Şahmelek | Merve Akıncı | Birazoku


“Elimden gelse hâli hazırda kenetlenmiş ellerimizden güç alıp onu bu evden kaçırırdım. Denizi görebileceğimiz bir yere giderdik belki… Hiç konuşmazdık. Dudaklarımız değil, dokunuşlarımız konuşurdu bizim yerimize… Başımı onun geniş omzuna yaslayıp burnumu boynuna gömerdim. Onun o tatlı kokusunu doya deva içime çekip gözlerimi yumardım. İnanıyorum ki birlikte olsak her şey daha güzel olacaktı. Belki daha kolay…”

Ailesi, kızkardeşinin tedavisi için Amerika’ya gittikten sonra Balkanlı Ailesi’nin evinde yaşamaya başlayan İde’nin hayatı, bir gün rüyasında evin oğlu Aslan’ı görmesiyle tamamen değişir.

Herkese ve her şeye karşı soğuk ve ilgisiz görünen Aslan Balkanlı’ya yavaş yavaş âşık olmaya başlayan İde, tutulmaya başladığı adamın buzlarını eritebilecek mi? Yaralı bir aşkın hayaletiyle boğuşan Aslan ise onu seven bir kadının varlığını kabul edebilecek mi?

***

Giriş

Saat, sabah karşı beşe geliyordu. Hava, en dingin hâlini sergiliyordu bana… Hareketsiz halde pencereye dönük güneşin doğmasını sabırla bekliyordum. Oldum olası karanlığı, griyi sevmezdim zaten. Gündüz insanıydım daha çok, aydınlığı ve gözümün her şeyi seçebileceği bir ortamı tercih ederdim. Gece, boğazımı görünmez elleriyle sarar ve gün doğana kadar da bırakmazdı.

Bu gece de kâbuslar peşimi bırakmamıştı. Daha önceleri çok nadir gördüğüm kâbuslar, ailemin gidişiyle tanıdık olmaya başlamış ve her gün beni mabedine kabul eder hâle gelmişti.

Soğuk, tüm içimi titretti ve varlıklarım belli etmek istercesine tüm tüylerim ayaklandı. Büyük, sıcacık görünen yorganımı çeneme kadar çektim ama yetmedi. Ellerim hemencecik buz kesmişti. Bir kere gördüğüm kâbusun ardından uyandıysam, tekrar uykunun kollarına sarılmak imkânsız hâle geliyordu. Yapılabilecek en iyi şeyse, gri gökyüzünün yavaş yavaş yerini tatlı bir ışıltıya bırakmasını izlemekti.

Kapıldığım düşüncelerimden beklemediğim bir sesi işiterek sıyrıldım. Sabahın bu saatinde kimsenin uyanık olmayacağını tahmin ediyordum oysaki… Gaipten sesler üretmeye ve duymaya alışık olan benliğim, kendiyle çatıştı. Kendi kendime sesler, tıkırtılar işitmeyi alışkanlık yapmıştım çocukluğumdan bu yana.

Ama hayır, işte duyuyordum! Normal bir gıcırtı, ayak sesi ya da herhangi başka bir şey değildi bu. Bu güzel, tadı tınısı olan, ruhumu ve tüm benliğimi bir anda ele geçiren müthiş bir sesti. Bir piyano sesiydi… Tüm dikkatimi ve bedenimi kendisine çeken, piyanodan çıkan ilahi bir ses…

Kalktım. Odamın kapısını açarken gıcırdayan kapıya yüzümü buruşturdum. Ama piyanonun aşağıdan hafifçe yankılanan sesini başaramamıştı bile… Hiç düşünmeden ahşap merdivenlere doğru ilerledim. Tenimin üzerinde dalgalanan, yumuşacık ipek geceliğimin eteklerim tutup çıplak ayaklarımla merdivenlerden inmeye başladım. Ben basamakları teker teker indikçe o ilahi ses kulaklarımı daha çok doldurmaya başladı. Bunun verdiği hazla hafifçe gülümsedim.

