Ötanazi Okulu – 4 | Maral Atmaca


ATILACAK SON ADIM SADECE BANA AİTTİ.

YA YENİ BİR BAŞLANGICA OLACAKTI

BU ADIM YA DA ÖLÜME…

SON ADIM,

SON SAVAŞ

VE SON BİR DİRENİŞ.

Kendi tarihinin en karanlık ve en tehlikeli savaşıyla karşı karşıya olan Ötanazi Okulu’nda saflar belirlenir. Bu bir isyan değil, bir başkaldırıdır; devrim veya darbe değil, bu artık onların hayatıdır. Mahkûmlar yıllardır süregelen otoriteye ilk olmasa da son kez karşı çıktığında birbirlerine güvenmekten başka çareleri yoktur. Artık vazgeçmek için çok geçtir çünkü bundan gerisi sadece ölümdür.

Yıllarını Ötanazi Okulu’nda geçiren Yeşil, kendini olağanüstü bir durumun içinde bulduğunda artık endişelenmesi gereken tek şeyin zayıf kalbi olmadığını fark etmiştir. Başta sevdiği adam olmak üzere serumun etkisi altında olan herkes büyük bir değişimin içine girmiştir. Acımasız, kontrolsüz ve tamamen vahşi duygularla hareket eden yeni düşmanlarla karşı karşıya kalmışlardır. Yeşil ve arkadaşları için zaman daralıyordur, kaybettikleri her saniye onlar için yeni bir yıkımın başlangıcıdır.

Tehlike ve gizemin uğultulu sesini içinde barındıran Ötanazi Okulu, serinin son kitabıyla tüm sırların kapılarını bizler için aralıyor.

*

1. BÖLÜM

BENİ NASIL HATIRLAMAZSIN?

“Bana bir yabancının gözleriyle baktığında ve o gözlerde kendime dair bir parça bulamadığımda ödeştiğimizi anladım. Durum eşitlendi, ey sevgili. Çok geç olmadan hatırla artık beni.”

Gözlerimi açtım. Bu uyanışım diğerlerinden farklıydı çünkü ilk kez korkuyla aralanmıştı göz kapaklarım. Evet, yaşıyordum. Dün gece, butona tam vaktinde bastığım için beni bulmuşlardı. Lakin yattığım yerde bile içimi acıtan sıkıntım yerini koruyordu. Dün gece olanların etkisinden bir türlü çıkamıyordum. Başımda dikilen doktorlar, bana durumum hakkında ayrıntılı bilgi verirken ben onları duymuyordum. Yataktan çıkıp sevdiğim adamı görmek istiyordum ama onlar buradayken yan odaya gidemezdim. Dün geceki yetersizliğim aklıma geldikçe kendimden nefret ediyorum. Benim yerimde Drew olsaydı, o odadaki herkesten kolayca kurtulup beni korurdu. Ben ise olanları izlemekle yetinmiştim. Ona bir çip takıp serumla zehirlemişlerdi fakat ben sadece izlemekle yetinmiştim.

Evet, o kadar korkmuştum ki onu zehirlemelerine seyirci kalmıştım. O hiçbir şeyden korkmazken ben kendi gölgemden bile ürkecek kadar korkaktım. Her yönden birbirimize zıttık ve ona muhtaçtım. Şimdi ise artık hayatta olup olmadığını bile bilmiyordum.

İçeriye giren Lisa’yı görünce bedenim gerilirken hemen arkasındaki Erich’i görünce gözlerim dolmuştu. Amcam beni görmenin mutluluğuyla, “Tanrı’m, Yeşil,” diye fısıldayıp hemen yanıma geldi ve yatağıma oturup bana sımsıkı sarıldı. “Nicholas deliye döndü.” Sadece benim duyacağım bir ses tonuyla konuşuyordu. Kollarımı ona dolayıp ağlamaya başladım. Burada olması bana iyi gelmişti. Drew’a yaptıkları şeyi düşündükçe daha çok ağladım.

Diğerlerinin odadan çıkmasıyla odamda sadece Erich ve Lisa kalmıştı. Erich gözyaşlarımı sildikten sonra çenemi tutarak ona bakmamı sağladı. “Buraya yine neden geldin?” Bu soruyu Lisa’nın yanında cevaplayamazdım çünkü Lisa artık yanımda değil, karşımdaydı.

“Beni çok korkuttun, hayatım.” Lisa’nın sahte ilgisine buruk bir tebessümle karşılık verdim. Belki de hep böyleydi, hep bu kadar kötüydü. Tabii, ben yalnızlığımdan ona sığındığım için hiç fark etmemiştim.

“Erich ile biraz yalnız konuşabilir miyim, Lis?” Hiçbir şey olmamış gibi ellerimi hareket ettirince söylediklerimi anladı. “Tabii ama büyük bir krizin eşiğinden döndün. Kendini çok yorma, lütfen.” Bende herhangi bir terslik olmadığına ikna olarak odamdan çıktı.

Kapanan kapının ardından Erich cebindeki telefonu çıkardı. “Nicholas’ı arıyorum. Gelip seni buradan çıkarsın,” dediği an elini tutarak ona engel oldum. Bu yaptığımla kaşlarını çattı. “Yeşil, burası bildiğin gibi bir yer değil. Onlar mahkûmların organlarını gizlice satıyorlar!” diyerek beni azarladı. Keşke sadece bu kadarıyla yetinselerdi.

Amcam burasının ne kadar tehlikeli olduğuna beni ikna etmek istercesine, “O gün bu lanet cehennemden istifa etmememin tek sebebi sendin!” dedi sert bir sesle. “Kahretsin, sen eve dönünce işten ayrılma planları yaptığım esnada ortadan kayboldun. Kellsey gidişinden kendisini suçladığı için fenalaştı. Sürekli, ‘Onun annesi gibi olamadım,’ deyip suçluluk çekiyor. Chloe yine eskiye döndü ve herkesle kavga çıkarmak için sebep arar oldu. Vanessa ise ailesini üzdüğün için sana öfkeli olsa da senin için korktuğunu biliyorum. Ve baban…” dediğinde babama bir şey olma ihtimali beni korkutmaya başlamıştı.

“Nicholas havaalanlarının kamera görüntülerine ve uçak biletlerine kadar her şeye ulaştı. Türkiye’ye gitmediğini biliyor. Seni bulması an meselesi. Onları bırakıp yeniden buraya dönerek ne yapmaya çalışıyorsun?” Onları üzdüğüm için bana kızgındı. Ben de kendime kızgındım. Ancak başladığım işi bitirmeden buradan ayrılamazdım. Eğer hâlâ yaşıyorsam diğerleri için küçük de olsa bir şans var demektir. Bir şekilde ajanlara yardım edip okulun karanlık yüzünü ifşa etmeliydim.

Amcam komodinin üzerinde duran kalem ve defteri alıp ona cevap vermem için kucağıma koydu. Kolumdaki serumu çıkarınca hızlı bir şekilde olanları yazmaya başladım. “Ajanlar beni buldu, amca. Bana yaşamam için bir şans tanıdılar. Beni bir hastaneye götürüp kimseye haber vermeden kalbimi alabilirlerdi ama bunu yapmak yerine bana bir seçenek sundular.” Yazdıklarımı ona uzattım, elimdeki defteri aceleyle çekip aldı. Neler olduğunu, buraya neden döndüğümü merak ediyordu.

Okuduklarıyla afallayarak gözlerini büyüttü. “Tanrı’m,” diye fısıldayıp şaşkın gözlerini bana dikti. “İzini buldular mı? Kahretsin! Bu, korkunç!” Öyle görünebilirdi ama aslında öyle değildi. FBI ajanlarıyla aynı taraftaydık.

Erich’in endişesi yüzünden okunuyordu. “Sana sundukları seçenek ne?” diye sordu kaygılı bir sesle.

Başımı eğip yazmaya başladım. “Okula geri dönmemi istediler. Erich, bu okulda sadece organ çalmıyorlar. Burada çok daha korkunç şeyler yaşanıyor. Bahçedeki kulübe bir laboratuvara iniyor. Kadın mahkûmları koza olarak kullanıyorlar. Yeni ırk adı verdikleri fetüsleri geliştirip kadın mahkûmların rahmine yerleştiriyorlar,” diye yazdıktan sonra sayfayı koparıp ona uzattım.

Her şeyi en ince ayrıntısına kadar bilmek istiyordu. Uzattığım sayfayı sabırsızlıkla aldı. Okudukları aklına yatmamış gibi başını hızla iki yana salladı. “Bu mümkün değil. Yeni ırk mı? Bunlar saçmalık, Yeşil.” Böyle uçuk bir fikre hemen inanmasını beklemiyordum, okulun peşinde olduğu şeye inanması güçtü.

Bana inanmasını istediğim için pes etmeden yazmaya devam ettim. İngilizce yazıyordum çünkü buradaki kimse Türkçe bilmiyordu. “Bugüne kadarki doğumların hepsi başarısızlıkla sonuçlanmış çünkü o bebekler, bir insanın rahminde gelişemeyecek kadar korkunç yaratıklar. Hepsini gördüm, amca! Omurgalarında kemikleri olan ve uzuvları bir yaratığı andıran o korkunç fetüsleri gördüm. Hiçbir kadın dokuz ay boyunca onlardan birini karnında taşıyamaz. Bunu başarmaya yaklaşan tek kişi Emily’nin ablası, mahkûm Sofia Lewis olmuş.”

Uzattığım sayfada yazanları okuyunca, “Sofia Lewis mi?” dedi şaşkınlıkla.

Başımı sallayarak yeniden yazmaya başladım. “Emily, Ötanazi’ye gelmeden hemen önce Sofia’nın infaz emrini verip onu laboratuvara götürmüşler. En uzun gebeliği altı ay sürmüş fakat biri Sofia’yı laboratuvardan kaçırmış bir gece. Hâlâ okulda saklanıyor olabilirler. Müdür Connor, ablasıyla aynı genleri taşıdığı için Sofia’nın yerine Emily’yi koza olarak kullanmak istiyor.” Onun her şeyi bilip bilmediğini merak ettiğim için korkuyla yüz ifadesini inceliyordum. Amcamın da bu işin içinde olma ihtimali beni ürkütüyordu.

Okuduğu her kelimeyle kaşlarını çatması ve yüzünün bembeyaz kesilmesiyle rahatlayarak tuttuğum nefesimi bıraktım. Erich hiçbir şey bilmiyordu. “Şaka mı bu?” Şoke olmuş bir ifadeyle bana bakıyordu. “Yeşil, bunlar çok ağır ithamlar. Yazdıklarının hepsi kulağa çok saçma geliyor.” İnanmakta güçlük çektiğini görebiliyordum. Kim olsa böyle bir şeye inanamazdı.

“Hepsi gerçek, amca,” diye yazmaya başladım. “Bir seferinde kulübeye girdiğimiz için yakalandığımızı biliyorsun. Daha sonra tekrar girdik ve hepsini kendi gözlerimle gördüm.”

Yeni yazdığım sayfayı okuduğunda bir küfür savurarak ayağa kalktı.
“Lanet olsun!” Bir şey hatırlamış gibi parmaklarını öfkeyle saçlarından geçirirken, “Tabii ki gerçek!” dedi kızgın bir sesle. “Hepsinin şüpheli hareketleri, yaptıkları gizli toplantılar ve beni gördüklerinde başka şeylerden bahsetmeye başlamaları çok dikkat çekiciydi. Tanrı’m, bir şeyler karıştırdıklarından şüphelenmiştim ama bu kadarını beklemiyordum. Bu… Bu, çılgınlık! Ve sen bütün bunları bile bile bu lanet yere geri döndün!” Çatık kaşlarla bana bakıyordu. Erich genelde hiç bağırmazdı, onu asla kızgın görmezdiniz. Lakin duydukları yüzünden çok sinirliydi çünkü benim için endişeleniyordu.

“Başka şansım yoktu.” Verdiğim sayfayı avucunun içinde buruştururken bana ters bir şekilde baktı. “Hepsini anlat artık! Seni buraya getiren şu sebebi anlat. Bütün bunları bildiğin hâlde seni buraya tekrar getiren sebebi bilmek istiyorum!” diye gürleyince başımı sallayıp yeniden yazmaya başladım. Bu olanları anlaması hiç kolay olmayacaktı.

“Ajanlar, benden laboratuvara giriş şifrelerini ve okulda gizli bir laboratuvar olduğunu gösteren kanıtları istiyor. Laboratuvarın planını ele geçirip onlara ulaştırırsam nakil ameliyatıma izin verecekler. Burada mahkûm kılığına girmiş üç ajan daha var. Okulun planlarını onlara verdiğim an laboratuvara girip gerekli kanıtları alacak ve orayı imha edecekler.”

Amcam benden aldığı sayfayı okurken ben yenisini yazıyordum. “Buradaki ajanlar kanıtları aldığında dışarıyla bağlantı kurabilecekler. O zaman tüm ajanlar okulu basıp başta Müdür Connor olmak üzere hepsini tutuklayıp okulu kapatabilirler. Erich, şimdi gidemem çünkü okuldakilerin planları sadece bununla bitmiyor. Dün gece tüm Kontrolsüzlere bir mikroçip taktılar ve kendi geliştirdikleri serumu enjekte ettiler. Üç gün sonra, Kontrolsüzler serumun etkisiyle buradaki tüm blokları yok edecek. Drew da serum ve çipin etkisinde olabilir.” Onu hâlâ göremediğim için ne durumda olduğunu deli gibi merak ediyordum.

Okuduklarıyla sertçe yutkunan Erich yatağımın üzerine oturup derin bir nefes aldı. “Demek bu yüzden Drew beni tanımadı,” dediğinde sertçe yutkundum. Lanet olsun! İşler düşündüğümden daha kötü. Buradan gidiyoruz hemen!” Söylediklerinin arasında sadece suikastçımla ilgili olan kısım beni sarsmıştı. Korktuğum olmuştu, değil mi? Drew tamamen etki altına girmişti, değil mi?

Beni unutmuş olamaz.

Gözyaşlarımı içime akıtarak yazmaya başladım. “Onu bu hâlde bırakıp gidemem. Ayrıca bu işi başarırsam sadece ben değil, Deborah ve Anastasia da kurtulacak. Erich, beni şimdi götürürsen Anastasia’yı burada ölüme terk etmiş olursun. Ancak başarılı olursam, ajanlar onun sicilini temizleyip özgürlüğünü geri vereceklerine söz verdiler. Anastasia senin için önemli biri.” Gözlerinde oluşan hüznü görebiliyordum. Yeğenini buradan alıp gitmek ve sevdiği kadını bırakmamak arasında sıkışıp kalmıştı.

Yenilgi dolu bakışlarla, “Bu, birkaç kişiyle kazanamayacağımız bir savaş, Yeşil,” dedi. “Karşımızda sayıca fazla gardiyan ve dört yüzden fazla Kontrolsüz var. Ne kadar infazcı olduğunu tahmin bile edemezsin. Asla başaramayız.” Sayıca bizden fazla olduklarını biliyordum ama diğer bloklar bizimle iş birliği yaparsa bir şansımız olabilirdi. Birkaç kişiyle bir ordu dolusu adamın üstesinden gelip Ötanazi’den çıkamayacağımızı ben de biliyordum. Lakin denemeden bunu bilemezdik.

“Ben, Nicholas Green’in kızıyım, amca. Zayıf biri olabilirim ama genlerimi babamdan aldım. Bakan, kendi kızını ölümün ellerine bırakıp onu korumayı bilmişse, kızı da ona yaraşır bir şekilde bu işin altından kalkmalı,” diye yazıp ona uzattığımda gözleri doldu, burukça tebessüm etti. “Sen kesinlikle babanın kızısın, Yeşil Green,” dediğinde bu sözlerin bana nasıl hissettirdiğini tahmin bile edemezdi. Tüm hayatım korkup kaçmakla geçmişti ama artık kaçmak yerine sevdiklerim için savaşmak istiyordum.

Bir süre daha Erich ile konuştuk. Babama burada olduğumu söylemeyeceğine dair söz verip gitmişti. Amcam, canı pahasına olsa da benim için burada kalıp direnmeyi seçmişti. O gittikten sonra üzerimi giyinip Gölge’nin odasına gittim fakat onu odasında bulamayınca mecburen kendi odama geri döndüm. Gölge’nin bana verdiği ve kullanma fırsatı bulamadığım telefonu sakladığım dolaptan çıkardım. Aşağı inmeden önce yapmam gereken son bir şey vardı. Babamın, mesajıma vereceği cevap benim için çok önemliydi.

“Nerede olduğumu ve neden gittiğimi lütfen sorma. Sana söz veriyorum, en kısa zamanda dönmeye çalışacağım. Yapmam gereken son bir işim var, baba. Bana güvenmelisin. Soruları es geçerek bana aradığım cevabı ver, lütfen,” yazarak mesajı gönderdim.

Kısa bir duraksamanın ardından ikinci bir mesaj yazmaya başladım. “Bir ordu dolusu adamın karşısında tek başına olsaydın, kazanamayacağın bir savaşa girer miydin, baba? Çekip gitmek mi yoksa kalıp savaşmak mı?” Babamın vereceği cevap benim için çok önemliydi.

Sadece iki dakika sonra cevap gelmişti. “Soru sormayacağım ama seni bulacağım, Yeşil! Sorduğun soruya gelirsek, kaçmak yakışmaz bana. Ben tek başıma uygun bir stratejiyle o ordunun hakkından gelmesini bilirdim. Unutma; tarihteki tüm zaferler güçle değil, akıl ve stratejiyle kazanılmıştır.” Yazdığı şeylerle tebessüm ederek korkularımdan kurtuldum. Babam yapıyorsa ben de yapmalıydım. Sonuçta o, kızını bir suikastçıya emanet etmişti ve kimsenin yakalayamadığı büyükbabasını bulup tutuklatmıştı. Fiziksel olarak zayıf olabilirdim ama iradem, vücudum kadar zayıf değildi.

Son bir mesaj daha yazdım ama bu mesaj babama değil, Vanessa’yaydı. “Ötanazi’deyim. Babama ve diğerlerine bir şey söylemeden okula gel. Yardımına ihtiyacım var. Kimseye yerimi söyleme, lütfen. Gelince sana her şeyi açıklayacağım. Hayatım tehlikede ve sana ihtiyacım var.” Şu anda ona sığınmaya ihtiyacım vardı. Vanessa Green benden sadece altı ay büyük olsa da beni burada koruyabilecek tek kişiydi. Suikastçımın durumunu bilmiyordum, Vanessa çıkış biletim olabilirdi.

Tabii, gelmezse de şaşırmazdım. Vanessa’nın bunu yapacak potansiyeli vardı. Beni asla gerçek anlamda kabul etmeyecekti. Gönderdiğim mesajdan sonra telefonu kırdım ve babam izimi bulamasın diye hattı da parçaladım. Bu telefonu bana Drew vermişti ama yakalanmak istemiyorsam telefondan kurtulmalıydım. Çantamı alıp odamdan çıktım. Göreceklerimden korkarak isteksiz adımlar atıyordum. Merdivene yöneldim, attığım her adımda korkum daha da büyüyordu. Geride bıraktığım her blokta, koridorlarda gezinen mahkûmların tedirginliğini görebiliyorum. Hepsi burada bir şeyler döndüğünü sezmiş gibiydi.

Konuştukları her şeyi duymak, daha kötü hissetmeme neden oluyordu. Konuşmaların hepsi aynıydı, hepsi Kontrolsüzlerdeki bu değişimin nedenini anlamaya çalışıyordu. Yanımdan geçen bir grup mahkûmun konuşmalarına kulak kesildim.

“Sence onlara ne oldu?”

“Bilmiyorum ama çok garip davranıyorlar.”

“Gözlerini gördünüz mü? Tanrı’m, çok ürkütücü bakıyorlar. Onların bu ani değişimi beni ürkütüyor.”

“Kontrolsüzlere bir şeyler olmuş, bu çok açık. O bloğun bakışları hiç hoşuma gitmedi. Her zamankinden daha soğuk ve tehlikeli görünüyorlar.”

“Sizce bize zarar vermeye kalkışırlar mı?”

“Kes sesini, Blair! Dua edelim de öyle bir şey olmasın. Tüm bloklar birleşse bile onları durduramayacağımızı herkes biliyor. Kontrolsüzlerin hepsi sadist ve katil!”

Duyduklarım beni yeterince korkutmuştu. Daha fazla dayanamayıp adımlarımı hızlandırdım. Yemekhanenin kapısının önünde durduğumda kendimi cesaretlendirmek için bir süre bekledim. Kapıyı iterek içeri girdiğimde duyduğum çığlık sesi aklımı başımdan aldı. Gördüğüm sahne beni ürkütmüştü. Herkes Kontrolsüzleri izliyordu. Onların masasında oturan bir adam, elindeki bıçağı bir kızın boynunda gezdiriyordu. Bıçağı, zavallı kızın boynuna her an geçirebilirdi.

Araftakilerden olan kız ağlayarak ona yalvarıyordu. Adam, onun saçlarına yapışıp başını yukarı kaldırdığı için kızın hareketleri kısıtlıydı. Kızın boynuna bıçakla küçük çizikler atıyor, acısından zevk alıyordu. Kimse ona engel olmuyordu çünkü herkes Kontrolsüzlerden korkuyordu. Hepsinin bakışları ruhsuz ve ürkütücüydü. Gözlerim Basel’i buldu. Kucağına aldığı bir kadınla öpüşüyordu ve o kadın April değildi. Basel içerideki ajanlardan biriydi ve anlaşılan o da serumun etkisindeydi. Aksi takdirde, sevgilisi April’ı başka bir kadınla aldatmazdı.

April biraz ilerideki duvarın yanında durmuş, çatık kaşlarla sevgilisini izliyordu. Basel’in başka bir kadını öpmesine çok kızmış gibi görünüyordu. Onun etki altında olduğunu bilmesine rağmen öfkesine hâkim olamıyordu. Chat ve Emily destek olmak için onun yanındaydı. Duygusuzlaşan Kontrolsüzler, bir hayvandan farklı değillerdi. Boş gözleri insanları tedirgin ediyordu ve şiddetten beslenmeye şimdiden başlamışlardı. Bu, serumun etkisindeki ilk günleriydi. Asıl tehlikeli olacakları gün yarındı. Yarın insani duygularını tamamen yitireceklerdi. Serum, etkisini her gün için belli bir aşamada gösteriyordu. Üçüncü gün ise onlara taktıkları çipi aktif hâle getirip yıkımı başlatacaklardı.

Asıl görmek istediğim kişi suikastçımdı. Başımı kaldırıp onun masasına baktım. Masanın en başındaki yerini almıştı ve arkasına yaslanarak sigarasını içiyordu. Masasında işkence gören o kız için üzülmüyor gibiydi. Üzülmek şöyle dursun, kızın gözyaşlarından zevk alır gibi dudakları kıvrılmıştı. Eskiden olsa böyle bir şeye izin vermezdi ama şimdi büyük bir keyifle izliyordu. O da serumun etkisindeydi.

Saçları her zamanki gibi yüzüne düşmüştü lakin o saçları alnından çeken kişi kendisi değildi. Yanında oturan sarışın kadın, Drew’un gözlerini kapatan saçları sırıtarak çekmişti. Kontrolsüzlerden olan kadın ayağa kalkarak onun kucağına oturunca sertçe yutkundum. Dudaklarını Drew’un boynunda gezdirmeye başlamıştı. Kadın, bir süre sonra başını kaldırıp ona baktı. İkisi göz göze geldiğinde kadın sırıtarak alt dudağını ısırdı. Drew’un gözleri onun davetkâr dudaklarında oyalanınca yapma dercesine başımı iki yana salladım. Fakat beni görmedi çünkü baktığı kadın ben değildim.

Başını eğip kucağındaki kadını öpmeye başlayınca gözlerim sızladı. Elleri kadının belinde geziniyor, dudakları onun dudaklarını istila ediyordu. O eller, bir gün bile benim vücudumda bu denli özgürce gezinmemişti. Dudakları, bana acı vermeden bir kez bile beni öpmemişti. Bana dokunurken dokunuşları fazla naif ve çekingendi. Fakat o kadına hoyratça dokunuyor, incitmekten korkmuyordu. Tüm yasaklardan sıyrılarak dilediği gibi ona dokunuyordu. Dudakları o kadını öperken ona acı vermiyordu çünkü kollarında hasta bir kadını tutmuyordu. İkisi de bu temastan zevk alıyordu. Oysaki benimle yaşadığı her şey bize acı veriyordu. Bana dokunamıyordu ama gözlerimin önünde başka bir kadına dokunuyor, onu öpüyordu.

Bir zamanlar ona söylediğim o sözü çoktan unuttuğunu görüyor, canımı yakan bu görüntüyü hayal kırıklığıyla izliyordum. “Silmesin kimse sendeki izlerimi,” demiştim ve şimdi bu kadının izlerimi silişini acıyan kalbimle izliyordum. Henüz ben ölmeden silinmişti izlerim.

“Ona ne olmuş öyle?” Yanımda duran Gloria da tıpkı benim gibi acı çekerek bu manzarayı seyrediyordu.

“Canımı yakıyor bu hâli.” Gözyaşlarım süzülürken yazdıklarımı ona uzattım. Biliyordum, serumun etkisindeydi, ne yaptığını bilmiyordu ama yine de canımı yakıyordu. Görmek isteyeceğim bir manzara değildi.

Benzer İçerikler

Soruşturma-STANISLAW LEM

yakutlu

Avuntular | Ömer Arslan | Birazoku

yakutlu

Sisle Gelen Yolcu Jean-Christophe Grangé

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy