Ruhi Mücerret

Dublörün Dilemması ve Korkma Ben Varım’ın yazarı Murat Menteş’ten doludizgin bir roman daha! Sıkı tutunun!

İstiklal Harbi’nin son gazisi, 100 yaşındaki millî kahraman Ruhi Mücerret; bir dünya starına nasıl dönüşüyor? Zaten ecelin menzilindeyken, esrarengiz psikopat Masum Cici’yi haklayabilecek mi? Mabet filozofu Avni Vav’dan daha neler öğrenecek? Nazlı Hilal’e, 70 yaş farka rağmen nasıl açılacak? Ve son nefesinde kelime-i şahadet getirebilecek mi?

Bir gözü mavi, diğeri kahverengi avare Civan Kazanova elden düşme ruhunu, şeytana neden satıyor?

Depremde yitirdiği Serpil Silahlıperi’yi unutmayıp da ne yapacak? Marifetli afet Fujer Fuji’den kaçarken neye yakalanacak? Kan kanseri yeğeni Ozan’ı hangi parayla tedavi ettirecek? Alınyazısındaki boşlukları neyle dolduracak? İntiharın eşiğinde tetikte beklerken, kimvurduya mı gidecek? Ziyadesiyle kahkaha ve bir nebze gözyaşı içeren bu serüvende trenler gemilere çarpıyor. İstiklal Savaşı, 85 yıl sonra devam ediyor. Şakaklar matkapla deliniyor. Uçaklar düşüyor. Kaybedenler şampiyon oluyor. Ölüler diriliyor. Serseri kurşunlar uçuşuyor. Ve reklamlar, müşterileri ele geçiriyor!

“100 yaşından küçükseniz, bu romanı mutlaka okuyun!”
-Emrah Serbes-

***

İçindekiler

AVNİ VAV
Coca-Cola treni, Pepsi gemisine tosluyor!…15

RUHİ MÜCERRET
Azrail’in penaltıları…21
Savaşın birebir tekrarı…22
Ruhu, henüz sağlıklıyken teslim etmek…28
Geçmişte kalan her şey kısa sürmüş demektir…30
Maktullerin kâtillere sayı üstünlüğü var…32
Hayvanseverlikte karar kılmış insan sarrafı…36
Bismillah, Rahmaninov!…42
100 yıl süren öpücük…44
Hafıza nezlesi…46
Uçakta uyuyup uçak kazalı kabus görmek…50
“Bitmiyor isyanlar, bitmiyor suçlar”…53
Öfke ve pişmanlık, gerçeği tatlandırmaz…57
Şansım yaver giderse mezarımdan petrol fışkırır…61
Allah’ı bu dünyada görmek ister misin?…64
Tuzaktan kumanda…68
Beleş savaş…70
Yağmura yakalanan paraşütçü…73
Cesetlere özgü davranışlar…77
7 ölümcül sevap…80
Yedinci baharı yaşıyor ömrüm…81
Kelleni gömerim, asla bulamazsın!…85
Sisteki hayaletin gölgesi…87
Ölmeden cennete gitmek ister misin?…90
Birinin duygularına haddinden fazla değer verirsen, onu anlaman imkansızlaşır…95
Mucizenin de bir sınırı olmalı…100
Balık tekneye tek başına binmez…103
Bulutlara değen gecekondular…105
Kaderini çizerken cetvel kullanamazsın…110
Mezara balıklama dalış…113
Şapşalın ulaşabileceği en yüce mertebe…116
İçindeki şeytandan emir alan asker…121
İçtenlik, cinayetin şanındandır…127
Dar zamanda kısa yolculuklar…130

CİVAN KAZANOVA
Kaybedenler liginin şampiyonu…137
Kronik ıstırabı yatıştıran otomatik dehşet…143
Kobay kontenjanı…145
Pavlov’un Freud’a hediye ettiği köpek…149
Erkeğin kalbine giden yolda sürat rekoru…152
Boks ringinde kazanıp, dans pistinde kaybetmek…155
Hem oltanın, hem namlunun ucunda…158
Düz yolda dengesini yitiren ip cambazı…161
Yağmalanmış kafa, gasp edilmiş ağız, çalınmış dil…165
Aptallar kötüleri zeki zanneder…168
Mezarlık maskotu…172
Yıllara meydan okuyup saniyelere yenilmek…174
İlk görüşte vurulmak…176
Şeytanın staj yaptığı şirket…184
Denizin dibinde uçmak…186
Seks-i memnu…190
Karaya vurmuş beyinler ve yürekler…192
Zevksizler ve aptallar bu dünyanın gerçek sahipleridir…195
Sevgilini diriltirim ama bir şartla…201
Ölüleri topluma kazandırmak…206
Vicdanını korursan, aklını kaçırmazsın…209
Çiğnenmesi kural haline gelmiş yasaklar…213
Pinokyo ile burun buruna… 215
Hayaletin dudaklarını okumak…217
Chiquita Nikita…219
Mutluluktan uçarken meraktan çatlamak…223
Birbirini öldü sanan âşıklar…225
Kara listede bir isim daha…231
Kör kuyuya düşen kör bıçak sessizliği…235
Dünyadan ayrı, hayata bağlı…237
Sahte ölümsüzlük…243
Cennetin üst katına çıkan asansörde silahlı çatışma…248
Ceset piramidi merdiveninde bir basamak…252
Bıçak sırtında, diken üstünde…255
Şehirdeki tüm binaların tepesinden atlamak…258
Cevabını bilmediğin sorular sorma…261
Aşk, uyumlu çiftlere mahsus değildir…268
Mutlu aile tablosundaki kan…270
Tüm insanlığın inandığı pembe yalanlar…274
Mutsuz kimselerin şerrinden sakın…276
Uçurumun dibini boylamadan önce manzaranın tadını çıkar…278
Hainin göğsündeki şeref madalyası…281
Gepetto’nun şahidi Pinokyo…283
Deplasmandır bu dünya…286
Ceset torbanızı güle güle kullanın…288
Gömülmenin neresinden dönsek kârdır…290
Kontrol edilebiliyorsa, öfke değildir…293
Tüm bu mermilerin bir anlamı olmalı…298
Onun hayalarına beton çivisi çakacağım!…303

RUHİ MÜCERRET
Yalan, aptallaştırır; hakikat, delirtir…309
Canlı bağlantı…313
Son nefesim yahut Cici cinayet…316

Coca-Cola treni, Pepsi gemisine tosluyor!

Rusya ve Amerika’dan fırlatılan birer toplu iğneyi Atlas Okyanusu’nun ortasında çarpıştırmak gibi bir şey bu! [ROLF-DIETER HEUER]

“Hayat nasıl gidiyor?”
“Yaşayan birine sor.”
“Dün görüşemedik, nerelerdeydiniz?”
“30 sene evvel bana ‘3 ay ömrünüz kaldı’ diyen doktorun cena­ze merasimindeydim.”
“Toprağı bol olsun.”

Ruhi Bey’le Haydarpaşa rıhtımındaki çay bahçesinde oturu­yorduk. Mendirekte sıralanmış martı komitesi, İskandinav aksanıyla ciyaklıyordu. Meczup karabataklar, su balesi takımı gibi denizin naylonumsu karanlığına dalıp çıkıyorlardı.

“Kafi, Ruhi Bey, şeker çoktan eridi, için artık.”
“Yapabildiğim tek spor bu: Çay karıştırmak.”
“Kendinize haksızlık etmeyin efendim, gayet dinçsiniz.”
Soğumuş çayı art arda üç yudumda içti: “Benim… avcının ema­net ettiği tüfeğe gözü gibi bakan geyikten ne farkım var Allah aşkına Avni Bey?”
“Siz hâlâ avcısınız mirim. Kurt kocasa da huyu değişmez.”
“Kim 100 yaşında olmak ister ki?” diye mızıklandı.
“99 yaşındakiler” dedim.

Garson, boş bardakları alırken sordu: “Başka bir arzunuz?”

Parmak kaldırdım: “Bir… Coca-Cola alayım.”

Ruhi Mücerret, son arzusunu kararlaştıran mahkum edasıyla sordu: “Ilık Pepsi var mı?”

Garson, her türlü aksaklığa anında ayak uydurmayı öğrenmişti: “İsterseniz şişeyi fırında biraz ısıtayım?”

“Makbule geçer.”

Ruhi Bey, fi tarihinde Haydarpaşa Garı’nın gece bekçisiymiş. Arada bir uğrarız buraya. Gar Müdiresi Zehra Hanım gelir, ihtiram­da bulunur. Gar personeli Ruhi Bey’i hoş tutar, saygıda kusur etmez­ler. Her ne kadar kimseye görünmemeye çalışsak da, bazen deniz feneri, bazen de kaya tuzu gibi parlayan sakallarımız göz alır.

Çay bahçesini çevreleyen lamba direklerine monte edilmiş hoparlörlerden Güzin – Baha İkilisinin Gençlik Başımda Duman şar­kısı duyuluyor:

“Aşk bahçemi süsleyen inci çiçeği misin?
Gecemi aydınlatan ateş böceği misin?..”

“Bu yeni şarkıları seviyorum” diyorum. Cümle ağzımdan çık­tığı anda, şarkının 30 yıllık olduğunu fark ediyorum.

“Benim bu şarkıyı hiç duymamam gerekirdi Avni Bey… Sizin tevellüt kaçtı?”

“1339 senesinin Rabiulevvel ayında gelmişim dünyaya.”

Garson, Pepsi’yi ve Coca-Cola’yı masaya kondurup tüydü.

“Yani, miladi 1920 midir?”
“Tam üstüne bastınız.”

“Sen doğduğunda ben çoktan şahadet şerbetini içmiş olmalıy­dım. Burada böyle karşılıklı meşrubat içmemiz hayra alamet değil. Asla evlenmemeliydim. Evlatlarımın ölümünü görmemeliydim. Ay­naya baktığımda ödüm patlıyor.”

“O niye Ruhi Bey?”
“Çünkü ben bir kıyamet alametiyim.”
O anda “Vuuuuuuup!” bir vapur düdüğü duyuldu. “Aaa? Ruhi Bey, bakın! Pepsi gemisi!”

“Pepsi gemisi mi?” Ruhi Mücerret dönüp arkasına baktı. Pepsi renklerine boyanmış gemi, iskeleye yanaşıyordu. Bacası, kocaman Pepsi şişesi şeklindeydi. Şişenin ağzından duman yükseliyordu. Yolcuların tümü Pepsi kostümleri giymişti. Etraftaki sesleri bastı­ran Pepsi şarkısı eşliğinde dans ediyorlardı. Güverte, sizce de kızları podyuma nazaran daha alımlı göstermiyor mu? İskelenin berisinde kameralar ve renkli mikrofonlarıyla tv muhabirleri yayına başlamış­tı. Anlaşılan, Pepsi yolcuları arasında kimi pop starlar bulunuyordu.

Ruhi Bey elindeki şişeyi kaldırarak gemiyi selamladı. Bir an­lık tereddütten sonra ben de kola şişesini kaldırıp Ruhi Bey’inkiyle tokuşturdum. Her ne kadar 22 senedir ağzıma içki sürmesem de ben bir alkoliğim.

“Nasıl? Gemiyi beğendiniz mi?”
“Biz de binsek mi Avni Bey, ne dersin?” Yaşlılık ikinci çocuk­luktur derler ya, harbiden öyle.
“Pek tabii.” Garsona seslendim: “Delikanlı, borcumuz ne ka­dar?!”

Ağır ağır doğrulduk. İkimiz de hayranlıkla gemiye bakıyorduk. Gözlerimiz kamaşmıştı.

İşte tam o anda gar binasından vahşi bir gürültü koptu! Gorrrrrrrrrrrrr!!! Bir yolcu treni mermer zemini yararak uçtu!

Kırmızı renkli, vagonları kola kutusu şeklindeki trenin üzerin­de devasa harflerle “Coca-Cola Hayatın tadı” yazılıydı. Bu metalik cümle alev alarak havalandı ve iskele binasının çatısını parçalayıp “Gümmm!” diye Pepsi gemisine tosladı. Tepedeki şişe tuzla buz oldu! Trenin lokomotifi dalgakırana çakıldı! Bir saniye içinde muaz­zam bir yangın başladı. Kapkara bir duman köpürüp kabararak göğe yükseliyordu. Şarkılar susmuştu. Canhıraş çığlıkların ardı arkası kesilmiyordu. İnsanlar mahşer meydanındaki gölgeler gibi kaçışı­yordu. Ruhi Mücerret ve ben zımbalanan karton gibi kalakalmıştık. Geminin üst güvertesinden kana bulanmış cesetler saçılıyordu. Ka­meralar kayıttaydı. Rıhtımdaki mütevazı sefamız, kaotik bir felakete dönüşmüştü. Parçalanan tren penceresinden fırlayan bir kelle yerden sekip yuvarlanarak Ruhi Bey’in ayağına çarptı! Bir kamera, kelleyi takip ederken bize çevrildi. Ruhi Mücerret’i kolundan tutup geri­ye çektim. Yavaş yavaş uzaklaşıyorduk. Deniz bile tutuşmuştu. Bir patlama duyuldu. BUM! Yanık metal kıymıkları konfeti gibi yağdı. Gemi yolcuları haşlanırken, trendekiler kavruluyordu. Yanımızdan geçen bir köpek, havlayarak olayı protesto ediyordu. POF! Köpeğin kafasına pişmiş bir martı düştü! Gar binasının köşesinden döner­ken son defa facia manzarasına baktım. Gemi ve tren enkazlarının üzerinde polis helikopterleri uçuşuyordu. Gar Müdiresi Zehra Za- rifoğlu dışarıdaki merdivenlerde sırma saçlarını yolarken haykırı­yordu: “Coca-Colaaaaa! Kazananların içeceğiiiiiiiii!” Galiba yanlış duymuştum. İhtiyarlık. Köşeyi döndüğümüzde itfaiye, ambulans ve polis araçlarından oluşan bir konvoyla karşılaştık. Sirenler birbirine karışıyordu.

Bir müddet yürüdük. Birbirimizin sesini duyabileceğimiz ka­dar uzaklaştıktan sonra Ruhi Mücerret ağzını kulağıma yaklaştırdı: “Şimdi anladın mı neden ölmek istediğimi?”

Kimileri kaderce mimlenmiştir. Ruhi Mücerret, onlardan biriy­di.

[RUHİ MÜCERRET]

Mangi yakın zamanda öleceğim kim bilir. [ARABESK ŞARKI]

Kim bilir belki yarın, belki yarından da yakın. [MEHMET AKİF ERSOY, İstiklal Marşı]

Azrail’in penaltıları

‘O güzel ismini son nefesimde / Anıp da bahtiyar ölmek isterim’
[RIZA TEVFİK BÖLÜKBAŞI, 1869-1949]

100 yaş bunalımı nedir bilir misiniz?

Ergenlik sorunlarına benzemez. Hoplayıp zıplayarak yatıştırılamaz.

30 yaş depresyonundan tamamiyle farklıdır. Muğlak bir iltifat­la [“Kilo mu verdin?”] dağılmaz.

Orta yaş kriziyle karıştırılmamalıdır. ‘İkinci bahar’ tesellilerin­den yoksundur.

Zaman daima aleyhimize işler. Fakat benim yaşımdaysanız, her nefes bir muharebe tadı verir. Gençlerin tabiriyle ‘uzatmaları oynuyorum’: Azrail’in penaltılarından kaçını daha kurtarabilirim?

Yine de, geleceği değiştirmeye çalışmam. Onun şimdiki halini seviyorum.

Savaşın birebir tekrarı

Yaralarım üstünkörü sarılarak yeniden savaş alanına gönderildim. Ve hâlâ buradayım.
[ESPIRITO ZELEZA, 1877-1941, Kanlı Çoraplar]

1919 baharına kelebekler, çiçekler, kuşlar dahil değildi.

İngilizler, mutfaklarımızdaki ekmek bıçaklarına varıncaya, si­lah namına ne varsa toplamışlardı. Sokağa çıkmayı yasaklamışlardı. Dükkanlara kilit vurulmuştu. Çarşılarda etler, meyveler çürüyordu. Antep şehri uğultular eşliğinde paslanıyordu.

Ekim’de Antep’ten çekilen İngilizler, Fransızlara şans öpücüğü vermişti. Nöbet değiştiren cellat çifti.

Ermeni aromalı Fransız birlikleri, mezbahada işe başlamış ça­kallara benziyordu. Salyaları lağım gibi akıyordu…

Cehennemin çıkış kapısını bulmaya çalışıyorduk. Mermi ko­vanları ayaklarıma batıyordu. Antep’i kesif bir barut dumanı kap­lamıştı.

Fransız askerler, tam 11 ay boyunca yangını körüklediler. 70 bin kurşun, korlaşmış demir dikenleri saçtılar üstümüze…

Kışın göğün gürültüsüne, düşman topları laf yetiştiriyordu. Kar; mazot ve kanla karışık yağıyordu. Soğuktan, kurtların bile ayakları uyuşmuştu.

Savaşın eşiğinde halkın nabzı hızlanır. Namluların, süngülerin hizasındaydık. Aşklar inkıtaa uğramıştı. Düğünler iptal edilmişti. Yemekler zehir zıkkım olmuştu. Mektepler, işyerleri, tarlalar boşalmıştı…

Mehmet Kamil adında 10-12 yaşında bir çocuk, annesiyle bir­likte fırından ekmek almış eve dönüyormuş. Üniformalı iki sarhoş, kadıncağıza musallat olmuş. Feracesini yırtmaya kalkışmışlar. Ka­mil, yerden taş alıp ırz düşmanı Fransızlara fırlatmış. Çocuğu ora­cıkta, annesinin gözleri önünde süngülemişler!…

Milletin sabrı taşmıştı, lakin eli kolu bağlıydı.

İmam Mehmet, zengin bir aileye mensuptu. Savaşçı ruhluydu. Şövalyeden dayanıklı, samuraydan hızlı.

Şahin Bey namıyla maruf Mehmet Sait, Kuvayı Milliye’nin reislerindendi. Adamlarıyla birlikte Kilis – Antep yolunu kapattı. Fransız kumandana gönderdiği kısa mektupta “Namus ve hürriyet için ölüme atılmak bize Ağustos sıcağında soğuk su içmekten daha tatlı gelir. Sizler canı kıymetli insanlarsınız. Çatmayınız bize” yaz­mıştı. Bunlar, 1,5 ay sonra düşman kurşunuyla vurulacak, 29 yaşın­da bir adamın sözleriydi.

Mart’ta binlerce Fransız askeri hücuma geçti. Biz de Kızılburun tepelerinde Şahin Bey komutasında mukavemet ettik. Üstümüze top mermileri yağıyordu. Siperde mahsur kalmıştık. Şahin Bey’in atı mermilerden ürkmüş, adım atamıyordu. Attan atlayıp, Azrail’in arkasında mevzilenmiş düşmana doğru koşmaya başladı. Mutlaka bir bildiği vardı.

Güllelerle dövülen toprak, hırçın bir deniz gibi dalgalanıyordu.

Kıvılcımlar saçan bir fırtınanın ortasındaydık.

Harp, insanı sersemletir.

Nabzımız tüfeklerde atıyordu.

Tüfekler, kollarımızın dışarıya uğramış kemikleriydi sanki.

Açlıktan dermanımız kesilmişti. Yine de, cayır cayır yanarak üstümüze devrilen gök kubbeyi süngülerle durdurmaya çalışıyorduk.

1920’nin 2 Nisan sabahı, Bostancık’ta konaklamış Fransız kı­talarına hücum ettik.

15 yaşındaydım.

O kargaşada Albay Andrea’nın kaldığı konağa, yatak odasının arka penceresinden süzülüverdim. Komutanı vurursam işlerin düzelebileceğim düşünüyordum. Gelgelelim tüfeğimde kurşun yoktu. İçeriden ayak sesleri geliyordu. Şaşaalı karyolaya bırakılmış parlak bir tüfek gözüme çarptı: 1916 model bir Berthier MLE… Yavaşça yaklaşıp sessizce aldım. Metal akşamı altın kaplamaydı. Bu göz ka­maştırıcı ganimeti incelerken kendi tüfeğim elimden kayıp düştü. Nöbetçi askerlerden biri koşarak içeri daldı. Berthier’yi doğrultup tetiği çektim. Iskaladım, fakat nöbetçi yine de sırtüstü devrildi.

İki elimde iki tüfek, pencereden atlayıp tabanları yağladım.

Arkamdan en az 10 el ateş edildi. Ağaçların arasından koşarak çok şükür sağ salim tepeyi aştım.

Albay Andrea’nın tüfeğini, şarjöründe kalan 4 mermiyi çıkar­dıktan sonra, kat kat bezlere sarıp evimizin bahçesine gömdüm.

Aklımdan tam olarak ne geçiyordu bilmiyorum.

Harp bir cinayet turnuvası havasında sürüyordu.

Şehrin dört bir yanma saçılmış cesetlerin üstünde kargalar se­kiyordu.

Yanımda biri vurulunca sıçrayan kan yüzüme sıcak lekeler ha­linde yapışıyordu.

Bir mermi sol omzumu parçalayıp geçti.

Her şey yanıyordu, nereye baksan, elini neye atsan kirli, siyah bir duman yükseliyordu.

Et parçaları çamurun, kan ise su birikintilerinin içinde eriyor­du. Toprak kanımızı emiyordu, sonra da etlerimizi ve kemiklerimizi çiğneyip yutuyordu.

28 Mart 1920… Şahin Bey’in naaşı, Elmalı Köprüsü’nün orada bulundu.

10 bin evin 8 bini delik deşik, paramparça olmuştu.

Şehir bir enkaz galerisine, ağıt antolojisine dönmüştü.

Her şey ya çok sıcak ya da çok soğuktu. Yanmakla donmak arasında gidip geliyorduk.

Uykusuzluktan gözlerimizin çevresi kararmıştı.

Deliksiz bir uyku çekmek istiyorduk, fakat ölmekten korkuyor­duk. Uyanık olmaksa kabus görmek demekti.

Aylar süren Fransız kuşatmasına, tehditlere ve had safhaya ula­şan açlığa rağmen Antep şehri direniyordu.

Kuşatma yer yer huruç hareketleriyle yarıldı.

Ne çare ki 9 Şubat 1921 günü saat 10’da Antep, Fransızlara teslim oldu.

Kanatlarımız kırılmış, boynumuz bükülmüştü. Büyük Millet Meclisi’nde çıkarılan bir kanunla, şehrin adı ‘Gaziayıntab’a çevrildi.

Yas ve hınç dolu 10 ay sonra, 25 Aralık günü işte Türk ordusu şehre giriyor.

Şehitlerimizle o gün helalleştik.

Omzumdaki yara nihayet kabuk bağladı. Sırtımda üniformam, marşlar eşliğinde tabancamı çekiyorum ve gökyüzüne üç el ateş edi­yorum. Solgun kış güneşi parlamaya başlıyor.

Ve alkışlar!..

Tribünlerdeki binlerce kişi beni alkışlıyor.

Antep’in kurtuluşunun 84. yıldönümü kutlama töreninde, te­nimde ve ruhumda yaralar açmış savaş; besili adar, oyuncak silahlar ve sıhhatli süvarilerle tekrarlanıyor.

Bendeniz, Ruhi Mücerret. Yaşayan son İstiklal Harbi gazisi­yim. Tarihin dikiz aynasındaki canlı tek siluet. Tam 100 yaşındayım. Yani, elinizdeki kitap bitmeden kozalak mahallesine taşınmış ola­cağım. Ve mezar taşıma “Sizi ayakta karşılayamadığım için özür dilerim ” yazdıracağım.

1985’ten beri, Türkiye’nin dört bir yanında kurtuluş günü tören­lerine katılıyorum. Senenin 11 ayı memleketi geziyorum. Mayıs’ta tatil. Pozantı [Adana] ve Gölköy [Ordu] hariç hiçbir şehrimiz, düş­man işgalinden Mayıs’ta kurtulmamış. İstanbul yahut Ankara’daki 19 Mayıs, 23 Nisan, 29 Ekim kutlamalarında da boy gösteriyorum.

Temsilî muharebelerde İtalyanlar, Fransızlar, İngilizler, Yunan­lara kurşun sıkıyorum. Tıpkı 85 sene önce olduğu gibi. İstiklal Harbi benim için devam ediyor. Üniformam üstümde, madalyam göğsüm­de, tabancam elimde. Düşman her gün saldırıyor. Ben her gün mu­kavemet ediyorum. Cepheden cepheye, zaferden zafere koşuyorum.

İstiklal Harbi gazileri birer birer Hakk’ın rahmetine kavuştu. Ben tek kaldım. Savaşın tüm mesuliyeti benim omuzlarıma bindi. Temsilî muharebeler ile hakiki harp zihnimde birbirine karışıyor artık. Ziyadesiyle ihtiyarladım. Rüyalarımda da düşmana mukavemet ediyorum: Tuhaf, rüyada asla 100 yaşında olmuyorum; uykuya da­lınca 20, 30, bilemedin 40’larıma geri dönüyorum. Harbin hakikisi de, temsili de, rüyası da canımı yakıyor.

3 Ocak’ta Mersin’e gidiyorum. Senenin üçüncü günü başlıyor istiklal maratonu.

Bakınız, benim savaş takvimim şöyle:

ŞEHİR                      KURTULUŞ GÜNÜ
Mersin                     3 Ocak
Adana                     5 Ocak
Kahramanmaraş     11 Şubat
Erzincan                 13 Şubat
Gümüşhane           15 Şubat
Bayburt                  21 Şubat
Ardahan                 23 Şubat
Trabzon                 24 Şubat
Rize                       2 Mart
Artvin                    7 Mart
Erzurum                12 Mart
Van                      2 Nisan
Şanlıurfa             11 Nisan
Ağrı                     15 Nisan
Hakkari                22 Nisan
Muş                    30 Nisan
Adapazarı          21 Haziran
Zonguldak          21 Haziran
İzmit                   28 Haziran
Yalova              19 Temmuz
Hatay                23 Temmuz
Bitlis                  8 Ağustos
Afyon               27 Ağustos
Kütahya           30 Ağustos
Uşak                1 Eylül
Eskişehir          2 Eylül
Bilecik              6 Eylül
Balıkesir          6 Eylül
Aydın              7 Eylül
Manisa            8 Eylül
İzmir                9 Eylül
Bursa             11 Eylül
İstanbul           6 Ekim
Kars               30 Ekim
Kırklareli         10 Kasım
Tekirdağ         13 Kasım
İğdır                14 Kasım
Mardin            21 Kasım
Edime              25 Kasım
Gaziantep      25 Aralık

En son, doğduğum şehre, Gaziantep’e gidiyorum.

Kurtuluş günleri çakışan yahut birbirine uzak mesafede olup da bir-iki gün arayla kurtulmuş şehirlerimizin hepsine yetişemiyorum. Böyle durumlarda kendimi 400 yaşında hissediyorum.

Milyonlarca insanın çarpıştığı savaştan geriye kalan tek askerim.

Komutanlar öldü. Subaylar, erler öldü. Savaşta cepheye mermi taşıyan kadınlar, yas tutan anneler, babalar, dul kalan gelinler… öldü.

Bıyıkları yeni terlemiş bir çocuk olarak katıldığım İstiklal Harbi’nin yegane kumandanı da, neferi de benim şimdi.

Memleket sathına yayılmış olan savaş küçüle küçüle benim ha­fızama kadar geriledi, münferit bir vaka haline geldi…

Benzer İçerikler

Yıkım Günleri | Nedim Gürsel

yakutlu

Seni Bulana Dek – Penelope Douglas – Online Kitap Oku

yakutlu

Anka | Sadık Yalsızuçanlar | Birazoku

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy