir an dondu. Belki razı olacaktı. Ferit kalktı. Zekâsının en büyük düşmanı saydığı hayrete karşı aradığı zaferi bulamadan, Tatvanlının yanında geçireceği her saniyeye yazık olacağını anlamakta gecikmekten gelen bir sıkıntı içinde, Fatma’yı belki sabaha kadar böyle cendek gibi donmuş bir halde yatağında oturtacak ruh hali içinde yalnız bırakarak odasına döndü. Soyunmaya başladı. Bu göğüs o göğüs müydü? O nergis vücutlu katırın önünde bir saniye duyduğu zaaftan utanır gibi olduğu anda hatırına babası geldi. Onun için bazı mendebur istisnalarıyla her kadın mubahtı. Onun kırklık Arap karısını nasıl gebe bıraktığına dair evlerinin efsanelerine karışan rezaleti hatırlayıp geçerken, yukarıda, kendisinin yerinde babası olsaydı bu kadar hikâye dinlemekle geçireceği zamanı kim bilir ne ustaca kullanmış olacağını düşündü. Değer miydi? Uh… Şüphe mi var? Karının primitif bir güzellikle çirkinlik arasında acayip istihaleler geçiren yüzünü örtmek için boynuna kadar bir torba geçirmek şartıyla vücudu, ten, renk, sıhhat, çizgi, ihtiras, guddelerinin dolgunluğu, adalelerinin sıklığı ve oynaklığı, hepsi ve şehvetin acayip kaprisleri bakımından, gecenin saati, tavan arası, bölmenin arkasında gezinen pıt pıt’ların muhayyilenin geri plânında açtığı garip ihtimaller ufku ve duyguların üzerine serpiştireceği korku salçası, her şey, Ferid’i yukarıda ve burada geçirdiği utanma anından utandıracak lezzetlerdi. Şimdi babasının gözlerinde bir kere daha salaktı. Eğer bu adam sağsa ve peşine düştüğü maceranın çukurlarından birinde kakırdayıp kalmamışsa Ferit ona Fatma’ya karşı duyduğu merhametin değerini sormak isterdi. Fakat bir daha babasını göreceğinden emin değildi. Hayalen ona soruyordu: “Ne dersin? Merdivende rastladığım çıplak halüsinasyon mu?” Çünkü babası ona “sen akıl hekimliğinin ihmallerinden istifade edip sokakta gezen bir delisin” derdi. Fakat buna da vehim diyebilecek miydi? Bir zamanlar Ferit’in, arkasından daima siyah bir köpek geliyormuş vehmi içinde hekim hekim dolaştığı tarihlerde babası ona bu köpeğin mevcut olmadığını ispata ne kadar çalışmış, fakat muvaffak olamamıştı. Belki şimdi ilk defa olarak “bu çıplak, Fatma’dır” diyecekti. Rüyasında soyunur ve Hüseyin’i ararmış karı. Belki o da somnambüldür. Soyunur ve evde dolaşır. Peki o pıt pıtlar ne? Evin içinde -Eğer bu Zehra’nın adımları değilse- üçüncü bir somnambül daha mı var? Bir gece dışarıdaki sofada kendisini bir sürü çıplağın ortasında bulacağını tahayyül eden Ferit, bu sefer korkusunu şuurdan kovan arzuların baskını içinde soyundu. Dışarı çıktı, yine geceleyin parlatılmış musluğun önünde yarım saatten fazla kaldıktan sonra odasına döndü, yatağa girdi. Ayağını ayağının üstüne yapıştırdı. Bu onun uyuma iradesini sembolleştiren bir âdetiydi. Fakat bazı defalar olduğu gibi, şimdi de ayağının biri kendisine, öteki de bir kadına ait geliyor ve şaşırtacak kadar inandırıcı bir gerçeklik intibaı veren bu hayal içinde, ayağının biriyle ötekini okşuyordu. Sonra avucunun içine merdivendeki göğsü aldı. Daha sonra Fatma’yı canlandırdı. Reel teferruat uyduruyordu. Meselâ kadın, çarpıntısı arttığı için, ona gelmişti. Ferit onu kendi yatağına uzatıyor, muayene ediyor ve bu sefer, aradaki Hüseyin engelini ustalıkla bertaraf edecek kadar sabırlı ve dereceli hareket ediyordu. Kendi elini kadının eli farz ederek ilk gençlik veya bekâr odası fantezilerinde ilerlemeğe başladı. Yalnız yukarı kattaki imkâna doğru ikinci bir kol salan dikkati, el oyunu hayaline muvazi olarak bu fanteziden çıkıp gerçeğe ulaşmanın çaresini araştırıyordu.
Birdenbire elini bacaklarının arasından çekti. Bulmuştu. Evraka! Babasının oğluydu. Hemen kalktı. Bu sefer paltosuz ve kundurasız, yalnız pijamasıyla dışarı uğradı. Oda kapısını açık bıraktı. Ayaklarının ucuna basarak merdivenleri çıktı. Evvelâ tahta bölmenin önünde, taraça kapısının bulunması ihtimali olan istikamete doğru pıt, pıt, pıt yürüdü. Fatma uyumuşsa, onu uyandırmak için bölmeye bir kaç hesaplı dirsek vurdu. Sonra döndü, kadının yattığı aralığın kapısını açıp içeri girdi. Işığı yakmadı. İlerledi. Yatağın üstüne eğildi. Biraz daha eğildi. Fatma’nın yüzünü biraz seçebiliyordu. İşte, burun ve kaşlar. Altında iki pırıltı. Uyanık ve korkuyor. Hemen solumaya başladı. buluş Boğuk bir sesle: “Kimsin, kim o?” dedi.
Ferit, soluk halinde, hafif bir sesle onun kulağına doğru üfledi: “Benim, geldim, ben: Hüseyin, Hüseyin. Sus, sus…”
Ve yorganı kaldırdı, hemen içine daldı.
Bugün ne? Çarşamba. Meseledir. Suzy’ye gitmezsem küçük bir komplikasyon. Ne demiş Selma’ya? “Ferit, Ferit Bey bizden hoşlanmıyor” Ferid… d harfi onun diliyle damağı arasında, babamı ve Vafi Beyi isyan ettirecek bir yumuşaklıkla eriyor. Neredeyse duman halinde burun deliklerinden çıkacak. Ferid-di der gibi ismin sonunda belli belirsiz bir i sesi de var. Bugün onun çayına gitmezsem nerede bulurum Selma’yı? Evinde, istemem. Haydi gözüm, fırla. Uhh… Bu saatsizlik. Şilte de belimin altında yumruluyor, kol demiri gibi sertleşiyor. Vafi Beye bir somya uydurmasını söylesem mi? Ha… İçerdekiler uyanmışlar. Babuş’un sesi. Demek o kadar geç değil. Her sabah erken mi çıkar evden? Sabah gazetesi mi satıyor, akşam gazetesi mi? Bak, bak, piçe. (Bölmenin arkasından Babuş’un hergün sokaklarda haykırdığı için çatlamış sesi geliyor: “İta.. İtalya.. har.. harbe.. gi.. girdi.. girdiği.. ta… tarihten.. beri, An… Angol.. Anglo.. sa.. sakson.. basın.. basınında.. onun siya.. si du.. duru.. munun tah.. tahlili.. tahlilinden. Amca tahlil ne demek?” Tahir Beyin, onunkinden daha ufarak ve bücür sesi “şimdi aklın ermez. Büyüdüğün zaman öğrenirsin. Siyasî makaleleri bırak da hikâyeyi oku” diyor. Bir kâğıt hışırtısı. Babuş gazete sayfasını çeviriyor ve hikâyeyi arıyor galiba. Hemen kalkmalıyım. Rutubet mi var bu evde? Diz kapaklarım sızlıyor. İki ay bu odada kalırsak koltuk değneksiz iki adım atamayacağım. Belki de kaşıntı virtüözü romatizmayı bu evde kaptı. Baksana, şilte ıslak gibi (elleriyle yoklar). Adamakıllı ıslak. Felâket. Uf Belim. Fazla mı atletizme kaçtık dün gece? Ne adale sıkılığı karıda. Acaba Hüseyin olduğuma inandı mı? Yoksa bilerek utancının yüzüne hurafenin maskesini mi kapadı? Bir ara gözlerimi yumdum ve yirmi yıllık bir koca gibi daha iyisini gözümün önüne getireyim, dedim. Selma niyetine Fatma’nın yanağını öperken katırın burnu realitenin kazığı gibi gözümün içine girdi. Kalk yavrum. Galata’da nefis bir çay. Hayır ondan evvel Karaköy fırınından bir poğaça. Dur, bir sual. Nedir? Selma meselesi. Kız Nilüfer’in mantosunu sattı mı? Sattıysa arar seni. Eminefendi’ye gelir. Bilmiyor burasını daha; ve bilmesin. Bilsin de kurtulayım. Bırak onu, söyle: Bugün Suzy’ye gidecek miyim? Yaz şuraya. Hep ayni şey.
Sahne şu: İlk damlayan Haldun’dur. Tabii, ötekiler gelmeden Suzy ile hafif tertip kırıştırırlar. “Haldun, kravatın şık. Fakat bu cekete gitmiyor.” Kaşlarının altında iki yuvarlak çerçeve. İçinde birbirinin aynı iki deniz resmi. Güzeldir ya Suzy’nin gözleri. Fakat soğuk. Hah, işte Apti de geldi. Apti değil, Selânikli ağzıyla Ab-di, Ab-ı-di. “ı” çok hafif. El öper, Haldun’a döner: “Hello… How are you?” Ben neredeyim? Holde. Aradaki camlı kapı açıktır. Suzy, Feriha’yı sorar. Onlar Neriman’la yolda geri kalmışlardır. “Ab-di, ne konuşurlar senden gizli?” Fakat işte giriyorlar içeriye. Şap, şup. Suzy’nin öpüldüğünü gören Haldun’un içi gider tabii. Dur be. Bunlar işi pişirdiler mi yoksa? (Dışarıki sofada Fatma’nın türkü söyleyen sesi). Karıdaki neşeye bak. Hüseyin’e kavuştu ya, göbek atıyor. Bırak onu şimdi. Devam et. Fatma’nın türküsü yaklaşıyor: Boyu uzun beli ince sadan yar. Babuş’ların odasında Eda Hanımın sesi: “Ne oldu bu Fatma’ya? Türkü söylüyor. Hiç böyle şakıdığı yoktu. Hüseyin’i rüyasında mı gördü?” (Babuş yüksek sesle gazetesini okumaya devam eder). Demek Hüseyin’i Eda Hanım da biliyor. Geçelim onu. Neydi? Ha… Feriha ve Neriman Suzy ile öpüştüler. Sonra da Neriman şokola kutusuna saldırır. Feriha sigara yakar. “Aman bu ipekli kadifeyi nereden buldun Suzy? Mister Coo’nun hediyesi mi?” “Hayır Atıv Bey bulmuş. Aldı bana beş metre.” Atıf değil. Atıv. “Kaça metresi?” Hah… Alış veriş bahsi açıldı.
Necdet keman kutusuyla gelinceye kadar “nereden aldın, kaça, benimki dayandı, üç metre daha bulsam, Ayşe’nin basması çabuk soldu, Romanya’dan getirdi Osman” ve gümrük dalavereleri… Derken Necdet. Peşinden step uzmanı Şinasi. Tamam. Hayır, tamam değil. Suzy’nin piyanoya oturması için Haldun’un biraz yalvarması lâzım. Oğlanın gözleri süzülür. Karınınkiler de süzülür. Mister Cooo, neredesin? Karı gidiyor elden. Akordeon da gelsin. Geldi. Keman da çıktı. Dayan Ferid Bey kötü cazbanda. Yemin ederim ki Crepuscule ile başlıyacaktır. Ve sen o kokmuş tangoyu, Suzy ile Haldun arasında bir ada hâtırasına hürmeten on sekizinci defa dinleyeceksin. Fakat Neriman’la Feriha, Swing çalıncaya kadar, holde gizli konuşmalarına devam etmek için salondan dışarıya çıkacaklarsa da orada beni görünce bahsi yeni filmlere dökecekler. “Ah, ne harikaydı. Dinna Dublin…”, “aman şekerim, Elhamra’ya git. Çıldıracaksın”, “Ferit ne oturuyorsun burada?” “Selma’sını bekler.” Ben “sını”ya kaşlarımı çatarım. Halbuki hep o “sını”nın peşindeyim. “Sini” ama Selma’nın anladığı Romantiko-patetiko-malenkoliko-santimantal mânâda değil. Selma’nın Selmam olması için dün geceki nergis vücutlu katırın yerine geçmesi kâfi. Edebiyatsız, dırdırsız, vaitsiz, borçsuz, alacaksız… Hop, swing başladı. Kalk şu Neriman’ın beline yapış. Selma gelinceye kadar… (Tık tık. Kapı. “Giriniz!” Fatma. “Ay sen burada mı yatıyon?” -“Hayır ola Tatvanlı?” -“Baktım sen burada mısın diye” -“Buradayım, yatıyorum. Belime sancı girdi. Sen ne âlemdesin? Pıt pıtlardan ne haber?” Fatma kapının aralığından başını dışarı çekince odada yalnız burnu kaldı. Uh… Baba çıksın, kaçıyor. Hüseyin’e inandı mı, inanmadı mı? Burun da kayboldu.) Söyle, Bay Ferit yatacak mısın, kalkacak mısın? Kalkacağım iki gözüm. Sen şu belimin ağrısına bir ilâç söyle. Gece Hüseyin beni tekmeledi de şimdi mi farkında oluyorum? Yoksa bal gibi Lumbago mu? Kalk çocuk, kalk. Yeter bu sabah zevzekliği. Hem farkında mısın? Fatma ile yattıktan sonra seviyen düştü. Hüseyin gibi bir şey oldun. Pıt, pıt, pıt, aha şu tahtanın ardında. Hamamtasını kafama çaldı. Sen de koca burnunu gözüme çaldın. Havuç gibi girdi burnun gözüme. Ha… Kuzum, cendek ne demek? Keşke Fatma’ya sorsaydım… Seviyem mi düştü? Bırak onu da cevap ver: Suzy’ye gidecek misin akşam üstü? -Seviyem mi düştü? Ne seviyesi?- Çünkü lâcivert elbisenin üzerinden bir benzin geçirmek lâzım. Selma’yı başka nerede bulabilirim? Mantoyu sattıysa, üniversiteden çıkınca -Seviyem mi? Anlamadım?- mutlaka Eminefendi’ye gelir. Sattı diyelim. Kaça? Kırka sattı. Yirmisi Nilüfer’in iskarpin parası. Dört lira saate. Beş lira Saim’e. On lira kirayı tamamlamak için Vafi Beye. Kalır tek lira. Dört küsur da cebimde var. Bir hafta bu beni süründürür. Sonrası meçhul. -Seviyem mi düştü?- Onu da bırak. Selma ne olacak? Kızı Saim’in odasına atmak imkânsız. Namusu mücessem. Diz kapağına parmak dokundurmuyor. Seviyor da galiba beni. Üff… Bütün bu fedakârlıklar… -Ne seviyesi? Bunu ayrıca konuşalım.- Kalk artık, yahu. Bir Karaköy poğaçası. Üstüne bir taze sabah çayı. Gazetelere bir göz at. Ne oluyor Balkanlarda? Girecek miyiz harbe? Tecil mecil dinlemeyip gönderirler mi bizi cepheye? Kalk be. -Bu senin ağzın değil. Dinle beni.- Fakat ben evvela eczaneden Alcool Camphrêe almalıyım. Bu bel beni köşe başından geri çevirecek. Fatma gelse de oğsa, yahut Zehra… Bu evin perileri… Fakat kimdi o merdivendeki Venüs? Hallucination olabilir mi? On seneden beri böyle bir hal geçirmedim. Hem bu defa köpek de değil. Zehra değil, Fatma değil, ha… Geriye saygı değer bir ihtimal kalıyor: Arka sokaklardaki evlerden romatizmalının odasına bir kadın mı geldi acaba? Öyle ya, odasından dışarı çıkamıyormuş. Yemek ayağına geldiği gibi karı da gelir. Peki… Neden çıplaktı? Oralarda banyo odası filân da yok. Ne karışık ev! Kalk, sen burada çıldıracaksın. Fırla. Gayret. Sayıyorum: Ona kadar sayıyorum. Haydi: Bir, iki, üç, dört… Ben bunu uyuz tamburiye sorarım. Gizler mi? Karı getirdiyse getirdi. Hayır. Vafi Bey bu eve karı sokmaz. Yahut… Kiraya ilâve eder. Peki ama neden çıplaktı kadın? (Tık, tık, tık.) “Giriniz!” Hayır kapı değil. Bu sefer bölmeye vuruyorlar. “Ne var?” (Eda Hanım Ferit’e sesleniyor. -“Uyandın mı oğlum?”“Evet”. -“Çay ister misin?” -“Eh” -“Kalk gel”.) Feridun’un iki lirasını yiyorlar. Fakat ben yıkanıncaya kadar çay soğur. (Eda Hanımın sesi: -“Kurabiye de var. Taze.” -“Yirmi dakikadan evvel gelemem” -“Zaten çay daha demlenmedi.” -“Peki.) Fırla iki gözüm. Nasıldı o? Boyu uzun, beli ince sadan yar. Dur. Boyu uzun, anladık. Beli ince, onu da anladık. Sadan yar ne demek? Kalk be. Hava bugün de güzel. Mayıs iyi gidiyor. Uf, belim, bakalım hangisi daha evvel olacak? Romatizmaya mı daha evvel yakalanacağım; aklımı mı daha evvel kaçıracağım? Bu evde ben ikisine de mahkûm. Tambur da bilmem ki hem çalayım, hemen kaşınayım. Kalk artık.
Dur kalkma! Şu meseleyi halledelim. Liselerde, arka sıradakilerin ağzıyla konuşuyorsun. Üstünkörü hükümlere koşuyorsun. Nedir bu? Acaba uykumda bütün zevk ve anlayış yapımı toptan çöktüren gizli bir sarsıntı mı geçirdim? Hımm… Hatırla ki, Fatma’nın cinsî cazibesiyle gururun arasında kısa ve babanın hâtırasından gelen tesirlerle ikinci aleyhine biten bir çarpışma oldu. Çöküntü oradan başlıyor. Düşün. Fatma’nın yatağı. O tavan arası, o hayaletler ve pislikler yuvası. Şoför Hüseyin’in yaladığı bir ten üzerinde senin dudakların. Bütün o kaba yüzün maskara teferruatını, zift kaşları, havuç burnu, yorganın kirlerini ve yırtıklarını, şiltenin altında davul gibi gümbürdeyen gaz sandıklarını gözün görmedi ama, için gördü ve kaydetti. Bunlardan her biri, senin zevkin ve gururunla kendi arasındaki mesafeyi kısaltmak için seni kendisine doğru çekiyor ve bayağılaştırıyor. Peki, dur. Acaba onların beni kendilerine çekmeye muvaffak olmak için buldukları kolay zemin uzun zaman dolan spermlerimin boşalmasından gelen bir rahatlığın verdiği tasasızlık mı? Yani, böyle bir dolgunluğun nevrozunu giderek boşaltma ruhumuza ait kıymetleri de beraber mi tahliye ediyor? Eflâtun’un bir cinsi muameleden sonra psikografisi yapılsaydı, onun yine Zeus hakkı için, Zenon’un çevresinde yetişmiş bir Elealı ile Parmenides’i konuşturmak üzere yazacağı Sofist’in ana temlerini düşündüğü mü görülürdü, yoksa… Dur, kes! Hiç bir şey seni Hüseyin’in vekili olmuş olmaktan kurtaramaz ve Tatvanlı’nın kazık burnunu küçültemez. Olan oldu. Geç. Davran, kalk; bismillâh, hop!
Zehra’nın evvelki gecekinden ve dünkünden daha derin bir anlaşmazlığa sarılı ve -Neden- küskün gözlerinin yandan gelen tesirleri altında, Tahir Beyin -bu defa taze- iki kurabiyesini yiyip Eda Hanımın çayını içtikten sonra, Karaköy fırınına ve bir kahveye uğramaya lüzum kalmadan, Buharî’nin kitabını almak için Tarlabaşı’na kadar gitti, Saim’i bulamadı, ve hava güzel, Beyazıd’a kadar, yolların güneşli tarafından ağır ağır yürüdü.
Geç kalmıştı. Eminefendi’nin alt kat masalarında hiç birini tanımadığı üç dört kişi; üst katta yemeğini bitirip kalkan bir sofranın arkasındaki masada, onu görünce elini sallayan Muhtar. Ferit yaklaştı. Ona yarım adım kala önündeki boş tabakta, her biri müsavi aralıklarla dört beş defa kırılmış on kadar kürdan duruyordu. Hiçbir şey, bunlar kadar, Muhtar’ın sinirli ve Lojikomatematik ruh yapısını ilân edemezdi. O, Ferit’in, aralarındaki soğukluğa rağmen gülümsediğini görünce tam düşüncesini fark etmiş değilse de, komiğin önündeki tabakta olduğunu sezerek bu kürdanları onu beklemek sıkıntısına karşı süngü gibi kullandığını söyledi. Çünkü, acele işi olduğu için fazla beklemek istemeyen Selma, Ferit’i mutlaka görüp bugün Cevat eniştesine gelmesi lâzım geldiğini ona söylemeye Muhtar’ı memur etmişti. Ferit sandalyeye ilişti. Mantonun satıldığına emin olmak için “mutlaka”yı tekrar ettirdi. Bu kelimenin mânâsı başka bir şey olamazdı. Âlâ. Gelsin liste ve gitsin Muhtar. Fakat gitmez ki. Selma’nın yanındaki Nedime’nin Cevat Fenman’a ailesi içinde Mister Joe adı verildiğinden başlayarak, lisede ikisinin de fizik hocası olan bu adamın dönmeliği ve Seza ismindeki karısının da Suzy diye çağrılmasındaki Amerikalılaşma hevesinin çirkinliğine dair bir nutka başladı. Ferit’in korkusu da buydu.
Suzy’nin anası Atiye Hanım, evdeki hizmetçiye, Türk dilencilere bir dilim ekmek vermemesini emrettiği için sinirlenen Emine elindeki tabakları büfenin üstüne hemen bırakmış, bohçasını alıp gitmiş. Nedime’nin anlattığı ve Selma’nın da baş sallayarak tasdik ettiği bu hikâye Ferit’in döner kebabından kompostosuna kadar yaşayacağı lezzet anlarını bulandıran bir milliyetçi hitabesi dinlemesine sebep oldu. O millî şuurların, kolektif iradelerin, camia vahdetlerinin, ideal vecitlerinin biri gidip öteki geliyordu.
Pilâvın üzerine boşalan Ziya Gökalp salçası kadar lezzeti berbat edecek ne vardı? Komposto ile beraber Charles Maurras da teşrif etti. Arkasından bir tarifler, terimler, ilmî tabirler fırtınası. Eski Atina’dan bugünkü Paris’e kadar, tünel gişesinin önüne yığılan insanlar gibi, asırlar birbirini itiyor, Muhtar’la Maurras’tan hangisine ait olduğu bu kargaşalıkta pek iyi anlaşılmayan fikirler, kompostonun içine tatarcık sürüsü gibi hücum ediyordu. Eflâtun’un cumhuriyetinde sosyali keşfetmek için “ferdi”nin içinden geçmesinin tersine olarak ferdin hayatında, sosyal ve siyasi hayatın prototipini ve sadeleşmiş modelini bulmak mümkün olduğundan başlayan bir tez, bunu sabırla dinleyen Ferit’in zihninde manto hesaplarına karışan bilinmez ne biçim gelişmelerden sonra eski Roma’nın hâlâ canlı bir vahdet sembolü ve işareti olduğu hükmüne kadar varıyor ve ikide bir Romanus sum nakaratını tekrarlatıyordu. Bu arada on kadar kürdan daha şehit oldu. Hiç sesini çıkarmayan Ferit bu sefer de susmasının hesabını vermeye davet edildi. Muhtar onu Tıp Fakültesinden felsefeye ve oradan da tam bir nihilizme ve tembelliğe atan kararsızlığa ve uyuşukluğa saldırdı.
Ferit’in kestirme bir cevap vermesi, kendini müdafaa etmesi için değil, Muhtar’ın kurtulması için lâzımdı. O, dönmelik tesanüdünün, buna kızan bir diğer ırk milliyetçiliğinden daha başka veya daha kötü bir şey olmadığını söylemekle cevabına başladı. “Bunlar aynı manastır hayaletleridir.” Henüz içinde bir kaç teknik buluştan başka hiç bir zekâ marifeti olmayan bir dünyada, nenin nesi olduğunu bilmeyen insanın, üç asırda bir değiştirdiği doğmaların hiç birini ispat edecek durumda olmadan giriştiği bütün akide savaşlarının birbiri kadar çirkin olduğunu anlattı: “Bunlar aynı manastır kavgalarıdır.” Hangi akidenin misyoneri olursa olsun, İncil veya Kur’ân diliyle konuşan eski, yeni, sağ, sol bütün ideolojilerden herhangi birinin içine kapanmış adamın bir Budist rahipten bir santim daha yüksek bir düşünce şerefine sahip olmadığını söyledi: “Bunlar aynı manastır papazlarıdır.” Ve ayağa kalktı: “Anlaşıldı mı dostum?” Ben Türk değilim, insan değilim, hayvan değilim, tıbbiyeli değilim, felsefeci değilim, âşık değilim, zengin değilim, fertçi değilim, cemiyetçi değilim, milliyetçi değilim. Vafi Beyin ecinnileri arasında oturan, iradesi çarpılmış, bir hafta sonra ne yapacağını bilmeyen, tembel, hiç bir şeye yaramaz ve ömrünün yarısı Avrupa’da hâriciye memurluklarında geçmiş, ayyaş, zampara, Hedonist, ciddiyetin yalnız hayvanlara yakıştığına inandığı için dünyanın bütün dramlarına kahkahayı basan ve bunun için “Gülener” soyadını alan bir baba ile, yarı sanatkâr, yarı deli, erkek düşkünü, veremli ve veremden iki yetişkin kızını kaybetmiş, ayyaş, kokainman, Paris’te okuduğu için kültürlü, genç yaşında ölmüş bir ananın dêsencharte, dêmesuêr, desorientê, dêracinê, dêgenere bir oğluyum. On sene evveline kadar siyah bir köpek peşimden gelir, yatak odama ve yatağıma girerdi. Fakat beteri varmış. Bu köpek Nemrud’un devesi olsaydı onu koynuma alamazdım. Yine de fakirlere acıyor ve onları kurtaracak fikirleri -Seninkilerden daha az fantazya yanları olmadıklarını bildiğim halde- seviyorum. Nemrud’un devesi beni de kovalayıncaya kadar, üstüme siz burjuvaların cendekleri yıkılıncaya kadar, evdeki ecinnilerden birinin ayağındaki iple dili çözülünceye kadar ve… Elini… Elini göğüs kafesinden içeri sokup ruhunu kaşıyan tamburinin derdini anlayıncaya kadar, saatimi rehinden kurtarıncaya kadar, Fatma’nın pıt pıtlarını merdivende avuçladığım göğse bağlayan sırrı deşinceye kadar, şimdi… Şimdi senin bana koyduğun teşhise… Bütün akıl doktorları iştirak edinceye kadar, velhasıl bilinmez hangi zamanın hangi, hangi delilik, ermişlik, hastalık, can çekişmeleri, kurtuluş, sevinç, bayram, kâinattan tiksinti, intihar, Selma’yı Saim’in odasına atmak ve… Para kazanmak için Londra’ya gidip bombardımanda öldüğünü yahut milyoner olarak İstanbul’a geleceğini bilmediğim Allah’ın belâsı babamın öteki veya bu dünyada yakasına yapışma anına kadar böyle kalacağım. Bana ilişme. Gidiyorum. Karşına Maurras’ın sakalını al, on kürdan daha kır, otur ve beni rahat bırak. Romanus sum!
Hemen arkasını döndü ve hızla uzaklaştı.
Alt katta bıraktığı paltosunu ve şapkasını giyerken aynaya bir göz attı. Berberde saçlarını kestirmek için bu sabah evde traş olmamıştı. Birdenbire yüzü ona kirli göründü. Kaşları gözlerinin üstüne düşmüştü, yerlerinden kopmuş gibi; ve esmer yüzünden büyük bir renk farkıyla ayrılan açık gri gözlerinin her zamanki aydınlığı azalmıştı. Derisinde yabancı buruşukluklar vardı ve yüzünün bütün ifade sistemi yıkılmış gibi düzeni bozulmuş çizgilerinde bir mânâ harabesi görünüyordu. Başını çevirdi, hava güzel olduğu halde, paltosunun yakasını kaldırıp yüzünü içeri doğru çekti ve yürüdü.
Küllük’ün önünden geçerken, hiç bir üniversiteliyle konuşmaya mecbur olmamak için koşuyordu. Aynada gördüğü yüzle demin başka birinin ve kendi kendinin huzurunda bu kadar vuzuhla krokisini çizdiği iç portresinin benzerliği ve kendi hüviyetinin üzerine birdenbire kendi içinden boşalan bu aydınlık onu sersemletti. Muhtar’dan kaçıp bu hüviyetle baş başa kalmak, yağmurdan kaçıp doluya tutulmaktı. Bu muyum ben?
Yüzü ile içi arasındaki münasebetin ışığında ve onların bu kendiliklerinden soyunma anlarında her ikisini de çıplak yakalamak için, berberin aynası önüne hemen oturmalıydı. İkisi de gururun düzgününü sürmeden evvel,hemen, şimdi, çabucak; etrafına baktı ve en yakın berberi aradı. Fakat o kadar heyecanlıydı ki, hayatta bir çok defalar berberin koltuğunda onu bastıran ve bir defasında yalnız bir yanağının traşıyla sokağa fırlamasına sebep olan krizlerden birine yakalanabilirdi. Kapalıçarşı’ ya doğru yürüdü. Kalbi çarpıyordu. Kriz başlamıştı bile. Çarşının karanlığı artıyor ve bazı dükkânların elektrikleri, ışıkların hareketli bir sudaki akisleri gibi sallanıyordu. Yelek cebini yokladı, şişe oradaydı. Şuralarda da bir muhallebici olacaktı. Senelerce önünden geçtiği bu dükkânın yerini unuttu. İleri geri yürüdü, bakındı, buldu, girdi, yarım bardak su istedi. Ağzına iki sinir yatıştırıcı komprime attı, oturdu. Yandaki masadan bir kadınla bir kız çocuğu, gidiyorlardı. İyi ve nadir tesadüf, karşıki masada oturan bir ihtiyardan başka, dükkânda kimse kalmadı.
Ferit onun yalnız sakalını, biri yukarı kalkık beyaz kaşlar altında sürmeli gibi siyah gözlerini ve başında sofuların giydiği kenarı yukarı doğru kıvrık, namazda secdeye engel olmayan ve şapka kanununa uymayan siyah külahı görebildi. Bu ona hafif bir durgunluk verdi. Dirseklerini mermere dayadı ve başını iki avucunun içine alıp gözlerini yumdu. Dışarıda ayak satıcılarının ve dükkâncıların kopardıkları gürültü, kulağını dolduran bir uğultu sisi içinde bulanıyordu. Gözlerini açtı ve ihtiyarın gözleriyle karşılaştı. Onun bakışları komprimelerden daha yatıştırıcı idi. Bir aralık onun başında, kaşlarında ve alt çenesinde de konuşma hazırlığından şüphe ettiren hafif bir kımıldama oldu. Bir şey söylemek istemişti. Yüzünün hareketleri durdu. Vazgeçmiş olacaktı, fakat söyleyeceğini söylemiş gibiydi. “Anlıyorum, sıkıntısından, fakat geçer oğlum.” Yüzünde, çeşitli insan kaderleriyle sık temaslarını hissettiren bir yaşamışlık ve anlamışlık vardı. Yahut Ferit’in bunu böyle sanması ona daha fazla durgunluk veriyordu. Fakat yine çarpıntısı dinmiş değildi. İhtiyarla bir daha göz göze geldiler. Bu sefer onun bakışlarında, hemen diline geçmeye hazırlanan bir sual görünüyordu. Ne cevap verecekti Ferit? Ne söylemeliydi ki o hiç bir şey anlamasın veya her şeyi anlasın. İhtiyar sormadı, belki içinden sormakla kaldı, Ferit de cevap vermeye mecbur olmadı, içinden cevap vermekle kaldı. Bu, biraz evvel Muhtar’a çizdiği portrenin aslına benzerlik derecesini soruşturan kendi nefsine de bir cevaptı: “Babam Londra’da. Ya bombardımanda öldü, ya peşinde koştuğu parayı kazanıp İstanbul’a, milyoner dönecek. Mektup yollamıyor ve sefarethane onu bulamıyor. Oturduğu mahalle yıkılmış. Kendisi de ölmüş olacak, muhakkak. Anamı ve ablalarımı sorma. Onlar çoktan sizlere ömür. Benim bir teyzem var, ihtiyar, senden ihtiyar; cimri, senden cimri; Müslüman, senden Müslüman; fakat hain. Onun evine sığınmış bir kız kardeşim var. Ölen ablaları gibi veremli ve ölen ablaları gibi ölecek galiba. Yapayalnızım ben. Ve cebimde dört küsur liradan başka üç kat elbisemden, birkaç takım çamaşırımdan ve ufaktefeğimden başka hiç bir şeyim ve hiç kimsem yok. Tahsili bitirmeye niyetim ve çalışmaya kabiliyetim de yok. Elimden hiç bir iş gelmez. Kaderim irademe haciz koyuyor; ve kaderlerine borçlanan sefih bir ana babadan alacaklarını benden istiyor. Arada bir, işte böyle, müthiş bir bilanço ile karşıma dikiliyor. Bak, şunu sana nasıl anlatayım? Anlamasan bile sezeceksin: Benden evvel kim bilir kaç batın’ın belki bende son dejenerelik mümessilini yakaladığı bir tarla mirasının hesabını benden istiyor.”
Kalktı ve tezgâhın mermeri üstüne bir lira attı.
– Para istemez, dedi muhallebici, ne olacak, yarım bardak su, hem biraz keyifsizsin galiba.
Ferit ısrar etmedi.
İhtiyarla göz göze geldiler. Onun artık bir şey söylemek istediği muhakkaktı. Ferit dinlemeye hazır olduğunu sezdiren gevşek bir duruşla bekledi. İhtiyar bir tespih tutan elini ona doğru uzatarak:
– Ben de sana bir şey diyeyim de baba sözüdür, unutma, dedi, ne zaman ki sıkıntıdasın, bu hapları yutacağın yerde, derin bir nefes al, içinden tut nefesini, yüreğinden bir kere, ama yüreğinden, sözüme dikkat et, yüreğinden, yüreğinden anladın mı, yüreğinden bir kere “Allahım” deyiver, sonra nefesini birden koyuver. Anladın mı?
Ferit, ihtiyarın yüzüne, sonra önüne baktı. Bir an, gururunun kaçışını durdurmak için yaptığı son dayanma hamlesine karışan ve belirmesiyle kaybolan bir istihzanın yerine, boşluk korkusunun vekiline benzeyen ve belki, telkin edilmeye en müsait ruh anı içinde Ferit’in ihtiyardan aldığı tesire, onu memnun etmek ihtiyacıyla da biraz karışan ve dibinde hangi büyük değişme hazırlıklarının bulunduğu anlaşılmayan otomatik bir itaat arzusu geçti. Kendini bıraktı. Gözlerini yumdu, içini çekti ve göğsü nefesiyle dolunca, yüreğinin durur gibi olduğunu ve varlığın sınırına dayanmış gibi bütün boyutların aşılmak üzere bulunduğunu sandığı bir anda içinden “Allahım” dedikten sonra nefesini bıraktı. Şaşırdı ve tekrar ihtiyarın yüzüne baktı. Birdenbire içinde bir dağ başı ferahlığı duymuştu. Elini göğsüne götürdü ve mırıldandı: “Hayret!” İhtiyar hayret etmiyor, gülümsüyordu. Ferit sağa doğru bir adım attı ve karşısındaki aynaya baktı. Kaşları yerine gelmişti. Gözlerinde, dükkânın loşluğuna ve yüzünün kararmış esmerliğine inat, yeni ve başka bir aydınlık vardı. Dükkândan çıkarken ihtiyara içinden selâm verdi. Anlamalıydı o.
Çarşıda bir kaç adım yürüdü ve durdu. Kaç dakika geçti benim dükkâna girişimden? Nihayet on… İlâç yirmi, yirmi beş dakikadan evvel tesir etmez. Fakat ben…
Fakat o tam bir sükun içindeydi. “Telkin” hükmünü basmaya kıyamadı. Tek başına en karışık muammanın anahtarı olmak iddiasını taşıyan ve hakikatte, bir kelime olmaktan başka hiç bir haysiyeti olmayan bu sözlerden ve benzerlerinden nefreti yeni değildi. Ağır ağır yürüdü, Nuruosmaniye kapısından çıktı ve minarelere başını kaldırdı. Gökyüzündeki aydınlık ve beyaza çalan mavi duruluğun içinde şimdiki ruh hali o kadar çok vardı ki, bu yakınlık, ona kendi içinin gökyüzü olduğu zannını bir an kanaat haline vardıran bir aydınlık duygusu verdi.
Cağaloğlu’na doğru yürüdükçe, belki ilâcın tesiri erken başladığı veya Ferit aradan geçen zamanı yanlış tahmin ettiği için, duyduğu ferahlık artıyordu. İçine dolan bu temiz dağ başı havası, bu geniş soluk, bu nefis, bu nefis dağbaşı sansasyonu, bu hafiflik, bu.. bu berrak, bu berrak dağbaşı aydınlığı, bu ferahlık, bu yükseliş, bu kurtuluş, bu.. bu.. bu yaz bulutu şeffaflığı, bu gökyüzünün kendisi oluş duygusu, ruhunda bu elenmişlik, bu –demindenberi arayıp da hâlâ bulamadığı asıl istiarenin bile eksik ifade edeceği- süzülüş, bu silkinme, hayır durulma, hayır buğulanma, hayır, hayır, bu kelimesiz hal, biraz ötede berberin dükkânında koltuğa oturup da sabunlandıktan sonra çizgileri kapandığı ve iç kemirişlerinin belli başlı izleri kaybolduğu için en az on yaş gençleşen yüzüyle lokantanın aynasındaki yüzü arasında geçirdiği metamorfozu düşünürken, içinde hâlâ akisleri uzayan “Allahım” nidasıyla babasının “Allaha inananların hepsi, bilâistisna, ahmaktırlar. Bunların arasında bulunduğu söylenen dâhiler, bilgisizliğin mazeretinden de mahrum oldukları için büsbütün ahmaktırlar” tarzındaki sözlerini de hatırlayarak Voltaire’den Anatole France’a kadar gelen imansız istihza zürriyetinin, babasıyla beraber onu da peşine takan zincirine daldıkça bulanan ve aydınlığı gittikçe azalan gözlerini yumduğu âna kadar sürdükten sonra, içini bastıran ve evvelce geçirdiklerinin bir çeşidinden başka bir şey olmayan buhran korkusu, onu Sirkeci’den Osmanbey’e götürüp tramvayda, Kapalıçarşı’dakine benzemeyen ve bu sefer yüreğinde bir çarpıntı değil, vücudunun neresinde olduğunu anlamadığı bir sıkışma, yahut bir gerginlik, yahut bir kasılma, yahut bir patlama hazırlığı, velhasıl tarif edilmez bir sıkıntı ve yine eskilerden hiç birine benzemeyen, yarım saat sonra bir hekime anlatılması lâzım gelse karakteristik teferruatını mutlaka unutacağı bir bunalma halini alırken kapıyı açan hizmetçinin karaltısı arkasında Suzy’nin hayaleti belirdiği anda azalır gibi olmuş, fakat kadının hayretinden anlamıştı ki, saklanmasına imkân olmayan ruh sefaletini ondan başkasına göstermemek için, yine holün en karanlık köşesinde oturup Selma’yı beklemek bahanesine sarınarak Amerikan mecmualarına göz gezdirir gibi yapması lâzımdı, ve öyle yaptı. Bu her zaman karanlık holde, Suzy’ nin elektriği yakmak için pek yakına uzanan ve Chanel kokan elini görünce, başının kesin bir red hareketiyle aydınlık tehlikesini savdı ve kadının İngilizce hatırını sormasına onun da hoşuna gitmesi lâzım gelen mükemmel bir İngiliz şivesiyle kısa cevaplar verdikten sonra basık koltuğa yaslandı. Suzy apartmanın arka tarafına giden koridorda kaybolmuştu. Salona girmediğine göre vakit erken olacaktı. Haldun -ve tabiatiyle- başka hiç bir davetli de görünürlerde yoktu. Ferit mecmuaları karıştırmaya başladı. Fakat yazıları değil, resimleri bile görmüyordu. Bir loşluk ve sessizlik ona bir uyku hali verdi. Hele davetliler gelmeden, içeride on aylık piçini uyutmak için, Türkçe ninni yerine İngilizce bir türkü söyleyen Suzy’nin sesi ve onun When Molly was a baby a baby’leri onu büsbütün gevşetti. Sıkıntı geçmişti galiba; ve bu, çarşıda geçirdiği krizin berber koltuğunda sıkıya girmesi yüzünden geriye tepen küçük ve süreksiz bir serpintisi olmalıydı. Suzy’nin a baby a baby a baby derken arada bir Türkçe ninni söylüyormuş gibi, eee… eee… eh – pış… pış.. pışş… pışş demesi onu öldürdü. Ah, Muhtar burada olmalıydı. Çocuğunu İngiliz türküsüyle uyutan züppe karı -fakat ne karı! Ne karı! Ne gözler- ona bir purtuçuna masalı veya bir içtimaî vicdan hitabesi daha söyletirdi.
Kapı çalınıyordu. Bu gelen Haldun değilse, Ferit, Selma’dan alacağı manto parasını yırtmaya hazırdı. Ta kendisi. Paltosunu ve şapkasını hizmetçiye verdikten sonra, eldivenlerini çıkarırken Ferit’in önünde durmuştur, hatır sormuştur, iki kelimelik bir cevap almıştır, neslinin argosuyla konuşmaktan hoşlanmayan acayip bir muhatap önünde olduğunu bir daha anlamıştır, zaten maksadı da Suzy’yi beklemek için iki dakika kazanmaktır, fakat piç uyumadığıiçin Haldun yalnız başına salonu geçmeye mecbur olmuş ve Ferit’i rahat bırakmıştır. Âlâ. Suzy de, işte, bebeği galiba dadıya teslim edip Haldun’u yalnız bırakmamak için salona koşmuş ve adımlarının, aşk nöbeti gelmiş dişi ceylân sıçrayışını Ferit’in dilediği gibi mânâlandırmasına da hiç aldırmamıştır. Dışarıdan görülemeyecek bir köşeye çekilmişlerdir. Kapı çalınıncaya kadar geçecek zamanı, öpüşmek gibi, kısa fırsatların lezzetleriyle doldurduklarını tahmin etmeye mâni yoktur. Ferit, babasının asla affetmeyeceği bir tecessüsle değil, kendi tahminini kontrol etmek için yavaşça kalkmış, ayaklarının ucuna basa basa bir kaç adım attıktan ve kendisini kapının yanında duran tombul bir vazonun arkasına sakladıktan sonra da hiç bir şey göremeyince onların geri dönmelerine en doğru mânâyı vermek için yine tahmin etmiştir ki, Suzy ile Haldun’un dudakları arasında bir kıl geçecek kadar mesafe kalmamış, hattâ kadının üst dudağı oğlanın ağzında biberon lâstiği gibi kaybolmuştur.
Yerine dönüp oturan Ferit, Mister Joe’nun gafletine ve müsamahasına ayrılması gereken ihtimal paylarından Tatvanlı’nın dudağiyle Suzy’ninki arasında bir mukayese ve oradan da Selma’nın ince, titrek ve ürkek dudağına kendi ağzını ne zaman yapıştıracağı tahminine kadar giden düşünceler arasında Amerikan mecmualarını karıştırırken rastladığı bir çorap ilânındaki bacağa gözleri takıldığı anda, kapı çalındı. Bu sefer gelen Abdi olmalıydı. Abdi, Abidi. Muhakkak; Suzy’nin çaylarında kanun haline gelen bir tekerrürün düzenini bozacak bir fevkalâdelik olabilir miydi? Eğer gelen Selma değilse, Abdi’dir.
Hayır, gelen Mister Joe idi. Ferit’in önünden geçerken durup mutlaka onunla konuşacağı için, Haldun, kendini toplamaya ve dudaklarının etrafındaki ruj lekelerini silmeye vakit bulacaktı. Belki Mister Joe da ona bilerek bu zamanı kazandıracaktı. Öyle oldu. Misler Joe, fizik dersinde, gözlüksüz miyop gözleriyle arka sıralarda bir talebeyi görmek istediği zaman yaptığı gibi omuzlarını yukarı alıp başını ileri uzatarak Ferit’i büzüldüğü karanlık köşe içinde tanımaya muvaffak olduktan sonra, ona niçin bir toplantının derkenarı halinde kalmayı daima tercih ettiğini tekrar sordu. Tekrar, fakat, fakat bu defa “en marge de la sociètè” dememişti. Mister Joe Fransa’da tahsil ettiği için İngilizce bilmezdi; istiarelerini Fransızcanın klişelerinden seçmek âdetiydi; fakat evinin içinde Pêtain Fransasına karşı duyulan öfkenin artması, onun Fransızca kelimeleri ya gittikçe daha alçak sesle söylemesine veya Suzy’nin yaklaştığını sezince Türkçeyi tercih etmesine sebep oluyordu.
Karısı salonun kapısında göründüğü için, Mister Joe “derkenar”da karar kıldı. Suzy kocasına bir kelime söylemeden, hızla koridora doğru yürüdü. Aynaya bir göz atması lâzımdı. Karısı uzaklaşınca, Mister Joe, Ferit’e alçak sesli ve bozuk şiveli bir Fransızca ile üniversiteye gidip gitmediğini sordu.
– Gitmiyorum Cevat Bey.
– Niçin?
– İradem yok.
– Bunu oyun masasında “şansım yok” der gibi söylüyorsun. İrade istemektir. Demek, istemiyorsun.
– O kadar basit değil.
– Bunu bir gün seninle konuşalım. Söyleyeceklerim var sana.
– Peki Cevat Bey.
Mister Joe arkasını döndü. Ve bu sefer salonun kapısında duran Haldun’la karşılaştı. Aradan geçen uzunca bir sessizlik ânının içine en yakışık alan mânâyı doldurmak lâzım gelirse, Ferit, Haldun’un duruşunda sezdiği ele verici bir halin sebebini anlayan Mister Joe’nun bunu hazmetmeğe çalıştığına hükmedecekti. Sahiden de oğlan yatakta basılmış gibi, bir kısa öpüşmenin utancını ve şaşkınlığını hâlâ üstünden atamamış, Cevat Beye hemen hesap vermeye mecburmuş gibi azap ve itiraf dolu gözlerle bakıyordu. Yahut Ferit’e öyle geldi. Hayır, bu o kadar öyle idi ki, işte Mister Joe, bu mevzuda en kötü ihtimali bile hazmetmiş bir pişkinliğin gevrek ve alayca sesiyle.
– Ne var delikanlı, dedi, süt dökmüş kedi gibi duruyorsun!
– Hiç Mister Joe.
– Bana Mister Joe deme. İsmim Cevat.
Fakat karısının yaklaştığını sezince:
– Pek âlâ, dedi; Mister Joe olalım. Tedris mesleği bize her genci talebemiz telâkki etmek hakkını vermez.
– Yok, estağfurullah üstad!
– Haydi, haydi, ben kâfi derecede…
Cümlenin alt tarafı, Suzy’nin hizmetçiyi çağıran öfkeli sesi altında ezildi. Bu öfke Cevat Beyin eve mutadan çok daha erken gelişinin tepkisiydi. Bir de Crepusculo tangosunu kimbilir hangi siyasî nutuk en az yarım saat geciktirecekti.
Onlar salona girerken Ferit Amerikan mecmuasındaki bacağa tekrar bakıyordu. Kapı çalındı. İnşallah Selma’dır.
Selma! Ferit’i görünce ona doğru, atılır gibi iki adım yürüdü; sonra zaafını frenleyerek yavaşladı, durdu.
Ferit hemen ayağa kalkarak, salonun kapısında Suzy görünmeden hatırını soran Selma’ya “hep öyle” cevabını verdikten sonra “derhal çıkalım” dedi. Kız tereddüt etmeden salonun kapısında durup içerideki müziksiz trioyu selâmladı
Her zamanki gibi Şair Nigâr Sokağına giden dar yola saptılar.
previous post
next post