Sait Faik Son Kuşlar Metni ve Öykünün İncelemesi

SAİT FAİK VE HİKÂYECİLİK ANLAYIŞI

 

Sait Faik, Çehov Tarzı denilen kesit durum öykücülüğü de denilen bir öykü tarzı ile yazmıştır. Sait Faik’in öykülerinde başlayıp biten olaylardan ziyade bir anda akla gelen duygular ve hayaller anlatılır.

Onun öykülerinde başlayıp düğümlenen ve çözülen belli bir vaka başlayıp, biten çözüme kavuşan net bir olay dizisi bulunmaz. Sait Faik’in öyküleri bir anlık bir durum ile oluşuveren duygular, düşünceler ve bir hayale sevk eden bir görüntüden meydana gelir.

Sait Faik’in öykülerinde genellikle deniz ve balıkçılar ağırlıklı bir yer tutar. Hayatının büyük bir bölümünü babasından kalan bir evde ve Büyükada’da geçirmiştir. Bu nedenle Büyükada, adanın kıyıları, Büyükada, bu adanın etrafında yaşayan diğer insanlar, yaşanmış duyulmuş olaylar, Büyükada’dan İstanbul’a giderken ve gelirken vapurlarda şahit olduğu olaylar, gözlemlediği insanlar, balıkçılar, kuş avlayanlar, ada ahalisi, balıklar vb onun öykülerinde kullandığı başlıca malzemeler olmuşlardır.  

 Belli bir işi olmayan, öykücülüğü meslek edinen, babasından kalan miras ile yaşayan Sait Faik, hemen bütün öykülerini kendi yaşadığı muhitten aldığı ilhamlar ve gözlemler ile yazmıştır.

Sait Faik duru, sade, anlaşılır bir dille öyküler yazmıştır. Eksiltili ve yüklemsiz cümleler kurmaktan da hoşlanan bir yazardır. Öykülerinde ikilemelere ve sözcük tekrarlarına sık sık başvuran yazar bu öyküde de böylesi bir anlatımı tercih etmiştir.  Doğaya, balıklara, kuşlara, denize karşı duyarlı bir insan olan yazar bu öyküsünde kuşları tedirgin eden insanları eleştirmektedir.

 

Son Kuşlar Konusu:

 

Adada yaşayan insanların kurduğu tuzaklar ve kuş avcıları yüzünden adaya artık kuşların gelmemeye başlaması,  doğaya ve hayata renk katan kuşların ada ve civarında görülememeye başlamasında kaynaklanan üzüntü.

 

Son Kuşlar Anafikir:

 

Doğanın tahrip edilmesi birlikte yaşadığımı diğer canlıların yaşam alanlarını yok etmektedir.  Kuşlar, balıklar ve doğanın yok edilmesi insanlık suçudur.

 

 

SON KUŞLAR TAM METNİ

 

 (Sait Faik Abasıyanık)

 

Kış, Ada’nın her tarafında yerleşebilmek için rüzgârlarını poyraz, yıldız poyraz, maestro, dıramudana, gündoğusu, batı karayel, karayel halinde seferber ettiği zaman; öteki yakada yaz, daha pılısını pırtısını toplamamış, bir kenara, oldukça mahzun bir göçmen gibi oturmuştur. Gitmekle gitmemek arasında sallanır bir halde, elinde bir pasaport, çıkınında üç beş altın, bekleyen bu güzel yüzlü göçmen tazeyi benden başka bu Ada’da seven hemen hiç kimse yoktur, diyebilirim.

 

Herkesin yeni başlayacak olan altı-yedi aylık soğuk hayata kendini şimdiden alıştırmak ve hazırlamak için bir şeyler yapmaya çalıştığı öyle günlerde ben, tembelliğim, hep kaçanı kovalama huyumla yazın, o güzel göçmenin peşine düşmüşümdür. Nerede yakalarsam orada kucaklarım onu. Kimi bir çamın gölgesinde durgun ve güneşsizdir. Kimi bir çalılığın kenarındaki çimenlikte bütün eski ihtişamıyla daha yeni başlamıştır.

 

Yazın daha parça parça, lime lime, bohça bohça eşyalarıyla gitmek için fazla telaş etmediği Ada’nın bu yakasında, hiçbir ev yoktur. Yalnız bir tek kır kahvesi vardır.

 

Bir küçük koyun hemen beş-on metre yukarısında, bir apartman terası kadar ufak bu kır kahvesinin tahta masaları üstünde, hâlâ karıncalar gezer. Hâlâ sinekler kahve fincanının etrafına konarlar. Bütün sesler kesilmiştir. Kimi gökyüzünden bir uçak homurtusu gelir. İçindeki, şimdi Yeşilköy’e inecek yolcuları düşündüğüm, yalnız bu yazıyı yazarken oldu. Ondan evvel de uçaklar geçmişti. Ama, hiç içindeki Yeşilköy’e neredeyse ineceklerini, daha şu iki satırın sonunda inmiş bile olduklarını düşünmemiştim.

 

Kahvecinin kendisi sevimsiz bir adamdır. Kahveciden çok, ters bir devlet memuru hüviyeti taşır. Hastalıklı olmasa, doktorlar fazla yorulmamasını salık vermemiş olsalar, dünyada kahveci olmazdı. Tersine, ben ömrümce iyi bir kahve bulamadığım için, kahveci olmamışımdır. Bir kır kahvesi, bir köyün kahvesinin üç-beş gediklisi… bundan güzel bir ömür mü olur, elli-altmış senelik yaşam, bundan güzel .

 

Ağaçtan ağaca serilmiş beyaz çamaşırlar bu kadar durgun, güneşsiz, ıslak bir şekilde ılık havada hiç kurumayacaklar. Bu kedi, tahta masanın üstüne çıkmış, köpeğime durmadan homurdanacak mı? Sandalyenin üstündeki vişneçürüğü rengindeki delik çoraplar… Asmanın yaprakları daha yemyeşil… Bizim bahçedeki kurudu bile.

 

Deniz, Bozburun’a doğru başını almış gidiyor. Uzaklarda görünen, İstanbul’un neresi kimbilir? Sesler neden gelmiyor?

 

Bir başka uçağın sesi gelmeye başladı. Bizim Ada, uçakların geçtikleri bir yol güzergâhı olmalı ki, hep ya üstümden, ya da solumdan geçip gidiyorlar. Kedi sustu. Köpeğim gözünü kapadı. Karga sesleri geliyor şimdi de. Vaktiyle bu Ada’ya bu zamanda kuşlar uğrardı. Cıvıl cıvıl öterlerdi. Küme küme bir ağaçtan ötekine konarlardı.

 

İki senedir gelmiyorlar. Belki geliyorlar da ben farkına varmıyorum…

 

Sonbahara doğru birtakım insanların çoluk çocuk ellerinde bir kafes, Ada’nın tek tepesine doğru gittiklerini görürdüm. İçim cız ederdi. Büyüklerin ellerinde birbirine yapışmış, pislik renginde acayip çomaklar vardı.

 

Bunlarla bir yeşil meydanın kenarına varır, bunları ufacık ağacın altına çığırtkan kafesiyle bırakırlar, ağacın her dalına ökseleri bağlarlardı. Hür kuşlar, kafesteki çığırtkan kuşun feryadına, dostluk, arkadaşlık, yalnızlık seslerine doğru bir küme gelirler. Çayırlıkta bir başka ağacın gölgesinde birikmiş çoluklu çocuklu kocaman, bir müddet bekleşirler. Sonra kuşların üşüştüğü ağaca doğru yavaş yavaş yürürlerdi. Ökselerden kurtulmuş dört-beş kuş, bir başka ökseye doğru şimdilik uçup giderken, birer damlacık etleriyle birer tabiat harikası olan kuşları toplarlar, hemen dişleriyle oracıkta boğarlardı. Ve hemen canlı canlı yolarlardı.

 

Hele bir tanesi vardı, bir tanesi. Çocukları bu işe seferber eden de oydu. Ökseleri cumartesi gecesinden hazırlayan da… Konstantin isminde bir herifti. Galata’da yazıhanesi vardı. Zahire tüccarıydı. Kalın, tüylü bilekleri, geniş göğsü, delikleri kapanıp açılan üstü kara kara benekli bir burnu, deriyi yırtmış da fırlamış gibi saçları, kısa kısa yürümesi, kalın kalın bir gülmesi.

 

O esmerle sarışın arası isketelerin bir damlacık etlerinden yapacağı pilavın hazzıyla pırıl pırıl yanan krom dişleriyle nasıl koparırdı kuşun imiğini, bir görseydiniz…

 

Hani sessiz, zenginliğini bile belli etmez, mütevazı adamdı da… Konu komşusu da severdi hani. Hiçbir şeye, hiçbir dedikoduya karışmazdı. Sabahleyin işine kısa kısa adımlarla koşarken, akşam filesini doldurmuş vapurdan çıkarken görseniz; iriliğine, sallapatiliğine, Karamanlı ağzı konuşuşuna, basit ama, hesaplı fikirlerine, iki kadeh atmışsa yine basit, sevimli şakalarına karşı, hakkında kötü bir hüküm de vermezdiniz. Kendi halinde, işi yolunda, hesaplı yaşayan bin bir tanesinden bir tanesiydi.

 

Havada ve denizdeki tirşe maviliğin üstünde birtakım esmer damlacıklar görünürdü. Sağa sola oynarlar, sonra bir istikamet tutturur, bu esmer lekecikler geçip giderlerdi.

 

Konstantin Efendi onların çok uzaktan geçtiklerini görebilirdi. Gözlerini kısardı. Esmer lekelerin Adalar istikametinde gittiklerini görür, etrafına bakar, bir tanıdık görecek olursa gözünü kırpar, gökyüzüne bir işaret çakar:

-Bizim pilavlıklar geldi! Derdi.

 

Kuşlar pek yakından geçmişse, seslerini taklit ederek kalın dudaklarıyla dişlerinin arasından onlara seslenirdi. Kuşların çoğunca aldandıklarına, bu sesi duyarak, dost sesi sanıp vapur etrafında bir dönüp uzaklaştıklarına şahit olmuşumdur.

Havalar sertleşir, poyrazlar, lodoslar birbirini kovalar, günün birinde teşrinlerin sonlarına doğru, ılık, hiç rüzgârsız parça parça oynamayan bulutlu, tatlı, sümbülî günlerde, o, en çığırtkan kafes kuşunu nereden bulursa bulur, mahalle çocuklarını çağırtır; bin tanesi iki yüz elli gram et vermeyen sakaları, isketeleri, floryaları, aralarına karışmış serçeleri gökyüzünden birer birer toplardı.

 

Seneler var ki kuşlar gelmiyor. Daha doğrusu ben göremiyorum. Güzün güzel günlerini pencereden görür görmez, Konstantin Efendi’nin bulunabileceği sırtları hesaplayarak yollara çıkıyorum. Bir kuş cıvıltısı duysam kanım donuyor, yüreğim atmıyor. Hâlbuki sonbahar kocayemişleri, beyaz esmer bulutları, yakmayan güneşi, durgun maviliği, bol yeşili ile kuşlarla beraber olunca, insana, sulh, şiir, şair, edebiyat, resim, musiki, mesut insanlarla dolu anlaşmış, sevişmiş, açsız, hırssız bir dünya düşündürüyor. Her memlekette kıra çıkan her insan, kuş sesleriyle böyle düşünecektir. Konstantin Efendi mani oluyor. Zaten kuşlar da pek gelmiyor artık. Belki birkaç seneye kadar nesilleri de tükenecek. Her memlekette kaç tane Konsantin Efendi var kim bilir? Kuşlardan sonra şimdi de milletin yeşilliğine musallat oldular. Geçen gün yol kenarındaki yeşilliklere basmaya kıyamayarak yola çıkmıştım. Konstantin Efendi’nin günlerinden bir gündü. Gökte hiç kuş gözükmüyordu. Evden çıkarken isketemin kafesine bir incir yapıştırdım. İsketem tek gözünü verip bana dostlukla bakmış, incir çekirdeğini kırmaya çalışıyordu.

 

Onu, ev duvarının bir kenarına çaktığım çiviye asmış, yola çıkmıştım. Kuşlar yoktu şimdi havada ama, yolun kenarında yeşillikler vardı ya… Baktım. Bu yeşilliklerin bazı yerleri sökülmüş. Biraz ileride dört çocuğa rastladım. Yürüyorlar. Yeşilliklerin en güzel yerlerinde duruyor, bir kaldırım taşı kadar büyük bir parçayı belle söküyorlar, bir çuvala dolduruyorlardı:

 

– Ne yapıyorsunuz, yahu? Dedim.

– Sana ne? Dediler.

Fukara, üstleri yırtık pırtık yavrulardı.

– Canım, neden söküyorsunuz? Dedim.

– Mühendis Ahmet Bey söktürüyor.

– Ne yapacak bunları?

– Yukarıda deri tüccarı Hollandalı var ya hani, onun bahçesini düzeltiyorlar da…

– İngiliz çimi alsın, eksin; mademki herif zengin…

– İngiliz çimiyle bu bir mi?

– Bu daha mı iyi?

– İyi de laf mı? Bunun üstüne çimen mi olur? Hollandalı öyle demiş.

Karakola koştum. Polislere haber verdim. Güya menettiler. Gizli gizli, gene çimenler yer yer söküldü. Mühendis Ahmet Bey’e ceza bile kesilmedi. Belediye talimatnamesinde, yol kenarlarındaki çimenleri sökmek cezaya mucip olmuyormuş.

Kuşları boğdular, çimenleri söktüler, yollar çamur içinde kaldı.

Dünya değişiyor dostlarım. Günün birinde gökyüzünde, güz mevsiminde artık esmer lekeler göremeyeceksiniz. Günün birinde yol kenarlarında, toprak anamızın koyu yeşil saçlarını göremeyeceksiniz. Bizim için değil ama çocuklar, sizin için kötü olacak. Biz kuşları ve yeşillikleri çok gördük. Sizin için kötü olacak. Benden hikâyesi.

Sitedeki yazıların tüm hakları ve sorumluluğu yazı
sahiplerine aittir. Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı
Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Aksi davranışlara karşın yasal işlemlere
başvurulacaktır.

Benzer İçerikler

Dostoyevski – Kumarbaz (Roman Özeti)

yakutlu

Islam Dusuncesinin Donusum Cagında Fahreddin er-Razi

yakutlu

Molla Sadra Ve Ilahi Hikmet

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy