Üç yüz âlimin birden gördüğü rüyayla Hz. Muhammed’in “Âlimlerin Sultanı” hitabına mazhar olan Bahaeddin Veled.
Daha çocuk yaştayken bile babası Bahaeddin Veled’in ardından yürürken görüldüğünde “Bir ırmak, koca bir ummanı peşine takmış sürükleyip gidiyor” diye hayret uyandıran, bugün de bütün dünyaya yaydığı ışıkla evrensel bir değere dönüşen Mevlana Celaleddin Rumî.
Ve Mevlana’nın hayatına güneş gibi doğan Şems-i Tebrizî.
Kısa sürede geniş bir okuyucu kitlesine ulaşan Okay Tiryakioğlu, bu kez tüm dünyanın gönlünde taht kurmuş bir tarihi şahsiyetin hayatını romanlaştırdı: MEVLANA
İslam uygarlığının o günkü payitahtı konumunda olan Belh şehrinden bir iftira sonucu göç eden Mevlana’nın babası Sultanü’l-Ulema Bahaeddin Veled ve yakınlarının çile dolu yolculuğuyla başlayan kitap, Mevlana’nın herkese şaşkınlık veren manevi gelişimini ilmek ilmek dokuyor.
Mevlana’nın aşkla yoğrulan iç yolculuğunun ve bitmek bilmeyen çilelerinin bir nakış gibi işlendiği bu unutulmaz kitapta, tarihi bilgilerin ışığında anlatılmış çarpıcı bir hikâyeye tanıklık edeceksiniz. Mevlana’yla Konya sokaklarında yürüyecek, Şems’le sema yapacak, çağlar boyu ateşi hiç sönmeyen Mesnevi’nin doğuşuna tanıklık edecek ve tarihe damga vurmuş tasavvuf büyükleriyle birlikte ilahi aşkın şerbetini tadacaksınız…
Güneş titrek açılımlarla batıya doğru seyrini sürdürürken, çileyle yoğrulan bir umudun doğuşunu müjdeliyordu adeta. En az kendisi kadar kudretli bir ışığın, Doğu’dan doğup Batı’ya doğru ışıldayışına şahitlik edecekti.
“Gidiyor muyuz Efendim? Gerçekten mi gidiyoruz?” “Evet, bu defa gerçekten gidiyoruz Şerafeddİn Lala.” Derin çizgilerle bölünmüş teninde kımıldanan akşam güneşinin kızıl lekeleri, hüznünü saklıyordu adamın. Genç yaşta kır düşmüş sakallarında usulcacık bir titremle başını önüne eğdi. Tekrar konuştuğunda sesi boğuktu, “Ya geride kalanlar Hocam?” Gök gözlü, değirmi akça yüzlü, Sultanü’l Ulema namlı müderris, kumral, kısa sakallarını sıvazlayarak, “Geride kalanlar üzerinde duamız bakidir ey can,” dedi. Bükük boyunlarını, daim yaralı kalplerine çevirmeye alışmış Horasan erenlerine özgü o şefkat vardı sesinin berrak tonunda.
Sessizlik…
Bir günlük mesafedeki Amu Derya tarafından gelen kuru ve sıcak bir rüzgâr eşlik etti bu kısacık sükûnete. Yakuti akşam göklerini sarımsı uçuk bir tonda aharlayan, yaz boyunca şehri hiç terk etmemiş o toz bulutunun yeniden yükseldiğini gördüler.
“Kırgınsınız Hocam,” diye fısıldadı Şerafeddin çok geçmeden. Bakışlarında, haddini aşma endişesi taşıyanların o keskin ürpertisi parıldadı bir an. Soluksuz kaldı. Bir eli yavaşça kalkıp, çenesinde yoğunlaşan beyaz ellerini yokladı sakalının, ama hemen sonra pamuklu cübbesinin yenleri arasında kayboldu o nahif parmaklar,
“Şerafeddin dost, sen ki bizi bilirsin, ne zaman dünya meselelerinden gam çektiğimize tanık oldun? Her şey Dost’a ayandır. Bu Mutezile fırtınasının tam ortasında, devlet gücüyle fikirlerimize pranga vurulmak istenirken bu topraklarda daha fazla kalamayız.”
Belh’in meşhur günbatımlarının şu billur ziyaları kadar belirgin bir rahatsızlık sezmişti hocasının sesinde Şerafeddin. O hep mahmur görünümlü, gri çakıl taşlar gibi solgun gözlerini kaçırarak, “Affınıza sığınırım Efendim,” diye mırıldandı yavaşça,’’ sizi incitmek istemedim.’’
Gülümseyerek uzandı ve talebesinin omzunu okşadı müderris, “Üzülme Hafız Lala, tebdili mekânda ferahlık vardır. Biz buradaki görevimizi tamamladık. Nasipse haccetmek, sonra da diyarı Rum taraflarına göçüp hocalarımızdan aldığımız ilmi taliplilerine dağıtmak dileriz. Hem bir de emanetimiz vardır ki artık omuzlarımıza iyiden iyiye çökmüştür ağırlığı. O yüzden göçmemiz elzemdir.”
Şerafeddin biraz şaşkındı, ancak hocasının yakınlığından cesaret buldu, “Siz ki,” dedi, “Hocam siz ki Belhli Hatiboğulları’ndan SultanulUlema sanlı Bahaeddin Veled Hazretlerisiniz. Necmeddini Kübra’nın halifesi, dedeniz Ahmet Hatibi gibi ünü cihanı tutmuş bir âlimin namlı talebesisiniz; ancak bu kadir kıymet bilmezler, bu âlemi tan ediciler…”
“Etme,” diyerek kaşlarını çattı usulca Hoca Bahaeddin. Hâlâ genç sayılırdı, fakat ömrü oldukça türlü zorlukla baş etmeye yeminli bir çile ehlinin kederli hatları nicedir zapt etmişti güzel yüzünü. Devam etti, “Kişi soyuyla değil, takvasıyla kıymedidir Şerafeddin. Hem unutma ki, biz işaret almadan kendiliğimizden bir iş edici değiliz. Rabbimize, artık insanlara rahatsızlık verdiğimiz bu diyardaki rızkımızı kesmesi için gönül hoşluğuyla ricacı olmuş idik. Şükürler olsun, bu duamız ol Resul’ün ve piranın yüzleri suyu hürmetine kabul oldu.”
“Hocam bağışlayınız, ancak Sultan Muhammed Tekiş Harzemşah’a hakkınızda bu umulmadık yalanları söyleyenlerin İsimleri cisimleri bellidir. Zaten sırf bu yüzden yüce Belh şehrinin anahtarlarını zatı ilinize sunmuştur Sultan. Şahsınıza duyduğu eşsiz sevgiyi gösterebilmekti niyeti.”
“‘Baha Veled, nice namlı kelamcıya düşmandır, talebelerini dahi onlar aleyhinde nahak yere kışkırtır, üstüne üstlük Belh halkını kendi yanına çekerek saltanat davası güder ki bağışlanacak yeri yoktur,” derler. Bu yüzden Sultan Harzemşah bize olan itimadını yitirmiş, şehrin altın anahtarlarını göndererek, ‘Şeyhimiz eğer kabul ederlerse işte Belh ülkesinin anahtarları; padişahlık da, ülkeler de, askerler de onun olsun, ancak bize de müsaade etsin gidelim, zira bir ülkede iki Sultan olmaz,” demiştir. Bunun manası ‘Ya sen ya bendir Şerafeddin. Yoksa iş senin söylediğin kadar masumca değildir. Sultan niyetimizden şüphelidir. Mutezile taifesi elinde oyuncak olan Yunan felsefesi, heva ve heves mahsulüdür. Hâlbuki müminlerin İnandıkları hikmet, uydukları fikir. Peygamberimizin emridir,’ hükmümüzle birlikte. Mutezile önderlerinin başını çektiği menfi telkinler Sultan’ı derhâl tesiri altına almıştır. Demektir ki öz memleketimizdeki varlık sebebimiz kafi ölçüde anlaşılamamıştır Şerafeddin. Mamafih medresemiz, için devletten aldığımız tek kuruş dahi olmadığı gibi artık çorbamızın kaynamasına yardım eden ehlisünnet hayır sahiplerine de mani olunmaktadır. Biz aleyhimizde olanları Sultana ihbar edersek ne değişirdi? Yalnızca düşmanlıklar keskinleşir, saflar enikonu belirginleşir, keza saplandığımız bataklık boğazımızı bir parmak daha aşardı. Hem unutma ki hocalarımızdan aldığımız terbiyeye hürmeten, bize şikâyet etmek değil, idare etmek yaraşır Şerafeddin. Gönülleri evirip çeviren yalnızca O’ dur ve biz O’ndan gelen her şeyi peşinen kabul etmişiz, işte sırf bu yüzden o cevabı göndermeyi uygun bulduk.
Mektubu bizzat kaleme alan Şerafeddin, o kuvvetli hafızasıyla ezberinden okuyuverdi: “Belh Sultanı’na selam olsun… Bu dünyanın fani ülkeleri, tahtları, hazineleri padişahlara yaraşır, bizim gibi dervişlere değil… Gayrı Horasan illerinde bize konak bulunmaz. Biz gönül hoşluğu ile sefer edelim de Sultan f’elasi feci dostları ve Mutezile bağlıları ile baş başa kalsın vesselam…”
Umarsız bir ifadeyle başını iki yana salladı Şerafeddin, “Bundan ziyadesiyle pişman olacaklara aşikârdır Hocam.”
“Biz orasına karışmayız ey can. Takdir, mutlak zuhura gelecektir. Hem çocuklarım Alâeddin Muhammed ve Muhammed Celâleddin Hüdavendigar’ın, bu düşmanca şartlar ve bozuk fikirler arasında yetişmelerini münasip görmüyorum. Yedi nesil dedeleri gibi onlar da burada doğdular. Gördüğün üzere süratle de büyüyorlar, ancak bizi zorlayan bu şartlatın sorumlusu biz değiliz. Alâeddin, on yaşını doldurdu, Celâleddin Hüdavendigar ise artık yedisinde sayılır. Allahu Teâlâ nazarlardan esirgesin.
ikisi de fevkalâde zekâları ve ferasetleri sayesinde istemediğim kadar çok şeyin farkındalar.”
Ufkun Heratî kızıl kavisini yırtan, eflatun hareli billur bir ışık daman uzandı, önlerinde durdukları medresenin mukarnas işlemeli yüksek kemerli girişine doğru. Kesme taştan duvarların kurşun saçaklarında ve yağmur oluklarında uğuldayan sıcak rüzgâr, geniş avluyu dolanıp loş hücrelerin eşiklerinden içeri girdi. Bahaeddİn Veled ve talebesi, yüzlerinde tedirgin ifadelerle sahranın boşluklarını izlemeyi sürdürdüler…