Bir kat aşağı inebilmiştim belki ama sesin kaynağına inmeye cesaretim yoktu. Bir süre basamaklardan birine oturup o güzel melodiyi gözlerimi kapatarak dinledim. Parmaklarıyla bastığı her tuşun, çıkan her notanın güzelliğinin sebebinin, onun parmakları olduğunu bilerek iç geçirdim.

O büyülü piyano sesi ne zaman kesilmişti ve ben ne zamandır bu basamakta oturuyordum hiç hatırlamıyordum. Çok ama çok yakından gelen boğuk bir ses beni ancak kendime getirebilmişti.

“İnsanları gözetlemeye gerçekten bir son vermelisin…”

Korkuyla, gözlerimi kırpıştırdım. Dilim de bedenime katılmış, kaskatı olmuştu. Basamaktan kalkıp birkaç adım yukarı çıktım.

Kokun… deyip derin bir nefes çekti içine, “Senin geldiğini kokundan anlıyorum.”

Nefesimi tutmuştum. Bu ona ilk yakalanışım sanıyordum fakat dediğine göre öyle değildi. Biraz daha korktum.

“Nilüfer çiçeği ve yasemin,” diye mırıldanırken geniş sırtı kasılmış, gözlerimi oradan çekmeyi bana yasak kılmıştı sanki…

Beklediğim karşılık kesinlikle bu değildi. Söylediği şey beni afallatmış, beni yutacak kadar büyük bir girdabın içine atmıştı. Ama onun o eşsiz dudaklarından çıkan boğuk sesinde kaybolduğumu adım gibi biliyordum. Bilmediğim herhangi bir yerde…

“Pardon? Anlamadım…” diyebilmiştim yine de.

“Nilüfer çiçeği ve yasemin senin kokun. Bu evde başka kimse senin gibi kokmuyor. Geldiğini anlamak o kadar kolay ki…”

Boğuk sesli, sakallarından şiir dizeleri dökülen güzel bir adamdı o…

Şiir gibi bir adamdı…

Onunla aynı havayı solumak, ya benim cezamdı ya da yirmi ikinci yaşımın hediyesi…

O, Aslan Balkanlı’ydı. Reddedilmez bir adam ama insafsız bir reddediciydi.

Bölüm 1

Gösteri

Her zaman olduğu gibi gizlice Aslan’ı izliyorum. Piyano çalıyor… Parmaklarının tuşlara kuş tüyü hafifliğinde değdiğini ben hissediyorum adeta. Mest oluyorum onu izlerken…

Kapıdan içeri giriyorum tereddütsüz. Bir süre o pürüzsüz, geniş sırtını izliyorum. Sarılmak istiyorum ama bu dürtüme engel oluyorum hemen. Çalmayı bırakıyor ve bana dönüyor.

“Gel buraya Şahmelek… Korkma…”

Ona doğru yöneliyorum. Kalbim ağzımda atıyor gibi hissediyorum. Ayağa kalkıyor ve elini uzatıyor bana…. Tutuyorum çekinmeden…

Beni iyice yakınına çekiyor. Aramızda bir nefeslik mesafe var. Korkuyorum, çünkü biliyorum ki o böyle değil aslında. Bana böyle yaklaşmaz ki… Neler geçiyor bunun aklından, diye düşünüyorum.

Gözlerime… Sadece gözlerime bakıyor bir şeylerin cevabını ararcasına… Nefesim hızlanıyor istemsiz…

Bal rengi gözleri hem sıcak ve davetkâr hem de keskin… İzin versem yakacak, sanki küle çevirecek tüm bedenimi…

Dayanamıyorum çekiyorum gözlerimi ondan. Hâlâ tutuşan ellerimize bakıyorum. Neden çekemiyorum ki?

“Gözlerime bak, Şahmelek… Sana korkma, dedim.”

Hâlâ bakamıyorum… Çenemi yukarı doğru kaldırıyor büyük, sert elleriyle. Küçük çenem elinde kayboluyor. Bense seviyorum bu hissi…

“Korkma, kendini bana bırak…”

Bunu duyduktan sonra gevşiyor ve gözlerimi kapatıyorum sabırsızlıkla. .. Gelecek olanı biliyor ve heyecandan kalbimin durmasına yakın olduğunu hissediyorum.

Bekliyorum o sıcaklığı… Beklediğime değiyor. Dudaklarımın üstünde tatlı bir nefes hissediyorum. Daha sıkı yumuyorum gözlerimi. Dudaklarımın üstünde sanki incitmemek istermişçesine çok hafif bir temas hissedince sanki ömrümce bu anı beklemişim gibi bir inleme dökülüyor dudaklarımdan… Ama aksine hissettiğim şey alev gibi yakan sıcaklık değil, tanıdık buz gibi dudaklar oluyor. Soğukluğuyla yakıyor dudaklarımı, buz kesiyor bedenim.

“Hiii!”
Nefes nefese uyandım. Kan ter içinde kalmıştım resmen… Gördüğüm rüyayı hatırlamaya çalıştım bir süre… Kimi kandırıyordum acaba? Unutulacak gibi değildi. Belki bir bin yıl geçse aradan öyle silebilirdim o hissi dudaklarımdan.

Parmaklarım dudaklarımda gezindi benim kontrolüm dışında ve tanıdık bir soğukluk aradı. Gözlerimi kapadım. O buzu yine hissetmek isteyişime inanamadım. Elimde olmadan kuru dudaklarımı ıslattım ve derin bir iç çektim.

Kapının tıklamasıyla, yaramaz çocuklar gibi yakalanmış ve utançla kızarmış olduğumu hissediyordum. Derhal kendime gelip boğazımı temizledim.

“Girin!”

“Ben de seni uyandırmaya gelmiştim, güzeller güzelim. Günaydın! Hadi, kahvaltı hazır seni bekliyoruz.”

“Tamam, Dilber Teyze… Elimi yüzümü yıkayayım hemen geliyorum.”

Dilber Teyze anneannemle çok yakın arkadaştı zamanında… İkisinin muzurlukları, yaşlarından oldukça genç sohbetleri, her daim gülücük saçan yüzleriyle başımın tatlı belası iki kadına sahiptim. Ama bundan beş yıl önce anneannemi kaybetmiş ve büyük bir boşluğa yuvarlanmıştım. Nefesini de benimkiyle beraber alıp götürmüştü sanki… Ama Dilber Teyze iyi ki vardı! Toparlanmama yardımcı olan, neşemi son hızıyla geri kazanmamı sağlayan biriciğimdi. Anneannem ona hep ahretlik derdi. O zamanlar ne demek bilmezdim. Ama şimdi daha iyi anlıyordum.

Dilber Teyze sorgusuz sualsiz ve tereddüt etmeden yanına almıştı beni. Üstelik kendi evi bile değildi. Dilber Teyze bundan iki sene önce, kocasının vefatından sonra, beş yıldır yanlarında çalıştığı Balkanlı ailesinin villasında kalmaya başlamıştı. Başka da kimsesi yoktu zaten… Ailem de beni gözü kapalı bu tatlı kadına emanet etmişlerdi. Başka gidebileceğim bir yer yoktu. Aynı zamanda kalmak zorunda olduğum evin aşçı annesiydi Dilber Teyze… Ton ton yanakları, bana anne şefkatini sunuyor ve yabancı olduğum bu evde ufacık da olsa tanıdıklık hissini tatmamı sağlıyordu.

Annemin tarafı başka bir şehirde yaşıyordu, benim üniversitem de buradaydı. Babamın ailesinden de burada yaşayan bir tek amcam vardı. Fakat babam ve amcam bilmediğim bir nedenden küslerdi. Babama her sorduğumda beni geçiştiriyordu ve amcam da beni ve kardeşim Sıla’yı çok merak eder gibi görünmüyordu.

Elimi yüzümü yıkamanın yeterli olmayacağını anlamamla kendimi soğuk bir duşa attım. Gördüğüm rüya kalbimle beraber tüm vücudumu da sarsmış ve hiç olmadığı kadar terletmişti. Rüyalar bilinçaltımızın saklı köşelerindeki düşünceleri ortaya çıkarırdı. Aslında anlayacağımız bir dille akşam ne düşünürsek onu görürdük. Aslan Balkanlı’yı merak etmemin bedelinin onu rüyalarımda misafir etmek olduğunu yeni yeni anlıyordum.

Kısa duşumun ardından hızla odama koştum ve hasta olmamak, hızla giyinmek için dolabın başına geçtim. Annemle aldığımız krem rengi kazağı giymeyi özellikle istemiştim bugün. Ayağıma da botlarımı geçirip mutfağa inmek için merdivenlere yöneldim. Aslan Balkanlı’nın odasının bulunduğu kata geldiğime bedenime yayılan elektriğe inanamadım. Kendisini görsem ne olacaktı, Allah bilir…

Bana, çalışanlara ait olan en üst kattan bir oda verilmişti. Çalışanlar dediğimse Dilber Teyze, Nazlı ve arada bir bu villada kalan Atilla Abi’den başkası değildi. Nazlı, evi çekip çevirmekle ve hizmet etmekle görevliydi. Nişanlısı askerdeydi ve kalacak başka bir yeri yoktu o gelene kadar… Ailesiyle nişanlısı yüzünden kavga etmiş, sonrasında beraber bu şehre gelmişlerdi iki âşık… Şimdi asker yolu gözlüyordu büyük bir hasretle. Atilla Abi ise evin kâhyasıydı. Buradaki villada çok sık kalmıyor, genelde şehir dışında kalan Balkanlılara ait çiftlik eviyle ilgileniyordu.

Benim bu evde kalmak zorunda oluşumun nedeni ise çok başkaydı. Ruhum ailemle birlikte Amerika’daydı, onların yanında huzurla yumuyordu gözlerini her günün sonunda.

Küçük kardeşim Sıla, Kistik Fibrozis denen o illete sahipti. Keza ben de öyle… Genetik bir lanetti üstümüzdeki ve ömür boyu da taşımak zorundaydık sırtımızda bu yükü. Sıla, bu hastalıkla en ağır şekilde cebelleşiyordu. Sıla doğduğundan beri bir Kistik Fibrozis hastasıyken, ben taşıyıcı konumundaydım. Ama hastalığın belirtilerini, Sıla kadar olmasa da bir şekilde yaşıyordum.

Zamanla Sıla’nın durumu ağırlaşmış, solunum tüpüne muhtaç hâle gelmişti. Bir süre idare ettiyse de dayanamadı. Sıla’nın ciğeri bu yükü daha fazla taşıyamadı. Ülkemizde akciğer nakli yapılıyor olmasına rağmen, doktorumuz Tarık, Amerika’da daha kaliteli şartlar altında bu ameliyatın yapılabileceğini söylemişti. Bu konuda uzman doktorlar Colombia University’nin hastanesinde mevcuttu.

Onlarla beraber Amerika’ya gitmek için o kadar diretmiştim ki… Fakat bu direnişlerim annemin sözüyle bir vuruşta kırılmıştı, “Üniversite son sınıfta okul bıraktırtmam sana, o diploma bu sene gelecek küçük hanım!”

Son merdivenleri inerken de üç basamağı birden atlayıp suratıma muzur bir gülümseme takındım. Bu sabah fena hissetmiyordum. Sanırım buraya ve bu insanlara alışmaya başlıyordum. En nihayetinde bu evin bir bireyi olalı dört ay oluyordu.

Mutfağa neşeli bir giriş yapıp, “Günaydın millet!” diye şakıdım.

“Günaydın kızım… Gel okula gitmeden et kahvaltını bir güzel…”

“Tamam, Atilla Abi, acelem yok,” deyip karşımda oturan yorgun adama gülümsedim.

Sofraya hızlı bir göz atıp masadaki her şeyden tabağıma doldurdum. Normalde bu kadar iştahlı bir kız değilken, neşeli olduğumda ayarı kaçırıyordum.

“Dilber Teyzem, otursana artık! Başlamak için seni bekliyorum bak…” deyip çatal bıçağımı masaya dayadım.

“İçeriye çay servisini yapayım hemen geliyorum güzeller güzelim…”

“Sen otur, ben halledeyim iki dakikada,” deyip çaydanlığı kaptığım gibi salona, Balkanlı Ailesi’ne doğru ecelime yürürmüş gibi yürüdüm.

Üstüme gece gibi çöken sinsi tedirginlik hissine lanet ettim. Ellerim terlemeye başlamıştı. Gördüğüm rüyadan açık bir şekilde etkilendiğimi belli ediyordum. Sadece dışarıdan gören bunu anlamayacak ve hâlimi komik bulacaktı. Acaba Aslan Balkanlı’yı her gördüğümde böyle tedirgin ve ne yapacağını bilemez bir hâlde, küçük liseli kızlar gibi mi olacaktım?

Ah, hayır…

Salondan içeri girdiğimde beynimin verdiği otomatik komutla gözlerim derin ve keskin lacivertlere takıldı. Gözleriyle tüm bedenime acı verici ısırıklar bırakıyordu sanki… Ve bunun hiç erotik bir yanı yoktu. Sadece… Korkunçtu.

“Günaydın efendim,” deyip Uğur Bey’in önündeki boş fincana çayı dökmeye başladım. Uğur Bey bu ailede her zaman en sevdiğim kişi olmuştu. Güzel, aydınlık yüzü ve bana karşı babacan tavırlarıyla beni her daim gülümsetiyordu.

“Günaydın kızım… Nasılsın bugün?”

“Teşekkür ederim, Uğur Bey, oldukça iyiyim… Siz de iyi görünüyorsunuz,” deyip aydınlık gülümsememi ona sundum.

Sesindeki yaşlı tınıyla kıkırdayıp, “Turp gibiyim tabii ki…” dedi, “Öyle görünüyorum, değil mi?”

“Kesinlikle öyle görünüyorsunuz!”

Sessizliğini koruyan Firuze Hanım’a dönüp, “Siz de iyisiniz umarım?” diye büyük bir nezaketle sordum. Firuze Hanım her zaman daha soğuk, bana karşı daha mesafeli ve Balkanlı Villası’nın buzdan kontesiydi. En azından benim gözümde…

“İyiyim canım, teşekkürler…” deyip duraksadı. Bardağına doldurduğum çaya gözlerini dikerek, “Çayları doldurmak senin görevin değil, biliyorsun. Bunu yapması için Nazlı var,” diyerek soğuk sesiyle mırıldandı.

“Eline yapışmaz ya anne…”

Derin lacivertlerini bir kez daha benimkilerle buluşturdu ve beni tam da oraya zincirledi. Elimde çaydanlık öylece güzel suratına bakıyor ve ne kadar geçerse geçsin bu görüntüden bıkmayacağımı kendime kabul ettirmeye çalışıyordum. Yavaş ve en derinime işlercesine…

Sahte olmasına özen gösterdiğim gülümsememle, “Günaydın Aslan Bey,” diyerek kinayeli bir şekilde mırıldandım.

“Açık olsun…”

Her seferinde beni yanındayken rahatsız etmek istermiş gibi bir davranıyordu. Ve başarıyordu da… Onun yanında hiçbir zaman rahat olamamıştım. Bana karşı giyindiği zırhını eline sıkıca alıyor ve konuşmamız, bakışmamız ya da her ne yapıyorsak o bitene kadar da bırakmıyordu.

“Peki efendim…” diyerek onu iğneledim.

Bazen beni bu koca evin bir çalışanı gibi gördüğünü düşünüyordum. Bana öyle hissettiriyordu. Her defasında dudaklarından kaçan emirle karışık cümlelerine boyun eğiyor, doğrusu eğmek zorunda kalıyordum.

Burası onun eviydi. O kadar!

Benzer İçerikler

Yorgun Savaşçı

yakutlu

Savaşın Çocukları | Ahmet Yorulmaz

yakutlu

Filizkıran | Fatigül Balcı | Birazoku

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy