Notre Dame’ın Kamburu-Victor Hugo

I
Toplantı Salonu

Bundan tam üç yüz kırk sekiz yıl, altı ay, on dokuz gün önce bugün[2] Parisliler Cite’nin, Üniversite’nin, Kent’in[3] oluşturduğu üçüz çevre içinde hep birden bütün güçleriyle çalan kilise çanlarının gürültüsüyle uyandılar.

Oysa, 6 Ocak 1482 hiç de tarihin kaydettiği bir gün değildi. Taa sabah karanlığında çanları ve Parislileri böyle harekete geçiren olayda kayda değer hiçbir şey yoktu. Bu ne Picard’lıların, ne de Burgonya’lıların bir saldırısı, ne dinsel bir ayinle götürülen bir kutsal emanetti, ne Laas Bağları’nda bir öğrenci ayaklanmasıydı, ne “pek çekindiğimiz, saydığımız Kralımız Efendimizin” kente tantanalı bir girişi, ne de hatta Paris Adliyesi’nde yankesici, hırsız kadın ya da erkeklerin şöyle dört başı mamur ipe çekilmesiydi. On beşinci yüzyılda pek sık rastlanan o sırmalı, şeritli, işlemeli sorguçlu bir elçilik heyetinin ansızın kente girivermesi bile değildi. Krala hoş görünüp yaranmak uğruna bütün o Flaman belediye başkanlarının kaba saba kalabalığına güleryüz göstermek, bardaktan boşanırcasına yağan bir yağmur kapısının önündeki o güzelim görkemli halılarını sırsıklam ıslatırken Bourbon Konağı’nda pek nefis bir “moralite”, “sotie”, “farce”[4] şöleni çekmek zorunda kalan Bourbon Kardinali Hazretleri’nin sonsuz can sıkıntısına neden olan kafile, yani veliaht prensle Flandralı Marguerite’in evlenme sorununu sonuçlandırmakla görevli Flaman elçilerinin son atlı kafilesi daha iki gün önce Paris’e girmişti.

6 Ocak, Jehan de Troyes’nın dediği gibi, “bütün Paris halkını heyecanlandıran” şey, ta ezelden beri bir arada kutlanan Krallar Günü ile Deliler Cümbüşü’nün çifte şenliğiydi.

O gün Greve Alanı’nda şenlik ateşi yakılır, Braque Kilisesi’nde, o günün onuruna, kurdelelerle donatılmış yeşil ağaç dikilir, Adliye Sarayı’nda “mystere”[5] oynatılırdı. Bu olay, bir gün önceden Paris şehremini beyefendinin, mor yünlü kumaştan görkemli savaşçı ceketleri giymiş, göğüslerinde büyük beyaz haçlar bulunan adamları tarafından, dört yol kavşaklarında, borular öttürülerek halka duyurulmuştu.

Böylece, daha sabah karanlığında, evlerini, dükkanlarını kapayan kentsoylu hanımlar ve beyler kalabalığı dört bir yandan, bildirilen bu üç şenlik yerinden birine doğru yollanıyorlardı. Bunların her biri kesin kararını vermişti; kimisi şenlik ateşine, kimisi dikilecek kurdelelerle süslü yeşil ağaca, kimisi temsile gidiyordu. Paris avarelerinin o ezeli ebedi sağduyularına bir övgü olarak söylemek gerekir ki, bu kalabalığın büyük bir bölümü, tam da mevsimine uygun düşen şenlik ateşine ya da Adliye Sarayı’nın iyice örtülü, kapalı olan toplantı salonunda verilecek olan dinsel drama doğru yöneliyordu; meraklılar, zevksizce yarım yamalak çiçeklendirilmiş zavallı ağacı, Braque Kilisesi’nin mezarlığında, ocak ayının boz bulanık göğü altında, zemheri soğuğunda, tek başına titremeye bırakmak için söz birliği ediyorlardı.

Halk, özellikle, Adliye Sarayı’na açılan caddelere hücum ediyordu, çünkü iki gün önce gelen Flaman elçilerinin dinsel dramı seyretmeye, gene aynı toplantı salonunda yapılacak olan Çılgınlar Başkanı’nın seçimine katılmayı tasarladıkları biliniyordu.

O dönemde dünyanın en büyük kapalı salonu olarak bilinmesine karşın bu toplantı salonuna girmek o gün hiç de kolay bir iş değildi. (Şurası gerçektir ki Sauval, Montargis Şatosu’nun büyük salonunu daha ölçmemişti.) Halkla tıkanan Adliye Alanı, pencerelerdeki meraklılara, beş, altı caddenin, tıpkı ırmak ağızları gibi, her an yeni dalgalar halinde insan başları akıttığı bir deniz gibi görünüyordu. Durmadan kabaran bu insan kalabalığı dalgaları, alanın engebeli havzasında, tıpkı burunlar gibi şurada burada çıkıntılar oluşturan evlerin köşelerine çarpıyordu. Adliye Sarayı’nın yüksek, gotik mimari tarzı cephesinin tam ortasında bulunan merdiven –aradaki sahanlığın altında kırıldıktan sonra, geniş dalgalar halinde yandaki yamaçların üzerine dökülen çifte bir akımın hiç durmadan çıkıp indiği merdiven– bir göle akan çağlayan gibi aralıksız dökülüyordu. Çığlıklar, kahkahalar, bu binlerce ayağın tepişmesi büyük bir gürültü, korkunç bir uğultu yaratıyordu. Arada sırada bu uğultu, gürültü artıyor, bütün bu halk kalabalığını büyük merdivene doğru iten akıntı geri dönüyor, bulanıyor, dalgalanıyordu. Bu ya bir zabıta görevlisinin birdenbire bir vuruşu ya da bir belediye çavuşunun düzeni kurmak için şahlanan atıydı; şehreminliğinin belediye zabıtasına, belediye zabıtasının polise, polisin Paris jandarma kuvvetine miras bıraktığı güzel bir gelenektir bu.

Kapılarda, pencerelerde, tavan arası pencerelerinde, damların üzerinde, Adliye Sarayı’na bakan, kalabalığı seyreden, daha fazlasını da aramayan, olanıyla yetinen sakin, namuslu, binlerce saf kentli yüzleri kaynaşıyordu; çünkü Paris’te pek çok kimse seyircileri seyretmekle yetinir; zaten bizim için, arkasında bir şeyler geçen bir duvar ilgi çekici bir şeydir.

Bizlere, 1830 insanlarına, on beşinci yüzyılın bu Parislilerine sadece düşüncemizde katılabilmek, karışabilmek, onlarla birlikte, çekiştirilerek, itilip kakılarak, dirsek dirseğe, yuvarlanarak Adliye Sarayı’nın 6 Ocak 1482’de daracık kalan bu görkemli salonuna girebilme olanağı verilebilseydi görünüm ne ilgiden ne de çekicilikten yoksun bulunurdu, çevremiz de bunca eski oldukları için bize yepyeni görünecek şeylerle çevrilirdi.

Eğer okuyucu razı olursa, Ortaçağ pelerinli, yünlü kumaştan savaşçı ceketli, zırh gömlekli bir kalabalık arasında, bu toplantı salonunun eşiğini bizimle birlikte geçince edineceği duyguyu kafamızda canlandırmaya çalışacağız.

Önce kulaklarda uğultu, gözlerde şaşkınlık ve hayranlık. Başlarımızın üzerinde, oymalı tahta kaplamalı, gök mavisi boyalı, altın yaldızlı zambak çiçekleriyle[6] süslü, yumurta biçimi bir çift kubbe; ayaklarımızın altında, siyah-beyaz mermer döşeli bir zemin. Bizden birkaç adım ötede bir filayağı, sonra bir başkası, sonra bir tane daha; salonun boyunca, genişliğinin ortasında, çift kubbenin kemer boyunlarına destek olan tam yedi tane filayağı. İlk dört filayağının çevresinde, camdan, madenden pullarla, incik-boncukla pırıl pırıl parlayan satıcı dükkanları yerleşmişti; sondan üçünün çevresinde, davacıların poturlarıyla dava vekillerinin cüppelerinin aşındırıp parlattığı meşe ağacından sıralar vardı. Salonun çevresinde, yüksek duvarlar boyunca, kapıların aralarında, pencerelerin arasında, filayaklarının arasında Pharamond’dan beri gelmiş geçmiş bütün Fransa krallarının bitmez tükenmez yontu dizisi; kolları sarkık, gözleri yere eğik, tembel, gevşek krallar; elleri, başları cesaretle, cüretle gökyüzüne kalkık yiğit, kahraman, savaşçı krallar… Sonra, uzun, yumurta biçimi pencerelerde bin bir renkli camlar; salonun geniş çıkış yerlerinde ince bir sanatla işlenmiş görkemli kapılar ve bütün bunların hepsi, kemerler, filayakları, duvarlar, pervazlar, tahta kaplamalar, kapılar, yontular, hepsi baştan aşağı şahane bir maviyle, altın yaldızla kaplanmıştı. Bunlar bizim gördüğümüz dönemde bir parça donuklaşmaya başlamıştı bile; 1549’da Du Breul, geleneğe uyarak onları hayranlıkla seyrettiğinde tozlar altında, örümcek ağları içinde neredeyse bütün bütün yok olmuştu.

Şimdi, bir ocak ayının soluk ışığıyla aydınlanan bu eni boyundan uzun görkemli salon, duvarlar boyunca akın eden, yedi filayağının çevresinde dolanan alacalı bulacalı, gürültücü bir kalabalığın saldırısına uğradığı sırada göz önüne getirilsin, merak uyandıran ayrıntılarım belirtmeye çalışacağımız tablonun tümü üzerinde belli belirsiz bir fikir edinilebilir.

Şurası gerçektir ki Ravaillac, IV. Henri’yi öldürmemiş olsaydı, Adliye Sarayı’nın kalemine sunulan Ravaillac Davası belgeleri de olmayacaktı; sözü edilen belgeleri yok etmekte yararı bulunan suç ortakları bulunmayacaktı; böylece de başka çare olmadığından, belgeleri yakmak için mahkeme kaleminde yangın çıkarmak, mahkeme kalemini yakmak için de Adliye Sarayı’nı yakmak zorunda kalan kundakçılar bulunmayacaktı; en sonunda da, dolayısıyla, 1618 yangım olmayacaktı. Eski Saray da, eski toplantı salonuyla hâlâ ayakta kalacaktı; ben de okuyucuya, “Gidip onu gördüm,” diyebilecektim; her ikimiz de, ben böyle bir tanımlamayı yapmaktan, okuyucu da okumaktan kurtulacaktı. Bu durum yepyeni bir gerçeği kanıtlıyor: Demek ki büyük olayların hesaplanamayan sonuçları oluyor.

Bir kere Ravaillac’ın suç ortağının olmaması, sonra da bu suç ortaklarının, eğer varsalar, 1618 yangınına katılmamış olmaları pekâlâ mümkün olabilirdi. Bunlardan başka akla pek yakın gelen iki açıklama şekli daha vardır. Birincisi, herkesin bildiği gibi, 7 Mart’ta gece yarısından sonra, gökten Saray’a düşen, bir kulaç yüksekliğindeki büyük alevli yıldız. İkincisi, Theophile’in dörtlüğü:

Elbet oyun acı bir sona erdi:
Paris’te Bayan Adalet her saat
Kullandığı için fazla baharat
Bütün Saray’ı ateşe verdi.

Bu Adliye Sarayı’nın 1618’deki yangınının siyasal, fiziksel ve şairane üçlü açıklaması konusunda her ne düşünülürse düşünülsün, ne yazık ki gerçek olgu yangındır. Bu felaket sayesinde, özellikle, afetten kurtulanları mahveden, art arda girişilen onarım çalışmaları sayesinde, bugün o saraydan pek az bir şey kalmıştır; Kral Robert tarafından inşa ettirilen, Helgaldus’ün de tanımını yaptığı şahane binaların izinin araştırıldığı bu saray, Fransa krallarının bu ilk konutu, Louvre’un ağabeyi olan bu saray, daha Yakışıklı Philippe zamanında eskimişti. Şimdi hemen hemen her şey yok olmuş bulunuyor. Ermiş Louis’nin[7] “izdivacını aktettiği” Adliye Nezareti odası ne oldu? Ermiş Louis’nin “sırtında kaba kumaştan işporta malı bir iç gömleği, kolsuz çuha bir yelek ve siyah bir pelerinle, halıların üzerine yatarak, Joinville ile birlikte” adalet dağıttığı bahçe ne oldu? İmparator Sigismond’un odası nerede? Ya IV. Charles’ın odası? Topraksız Jean’ın odası? VI. Charles’ın af fermanını resmen ilan ettiği merdiven ne oldu? Marcel’in, veliahtın gözlerinin önünde, Robert de Clermont ile Champagne Mareşali’ni boğazladığı mermer döşeme ne oldu? Kilise’nin kabul etmediği uydurma papa Benedict’in fetvalarının paramparça edildiği, bunları getirenlerin, alaya alınarak, rahip cüppeleriyle, başlıklarıyla bütün Paris’te alenen günah çıkararak, tarziye vererek geri gittikleri o küçük kapı nerede? Ya, altın yaldızlarıyla, gökmavisiyle, sivri pencereleri, yontuları, filayaklarıyla, oymalı muazzam kubbesiyle büyük toplantı salonu? Yaldızlı oda? Hz. Süleyman’ın tahtındaki aslanlar gibi başı öne eğik, kuyruğu bacaklarının arasında, adaletin karşısındaki kudrete yaraşan alçakgönüllü bir tutumla kapıda duran aslan? O güzel kapılar? O canım güzel renkli camlar? Biscornette’i umutsuzluğa düşüren o eşsiz sanat yapıtları, o oymalı demirler? Du Hancy’nin o narin doğrama işleri? Bu harikaları zaman da, insan da ne hale getirdi! Bütün bunlara, bütün bu Galya tarihine karşılık, bütün bu gotik sanatına karşılık bize ne verdiler? Bay de Brosse’un, Saint-Gervais Kapısı’nın bu beceriksiz mimarının basık hantal kemerleri… İşte sanatın karşılığı; tarihe gelince, Patrü’lerin[8] dedikodularıyla hâlâ çınlayan iri filayağının geveze anıları var elimizde.

Bu da pek bir şey değil. Biz gene gerçek eski Saray’ın gerçek toplantı salonuna dönelim.

Bu dev boyutlu dikdörtgenin iki ucundan birinde ünlü mermer masa bulunuyordu; bu masa öyle uzun, öyle geniş, öyle kalındı ki eski tapu arşivlerinin Gargantua’nın[9] ağzını sulandıracak bir biçemle yazdıklarına bakılırsa “dünyada buna benzer bir mermer dilimi” asla görülmemiştir. Öbür uçta da XI. Louis’nin Hz. Meryem’in önünde diz çökmüş durumda yaptırdığı kendi yontusunu koydurduğu ve kral yontuları dizisinde bıraktığı iki boş duvar oyuğunu umursamadan, Fransa kralı olarak cennette pek saygın bir yerleri olduğunu varsaydığı iki ermişin, Charlemagne ile Ermiş Louis’nin, yontularını kaldırıp oraya yerleştirttiği küçük iç kilise vardı. Daha altı yıl önce yapılmış olan, hâlâ yepyeni bir durumda bulunan bu küçük kilise, bizde Gotik çağın sonunu belirten, Renassance’ın o olağanüstü güzellikteki beğenisinde XVI. yüzyılın ortasına kadar süren o narin mimari, nefis işlemeler, ince ve derin oymalar zevkine tamamıyla uygundur. Cümle kapısının üzerindeki, bir yandan öbür yana delinmiş oymalı küçük gülbezek bir incelik, bir zarafet başyapıtıdır; dantelden bir yıldız sanırsınız.

Salonun ortasında, büyük kapının tam karşısında, yaldızlı odanın geçidindeki bir pencereden özel bir giriş kapısı açılmış, duvara dayalı, altın sırmalı kumaş döşeli bir tribün vardı; bu seki, Flaman elçileriyle, dinsel dramın temsiline çağrılı daha başka yüksek mevkili kişiler için hazırlanmıştı.

Gelenek uyarınca, dinsel dram mermer masanın üzerinde temsil edilecekti. Masa buna göre daha sabahtan hazırlanmıştı; avukatların topuklarıyla baştan başa çizik içinde kalan görkemli mermer tabanına oldukça yüksek tahta bir yapı iskelesi kondurulmuştu; bunun da bütün salonun rahatça görebildiği üst alanı sahne vazifesi görecekti, halılarla, örtülerle gizlenen iç tarafı da oyundaki kişilerin giyinme odası olacaktı. Dış tarafa safiyane yerleştirilen bir merdiven sahne ile giyinme odası arasında bağlantı sağlayacaktı, dik basamakları da girişlere, çıkışlara yarayacaktı. Bu merdivenden çıkmak zorunda olmayan bir tek kişi, bir tek olay, bir tek tiyatro darbesi yoktu. Sanatın, aygıtların masum, saygıdeğer çocukluğu!

İdam günlerinde olduğu gibi şenlik günlerinde de halkın bütün eğlencelerinin kaçınılmaz, zorunlu bekçileri, Adliye Sarayı idare amirinin dört zaptiye çavuşu mermer masanın dört köşesinde ayakta duruyordu.

Temsil ancak Adliye’nin büyük saati öğlenin on ikinci darbesini vurduğu anda başlamalıydı. Bu, hiç kuşkusuz, bir tiyatro temsili için pek geçti; ama elçilerin saatine uymak gerekmişti.

Oysa, bütün bu kalabalık sabahtan beri bekliyordu. Bu günahsız meraklıların pek çoğu günün ilk ışıklarından beri Adliye’nin büyük merdiveni önünde soğuktan titreşiyordu; hatta kimileri, içeriye herkesten önce girebilmek amacıyla, geceyi büyük kapının girintisinde geçirdiklerini söylüyorlardı. Halk her dakika daha da artıyor, kalabalık gitgide kabarıyordu; taşan bir su gibi duvarlar boyunca yükselmeye, filayaklarının çevresinde kabarmaya, sütun tabanlarının üzerine, sütun başlıklarına, saçaklara, pencere pervazlarına, mimarinin bütün çıkıntılarının üzerine, oymacılığın bütün kabartılarının üzerine tırmanmaya başlıyordu. Böylece, rahatsızlık, sabırsızlık, can sıkıntısı, bir utanmazlık ve çılgınlık gününün özgürlüğü, her vesileyle –sivri bir dirsek ya da demir kabaralı bir ayakkabı yüzünden– patlak veren kavgalar, dalaşmalar, uzun bir bekleyişin yorgunluğu, dört duvar arasına kapatılmış bu karmaşık, sıkışık, çiğnenen, bunalan halkın yakınmasını daha şimdiden, yani elçilerin gelme saatinden çok önce hırçın, hoyrat, haşin, acı bir duruma sokuyordu. Flamanlar’a karşı, Paris esnaf kâhyasına, Adliye idare amirine, Bourbon Kardinali’ne, Avusturyalı Bayan Marguerite’e[10] değnekli belediye çavuşlarına, soğuğa, sıcağa, kötü havaya, Paris Piskoposu’na, Çılgınlar Papası’na, filayaklarına, yontulara, şu kapalı kapıya, bu açık pencereye karşı sızlanmadan, yakınmadan, ilenmeden başka bir şey duyulmuyordu; kalabalık içine dağılmış olan bütün bu hoşnutsuzluğa muzipliklerini, alaylarını katan ve âdeta genel öfkeyi iğneleyen öğrenci ve uşak topluluklarını da bütün bu olup bitenlerin hepsi son derece eğlendiriyordu.

Bunlar arasında, özellikle bu neşeli şeytanlardan oluşan bir topluluk vardı; bir pencerenin camını kırdıktan sonra, korkusuzca duvar saçağına oturmuşlardı; böylece, bakışlarım, alaylarını sırasıyla hem içeriye, hem dışarıya, hem salondaki kalabalığa, hem alandaki halka yöneltiyorlardı. Onların alaylı öykünmelerinden, şakrak kahkahalarından, arkadaşlarıyla salonun bir ucundan öbürüne şakacı seslenmelerinden bu gençlerin öbür seyircilerin can sıkıntısını, yorgunluğunu hiç paylaşmadıkları anlaşılıyordu; onlar kendi özel eğlenceleri için, gözlerinin önünde bulunandan, ötekini sabırla bekleten bir temsil çıkarmasını pek iyi biliyorlardı. İçlerinden biri, bir sütun başlığının kabartmalarına asılmış, sarışın, sevimli, muzip yüzlü, bir çeşit küçük şeytana:

“Vay, siz miydiniz, Johannes Frollo de Molendino!” diye seslendi. Jehan du Moulin, tam size göre bir ad[11] doğrusu ya! İki kolunuz, iki bacağınız havada dönen dört değirmen kanadına benziyor çünkü. Ne zamandan beri buradasınız?”

Johannes Frollo:

“Şeytanın inayetiyle, tam dört saatten fazladır burada tünüyorum,” dedi. “Umarım ki bunlar Araf’ta geçireceğim zamana sayılır. Sicilya Kralı’nın sekiz kilise şarkıcısının, Sainte-Chapelle’de saat yedide okudukları ilahiyle ayinin ilk ayetlerini duydum.”

Beriki:

“Mükemmel kilise şarkıcıları, doğrusu ya!” dedi. “Sesleri de külahlarından sivri! Ermiş Jean Hazretleri’ne bir ayin düzenlemeden önce, kral onun güneyli ağzıyla Latince dua okunmasını sevip sevmediğini öğrense daha iyi ederdi gibime geliyor!”

Pencerenin altındaki kalabalığın içinden yaşlı bir kadın:

“Bunu Sicilya Kralı’nın o uğursuz kilise şarkıcılarını kullanmak için yaptı!” diye sertçe bağırdı. “Ne demek bu, sorarım size! Bir ayin için tam bin Paris lirası, hem de Paris toptancı halinin deniz ürünleri vergisinden alınarak!”

Balıkçı kadının yanında, burnunu kapatıp durmuş, iri yarı, ağırbaşlı bir adam:

“Kes sesini bakalım, acuze!” diye atıldı. “Elbette ki bir ayin düzenlemek gerekiyordu, hatun! Kralın yeniden hastalanmasını mı isterdiniz siz yoksa, haa!”

Sütun başlığına yapışmış o küçük öğrenci:

“Doğrusu ya, kahramanca bir konuşma, kralın kürkçübaşısı Gilles Lecornu Efendi!” diye bağırdı.

Kralın zavallı kürkçübaşısının talihsiz adı, bütün öğrencilerin kahkahalarıyla karşılandı.

Bir bölümü:

“Lecornu! Gilles Lecornu!” diyordu.

Bir bölümü de:

“Cornulus et hirsutus!”[12]

Sütun başlığındaki küçük şeytan:

“Hey! Elbette ya,” diye sürdürdü. “Ne var bunda gülünecek? Kral malikânesinin kâhyası üstat Jehan Lecornu’nün kardeşi, Vincennes Ormanı’nın başkapıcısı Mahiet Lecornu Efendinin oğlu saygıdeğer insan Gilles Lecornu, hepsi Paris hemşerisi, babadan oğula hepsi evli!”Neşe daha da arttı. Şişman kürkçü, bir tek sözcük bile yanıt vermeden, her yandan üzerine dikilmiş olan bakışlardan kurtulmaya çabalıyordu; ama boş yere çırpınıp terliyordu, soluk soluğa kalmıştı: Tahtaya saplanan bir kama gibi, yaptığı her hareket, hırstan ve öfkeden kıpkırmızı kesilen ablak suratının komşularının omuzlarına daha bir sıkıca karışmasından başka bir işe yaramıyordu. En sonunda, yanında bulunanlardan, tıpkı onun gibi kısa boylu, şişman, saygıdeğer birisi imdadına yetişti.

“Ne iğrenç şey! Okul çocukları saygın bir efendiyle bu biçim konuşsun! Nerede görülmüş bu! Bizim zamanımızda bir kucak değnekle onlara bir güzel sopa çekerler, sonra da o değneklerle onları yakarlardı.”

Gençler hep bir ağızdan bir kahkaha attılar.

“Hey, hey! Kolay gelsin! Kimdir orada ötüp duran? Hangi uğursuz baykuş o?”

İçlerinden bir tanesi:

“Aa, ben onu tanıyorum!” dedi. “Andry Musnier Efendi o.”

Beriki de:

“Çünkü Üniversite’nin yeminli dört kitapçısından biridir de o!” dedi.

Bir üçüncüsü atılıp:

“O dükkânda her şey dörder dörderdir,” diye bağırdı. “Dört ulus, dört fakülte, dört yortu, dört vekil, dört seçmen, dört kitapçı.”

Jehan Frollo söze karışıp:

“İyi ya öyleyse,” diye atıldı. “Biz de onlara dünyanın dört bucak olduğunu öğretelim.”

“Musnier, kitaplarını yakacağız.”

“Musnier, uşağını döveceğiz.”

“Musnier, eşine rahat vermeyeceğiz.”

“Zavallı şişko Matmazel Oudarde.”

“Bir dul kadar körpe ve neşeli.”

Andry Musnier Efendi:

“Hepinizin cam cehenneme!” diye homurdandı.

Hâlâ sütun başlığına asılı duran Jehan:

“Andry Efendi, kes sesini, yoksa tepene düşerim!” diye bağırdı. Andry Efendi başını kaldırdı, bir an filayağının yüksekliğini, haylaz oğlanın ağırlığını hesaplar gibi davrandı, aklından, bu ağırlığın hızını karesiyle çarptı ve sustu.

Jehan savaş alanını egemenliği altına almıştı; utkunun üstünlüğüyle:

“Her ne kadar bir başdiyakoz kardeşiysem de, söylediğimi yaparım!” diye sürdürdü.

“Vah bizim Üniversite’nin zavallı efendileri! Böyle bir günde ayrıcalıklarınıza bile saygınlık sağlayamadınız, onları bir türlü kabul ettiremediniz! Canım efendim! Kentte donanma şenlikleri var, ağaçlar donandı; Cite’de dinsel temsil, Çılgınlar Papa’sı, Flaman elçiler var; Üniversite’deyse, hiçbir şey.”

Pencerenin pervazına rahatça yerleşen öğrencilerden biri:

“Oysa Maubert Alanı da oldukça geniş!” diye söze karıştı.

Johannes: “Kahrolsun, Rektör de, vekiller de, seçmenler de!” diye bağırdı.

Beriki hemen:

“Bu akşam, Andry Efendi’nin kitaplarıyla Champ-Gaillard’da bir şenlik ateşi yakmalı” diye atıldı.

Onun yanındaki:

“Kâtiplerin rahlelerini de yakmalı!” diye sürdürdü.

“Fakülte kapıcılarının değneklerini de!”

“Dekanların tükrük hokkalarını da!”

“Vekillerin yemek dolaplarım da!”

“Seçmenlerin sandıklarım da!”

“Rektörlerin iskemlelerini de!”

Küçük Jehan bir kilise ilahisi ezgisiyle: “Kahrolsun!” diye atıldı. “Kahrolsun Andry Efendi, fakülte kapıcıları ve kâtipler; tanrıbilimciler, hekimler ve fetvacılar; seçenler, seçilenler ve Rektör de kahrolsun!”

Andry Efendi kulaklarını tıkayarak:

“Demek ki dünyanın sonu geldi, a dostlar!” diye mırıldandı. Pencerede bulunanlardan biri:

“Rektör dediniz de… İşte o da alandan geçiyor,” diye bağırdı.

Artık bunun üzerine alandan yana dönen dönene.

İç tarafta bir filayağına tutunduğundan, dışarıda olup bitenleri göremeyen Jehan Frollo du Moulin:

“O geçen gerçekten de bizim saygıdeğer rektörümüz Thibaut Efendi mi?” diye sordu.

Öbürleri hep bir ağızdan:

“Evet, evet!” diye yanıt verdiler. “Rektör Thibaut Efendi’nin kendisi, ta kendisi.”

Gerçekten de, elçileri karşılamaya giden Rektör’le Üniversite’nin ileri gelenleri, törenle, kafile halinde geçerlerken, o anda Adliye Alanı’na gelmişlerdi. Pencereye üşüşen öğrenciler onları taşlamalarla, alaylı alkışlarla, iğneli sözlerle karşıladılar. Kafilenin başında ilerleyen Rektör ilk küfür sağanağına yakalandı; saldırı pek şiddetliydi, doğrusu ya.

“Günaydın, Rektör Bey! Hey, hey! Günaydın dedik!”

“Koca kumarbaz, nasıl olmuş da buraya gelmiş? Zarlarından ayrıldı demek ki?”

“Katırın sırtında ne de güzel gidiyor, şuna bakın! Katırın kulakları onunkilerden daha kısa.”

“Hey, hey! Günaydın, Rektör Thibaut Efendi! Tybolde aleator!”[13] Kocamış ahmak seni! Koca kumarbaz!”

“Tanrı sizi korusun! Bu gece sık sık düşeş attınız mı?”

“Ah! Kumar uğruna, zar uğruna rengini yitiren yorgun, bitkin, köhne surat!”

“Sırtınızı Üniversite’ye dönmüş Kent’e doğru nereye gidiyorsunuz böyle bakalım, Tybolde ad dados?

Jehan du Moulin:

“Hiç kuşkusuz Thibautode Caddesi’nde bir ev aramaya gidiyordur!” diye bağırdı.

Bütün güruh çığlık çığlığa, yeri göğü inleten şiddetli alkışlarla tekerlemeyi yineledi.

“Thibautode Caddesi’nde ev aramaya gidiyorsunuz, değil mi, büyük oyunlar kumarbazı Rektör Bey?”

Derken, öbür ileri gelenleri de ele aldılar.

“Kahrolsun Üniversite görevlileri! Kahrolsun eli asalılar!”

“Buraya bak, Robin Poussepain, şur’daki adam kimin nesi, kuzum?”

“Gilbert de Sully, Gilbertus de Soliaco, Autun Koleji’nin başkanı.”

“Al şu benim pabucumu, senin yerin benimkinden daha elverişli; şunu onun suratına fırlatıver.”

“Saturnalitias mittimus ecce nuces.”[14]

“Beyaz cüppeli altı tanrıbilimci kahrolsun!”

“Tanrıbilimciler bunlar mı? Roogny tımarı için, Sainte-Genevieve tarafından kente ihsan edilen altı beyaz kaz sanmıştım ben onları.”

“Kahrolsun hekimler!”

“Kahrolsun kardinallerle, kaba şakacıların kavgaları!”

“Sen benim gecelik külahıma anlat, Sainte-Genevieve başkanı! Sen bana haksızlık ettin. Bakın, bu gerçektir! Normandiya ulusunun içindeki yerimi, İtalyan olduğu için, Bourges eyaletine bağlı küçük Ascanio Falzaspada’ya verdi.”

Bütün öğrenciler hep bir ağızdan:

“Haksızlık bu! Adaletsizlik bu!” diye bağırdılar. “Kahrolsun Sainte-Genevieve başkanı!”

“Hey, hey! Joachim de Ladehors Efendi! Hey, hey! Louis Dahuille! Hey, hey! Lambert Hoctement!”

“Alman ulusunun vekilini şeytan götürsün!”

“Kurşuni kürkleriyle, Sainte-Chapelle Kilisesi papazları da kahrolsun; cum tunicis grisis!”[15]

“Seu de pellibus grisis fourratis!”[16]”Hey, hey! Sanat bilgini ustalar! Bütün güzel kara kaftanlar! Bütün güzel kırmızı kaftanlar!”

“Rektör’e yaraşır bir kuyruk oluşturmuşlar.”

“Sanırsınız ki, su üstü evlenme törenine giden bir Venedik dukası.”

“Buraya bak, Jehan! İşte Sainte-Genevieve piskoposluk kurulu üyeleri!”

“Cehennemin dibine batsın piskoposluk kurulu!”

“Rahip Claude Choart! Doktor Claude Choart Hoca! Marie la Giffarde’ı mı arıyorsunuz?”

“Glatigny Sokağı’nda bulunuyor.”

“Ahlâksızlar kralının yatağını düzeltiyor.”

“Kadın dört dinar borcunu ödüyor; quator denarios.”

“Aut unum bombum.”

“Paraları suratınıza atmasını ister misiniz?”

“Arkadaşlar! Terkisinde eşiyle, Picardie seçmeni Siman Sanguin Efendi göründü!”

“Post equitem sedet atra cura.”[17]

“Ha gayret, Simon Efendi!”

“Günaydın, sayın seçmen efendi!”

“İyi geceler, Hanımefendi!”

Hâlâ sütun başlığının yapraklarına asılı duran Johannes de Molendino, içini çekerek:

“Bütün bunları görebilenlere ne mutlu!” diyordu.

Bu arada, Üniversite’nin yeminli kitapçısı Andry Musnier Efendi, Kral’ın kürkçübaşısı Gilles Lecornu Efendi’nin kulağına eğildi:

“İnanın bana, Efendiciğim, dünyanın sonu geldi. Öğrenci güruhunun böylesine taşkınlık ettiği hiçbir zaman görülmemiştir. Her şeyi mahveden de çağımızın lanet olasıca yeni buluşları. Toplar, yılancık topları, taş gülleler atan savaş topları, hele de Almanya’nın bir başka türlü zararlı buluşu olan baskı makinesi. Artık ne elyazması kaldı, ne de kitap! Basım kitapçılığı öldürüyor, azizim. Dünyanın sonu geldi, dedim ya.”

Kürkçü de:

“Kadife kumaşlardaki ilerlemeden bunun ben de ayrımındayım,” dedi.

O sırada saat on ikiyi çaldı.

Bütün kalabalık tek bir ağızdan: “Hah!” dedi.

Öğrenciler sustular. Sonra büyük bir karışıklık oldu, müthiş bir gürültü patırtı koptu; ayakların, başların büyük bir devinimi, büyük bir genel öksürük tufanı ve ortaya çıkan mendiller. Herkes kendine çeki düzen verdi, yerine daha bir yerleşti, ayaklarının ucunda yükseldi, öbekleşti; sonra büyük bir sessizlik çöktü; bütün boyunlar gerilmiş, bütün ağızlar açılmış, bütün gözler mermer masaya doğru çevrilmiş, öyle kalakaldılar. Orada hiçbir şey görünmedi. Boyalı dört yontu gibi çavuşlar, hâlâ dimdik, kımıldamadan duruyorlardı. Bütün bakışlar Flaman elçilerine ayrılan tribüne doğru döndü. Kapı kapalı, tribün bomboş duruyordu. Bu kalabalık sabahtan beri üç şeyi bekliyordu: Öğle vaktini, Flaman elçilerini, dinsel temsili. Yalnız öğle saati tam vaktinde gelmişti.

Artık bu kadarı fazlaydı, doğrusu ya.

Bir, iki, üç, beş dakika, bir çeyrek beklediler; gelen giden yoktu. Tribün ıssız, tiyatro sessiz duruyordu. Bu arada, sabırsızlığın yerini öfke almıştı. Alçak sesle –orası gerçek– öfkeli sözler dolaşıyordu. “Temsil! Temsil!” diye boğuk boğuk mırıldanıyorlardı, kafalar kızmaya başlıyordu. Daha henüz gürlemeye başlayan fırtına kalabalığın yüzeyinde uçuşuyordu. Bunun ilk kıvılcımını fırlatan Jehan du Moulin oldu.

Sütun başlığının çevresinde yılan gibi kıvrılarak:

“Dinsel dramı isteriz, Flamanlar cehennemin dibine batsın!” diye ciğerlerinin bütün gücüyle bağırdı.

Halk alkışladı.

“Dram!” diye yinelediler. “Flandra cehennemin dibine batsın!”

Öğrenci de: “Biz hemen şimdi, derhal temsili isteriz!” diye sürdürdü.

“Yoksa bana öyle geliyor ki güldürü ile ahlâki temsil yerine Adliye İdare Amiri’ni ipe çekmemiz gerekecek.”

Kalabalık halk kitlesi:

“Pek doğru bir söz etti!” diye bağırdı. “Asılma işlemini onun çavuşlarından başlatalım.”

Bu sözlerin ardından çılgın bir alkış koptu. Zavallı dört adam sapsarı kesilen yüzlerle birbirlerine bakışmaya başlamışlardı. Kalabalık onlara doğru atılıyordu, adamcağızlar kendilerini halktan ayıran çelimsiz, çerden çöpten tahta parmaklığın kalabalığın abanmasıyla bükülüp bel verdiğini görüyorlardı.

Durum son derece gergin ve tehlikeliydi.

“Ölüm! Ölüm!” diye dört bir yandan bağırıyorlardı.

İşte tam o sırada, yukarıda tanımlamaya çalıştığımız giyinme odasının örtüsü kalktı, bir adam dışarı çıktı. Onun sadece görülmesi halkı birdenbire durdurdu ve âdeta bir büyüyle, öfkeyi merak haline dönüştürdü.

“Susun! Susun!”

Kendini pek güvenlik içinde görmeyen ve her yanı tir tir titreyen bu adam mermer masanın ucuna kadar ilerledi; yaklaştıkça daha çok diz çökmeyi anımsatan eğilip bükülmelerle selamlar veriyordu.

Bu arada, yavaş yavaş dinginlik, sessizlik geri geldi. Ortada artık kalabalığın suskunluğundan yayılan o her zamanki hafif uğultudan başka hiçbir şey kalmamıştı.

Adam, “Kentsoylu beyler, kentsoylu küçükhanımlar,” dedi. “Pek saygıdeğer Kardinal Hazretleri’nin huzurunda ‘Hz. Meryem’in Adaleti’ adında pek yararlı bir ahlâki temsil vermek onuruna erişeceğiz. Jüpiter’i ben oynuyorum. Kardinal Hazretleri şu anda pek saygıdeğer Avusturya Dükü Hazretleri’nin pek sayın elçilerinin yanında bulunuyor; sözünü ettiğimiz topluluk da şu saatte Baudets Kapısı’nda sayın Üniversite Rektörü’nün konuşmasını dinlemek üzere yolundan alıkonuldu. Kardinal Hazretleri gelir gelmez başlayacağız.”

Adliye’nin o zavallı dört çavuşunu kurtarmak için hiç kuşku yok ki, Jüpiter’in bu araya girmesi yeterliydi. Bu pek gerçek öyküyü uydurmak mutluluğuna erseydik, böylece de Kutsal Eleştiri Tanrıçası’na karşı ondan sorumlu olsaydık, şu anda hiç kimse bize karşı şu klasik “Nec deus intersit”[18] temel kuralına sığınamazdı. Üstelik, Sayın Jüpiter’in giysisi pek güzeldi, halkın dikkatini üzerine çekerek onu yatıştırmaya bir hayli yardım etti. Jüpiter’in sırtında siyah kadife kaplı, yaldız çivili zırh gömleği vardı; başına da yaldızlı gümüş düğmelerle süslü, omuzlarına kadar inen zırh miğferi giymişti; her biri yüzünün bir yarısını kapatan allıkla kocaman sakal da olmasa, elinde tuttuğu, alışkın gözlerin kolayca yıldırımı tanıdıkları yaldızlı mukavva boru olmasa, Grekvari kurdelelerle sarılmış ten rengi ayakları olmasa, kıyafetinin ağırbaşlılığı bakımından, sayın De Berry Dükü’ne bağlı birliğin Bretanyalı bir okçusuna benzetilebilirdi.II
Pierre Gringoire

Bununla birlikte, giysisinin herkes üzerinde yarattığı hoşnutluk, hayranlık adam konuştukça dağılıp gidiyordu ve “Kardinal Hazretleri gelir gelmez başlayacağız,” sözleriyle talihsiz sonuca ulaştığında da sesi, yeri göğü çınlatan yuhalar arasında yitip gitti.

Halk, “Hemen şimdi başlayın! Temsil! Derhal temsili istiyoruz!” diye bağırıyordu. Bütün seslerin üzerinde de, bir curcuna içindeki kaval gibi Johannes de Molendino’nun sesi duyuluyor, öbürlerinin hepsini bastırıyordu. Öğrenci:

“Hemen başlayın!” diye haykırıyordu.

Pencerenin pervazına tünemiş olan Robin Poussepain ile öbür öğrenciler de:

“Jüpiter de, Bourbon Kardinali de kahrolsun!” diye avazları çıktığı kadar bağırıyorlardı.

Halk kalabalığı:

“Hemen temsil!” diye yineliyordu. “Derhal! Hemen! Oyuncularla Kardinal’e ölüm, darağacı!”

Zavallı Jüpiter şaşkın, ürkek bir hal almış, allıklarının altında sapsan kesilmişti, yıldırımını attı, zırhlı miğferini eline aldı; sonra da, “Kardinal Hazretleri… elçiler… Flandralı Sayın Bayan Marguerite…” diye bir şeyler kekeleyerek sağa sola selamlar dağıtıyor, tir tir titriyordu. Ne diyeceğini bilemiyordu. Aslında, ipe çekilmekten korkuyordu.

Beklerse halk tarafından, beklemezse kardinal tarafından asılmak vardı… Her iki yanda da ancak bir uçurum görebiliyordu: Darağacı.

Bereket versin ki birisi geldi de onu sıkıntıdan kurtarıp sorumluluğu yüklendi.

Parmaklığın berisinde, mermer masanın çevresinde serbest bırakılan arada duran biriydi bu; ince-uzun bedeni yaslandığı filayağının çapıyla görüş açısından gizlendiği için daha kimse onun ayırdında olmamıştı. Dediğimiz gibi, uzun boylu, zayıf, soluk benizli, sarışın bir adamdı bu. Alnı, yanakları kırışmış olmasına karşın genç yaşta, parlak bakışlı, güleç ağızlı bir delikanlıydı. Sırtında yıpranmış, eskilikten parlamış, siyah kaba yünlüden bir giysi vardı. Mermer masaya yaklaştı, zavallı mahkûma bir işaret yaptı; ama beriki iyice şaşkına dönmüştü, hiçbir şey görmüyordu.

Yeni gelen adam bir adım daha attı: “Jüpiter!” dedi. “Azizim Jüpiter!”

Beriki hiçbir şey duymuyordu.

En sonunda, uzun boylu sarışın adamın sabrı tükendi, Jüpiter’in hemen hemen burnunun ucunda avazı çıktığı kadar bağırdı:

“Michel Giborne!”

Jüpiter sarsılarak ansızın uyandırılmış gibi, “Kim çağırıyor beni?” dedi.

Siyah giysili adam, “Ben,” dedi.

Jüpiter de, “Yaa!” diye kekeledi. Beriki:

“Hemen başlayın,” diye sürdürdü. “Siz halkın isteğini yerine getirin.”

Yargıcı yatıştırmayı ben üzerime alıyorum; o da Kardinal’i yumuşatır.”

Jüpiter rahat bir soluk aldı. Hâlâ kendisini yuhalayan halka ciğerlerinin bütün gücüyle: “Pek saygıdeğer Efendilerim!” diye bağırdı. “Hemen oyuna başlıyoruz.”

Öğrenciler: “Evoe, Jüpiter! Plaudite, cives!”[19] diye bağırdılar.

Halk, “Yaşasın! Yaşasın!” diye bağırdı.

Müthiş bir alkış yeri göğü inletti. Jüpiter perdenin altına girdiği halde bütün salon hâlâ alkıştan sarsılıyordu.

Bu sırada, bizim eski, pek sevgili Corneille’imizin dediği gibi, tansık yaratırcasına “fırtınayı sütliman hale döndüren” kişi, büyük bir alçakgönüllülükle, arkasına sığındığı filayağının gölgesine gömülmüştü gene. Ve seyircilerin ilk sırasında oturan iki genç hanım onun Michel Giborne-Jüpiter’le konuşmasının ayırdında olup da eteğinden çekmeselerdi, o gene orada eskisi gibi görünmeden, hiç kıpırdamadan, sessiz duracaktı.

Hanımlardan bir tanesi ona, yaklaşması için işaret ederek: “Üstat!” dedi. Onun yanındaki genç, güzel, süslü hanım da:

“Sussanıza, canım Lienarde’çığım” dedi. “O papaz çömezi değil, halktan biri, ona Üstat değil Efendi demek gerekir.”Bunun üzerine, Lienarde: “Efendi!”

Kimliği bilinmeyen adam parmaklığa yaklaştı. Telaşla:

“Nedir benden istediğiniz, küçükhanımlar, bir arzunuz mu var?” diye sordu.

Lienarde utançtan yerin dibine geçerek:

“Yoo! Hayır, hiçbir isteğimiz yok!” dedi. “Sizinle arkadaşım Gisquette la Gencienne konuşmak istiyor.”

Gisquette kıpkırmızı kesilerek:

“Yoo, hiç de değil!” diye atıldı. “Lienarde size ‘Üstat’ dedi; ben de ona ‘Efendi’ dendiğini söyledim sadece.”

Her iki genç kız da bakışlarını önlerine indirmişlerdi. Aralarında bir konuşma kapısı açmayı canı gönülden isteyen genç adam da gülümseyerek onlara bakıyordu:

“Gerçekten de bana söyleyecek bir şeyiniz yok mu, küçükhanımlar?”

Gisquette, “Yoo, hayır! Hiçbir şey yok,” diye yanıt verdi. Lienarde da, “Hiçbir şey yok,” dedi.

Uzun boylu sarışın delikanlı yerine dönmek üzere bir adım attı; ama meraklı iki genç kız hiç de onu ellerinden kaçırmak niyetinde değillerdi.

Gisquette ansızın açılan bir su bendi ya da birden karar veren bir kadın coşkusuyla:

“Bakar mısınız, Efendim,” dedi. “Temsilde Hz. Meryem’in rolünü oynayacak olan şu askeri tanıyor musunuz?” diye sordu.

Adsız kişi, “Jüpiter rolünü mü demek istiyorsunuz?” diye sordu.

“Evet ya! Elbette,” diye atıldı Lienarde. “Ne kadar da aptal şey! Jüpiter’i tanıyorsunuz, öyle mi?”

Adsız genç adam:

“Michel Giborne’u mu?” diye yanıtladı. “Evet, tanıyorum, efendim.”

Lienarde, “Ne kadar da görkemli sakalları var!” dedi.

Gisquette, çekinerek, “Şimdi oynayacakları şey güzel mi acaba?” diye sordu.

Adsız kişi, bir an bile duraksamadan:

“Hem de pek güzel, Küçükhanım!” diye yanıt verdi.

Lienarde, “Adı nedir acaba oynayacakları temsilin?” diye sordu.

“Hz. Meryem’in Adaleti. Ahlâki piyes, Küçükhanım.”

Lienarde, “Yaa! Öyle mi? O başka!” diye sürdürdü.

Kısa bir sessizlik oldu. Sessizliği genç adam bozdu:

“Bu yepyeni bir ahlâki temsil ve daha hiç oynanmadı.”

Gisquette, “Demek ki, iki yıl önce, Papa’nın vekili geldiği gün oynanan temsil değil, öyle mi?” dedi. “Onda üç tane güzel kız vardı…”

Lienarde, “Deniz perilerini canlandırıyorlardı,” dedi.

Delikanlı da, “Hem de çırçıplak!” diye ekledi.

Lienarde utanarak başını önüne eğdi. Gisquette de ona baktı, kendisi de onun gibi yaptı. Delikanlı gülümseyerek sürdürdü:

“Seyrine doyum olmaz bir oyundu o. Bugün Flandra Prensesi için özel olarak yazılmış bir ahlâki temsil oynanacak.”

Gisquette, “Çoban kızları şarkı söyleyecekler mi?” diye sordu.

“Kesinlikle hayır! Ahlâki bir oyunda! Asla! Türleri karıştırmamak gerek. Oyun bir güldürüyse, o zaman olur.”

Gisquette, “Ne yazık!” dedi. “O gün, hiç unutmuyorum, Ponceau Çeşmesi’nde savaşan, birbirleriyle çatışan, küçük dinsel parçalarla çoban şarkıları okuyarak çeşitli durumlara giren yabanıl kadınlarla erkekler vardı.”

Adı bilinmeyen adam sertçe:

“Bir Papa vekiline uygun olan bir prensese uygun gelmez,” dedi.

Lienarde, “Onlara da pek güzel sesler çıkaran birçok çalgı eşlik ediyordu,” dedi.Gisquette de, “Gelip geçenlerin susuzluğunu gidermek amacıyla çeşmenin üç ağzından şarap, süt ve tarçınlı tatlı şarap akıyordu, her isteyen dilediğinden bol bol içiyordu,” diye sürdürdü.

Lienarde, “Ponceau Alanı’ndan az aşağıda, Trinite Kilisesi’nde de oynayanların konuşmadan canlandırdıkları bir ‘passion'[20] vardı,” dedi.

Gisquette de, “Ya, ben de iyi anımsıyorum!” diye haykırdı. “İsa çarmıha çivilenmişti, iki hırsız da sağındaki, solundaki çarmıhtaydı!”

Sözün burasında genç dedikoducu hanımlar, Papa vekilinin kente girişini anımsayıp coşarak, bir ağızdan konuşmaya başladılar:

“Daha da beride, Porte-aux-Peintres’de pek görkemli giysiler kuşanmış başka kimseler vardı.”

“Ya Saint-İnnocent Çeşmesi’nde büyük bir köpek ve av boruları gürültüsüyle, bir geyik kovalayan şu avcı!”

“Ya Paris Mezbahası’nda, Dieppe Hapishanesi’ni simgeleyen o darağaçları!”

“Anımsıyor musun, Gisquette, Papa’nın vekili geçerken, saldırıya geçildi de bütün İngilizlerin boynu vurulduydu, hani?”

“Châtelet Kapısı’nın karşısında da pek yakışıklı kimseler vardı!”

“Ya üzeri baştan başa halılarla örtülmüş olan Pont-au-Change!”

“Ya Papa’nın vekili geçtikten sonra, köprünün üzerinden havaya salıverilen her türden iki yüz düzineden fazla kuş! Aa! Doğrusu ya, pek güzeldi, Lienarde!”

İki genç hanımın konuşmasını büyük bir sabırsızlıkla dinliyormuş gibi görünen adsız kişi:

“Bugün daha da güzel olacak,” dedi.

Gisquette, “Bu temsilin güzel olacağı konusunda bize kesin söz veriyor musunuz?” diye sordu.

Beriki de: “Hiç kuşkunuz olmasın!” diye yanıt verdi, sonra da belirli bir kasılmayla, tumturaklı bir sesle: “Temsilin yazarı benim, küçükhanımlar,” diye ekledi.

Genç kızlar büsbütün şaşkına dönmüşlerdi.

“Gerçekten mi?” dediler.

Ozan bir parça böbürlenerek:

“Gerçek ya!” diye yanıt verdi. “Daha doğrusu, biz iki kişiyiz: Tahtaları, tiyatronun iskelesini kuran, bütün marangozluk işlerini yapan Jehan Marchand ve piyesi yazan da ben. Benim adım Pierre Gringoire.”

“Cid”in yazarı bundan daha azametle “Pierre Corneille” diyemezdi.

Okuyucularımız, Jüpiter’in örtülerin arkasına çekildiği dakikayla, yeni ahlâki piyesin yazarının, Gisquette ile Lienarde’ın masum hayranlığı üzerine, böyle ansızın, hiç beklenmedik anda kendini açıkladığı dakikaya kadar epeyce bir zaman geçmiş olduğuna dikkat etmişlerdir. Şaşılacak şey: Birkaç dakika önce o kadar gürültü patırtı eden bu kalabalık şimdi, oyuncunun sözüne inanarak, büyük bir hoşgörü ve bağışlayıcılıkla bekliyordu; bu da, seyirciyi sabırla bekletmenin en iyi yolunun, oyuna derhal başlanacağını ona bildirmek olduğunu ve her gün tiyatrolarımızda denenen ezeli gerçeği kanıtlar.

Bununla birlikte, öğrenci Johannes uyumuyordu. Karışıklıktan sonra çöken sessizlik içinde, birdenbire:

“Hey, hey!” diye bağırdı. “Jüpiter, Hz. Meryem Anamız, şeytanın maskaraları! Bizimle alay mı ediyorsunuz? Temsil! Temsil! Başlayın çabuk, yoksa biz yeniden başlıyoruz.”

Bu kadarı yeterliydi.

Ahşap iskelenin arkasından inceli kalınlı bir çalgı sesi duyuldu; örtü kalktı; içeriden rengârenk giysili, yüzleri boyalı dört kişi çıktı, dik merdiveni tırmandı; üstteki sahanlığa gelince seyircilerin karşısına dizildi, yerlere kadar eğilerek selam verdi; o zaman senfoni sustu. Dinsel temsil başlıyordu.

Dört kişi selamlarının karşılığını alkış olarak bolca topladıktan sonra, dindarca bir sessizlik ortasında, okuyucuyu bağışladığımız bir başlangıca girişti. Zaten, bugün de olduğu gibi, seyirci oyuncuların oynadıkları rolden çok, giydikleri giysilerle ilgileniyordu; bu da gerçekten pek haklı bir davranıştı, pek yerindeydi. Oyunculardan dördünün de sırtında yarısı san, yansı beyaz giysiler vardı; aralarındaki ayrım ancak kumaşın türünden anlaşılıyordu: Birincisi altın ve gümüş tellerle dokunmuş brokardan; ikincisi ipekli, üçüncüsü yünlü, dördüncüsü de dokuma bezdendi. Oyunculardan ilkinin sağ elinde bir kılıç, ikincisinde iki altın anahtar, üçüncüsünde bir terazi, dördüncüsünde de bir bahçe küreği vardı. Bütün bu açıkça belirtilen özellikleri gene de tam olarak kavrayamamış olan tembel kafalara yardım etmek için de, iri siyah harflerle, sırmalı giysinin eteğine “BENİM ADIM SOYLU SINIF”; ipekli giysinin eteğine “BENİM ADIM RUHBAN SINIFI”; “yünlü giysinin eteğine “BENİM ADIM TİCARET”; dokuma giysinin eteğine de “BENİM ADIM TARIM” diye işlenmişti. İki erkek simgenin cinsiyeti kafası işleyen, kavrayışlı her seyirciye daha kısa giysileri ve başlarındaki takkeyle belirtilmişti; dişi simgeler de daha uzun giyinmişlerdi, başlarında da başlık vardı.

Başlangıç konuşmasının dizelerinden Tarım’ın Ticaret’le, Ruhban Sınıfı’nın da Soylu Sınıfla evli olduğu, bu mutlu iki çiftin ortak olarak altın bir veliahtları bulunduğunu, onu ancak dünyanın en güzelkızına vereceklerini ileri sürdüklerini anlamamak için pek kötü niyetli olmak gerekti. Böylece, dünyayı dolaşıyorlar, bu güzeli arıyorlardı. Sırasıyla Golconde Kraliçesi’ni, Trabzon Prensesi’ni, Tatar Hanı’nın kızını, vb., vb., vb…, yüz geri ettikten sonra, dördü de Adliye Sarayı’nın mermer masası üzerinde dinlenmeye gelmişlerdi, hiçbir günahı olmayan dinleyicilere bir sürü özdeyiş, atasözü söyleyip duruyorlardı.

Bütün bunlar gerçekten de pek güzeldi.

Yalnız, dört simgenin âdeta birbirleriyle yarışırcasına üzerine mecaz dalgaları döktüğü bu kalabalıkta, az önce iki güzel kıza adını söylemek zevkinden kendini alamayan yazarın, ozanın, o saf Pierre Gringoire’ın gözünden, kulağından, boynundan ve yüreğinden daha dikkatli bir kulak, daha çarpıntılı bir yürek, daha heyecanlı bir göz, daha gerilmiş bir boyun yoktu. Yazar, genç kızların birkaç adım ilerisindeki filayağının arkasındaki yerine dönmüştü; orada, dinliyor, bakıyor, gıdım gıdım her dizenin tadını çıkarıyordu. Başlangıç dizelerinin ilk sözlerini karşılayan hoşgörü sahibi alkışlar hâlâ yüreğinin en ince damarlarında çınlıyordu; geniş bir dinleyici kalabalığının sessizliği içinde, oyuncunun ağzından birer birer dökülen kendi düşüncelerini görünce, bir yazarın düştüğü o bir çeşit kendinden geçmiş hayranlığa iyice gömülmüştü. İlâhi, Pierre Gringoire!

Bunu söylemek bizi bir hayli üzüyor; ama o ilk heyecan çabucak dağıldı. Gringoire o sarhoş edici sevinç kadehini, utku kadehini daha dudaklarına henüz yaklaştırmıştı ki içine acı bir damla karıştı.

Kalabalığın arasında yitip gittiğinden, sadaka toplayamayan, hiç kuşkusuz, çevresindekilerin cebinden de yeteri kadar bir tazminat alamamış olan hırpani kılıklı bir dilenci, bakışları ve sadakaları çekmek için, iyice göze çarpar bir yere tünemeyi düşünmüştü. Giriş bölümünün ilk dizelerinde, özel olarak ayrılan tribünün direklerinden yararlanarak, onun alt tarafındaki parmaklığın kenarındaki çıkıntıya kadar tırmanmıştı; hırpani kıyafetiyle, sağ kolunu kaplayan iğrenç bir yarayla kalabalığın dikkatini, acımasını çekerek, oraya oturmuştu. Bununla birlikte, bir tek sözcük bile söylemiyordu.

Dilencinin sessiz oturuşu sayesinde, giriş konuşması kazasız belasız yürüyordu; talihsizlik, Johannes tırmandığı sütunun tepesinden dilenciyi, onun yapmacık hallerini görmek istemeseydi, hissedilir hiçbir kargaşalık çıkmayacaktı. Tepedeki genç soytarıyı çılgın bir kahkaha tufanı yakaladı; ne temsili kestiğini, ne de genel dikkati dağıttığını umursuyordu, küstahça bağırdı:

“Şuna bakın hele! Sadaka isteyen şu uyuza bakın!”

Kurbağa dolu bir göle bir taş atan ya da bir kuş sürüsüne bir el ateş eden bir kimse, genel dikkatin arasında bu yersiz sözlerin yarattığı etkiyi rahatça göz önüne getirebilir. Gringoire bir elektrik akımına çarpmış gibi ürperdi. Giriş konuşması olduğu yerde zırp diye kesildi, bütün başlar gürültülü bir kargaşalıkla dilenciye doğru döndü. O da, hiç istifini bozmadan, şaşalamadan, bu olayda iyi bir kazanç fırsatı gördü, gözlerini yan kapatarak, acındıran bir sesle, “Sadaka, Tanrı rızası için sadaka, acıyın, lütfen!” demeye başladı.

Johannes, “A, durun hele, yemin ederim ki Clopin Trouillefou’nun ta kendisi bu!” diye haykırdı. “Beni şeytan çarpsın ki, o! Hey, hey! Arkadaş, bacağındaki yara seni çok mu rahatsız ediyordu ki onu oradan alıp koluna yerleştirdin?”

Böyle konuşurken, bir maymun çevikliğiyle, dilencinin yaralı koluyla uzattığı pilav tası gibi yağlı, pis şapkanın içine bir metelik attı. Dilenci sadakayla alayı hiç sesini çıkarmadan kabul etti ve acıklı bir sesle:

“Tanrı rızası için, bir sadaka!” diye sürdürdü.

Bu olay dinleyicileri pek oyalamış, eğlendirmişti ve başta Robin Poussepain ile bütün öbür öğrenciler olmak üzere, seyircilerin pek çoğu giriş konuşmasının ortasında, cırlak sesiyle öğrencinin, değişmez teranesiyle dilencinin doğaçtan yarattıkları bu garip konuşmayı büyük bir neşeyle alkışlıyordu.

Gringoire bu durumdan hiç de hoşnut değildi. İlk şaşkınlıktan sonra kendini toparlayınca, oyunu kesintiye uğratan o iki insana hor gören, aşağılayıcı bir bakış bile fırlatmaya tenezzül etmeden, sahnedeki dört oyuncuya avaz avaz bağırıyordu:

“Devam edin siz! Hay kör şeytan! Devam edin!”

Tam o sırada, Gringoire eteğinin çekildiğini hissetti; oldukça öfkeli bir halle döndü ve gülümsemek için epeyce zorluk çekti. Oysa, gülmesi gerekliydi. Gisquette la Gencienne’in parmaklık arasından uzanan güzel koluydu bu. Genç kız böylece onun dikkatini çekmek istemişti.

“Devam edecekler mi, efendim?” diye sordu.

Bu sorudan oldukça gocunan Gringoire, “Elbette, ona ne şüphe,” diye yanıt verdi.

Beriki en tatlı sesiyle:

“Öyleyse, efendim, lütfen bana anlatır mısınız?” diye sürdürdü.

Gringoire da, “Ne söyleyeceklerini mi?” diye genç kızın sözünü kesti. “Pekâlâ öyleyse, dinleyin!”

“Hayır, hayır,” diye haykırdı Gisquette, “ne söyleyeceklerini değil de, şimdiye kadar ne söylediklerini!..”

Gringoire, kanayan yarasına dokunulmuş bir kimse gibi birdenbire irkildi, ağzının içinde:

“Hay Tanrı’nın cezası aptal, mankafa küçük kız!” diye söylendi.

O andan sonra da, Gisquette aklından silinip gitti.Bu arada, oyuncular onun buyruğuna uymuşlardı; onların tekrar konuşmaya başladıklarını görünce, seyirciler de yeniden dinlemeye koyulmuşlardı; yalnız, böyle birdenbire kesilen piyesin iki parçası arasında bir hayli güzel yerleri kaçırmışlardı. Gringoire bunu, içinden, acı acı düşünüyordu. Bununla birlikte, sessizlik yavaş yavaş geri gelmişti; öğrenci susuyor, dilenci şapkasının içindeki birkaç meteliği sayıyordu; piyes üstün gelmişti.

Bu gerçekten de pek güzel bir yapıttı, bize öyle geliyor ki, bugün bile kimi düzeltmelerle pekâlâ ondan yararlanılabilir. Biraz uzun, biraz da boş, yani kurallara uygun olan giriş pek basitti. Gringoire vicdanının saf derinliklerinde onun duruluğuna hayran oluyordu. Tahmin edileceği gibi, o simgesel dört kişi, altın veliahtlarından gerektiği biçimde kurtulamadan dünyanın üç kıtasını dolaşmış olmaktan dolayı bir parça yorgun düşmüşlerdi. Bunun üzerine, Flandra Prensesi Marguerite’in, Amboise’da pek içler acısı bir şekilde dört duvar arasına kapanmış olan, Tarım ile Ruhban Sınıfı’nın, Soylu Sınıf ile Ticaret’in kendisi için dünyayı dolaştıklarından haberi bile olmayan genç nişanlısına o harikulade balığın bin bir nazik anıştırmayla yapılan övgüsüne girişirler.[21] Demek ki, sözü edilen veliaht gençti, yakışıklıydı, güçlüydü, özellikle de (hükümdar erdemlerinin görkemli başlangıcı!) Fransa aslanının oğluydu. Bence bu cüretli benzetme hayran olunacak bir şeydir; tiyatro tarihi de, bir simgeler ve görkemli övgüler gününde, bir aslanın oğlu olan bir yunus balığından hiç de tedirgin olmaz. Heyecanı doğuran da, onu doruk noktasına ulaştıran da işte bu az bulunur, coşkulu ve anlaşılmaz karışımdır. Bununla birlikte, eleştiriye de yer vermek amacıyla söyleyelim ki, ozan bu güzel fikri iki yüzden daha az dize ile de anlatabilirdi. Dinsel temsilin Şehremini Efendi’nin buyruğuyla saat on ikiden dörde kadar sürmesi gerekiyordu, bir şeyler söylenmesi de gerekirdi elbette. Zaten herkes sabırla dinliyordu.

Birdenbire, Bn. Ticaret ile Bn. Soylu Sınıf arasında bir kavganın tam ortasında, B. Tarım’ın “Hiç kimse ormanda bundan daha utkulu hayvan görmedi,” gibi olağanüstü bir dize okuduğu sırada, konuklara ayrılan tribünün o zamana kadar pek yakışıksız biçimde kapalı duran kapısı daha da yakışıksız bir biçimde açıldı: Mübaşirin gür sesi haber verdi:

“Bourbon Kardinali Hazretleri!”

Benzer İçerikler

Beyoğlu’nun En Güzel Abisi

yakutlu

Eksik Parça – Michelle Hodkin Online Kitap Oku

yakutlu

https://www.birazoku.com/yalniz-gozlerin-icin

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy