STRES VE BAŞAÇIKMA YOLARI -Psikolog Prof. Dr. Acar Baltaş Psikolog Prof. Dr. Zuhal Baltaş

Giriş
BAŞARI VE SAĞLIĞIN TEHDİDİ

Stres, neden günümüzün problemi?

İçinde bulunduğumuz yüzyılın başından bu yana, tıp dünyası hastalıkların niteliklerinde büyük değişikliklere tanık olmuştur. Günümüzden yaklaşık 100 yıl önce ortalama bir hekim, cerrahi girişimler hariç, bütün hasta ve hastalıklara deva bulmakla kendini yükümlü hissederdi.

Bu yüzyılın başına kadar tıp, insanların toplu olarak ölümlerine sebep olan tifo, çiçek, veba, difteri gibi salgın hastalıklarla uğraşmış ve hastaneler bu hastalarla dolup taşmıştır.

Ancak geçen yüzyıldan başlayarak enfeksiyonlara yol açan mikroorganizmaların ve bunlarla mücadele yollarının bulunması, bugün artık bu hastalıkları korkulu rüya olmaktan çıkarmıştır.

İnsan hayatının belirgin bir şekilde uzamasına ve hayat standardının bir önceki yüzyıla göre belirgin bir şekilde yükselmesine karşılık hastaneler hâlâ doludur.

Acaba hastaneleri dolduran bunca insanın hastalanmasının sebebi nedir?

Kirli havanın büyük şehirleri kararttığı gibi, 20. yüzyılın hastalıkları da insanı hemen öldürmeyip, hayatını karartan bir gölge gibi her an varlığını hissettirmektedir. İnsanı yakın duygusal ilişkilerden uzaklaştıran, verimliliğini düşüren ve en önemlisi hayattan aldığı zevki azaltan bu gölge, tıbbın çeşitli dallarında çalışan birçok bilim adamına göre “stres”tir.

İleride anlatılacağı gibi stres sırasında verilen tepki, canlının canlılığını sürdürmek amacını taşır. İnsan gerçek bir tehlike karşısındaysa, salgılanan adrenalin ve diğer hormonlarla başlatılan faaliyet ve depolardan harekete geçirilerek kana verilen yağ ve şeker, hayatı korumak için yapılan mücadele sırasında amacına uygun olarak kullanılır. Bedende yaratılmış alarm durumuna göre, insan koşar, mücadele eder, varlığını veya elindekini savunur ve böylece beden içinde bu amaç için hazırlanmış olan maddeleri kullanır ve tüketir.

Fakat 20. yüzyılın tehlikeleri, tehditleri ve stresleri, büyük çoğunlukla insanın bedensel gücünü kullanmasını gerektiren türden değildir. İşini kaybetme endişesi, arkadaşın ve eşin olumsuz davranışının zihne takılması, sinemaya bilet bulamama sıkıntısı, konsere geç kalma korkusu, otobüse, derse, randevuya zamanında yetişememe ihtimali gibi yüzlerce sebep her gün bize stres tepkisini yaşatan, ancak bu amaç için hazırlanmış maddeleri kullanamadığımız türden streslerdir. Kısacası beynimiz çağın hızla değişen ve gelişen problemlerine uyarken, bedenimiz bu konuda geride kalmakta ve canlılık tarihinin içinden geliştirip getirdiği tepki zincirini kullanmaya devam etmektedir.

Doğada her şeyin bir sebebi ve mantığı olduğuna göre, bu aşikâr hata neden yapılmaktadır? Kitabın birinci bölümünde anlatılacağı gibi, canlılığın “değişen şartlara sürekli bir uyum” çabası olduğunu görürüz. Uzun zaman içinde uygun olmayan her şey değişecektir. Bugünün insanları atalarından nasıl daha uzun boylu, daha akıllı ve daha becerikliyseler, hiç şüphesiz evrim bugün için “kullanışsız” duruma gelmiş olan tepkiyi de biçimlendirecektir. Fakat bu değişimin ne kadar yavaş gerçekleştiği “Canlılık ve Stres” bölümünde anlatılmıştır.

İnsan, dış dünyanın bilinmezliğinden ve muhtemel tehlikelerinden kendini korumak için tarih içinde büyüler denemiş, ruhlara tapmış, törenler düzenlemiş, büyücülerin güçlerinin arkasına sığınarak huzuru ve rahatlığı bulmaya çalışmıştır. Bunlar bugün için akla, mantığa uygun olmayan davranışlar olsa bile, sonuçta esas gayeye hizmet etmiş, insanlara ihtiyaçları olan güven duygusunu vermiştir.

Daha sonra, iki bin yıldan uzun bir süredir tektanrılı dinler insanların temeldeki güvensizliklerine çare olmuş, ruh ve beden sağlığının korunmasında çok önemli “araç” haline gelmiştir. Esas amaç bu olmasa bile, din birçok açıdan son derece mükemmel bir psikoterapi rolü oynamıştır.

 

Din ve bilim karşı karşıya

Din, günümüzde özellikle Batı dünyasında giderek yaygınlaşan biçimde tedavi edici rolünü kaybetmektedir. Endüstrileşme yolundaki toplumlarda dini tören ve seremoniler, toplu ve bireysel ibadet giderek daha az uygulanır olmaktadır.

Açıkça olmasa bile pek çok yerde “Tanrı’ya olan inanç” yerini, bilime olan inanca bırakmaktadır. Bilim ise ne yazık, bugünün çok bilen, çok düşünen, dolayısıyla çok soru soran şüpheci insanlarının sorularının bütününü cevaplamaya hazır değildir. Ancak bilim bize yapılan araştırma ve çalışmalar sonunda kaygı ve gerginlikleri yenmek ve bozulan sağlığı düzeltmek için üç imkân sunmaktadır. Bunlardan birincisi, insanların ruh dünyalarını ve davranışlarını kan ve beden kimyalarını etkileyerek değiştiren ilaç tedavisi (farmako-terapi); ikincisi aynı değişikliği zihinsel düzenlemeler ve yeni şartlanmalar yoluyla yapmayı amaçlayan psikoterapi; üçüncüsü de bütün kaygı ve gerginliklerle mücadele edecek aracın kendisini, yani bedeni düzenlemeyi amaçlayan fizik egzersiz ve diyettir.

Ancak günümüz insanının yaşadığı stres ve baskının yarattığı sıkıntı ve sebep olduğu sonuçlar ne aile doktorları tarafından, ne aile büyükleri tarafından, ne yakın arkadaş ve dostlar tarafından, ne de ilaçlarla kolayca çözümlenip ortadan kalkmaktadır.

1960’lı yıllarda gençliğe egemen olan eğilim, dünyayı sosyal, ekonomik ve politik açılardan değiştirmek doğrultusundaydı.

1970’li yılların ikinci yarısından başlayarak çağdaş insan olmak isteyenler arasında dünyayı değiştirme eğilimi yerini, kendini değiştirmeye bırakmaktadır. Bu eğilimin daha temiz, daha verimli, daha sağlıklı, daha mutlu bir benlik yaratmak amacı vardır. Bu amaca ulaşmak için din –özellikle İslamiyet– “biofeedback”, çeşitli gevşeme teknikleri, meditasyon, yoga gibi farklı teknik ve felsefeler uygulanmaktadır.

Bu tekniklerin uygulanması sonucunda –gerçekleşme mekanizmaları tam açık olmamakla beraber– etkili sonuçlar alınabilmektedir.

Yaşayan organizma, düzenlendiği, kontrol edildiği ve birleştiği iç ve dış çevre ile uyum içinde yaşayan hiyerarşik bir sistemdir.

Bu tanımda belirtilen özellik, aynı zamanda geçmiş yüzyıllarda hekimlerin modern teşhis araçlarından, etkili ilaçlardan yoksun oldukları halde tıp sanatını “icra” edebilmelerini açıklamaktadır. Eski hekimler, fizik (bedensel) hastalıkların duygularla ve kişisel ilişkilerle çok yakın bağlantısı olduğunu bilirler ve iyileşmeyi sağlayacak olanın, hastanın morali ve hastaya yakın kişilerin ona olan tavrı olduğunu bilip, bunları yerine göre güçlendirir, yerine göre yönlendirirlerdi.

En geniş anlamda sağlıklılık ancak çevremizle ve kendimizle uyum içinde olduğumuz, değişiklikler karşısında dengemizi koruduğumuz, iç güçlerimizi sağlıklı ve iyi bir hayat için geliştirdiğimiz ve gereğinde harekete geçirdiğimiz takdirde mümkündür.

Günümüzde tıp biliminin getirdiği özelleşme ve uzmanlaşma, hekimlerin tek tek organlarla ilgilenmelerini zorunlu kılmıştır. Bugün hekimlerin bilgi ve tecrübeleri çok derin, ancak bir alanla sınırlıdır. Bu sebeple hastayı, hastalığın oluşmasında önemli rol oynaması mümkün çevre şartlarıyla bir bütün olarak ele alamazlar. Hekimler hastalarını genellikle sadece bir veya iki defa görür –ve özellikle görüşme hastane şartlarında gerçekleşmişse– onun kişiliğinden ve çevreden kaynaklanarak hastalığını etkileyen şartlardan bütünüyle habersiz kalırlar.

Kısacası tıp, toplumdan önemli ölçüde ayrılmıştır. Tıp adeta sadece hastanelerde var olan bir olgu durumuna gelmiştir.

Bugün artık tıbbın konusu ve tedavisinin hedefi insanlar olmaktan büyük ölçüde çıkmış, hedef organlar ve hastalıklar olmuştur.

ENDÜSTRİ TOPLUMUNDA STRES

Günümüzde endüstri toplumlarının nitelikleri geçmiş dönemlerden farklı olarak strese sebep olmaktadır. Nedir bu özellikler?

 

Değişim

ABD, Batı Avrupa gibi endüstrileşmiş toplumlarda veya aralarında Türkiye’nin de bulunduğu endüstrileşme yolundaki toplumlarda stres doğurucu en önemli etkenlerden bir tanesi “sosyal hareketlilik”tir.

Toplumda bundan 40-50 yıl öncesi ile kıyaslanmayacak bir hareketlilik vardır. En alt sosyo-ekonomik düzeyden hayata başlayan birçok kimse, 5-10 yıl içinde en üst ekonomik basamaklara kadar tırmanabilmekte, çocukluk ve ilkgençlik yıllarında kağnı ve at arabası kullananlar, orta yaşlarında en lüks araçları kullanır duruma gelebilmektedir.

İnsanların hemen hepsinin çevresinde sayıları hiç de az olmayan bu tür kimselerin varlığı, bireylerin kendi nitelik ve meziyetleri konusunda hiçbir değerlendirme ve hesaplaşma yapmaksızın üst sosyo-ekonomik hayatın “görünür özelliklerini” özler ve –hatta dahası– hak görür duruma gelmelerine sebep olmuştur.

Toplumda sosyo-ekonomik açıdan görülen hareketlilik sosyo-kültürel alanda da kendini göstermektedir.

Çocukluğunda yer sofrasına bağdaş kurmuş olan birçok kimse, lüks otellerdeki açık büfelerde şeref misafiri olmakta, ilkokulda karnelerinde Türkçe notları kırık olanlar, devletin en üst yönetim kademelerine veya resmi ve özel kitle iletişim araçlarında sorumlu noktalara gelebilmektedirler.

Bunlardan başka, kız arkadaşları ile gezdikleri için büyükleri tarafından cezalandırılmış babalar, kızlarına erkek arkadaşları ile gece gezmeye gitmelerine izin vermek zorunda kalmakta; anneleri başörtülü birçok erkek, eşini çalışma hayatı içinde tanıyıp seçmenin ikilemini yaşamaktadır.

Yukarıda sayılanlara ek olarak, geçen kuşaklarda doğal olan doğduğu yerde yaşayıp, hayatını tamamlama olgusu, artık neredeyse ortadan kalkmış gibidir. Batının kendi özelliklerinden kaynaklanan göç faktörü, Türkiye için çok daha önemli boyutlarda söz konusudur.

Bir önceki kuşak için akla hayale gelmeyecek olan bu gelişmeler, hem bir özgürlüğün sonucudur, hem de bu olguların kendisi büyük bir özgürlüğe sebep olmuştur. Bu özgürlük bizim için artık vazgeçilmezdir. Ancak bu arada bu özgürlükler için ödemekte olduğumuz bedeli de düşünmenin zamanı gelmiştir.

 

Başarmak/kazanmak

Her türlü değişim ve yükselme için başarı yolu önümüzde açıktır. Bu aynı zamanda başarısızlık ihtimali ve başarısızlığın sonuçlarının da bizi beklediği anlamına gelmektedir. Özgür bir ülkede –herkese her türlü imkânın açık olduğu bir ortamda– başarının ölçüsü elde edilenler, sahip olunanlar ve kazanılanlardır. Durumu her an lehimize çevirmek imkânına sahip olduğumuz bu sonsuz yarışta tökezlemek veya kaybetmek kişisel yetersizliğin işaretidir. Bu nefes kesen hayat yarışında öncelikle, rakibimiz durumunda olan kimselerle yarışmak ve kendimizi onlarla ölçmekten alıkoyamayız. Bu durumda sadece bizim galibiyete yakın olmamız yetmez. Rakibimizin kazanması da, bizim kaybetmemiz anlamına gelir.

Endüstri toplumlarında kişinin değeri elinde tuttukları, elde ettikleri, kısacası sahip olduğu başarılarla ölçülür. Endüstri toplumunun ve Batı tarzı yaşama biçiminin insanları getirip bıraktığı yer; “almak”, “daha çok almak” ve “daha çok sahip olmak”tır.

Alınacak olanlar hem prestij, sosyal statü gibi değerlerdir, hem de mal, mülk ve hiçbir zaman tam olarak karşılanması mümkün olmayan ihtiyaçlardır. Endüstrileşme ve modern teknoloji, sadece eski ihtiyaçlarımızı karşılayıp, hayatı bizim için kolaylaştırmakla kalmamış, aynı zamanda, eğer varlıklarından haberdar olmasak, hiçbir zaman ihtiyaç duymayacağımız bir sürü ürünü elde etmek için çalışmak zorunda kalmamıza yol açmıştır.

Makineleşmenin bağımlılığı

Endüstrileşme, hayatımızı değiştirmiş ve bize özgürlük vermiştir. Endüstrileşmenin bize sağladığı imkânlarla, çevreyi kontrol etmemize yarayan araçlarımız olmuştur. Ancak unutmamak gerekir ki, her türlü araç beraberinde bir bağımlılık getirmiştir. Çamaşır makinesi bozulan kadının çamaşır yıkamaktaki güçlüğü, kalorifer kazanı bozulan veya yakıtı alınmayan bir apartmanda yaşayanların ısınma problemleri, çöpleri toplanmayan bir şehrin karşı karşıya kaldığı tehlikeler, hep bize endüstrileşmenin getirdiği bağımlılıklardır. Bu bağımlılıklar bazı durumlarda öylesine artar ki, hayatımızı kolaylaştırdığına, çevremizi kontrol ettiğine inandığımız araçların gerçekte basit işleri karmaşıklaştırdıklarını, çok kere de bizi esir aldıklarını görürüz.

Makine ve araç kullanmanın sebep olduğu bağımlılığın, duygusal ve ruhsal plandaki sonuçlarının yanı sıra, insan bedeni üzerindeki, pek çoğu olumsuz etkilerini de gözden kaçırmamak gerekir.

İnsan bedeni esas olarak güç harcamak ve fizik olarak kullanılmak üzere, olağanüstü bir mükemmellikte düzenlenmiştir. İnsan bedeni belki de, çalışarak gelişen ve performansını artıran tek araçtır. Kullandığımız her araç kendi ömründen ve dayanıklılığından bir şeyler kaybederken, insan bedeni kullanıldıkça ve egzersiz yaptıkça gelişir.

Ancak insan bedeni, teknolojinin son 50 yılda gösterdiği gelişmeden habersizdir. Günümüzde artık bedenimizin gücüne olan ihtiyacımız debriyaja basıp vites değiştirmek, bir düğmeye basıp herhangi bir hareketi başlatmak veya durdurmakla sınırlanmıştır.

 

Neden “Şimdi?”

Halk arasında yaygın inançlardan bir tanesi felaketlerin arka arkaya geldiğidir. Gerçekten de kendi kişisel tecrübelerimiz arasında da örneklerine kolayca rastlayabileceğimiz gibi, insan hayatındaki önemli değişiklik ve kayıpları çok kere sağlıkla ilgili ciddi problem veya ölümler izler.

Fazla ayrıntı ve tartışmasına girmeden, yakın tarihteki birkaç olayı kısaca hatırlamakta yarar vardır.

İsmet İnönü 40 yılı aşan Parti Genel Başkanlığı’nı kaybettikten bir yıl sonra kalpten vefat etmiş; Faruk Gürler bir ara kesinleşmiş gözüyle bakılan Cumhurbaşkanlığı oylamasını kaybedip adaylıktan çekildikten bir yıl sonra kanserden ölmüş; İran Şahı tahtı ile ilgili her türlü ümidin son bulmasından bir yıl kadar sonra yine kanserden hayatını kaybetmiş; Nixon, Watergate skandalı sebebiyle istifa ettikten sonra kalp krizi geçirmiştir.

Gerek Batı Almanya’da gerek ülkemizdeki benzer olayda, rüşvet skandalına adı karışarak istifa etmek zorunda kalan bakanların komisyonda ifade veremeyecek kadar hasta olmaları da, yukarıda sayılan diğer olaylar da şüphesiz rastlantı değildir.

Hastalıklar ile hayat stresleri arasındaki ilişkiye ilerdeki sayfalarda ayrıntılı olarak değinilecektir. Ancak burada kısaca kişiler için çok önemli olan şeylerin kaybı ile sağlık arasında gazete sayfalarına yansımış ve hafızalarda iz bırakmış birkaç olayı hatırlatmakla yetiniyoruz.

Ciddi hastalık veya yaralanmalar sırasında insanlar çok kere “Neden… Allahım neden bana?” diye sorarlar. Kişinin haklı çaresizliğini dile getiren bu sorulara, “Neden şimdi?” sorusu da eklenirse, bazen şaşırtıcı sonuçlara varılabilir. Bu sorunun cevabının bir bölümünü çevre şartlarında ve bu şartların kişiden beklediği uyum ve kişiyi zorladığı değişimde bulmak mümkündür.

Neredeyse insanlık tarihinin bütününde meydana gelen teknik gelişme ve bunun yol açtığı değişim, iki kuşaktan beri, sadece bir tek hayat süresi içinde gerçekleşmektedir.

Geçmiş kuşaklarda sık rastlanan, ailesinin doğduğu yerde yaşayan, komşusunun kızı ile evlenen, babasının işine veya mesleğine devam eden ve hayatını bu çerçeve içinde tamamlayan insanların sayısı çok azalmıştır. Böyle bir insanın hayatındaki değişiklikler çok sınırlı olacak ve bu kişinin uymak zorunda kalacağı yeni durumlar da hiç şüphesiz son derece az olacaktır.

Batı’nın kendi özelliklerinden kaynaklanan göç faktörü, Türkiye için çok daha önemli boyutlarda söz konusudur. Bugünün insanlarının büyük çoğunluğu yeni durumlar, yeni insanlar, iş değişiklikleri, evlilik hayatında dalgalanma veya ayrılıklar, kısacası yeni bir uyum yapmayı gerektiren değişikliklerle karşı karşıyadır.

Çekirdek aile yapısının benimsenmiş olması da endüstri toplumlarının getirdiği zorunlu bir sonuç olmuş ve aile büyükleri ve akrabalarla ilişkiler en aza inmiş, aile içinde de bağların zayıfladığı durumlarda, önceden kestirmeye imkân olmayan bir büyük stres yükü ile karşı karşıya kalınmıştır.

“Stres ve Aile” bölümünde bu konunun ayrıntılarına değinilecektir. Ancak birçok konuda ileri endüstri toplumları ile Türkiye arasında stres konusunda var olan benzerlikler aile içi ve aile büyükleri ile olan ilişkilerde en alt düzeydedir.

Stres Sırasında Bedende Meydana Gelen Değişiklikler

STRES

Stres konusundaki çalışmaların bazıları strese sebep olan olaylara yönelmiş, bazıları ise bu olayların fizyolojik ve psikolojik tepkileri üzerinde yoğunlaşmıştır.

Akademik olarak, stresi meydana getiren olayları “stres vericiler” (stressor), bu olaylara insanın fizyolojik ve psikolojik düzeyde verdiği tepkileri de “stres” (stress) terimi ile ifade etmeyi tercih etmekteyiz. Bu kitapta ise okumayı ve izlemeyi kolaylaştırmak amacı ile ağırlıklı olarak her iki durumu da, yani hem stres tepkisinin kendisini, hem de bu tepkiye sebep olan yaşantıları stres terimi ile ifade ettik.

Stres konusundaki ilk çalışmaların yapıldığı en önemli alanlardan biri stres vericilere karşı canlının fizyolojik tepkilerinin araştırılmasıdır.

CANLININ “SAVAŞ VEYA KAÇ” TEPKİSİ

Stres, organizmanın bedensel ve ruhsal sınırlarının tehdit edilmesi ve zorlanması ile ortaya çıkan bir durumdur. Tehdit ve zorlanmalar karşısında canlı kendini korumaya yönelik bir tepki zincirini harekete geçirme özelliğine sahiptir. Bu özellik, tehlike ile karşılaşınca “savaş veya kaç” diye adlandırılan cevabın ortaya çıkmasıdır. Bir tehlike ile yüz yüze gelen canlı, başaçıkamayacağına inandığı bu tehlikeden uzaklaşmaya çalışır, başaçıkacağına inandığı tehlike ile savaşır ve böylelikle yeni duruma bir uyum sağlar.

Organizmanın tehdit karşısında olduğu stres durumunda insanlarda hem bedensel, hem psikolojik düzeyde bir dizi olay meydana gelir. Aşağıda sayılacak bedensel düzeydeki değişikliklerin bütün insanlarda aynı basamaklardan geçmesine karşılık, psikolojik düzeyde olaylar, kişilik ve çevre gibi bireysel şartlara bağlı birçok değişiklik gösterir.

Bu tepkiler her iki düzeyde tek tek verilebileceği gibi bedensel ve psikolojik yapıların ikisinde birden de ortaya çıkabilir.

 

Şekil 1. Alarm tepkisinde bedende meydana gelen bazı onemli değişiklikler.
(McDonald ve Doyle 1981)
Bedensel düzeydeki stres tepkisinin özelliği, stres vericilerin türüne bağlı olmaksızın ortaya çıkan sabit bir tepki olmasıdır. Bu tepki, organizmanın dengesini bozma tehlikesi gösteren dış şarta otonom sinir sisteminden yöneltilen “kaçma veya savaşma” tepkisidir. Çünkü insan, karşılaştığı tehdit edici durumlarla mücadele ederek veya bu durumlardan uzaklaşarak kendisini korumak zorundadır. Böylece bir tehdit karşısında organizma hayatını sürdürme amacına yönelik bir dizi faaliyette bulunur.

Bu faaliyetler ve anlamları şunlardır:

• Depolanmış yağ ve şeker kana karışır (mücadeleye gerekli enerji için hammadde sağlanır).
• Solunum sayısı artar (bedene daha fazla oksijen sağlanır).
• Kanda alyuvarlar artar (beyne ve kaslara daha fazla oksijen taşınır).
• Kalp vurum sayısı artar ve kan basıncı yükselir (bedenin gereken bölgelerine gerekli kan takviyesi yapılır).
• Kan pıhtılaşma mekanizması harekete geçer (yaralanmalara karşı kan kaybını azaltmak için önlem alınır).

• Kas gerimi artar (kuvvet gerektiren işlere hazırlık yapılır).
• Sindirim yavaşlar veya durur (iç organlardaki kan, kas ve beyne geçer, bağırsak ve mesane adaleleri gevşer).
• Gözbebekleri büyür (daha fazla ışık alınarak algıyı güçlendirmeye yardımcı olunur).
• Bütün duyumlar artar (dış ortamdan daha çok haberdar olunması sağlanır).
• Hipofiz bezi uyarılır (iç salgı sisteminin etkinliği artar, böbreküstü bezinden adrenalin-noradrenalin salgılanır).

Şekil 2: Alarm doneminde enerjinin ortaya çıkmasını sağlayan hormonların yolu.
(McDonald ve Doyle 1981)
Tıp bilimlerinde bir olayın stres verici niteliğinden söz edebilmek için, hayatın devamını sağlamaya yönelik bu klasik stres tepki zincirinin oluşması gerekmektedir.

GENEL UYUM BELİRTİSİ

Stres, organizmanın fizik ve ruhsal sınırlarının zorlanması ve tehdit edilmesiyle ortaya çıkan bir durumdur. Organizmanın tehdit edilmesi ve bu yüzden dengenin bozulması yukarıda anlatılan ve canlılığı korumaya yönelik alarm tepkisinin yaşanmasına sebep olur. Bozulan dengenin yeniden kurulması için yeni duruma uyum sağlanması gerekir.

Bu sebeple stres tepkisi “Genel Uyum Belirtisi”[1] olarak da anılır. Genel uyum belirtisinin üç basamağı vardır. A) Alarm reaksiyonu, B) Direnç dönemi, C) Tükenme dönemi.

 

Şekil 3: Genel Adaptasyon Sendromunun üç dönemi (H. Selye 1977)

A) Alarm reaksiyonu: Bu dönem, insanın veya bir hayvanın dış uyaranı stres olarak algıladığı durumdur. Organizma bu dönemde şoka ve kontrşoka girer. Şok döneminde vücut ısısı ve kan basıncı düşer, kalp    duracakmış gibi olur, eli ayağı çözülür. Hemen ardından kontrşok dönemi gelir. Organizma bu durumla başaçıkabilmek için aktif fizyolojik girişimlerde bulunur. Yukarıda sıraladığımız otonom faaliyet ortaya çıkar.    Amaç, mücadele ederek veya kaçınarak organizmayı korumaktır.
B) Direnç dönemi: Vücudun direnci normalin üzerine çıkar. Yüz yüze olduğu bu stres verici duruma karşı direncini yükseltmiştir. Bu durumdan kaçmak veya ona uyum sağlamak zorunda olduğundan başka stres    vericilere direnci düşer. Örneğin vücut aldığı bir toksine karşı direnç döneminde ise soğuk algınlığına direnci düşüktür. AIDS’li insanların genellikle basit bir soğuk algınlığından kurtulamayarak öldükleri, günümüzde    sıkça rastlanan gazete haberi halini almıştır. Eğer direnç dönemi başarı ile aşılırsa beden normal koşullarına döner, başarısız olunursa beden kuvvetten düşer, çöker.
C) Tükenme dönemi: Stres verici olay çok ciddi ise ve uzun sürerse, organizma için tükenme basamağına gelinir. Bazen bu dönemde yeniden alarm dönemi reaksiyonları ortaya çıkar. Her canlının uyum yeteneği ile    enerjisi farklıdır ve sınırlıdır. Uyku ve dinlenme vücudu onarabilir ama devam eden ve başaçıkılamayan stresler karşısında, denge bozulur, uyum enerjisi biter. Bunların ardından tükenme ve bitkinlik nöbetleri    görülür, artık geri dönüşü olmayan izler organizmaya kazınmaktadır. Bu, hastalıklara çok açık olunan bir dönemdir.
Selye, yıkımı “adaptasyon hastalığı” olarak tanımlamıştır. Sonunda bedensel tükenme ve ölüm meydana gelir. Eğer beden savunması streslere karşı koyabiliyorsa genel uyum belirtisi iyi çalışıyor demektir. Selye’ye göre yaşlanma, sabit adaptasyon enerjisinin zamanla aşınmasıdır. Bu açıdan psiko-somatik sonuçların ortaya çıkmasında üç önemli faktör vardır. Bunlar; stresin şiddeti, kronikleşmesi ve genel uyum belirtisinin hangi aşamada olduğudur.

Selye, stresin fizyolojik etkilerini vurgulayarak bu konudaki çalışmalara önemli katkılar sağlamıştır. Ama konu laboratuvar hayvanlarından insana doğru kaydırılınca sonuçlar insanın bireysel özelliklerine

bağlı olarak farklılıklar doğurmaktadır. Çünkü bir insanın çok stres verici bulduğu yaşantı, diğer insan için hiç de rahatsız edici olmayabilir. Konunun bu yanına stres ve psikolojik özellikler bölümünde değineceğiz.

Alarm reaksiyonu olarak adlandırılan dönem, organizmanın dış uyaranı stres olarak algıladığı durumdur. Bu durumda yukarıda sıraladığımız otonom faaliyetler ortaya çıkar. Amaç, mücadele ederek veya kaçınarak organizmanın iç dengesini yeniden kurmaktır.

Stres verici koşullara rağmen uyuma elverişli bir durum ortaya çıkarsa direnç oluşur. Bu durumda organizmanın alarm tepkisi sırasındaki belirtileri ortadan kalkar. Direnç döneminde vücudun direnci normalin üzerindedir. Organizma dengeye kavuşunca uyum enerjisi biter, ardından tükenme ve bitkinlik dönemi başlar. Bu dönemde de alarm döneminin özellikleri görülür. Ancak bunlar (ülserdeki hücre yıkımı gibi), geriye dönüşü olmayan izlerdir.

PSİKO-SOSYAL HASTALIK MODELİ

Bu üç basamaklı uyum süreci, belirli şartlarda bazı hastalıklara öncülük ettiği düşünülen stres mekanizmasıdır. Psiko-sosyal kökenli hastalıklar için klasik olarak kullanılan tanımlardan biri de H. Selye’nin yukarıda anlatılan stres mekanizması temeline oturtulmuştur. Kagan ve Levi’nin oluşturdukları bu model Şekil 4’te görülmektedir.

1) Psiko-sosyal uyaranların ortak etkisi olarak,belirli şartlar altında belirli kişilerde hastalığa sebep olabileceğinden şüphelenilen ve organizmayı yüksek beyin faaliyeti aracılığıyla etkileyen, kaynağını psiko-sosyal    ilişkilerden alan uyaran kastedilmektedir.
2) Psiko-biyolojik programın organizmadaki belirleyicileri, genetik faktörler ile geçmiş yıllardaki çevresel etkilerdir. Bu program, örneğin bir problemi çözmek veya herhangi bir durumda çevreye uyum sağlamak    konusunda kişinin, belirli bir kalıba uygun olarak (ikna etmek, bağırmak, silaha sarılmak gibi) tepki verme eğilimidir.
3) Mekanizmalar, organizmada psiko-sosyal bir uyaranın sebep olduğu bedensel reaksiyonlardır. Bu bedensel tepkiler bazı şartların yoğunluğu, sıklığı ve sürekliliği altında “hastalık ön belirtileri”nde ve doğrudan    doğruya hastalığın kendisine öncülük eden çeşitli değişkenlerin varlığında ortaya çıkar. Bu mekanizmaya örnek olarak burada stres gösterilmiştir. Stres, Selye’nin tanımladığı şekilde ele alınmış ve üç temel özelliği    ile değerlendirilmiştir.
a) Organizmada değişmez bir tepki zinciri oluşturur, b) Filogenetik[2] olarak en eski uyum kalıbıdır ve c) Esas olarak organizmayı bedensel bir faaliyete hazırlar (savaş veya kaç). Psiko-sosyal değişiklikler ve    modern hayatın diğer şartları tarafından harekete geçirilen bu temel tepkiler, ses gibi fizik veya psikolojik bir distres veya fonksiyon bozukluğunu, hatta yapısal bir bozukluğu ortaya çıkarabilir. Özet olarak stres,    belirli şartlarda hastalığa öncülük ettiğinden şüphe edilen bir mekanizmadır.
4) Hastalığın ön belirtileri; o anda bir yetersizlik (kuvvetsizlik) ortaya çıkartmamış, ancak devam ettiği takdirde problem çıkartacak olan ruhsal veya bedensel sistemlerdeki fonksiyon bozukluklarıdır.
5) Hastalık ruhsal veya bedensel fonksiyon bozukluğunun sebep olduğu yetersizliktir. “Yetersizlik”, verilmiş görevi yerine getirmek konusundaki tükenmedir. Bu her zaman esasla ilgili görevleri, normallikle ilgili    görevleri ve (daha fazlası bilindiğinde de) en uygun olanla ilgili görevleri içerir.
6) Etkileşen değişkenler; kişiden gelen veya dıştan gelen ruhsal veya bedensel faktörlerdir. Bunlar mekanizma, hastalık ön belirtisi veya hastalık safhasındaki sebep-sonuç faktörünün hareketini değiştirir.    “Değiştirme” kelimesi ile hastalığa uzanabilen süreci harekete geçireceği veya önleyeceği kastedilmektedir.

Şekil 4: Psiko-sosyal Kokenli Hastalıklar İcin Teorik Model
(Kagan ve Levi, 1972)

Psiko-sosyal uyaran, çevredeki değişkenleri, psiko-biyolojik program ise bireysel değişkenleri tanımlar. Her ikisi de çok sayıda değişkeni içerir. Bu iki değişkenin kesişmesi, bir başka ifadeyle o birey için o durumun stres verici olması, mekanizmanın işlemesine ve diğer etkileşen değişkenlerin devreye girmesine sebep olur. Olayın bütününe bakıldığında en karmaşık değişkenlerin, bireye bağlı değişkenler olduğu görülür.

Bedensel açıdan organizmada belirli bir uyarana karşı “özelleşmemiş” (nonspesifik) bir tepki zinciri faaliyete geçerken, psikolojik olarak olayın stres verici bir nitelik kazanması “özel” (spesifik) faktörlere bağlıdır. Tıp alanında özelleşmemiş tepkinin organizmada yarattığı çeşitli değişiklikler ayrıntılı biçimde incelenmiştir. Ancak bu arada olayın stres verici olarak değerlendirilmesine karar veren psikolojik sistemler ihmal edilmiştir. Lazarus ve Manson bu konuda çalışmalar yaparak, olayın bireye bağlı ve özelleşmiş bir tepki olduğunu ortaya koymuşlardır. Bu özelleşmeyi bireye özgü nitelikler ve zihinsel şartlar sağlamaktadır. Aynı çevre faktörleri bütün insanlar tarafından aynı biçimde yorumlanmamaktadır. Bazı insanlar için stres verici olan durumlar bazıları için böyle bir anlam taşımaz.

STRESİN SEBEP VE SONUÇLARI

Şekil 5’te çeşitli sebeplerle ortaya çıkabilecek olan stres tepkilerinin, kısa ve uzun zamanda organizmayı hangi boyutlarda tehdit edebileceği gösterilmiştir. Strese karşı verilen tepkiler uzun bir zaman dilimi içinde kronik hastalıkların gelişmesine zemin hazırlar. Streslerin sıklığı ve yoğunluğu zamanı kısaltabilir. Bu hastalıklar başağrısı, yüksek tansiyon, kalp rahatsızlıkları gibi bedensel hastalıklar olabildikleri gibi, psikolojik veya zihinsel hastalıklar da olabilir. İnsanlar edinmiş oldukları davranış kalıplarına ve zihinsel özelliklerine göre stres karşısında psikolojik tepki olarak geri çekilme, kabullenme, karşı koyma veya korku, endişe, depresyon gibi duygusal problemler geliştirebilirler. Öte yandan dikkatin azalması, zihni bir konu üzerinde toplama güçlüğü, çeşitli konular arasında ilişki kurma güçlüğü, aşırı unutkanlık, obsessif (takıntılı) düşünceler zihinsel düzeydeki problemlerden bazılarıdır.

 

Şekil 5: Stresle Başa Cıkma Programından (Nathan ve Charlesworth, 1980)
Görüldüğü gibi stresler, çeşitli düzeylerde ortaya çıkmasına zemin hazırladıkları problemlerle, kişinin verimliliğini düşürür, hayattan aldığı zevki azaltır ve yakın çevre ile olan duygusal ilişkilerini zedeler.

 

Stresten korunma yolları

Psikolojik anlamda stres, kişiye özgü ve biricik olan bireysel bütünlüğü zorlayıcı ve bozucu etkenlerdir. İnsan stresler karşısında psikolojik ve sosyal bütünlüğünü korumak amacındadır. Bu korunmayı hem bilinçdışı mekanizmaları, hem de bilinçli çabaları ile yapar.

Kişiliği koruyan mekanizmalardan birincisi “Ben savunma mekanizmaları” olarak tanınan, bilinçdışı çalışan, gerçeği bozan korunma yollarıdır. Bütün temel psikoloji kitaplarında tanımlanan bu bilinçdışı savunma mekanizmalarının en çok kullanılanları, bastırma, unutma, karşı tepki geliştirme, yansıtma, yer değiştirme ve gerilemedir.

Kişiliği koruyucu diğer mekanizmalar bilinç ve çaba gerektiren gayretleri içerir. Stres karşısında bilinçli sistemlerin harekete geçmesiyle daha çok bilgi edinme, anlama, algı alanını genişletme ve değerlendirme, farklı şartlar deneme, yeni çözümler arama, yapıcı düşünceye yönelebilme gibi karmaşık zihinsel süreçler etkinlik gösterir. Bu süreçlerin korunmayı sağlayıcı biçimde yönlendirilmeleri kitabın “Stresle Başaçıkma Yolları” bölümünde ayrıntılı olarak anlatılmıştır.

 

Stres altında insan

Kişi bireysel bütünlüğüne yönelen tehditlere karşı, özellikle zihinsel düzeyde başarılı bir mücadele veremezse, başaçıkamadığı streslerin biriken ve yoğunlaşan etkileri sonucu davranış düzeyine yansıyan bazı belirtiler şunlardır:

a) Önemli veya önemsiz, daha önceden kolaylıkla verilebilen kararları vermekte güçlük,
b) Değersizlik, yetersizlik, güvensizlik ve terkedilmişlik duyguları,
c) Alışılmış davranış biçimlerinde önemli değişiklik,
d) En iyi olanı değil, garanti olanı seçmek,
e) Uygun olmayan durumlarda ortaya çıkan öfke, düşmanlık ve kızgınlık dalgaları,
f) Sigara ve içki içme eğiliminin artması,
g) Kişisel hata ve başarısızlıkları sürekli düşünmek,
h) Aşırı hayal kurmak, sık sık düşünceye dalıp gitmek,
ı) Duygusal ve cinsel hayatta düşüncesiz davranışlar,
j) Birlikte olunan kimselere aşırı güven (veya güvensizlik),
k) Alışılmıştan daha titiz veya işin gerektirdiğinden daha fazla çalışmak,
l) Konuşma ve yazıda belirsizlik ve kopukluk,
m) Nispeten önemsiz konularda aşırı endişelenme veya tam tersine gerçek problemler karşısında ilgisizlik ve kayıtsızlık,
n) Sağlığa aşırı ilgi,
o) Uyku bozukluğu (zor uyuma veya gece boyu sık sık uyanma),
p) Ölüm ve intihar fikirlerinin sık sık tekrarlanması. Öte yandan bireyin streslere açık olmasında rol oynayan iki faktör vardır. Bunlardan ilki streslerle karşılaşmanın sıklığı ve karşılaşılan stresin süre ve anlamı bakımından niteliğidir. Bireyin strese açık oluşunda rol oynayan ikinci faktör streslerle başaçıkabilmek konusundaki kişilik donanımıdır.

Stres ve Psikolojik Özellikler

STRESİN PSİKOLOJİK YÖNÜ

Psikologlar açısından stres, onu zihninde taşıyan kişiye aittir. Hepimiz günlük, basit gözlemlerimizden, aynı olaya farklı kişilerin farklı tepki ve yaklaşımlarının olduğunu biliriz. Bu farklılık zihinsel şartlardan, sosyal şartlara kadar uzanan değişkenlerden kaynaklanır. Hatta biliriz ki, biz bir gün dış ortamdan gelen uyaranlara gülüp geçerken, bir başka gün aynı olaylara sert tepkiler verebiliriz. Bu sebeple stres olgusu incelenirken, stres verici durumlar kadar onlarla karşılaşan bireyin psikolojik özelliklerinin de ele alınması ve değerlendirilmesi önem taşır. Stres ve stres vericilerin insana etkisi söz konusu olunca, insanın psikolojik bütünlüğünü oluşturan düşünce, duygu ve davranışlarını anlamaya, tanımaya gerek vardır.

Stres tepkisi, ortamda ne olduğuna bağlı olarak değil, insanın olana nasıl tepki verdiğine bağlı olarak ortaya çıkar. Hissettiklerimiz esas olarak düşündüklerimiz paralelindedir. Bu sebeple stres belirli insanla belirli olayın etkileşiminde ortaya çıkar. Yani olay tek başına bir belirleyici değildir. Burada kilit nokta, o belirli durum ile o belirli kişi arasındaki işlemdir.

1) Bu insan aynı şartlarda karşılaştığı ilk yaşantısında neler yaşamıştır?
2) Bugün için bu durumla başaçıkma becerisi nasıldır?
Bunlara bağlı olarak oluşan düşünme, hissetme ve davranma biçimimiz insan olarak biricikliğimizi ve olaylarla etkileşim yolumuzu ortaya koyar. Bu biricikliğimizde geçmiş yaşantılarımız ve hayata bakışımız vardır.

• Üç yetişkin çocuğu olan bir babanın vefatını düşünelim. Çocuklarından ikisinin evlenmiş ve kurdukları yeni düzende hayatlarını sürdürdüklerini; diğerinin de evlenmeyip baba ile yaşadığını düşünelim. Bu ölüm olayının, evlatlar için önemli bir stres verici durum olmasına karşın, her üç çocuğu da aynı düzeyde etkilemesi söz konusu olabilir mi?
• Bir arkadaş toplantısına gidecek iki ailenin, çocukları arasındaki tartışmayı yatıştırırken geciktiklerini varsayalım. Aileler aynı tepkiyi mi verirler? Tabii ki hayır. Örneğin bir aile; “Hay Allah gecikiyoruz” diye düşünüp telaşlanırken, bir diğeri, “Bu çocuklar beni çıldırtacak” diye düşünerek, sinirlenebilir.
• Araba kullanmaktan zevk aldığını söyleyen bir insan ile, arabadan nefret ettiğini, zorunluluklar nedeniyle direksiyon başına oturduğunu ve trafikte tükendiğini söyleyen bir başka kişinin işlerinin bittiğini düşünerek evlerine döndükleri bir anda, araba ile bir yere gitmek zorunda olduklarını öğrenmeleri aynı tepkilere sebep olabilir mi? Bu insanların düşündükleri ve hissettikleri aynı olabilir mi? Daha önce de belirttiğimiz gibi aynı olay farklı kişilerde, hatta bazen aynı insanda farklı zamanda, farklı tepkilerin ortaya çıkmasına sebep olabilir. Öyle ise belirli uyarana, belirli tepkiler verilir diye bir genelleme yapılamaz.
Buradaki en önemli ve biricik değişken, bireye özgü farklılıklar gösteren psikolojik mekanizmalardır. Bir olayı algılayışımız ve onunla başaçıkabilecek becerilerimizi değerlendirişimiz, o olayı “stres verici” veya “stres vermeyici” olarak tanımlamamıza sebep olur.

Lazarus zihinsel psikoloji ile ilgili çalışmalarında konunun bu boyutuna ışık tutmuştur. Durumu tanımlamamıza yardımcı olan faktörleri birincil değerlendirme ve ikincil değerlendirme sistemleri olarak ele almıştır.

1) Birincil değerlendirme; yaşanılan durumun algılanması ve kişi için ne anlama geldiğinin değerlendirilmesidir. Bu dönem, yaşantının anlamını keşfetme dönemidir. Bize uymayan bir şeyin olup olmadığına bakarız, durum bizi herhangi bir şekilde etkilemiyor ise nötr bir yaşantıdır, ya da bizim iyiliğimize destek oluyor, bizi koruyor ise olumlu bir yaşantıdır. Stres verici olarak değerlendirmemiz için bu yaşantının bizi zedeleyeceğini, mücadeleye zorlayacağını yani tehdit edeceğini düşünmemiz gerekir.
2) İkincil değerlendirme. Birinci aşamada kişi yaşantıyı stres verici (tehdit edici) olarak değerlendirmiş ise ikinci aşamada olayı yönlendirme ve olay ile başaçıkabilme yolları ile ilgilidir. Artık imkânları ile bu konuda ne kadar etkin olabileceğine bakar. Bu aşamada da başaçıkabilme davranımını yeterli bulmaz, eksik görür ise artık tam bir stres söz konusudur. Kişi psikolojik düzeyde de, bedensel düzeyde de stres tepkisi verir. Yani düşünce, duygu ve davranış düzeyindeki yıkıcı ve olumsuz tepkiler ile birlikte, bedendeki alarm reaksiyonları devreye girer.
Örneğin bir öğrencinin girdiği bir sınavdan zayıf not aldığını düşünelim ve birincil, ikincil değerlendirmeler açısından yaşantıyı izleyelim.
• Öğrencilerin biri “Bu sistem içinde iyi not alsam ne olur, kötü not alsam ne olur. Arkadaşlarımın yarısından çoğu zayıf almış zaten” diye düşünebilir. Görüldüğü gibi burada birincil değerlendirmede olaya bakılmış, anlamı yorumlanmış ve bir tehdit olarak algılanmamıştır.
•  Öte yandan bir başka öğrenci “Niçin zayıf aldım, bu başarısızlıklar beni küçük düşürüyor” diyerek birincil değerlendirmede yaşantıyı tehdit edici bulabilir. Çünkü kendi iyilik halinin ve hoşnut olduğu bütünlüğünün bozulduğunu düşünmüştür. İşte o zaman bu öğrencinin ikincil değerlendirmesi iki yönde olabilir. Ya başaçıkma becerileri açısından kendisini olumlu değerlendirir, “Bu defa şu sebeplerle olmadı ama ben bunları değiştirebilirim, nerelerde eksikliklerim olduğunu biliyorum” diyerek değerlendirmesine bir tehdit algısı koymaz, ya da “Ben bu işleri beceremeyeceğim, bu lise nasıl bitecek” şeklinde düşünerek ikincil değerlendirmede başaçıkma becerisi gösteremez ve bu yaşantı hem duygusal dünyasına hem de bedenine bir stres tepkisi verdirecek şekilde yansımış olur.
Sözünü ettiğimiz değerlendirmelerde rol oynayan ve stres damgasını vuran, kişiden kişiye farklı değerlendirmelerin ortaya çıkmasına sebep olan temel özellikler “kişiye özgü psikolojik” özelliklerdir.

Bir durumun birincil ve ikincil değerlendirme sistemleri sonunda tehdit olarak algılanmasında rol alan psikolojik faktörler esas olarak üç açıdan ele alınır:

1) İhtiyaç ve güdüler

2) İnanç sistemleri ve algısal özellikler
3) Eğitim ve bilgi birikimine bağlı zihinsel kaynaklar
Örnek olarak trafikte sıkışan ve randevusuna geç kalan bir kişiyi düşünelim?
1) Bu saatte arkadaşlarımla birlikte olmayı istiyordum (ihtiyaçlarımıza bağlı güdüler).
2) Ben şanssız bir insanım, niyetlendiğim, arzu ettiğim şeyler olmaz (kalıp inançlar, algı değerlendirmesi).
3) Bu şehrin trafiğinde zaten hiçbir yere gidilmez, özenmek hata. “Burası yaşanacak şehir değil” diyor herkes, gerçekten doğru (Şehirle ilgili bilgilerin kendi zihinsel kaynakları çerçevesinde değerlendirilmesi).
Sonuç psikolojik ve bedensel düzeyde zorlanma tepkileridir. Bu sonucun çıkmaması için basamaklardan birinde “tehdit” değerlendirmesinin dışına çıkılması gerekiyor.

Şekil 6: İhtiyaclar Piramidi
İHTİYAÇ VE GÜDÜ

Kişinin duygusal yaşantılarındaki duruşunu, ihtiyaçları ve güdüleri (motivation) belirler. Çünkü davranış, yani harekete geçmek, ihtiyaçlardan kaynaklanır ve güdülerle yönlenir. İhtiyaçları karşılayan davranışlar her zaman aynı olmaz. Aynı insan kahvaltı etmek gibi günlük temel bir ihtiyacını karşılarken bile çok farklı güdülere sahiptir. Bir gün büyük bir istekle zevkli bir sofra hazırlarken, bir başka gün bir bardak çayı zor içebileceğimizi hissederiz. Hepimizin bildiği gibi, kişi aynı olduğu halde temel ihtiyacını karşılama güdüleri çok farklı olabilmektedir. Yapılan her hareketin ardında bu harekete yol açan bir güdü (motiv) vardır. Bu güdüler bireysel ihtiyaçlar ve çevreyi algılayışımız ile biçimlenir.

Çeşitli ihtiyaç sıralamalarının varlığına rağmen, bugün psikolojide yaygın olarak kabul gören ihtiyaç sıralaması Maslow tarafından yapılmıştır. Bu sıralamada ilk ve en alt sırayı biyolojik ihtiyaçlar alır. Ancak bu ihtiyaçların tatmin edilmesinden sonra daha üst basamaktaki karmaşık psikolojik ihtiyaçların tatminine yönelmek mümkün olur.

ALGIDA İHTİYAÇLARIN ROLÜ

Bu ihtiyaçlar hiyerarşisi algıda en temel unsurdur. Kişinin kendisini gerçekleştirmesine kadar uzanan ihtiyaçlarını aşağı basamaklarından başlayarak doyurması gerekmektedir. Bu ihtiyaçların karşılanmasındaki aksaklık veya gecikmeler, gerçeklerden uzaklaşmaya yol açar. Algı yanılmaları konusunda çeşitli araştırmalar yapılmıştır. Örneğin yemek ihtiyacının tatmin edilmemesinin insanları nasıl etkilediği araştırılmıştır. Bir gruba yemekten 1 saat sonra, bir gruba 4, diğer gruba 16 saat sonra, projeksiyonla perdeye aksettirilen görüntünün ne olduğu sorulmuştur. Gerçekte perdeye hiçbir şey yansıtılmadığı halde üç grup deneğe de: “Perdede silik olarak görülen resimde masanın üzerinde üç şey var. Masanın etrafındaki kişiler memnun görünüyorlar. Acaba bu insanlar ne yapıyorlar?” diye sorulmuştur. Tok olanlar, aç olanlara kıyasla daha çok yemek ile ilgili bir görüntü algılamışlardır.

İhtiyaçların “olanı farklı algılama” veya “olmayanı algılama” yönündeki etkileri psikolojide pek çok çalışma ile tespit edilmiştir. Bu konudaki bir başka araştırmada perdeye belirgin bir görüntü düşürülmeden “Şimdi bir sigara ve bir köfte görüyorsunuz, bunlardan hangisi daha büyük?” diye sorulmuştur. Tok deneklere kıyasla aç deneklerin % 75’i köftenin daha büyük olduğunu söylemiştir.

İnsan dış dünyanın biçimi belli nesnelerini bile, kendi ihtiyaçları yönünde farklı algılamaktadır.

Algılarımız duyu organlarımıza gelen uyarıların zihnimizdeki bir aynaya yansıması değildir. Ne fiziksel özellikleri olarak sıralanan ses, biçim, boyuttur, ne de yüzlerdeki ifadelerin ve kelimelerin videoya kaydedilişidir. Algılarımız bizim bu şemalara verdiğimiz anlamlarla ortaya çıkar. Algılar nesne veya durumun görüntüsel yansımasından farklıdır, bireyin yukarıda saydığımız üç özelliğine bağlı olarak meydana gelir. Algı mekanizması uyaranı pasif olarak alan ve standart bir formda koruyan bir yapı değildir. Duyusal şemalar beyin kabuğunda o kişi için kendi psikolojik özellikleri açısından en “uygun”, en “anlamlı” bileşim içinde yerini alır. Yukarıda da değindiğimiz gibi bir durumun stres olarak değerlendirilmesi, ortaya çıkan şemaların “tehdit” anlamını taşımasıyla gerçekleşir. Stresin psikolojik analizinde anahtar kavram birincil ve ikincil değerlendirmeler sonunda bireyin ihtiyaçlarına bağlı olarak “tehdit” kararının zihinsel düzeyde varolmasıdır.

ALGIDA HAZIRLIK

Algı psikolojisi ile ilgili önemli bir konu da algıda hazırlık ve bu hazırlığa bağlı olarak algının organizasyonudur. Olaylar ve objeler hiçbir zaman “başı ve sonu kendileri ile sınırlı” olarak algılanmamaktadırlar. İnsan dış çevreden gelen uyaranları tek tek alır ve onları bir bütünün çeşitli parçaları olarak birleştirir ve o durumla ilgili bir algı oluşturur. Bu bütünde her insanın kendine özgü ihtiyaçları ve dürtüleri kadar geçmiş yaşantılarla kazanılmış kalıp inançlar ve kalıp yargılar rol oynar. Yapılan çalışmalar önyargıların yani inançlar ve kalıp düşüncelerle ilgili ön hazırlığın algı oluşumunda % 75 rolü olduğunu göstermiştir. Çocuklar, erkekler, ev kadınları, çalışan kadın vb. konularda veya kavramlarla ilgili önyargılarımızın bu durumdaki algı değerlendirmemizde en etkin boyut olduğunu ortaya koymuştur. Yaşanmakta olana bakışımız, yaşadığımızın objektif değerlerinden çok bizim o konudaki inanç ve kalıp düşüncelerimize bağlıdır.

Şekilsel olarak bile bir önceki görüntü bir sonraki görüntüyü kendi paraleline çeker (Şekil 7).

Özet olarak ihtiyaç ve güdülerimiz ile geçmiş yaşantılarımızın oluşturduğu önyargılar, algıda seçiciliği ve hazırlığı belirler. Stres açısından önemli olan o olayın o kişi için “tehdit edici” olarak algılanıp algılanmamasıdır. Bireysel farklar bu psikolojik ayrılıklardan kaynaklanır, ihtiyaçlar ve geçmiş yaşantılar genel geçer değildir, bireye özgüdür.

 

Şekil 7. Eskiden görmüş bulunduğumuz şeyler yeni algılarımızı etkilemektedir. Yukarıdaki
resimlerden önce B’yi görmuş olanlar, A resmine baktıları zaman bir genc kadın gormektedirler. Önce C’yi görmüş olanlar, ise A’ya bakınca ihtiyar bir kadın görürler.
DUYGULAR

Önyargıların algıyı belirlemesindeki en temel faktör zihinsel süreçler sonunda ortaya çıkan duygulardır. Stres kuramı içinde duygu “çevre ile insan arasında uyuma yönelik ilişki türlerinden doğan yaşantı” olarak tanımlanır. Duyguların çevreyle (uyaranlarla ilgili) ve insanla (ihtiyaçlar, güdüler ve psikolojik özelliklerle ilgili) etkileşimleri vardır. Olay karşısında ortaya çıkan duygusal tepkilerin tabiatı ve kalitesi bireyin çevre-insan ilişkisini (uyum çabasını) değerlendirme biçimini yansıtır.

Şekil 8’de görüldüğü gibi duyguların ortaya çıkma biçimini belirleyen faktörlerden biri de zihinsel faktörler içinde yer alan geçmiş yaşantılara ait anılardır. Bu anıları, yapılandırarak bireyin duygu oluşumunu belirleyen, kişinin içinde yer aldığı, yaşadığı sistemlerin düşünce biçimleridir.

Örneğin, aile ortamı, çocuğun yetiştirilmesi, aile üyelerinin etkileşimi, anne-babanın görüşleri, yetişkinlerin olaylar karşısındaki düşünce ve tutumları.

Yukarıda duygunun çevre ile insan arasında uyuma yönelik ilişki türünden doğan bir yaşantı olduğunu söylemiştik. Bu uyumun başarılı olması “duygusal denge”yi gerektirir. Böylece haz vermeyen duygu yaşantılarının, haz veren duygularla yönlendirilmesi ve giderilmesi sağlanır. Bu tür bir duygusal denge iki yoldan gerçekleşir.

Bunlardan birincisi hoşa gitmeyen duygularla hoşa giden duyguların yer değiştirmesidir. Bu yer değiştirme belirli bir duruma geçici olarak uyumu sağladığı için sağlıklı bir uyum değildir. Bu yolla sağlanan duygusal denge çoğunlukla çevre baskısı ile olur ve olgunlaşmamış bir kişiliğin ürünüdür.

İkincisi, hoşa gitmeyen duyguları yaratan şartları farklı bakış açılarından görmeye çalışmaktır. Duygusal dengenin hoşgörü ile sağlanması geniş boyutlar kazanmış, olgunlaşmış bir kişiliğin ürünüdür. Duygusal hoşgörünün gelişmesi insan ilişkilerine rahatlık, kişiliğe esneklik ve derinlik katar.

Şekil 8: Zihinsel Bedensel Duygu Teorisi
Zihinsel-bedensel duygu teorisi Şekil 8’de gösterilmiştir. Duygu bu üç kaynaktan gelen bilginin bütünleşmesi ve bilinç düzeyinde yaşanmasını içerir. “Duygunun hissedilmesi” kişinin bu “fark etme”, “uyanma” dönemini saptayıp adlandırmasıdır. Adlandırma, niteliğini (güzel, iyi, rahat, korkunç, engelleyici vb.) zihinsel süreçlerin değerlendirmesinden alır. Bu değerlendirmede de uyaran aynı olmasına rağmen büyük bireysel farklar olur.

 

Şekil 9: Uyaranı yapılandıran mekanizmalar

Algı bir tehdit algısı ise “değerlendirme” zarar görme, tehdit edilme, mücadele etme duygularını; algı olumlu bir algıysa, rahat, huzur, dengelilik gibi duyguları yaşatır.

Çevreden gelen uyaranların insan organizmasına stres verici olarak ulaşması ve stres tepkilerini başlatan ve genişleten bir özellik kazanması bir taraftan psikolojik, diğer taraftan bedensel mekanizmaların devreye girmeleri ve gösterdikleri faaliyetlere bağlıdır.

Şekil 9’da uyaranın stres verici olarak değerlendirilmesini ve bundan sonra onunla başaçıkmak için yapıcı veya yıkıcı olabilen psikolojik mekanizmalar ile stres verici duruma karşı organizmada mücadele veya korunmayı sağlayacak bedensel mekanizmalar görülmektedir.

 

Duyguların gelişim özellikleri

Duyguların tanımlanması ve duygusal yaşantılar hayatın ilk yıllarından 5 yaşına kadar hızla artar, 5 ile 11 yaşlar arasında bu artış yavaşlar ve 11-16 yaş arasında yine hızlı bir artış gösterir. Çocukluk duyguları, 1) kısa süreli, 2) yoğun, 3) geçici, 4) aynı duyguda farklı tepkiler ortaya koyan ve 5) zorlanma ile değişebilir niteliktedir.

Olgunlaşma ile birlikte duyguların niteliğinde sabitlik ve dengesizlik yönünde bir değişme beklenir. Duygusal dengelerin sağlanması ve olumlu duygusal yaşantılar içinde olunması konusunda yardımcı teknikler, kitabın “Stresle Başaçıkma Yolları” adlı III. Bölümünde verilmektedir.

KİŞİLİK ÖZELLİKLERİ

Otoyolda kaza yapan araçların sürücülerinin bu olaya tepkileri birbirlerinden çok farklıdır. Tepkilerin farklılığını olayı algılayıştaki farklar kadar, kişilik vasıflarındaki farklar da etkiler.

Ebeveynler ortak yaşamları içerisinde çocuklarına karşı, birbirlerine uyan tepkiler vermeyi kararlaştırsalar bile, kişiliklerinden yansıyan üslup farklarının sonucu etkilediği bilinir.

Kişilik, insan yapısının, duygusal durumunun, davranış biçimlerinin, ilgilerinin, yeteneklerinin ve diğer psikolojik özelliklerinin en karakteristik ve orijinal bütünüdür.

Kişilik tanımında ruhsal sürekliliği yansıtan benlik ve çeşitli kişiliklere özgü nitelikleri yansıtan karakter kavramları vardır. Benlik kavramı bireye özgü düşünce, duygu ve idealler ile yetenekleri, karakter ise bu niteliklerin eyleme dönüşmesini ve bireysel farklılıkları içerir.

Kişilik özellikleri ile stres arasındaki ilişki, birçok araştırmacı tarafından incelenmiş ve Eysenck kişilik ölçeği (EPI) ile yapılan değerlendirmeler konuya ışık tutmuştur. Bu ölçek kişiliği çeşitli boyutlardaki özellikleri ile değerlendiren bir ölçektir.

Eysenck, organizmanın kalıtsal ve çevresel şartlarla belirlenmiş olan aktüel veya potansiyel davranış kalıplarının bütününü kişilik olarak yorumlar. Kişilikteki iki ana boyuttan birincisi nevrotiklik, bunun karşıtı olan dengeliliktir; ikincisi dışa dönüklük ve bunun karşıtı olan içe dönüklüktür. İnsanlar bu boyutlardan sadece birinin bir yönünden değil, her iki ana boyut ve karşıtlarını oluşturan çeşitli niteliklerden pay alırlar. Bunlardan biri daha baskındır ve bu sebeple kişiliği belirleme özelliğine sahipti

Bunlardan nevrotik davranışı belirleyen üç temel özellik, nevrotik davranışın öğrenilmiş olması, uyumsuz olması ve yoğun bir duygusal yüke sahip olmasıdır. Örneğin, normal bir insan, becerisini gösterirken zorlanacağı bir işle karşılaştığında çeşitli yollar dener. Bu yollar arasında, “daha farklı ve kolay bir işle ilgilenmek”, sebep uydurarak bu işle “yüz yüze gelmeyi geciktirmek” veya temelinde bu işten kurtulma isteği yatarak “başka bir işe yönelmek” sayılabilir. Nevrotik bir insan, sınırlarını zorlayan bir işle karşılaştığında, bu rahatsız edici durumdan kaçınmak için daha farklı bir yola başvurur. Bu yol, birdenbire ortaya çıkan bir yorgunluk, bir başağrısı, veya işi yapmayı engelleyen başka bir bedensel güçlüktür.

Streslerin somatize[3] olarak organizmaya malolmasını nevrotiklik boyutunun baskınlığı belirler. Fizik veya psikolojik stres altında çeşitli kişilikler farklı risklere sahiptir.

Gündelik çeşitli streslerde dikkatli bir gözlemci kişilik özelliklerine bağlı değişiklikleri kolayca fark edebilir. Stres verici durumdaki tepkiler, kişilik özelliklerine göre korku, kaygı, gerilim veya geri çekilme vb. farklı psikolojik nitelikler olabileceği gibi, terleme, kızarma, kalp atışlarının hızlanması gibi farklı fizyolojik nitelikler de olabilir. Farklı kişiler aynı tepkileri verseler bile, bunların şiddetleri birbirlerinden farklıdır.

STRESLE BAŞAÇIKMAYI ZORLAŞTIRAN
KİŞİLİK ÖZELLİKLERİ

Kişinin stresi yaşamaması, kişilik donanımları ve elindeki imkânları kullanabilmesi ile ilişkilidir. Bu sebeple kişisel özellikler stresten korunabilme derecesini de belirler. Bunlar kişinin değişimlere uygun olarak kendini programlayabilme yeteneği (esneklik), çevre gelenekleri ve geçmiş tecrübelerinden elde ettiklerine bağlıdır.

Görüldüğü gibi yeni koşulları kabullenmek, değişim şartlarını görmeye gayret etmek ve esneklik, stresle başaçıkmak konusunda büyük önem taşır. Diğer yandan yukarıda sayılan olumsuz kişilik özelliklerinden biri veya birkaçı insanın uyumunu zorlarsa, bu özelliği tanıması ve onunla başaçıkmayı isteyip istemediğine karar vermesi gerekir. Çünkü bu olumsuz özellikler yanlış bir dengeyle de olsa ikincil kazançlar yoluyla ayakta durmayı sağlayabilir.

Davranış kalıplarının kazanılmasında rol alan diğer faktör, kişinin içinde yaşadığı gruptur. Bireyin sağlıklı başaçıkmak konusunda örnek kalıplar edinmesini sağlayan, içinde yetiştiği ve yaşadığı çevredir. Çevre hoşgörüye dayalı olmayan, önemli ve sıradan olaylar karşısında suçlayıcı, kahredici ve yaşamın bütününü lanetleyen tutumlar ortaya koyabilir. Veya çevre kızgınlığını olayla sınırlı tutabilir ve ondan sonra yapılacaklar ve yapılmayacaklar konusunda aydınlanmaya çalışan bir tutum ortaya koyabilir.

Kişinin yetemediği, eksikliğini fark ettiği durumlarda, olayın yarattığından daha yoğun bir stres ortaya çıkar. Kaygı, depresyon, korku vb. stres sonucunda ortaya çıkan psiko-patolojilerdir. Ama unutmamak gerekir ki, bu patolojiler kişilik özellikleri ile birleşince artabilir veya azalabilir

Çeşitli çalışmalar uyum sağlamayı zorlaştıran bazı kişilik özelliklerinin tanınmasını sağlamıştır. Streslerle mücadeleyi zorlaştıran bu faktörler şöyle sıralanabilir. Düşmanlık duyguları baskın olan kişiler, kendilerine her konuda bir suçluluk payı çıkaranlar, aşırı duyarlı ve duygusal tepkileri önde

olanlar. Öte yandan ben merkezci olarak adlandırılan egoist kişilik özelliği baskın olanlar, olayları ya çok iyi, ya da çok kötü bulanlar (“hep veya hiç” kuralı ile hayata bakanlar); çocuksu diye bilinenler (olgunlaşmamış kişilik özellikleri önde olanlar) ve çevreleri ile etkileşimlerinde ve ilişkilerinde yetersiz kalan (pasif) kişiler streslerle başaçıkmakta başarısız olmaktadırlar.

Bu vasıflar ve bunların sebep olduğu davranışlar, stres karşısında insanın uyum sürecini uzatır ve sağlıklı bir dengenin kurulmasını engeller. Dış şartlar sabit değildir ve bunu sabitleştirmek konusunda da elimizden gelen pek bir şey yoktur. Öyleyse şartları çok yönlü tanımak, değişimlere karşı esnek olmak, kendimiz ve çevremiz için en uygunu yaratmak gerekir.

KONTROL ODAĞI VE STRES

Bu konuya geçmeden önce, inanç ve düşüncelerinizi daha iyi yansıttığına inandığınız cevabı işaretleyin.

1- a) Dersten aldığı not, öğrencinin çalışma derecesine bağlıdır.
b) Dersten alınan not, öğretmenin insafına bağlıdır.
2- a) Terfi etmek, sıkı çalışmanın sonucudur.
b) Terfi etmek doğru zamanda, doğru yerde bulunmakla mümkündür.
3- a) İnsanın seveceği birine rastlaması şans işidir.
b) İnsanın seveceği birine rastlaması çok sayıda insana rastlamaya imkân verecek bir sosyal çevreye sahip olmasına bağlıdır.
4- a) Uzun yaşamak, kalıtımsal faktörlere bağlıdır.
b) Uzun yaşamak, sağlıklı alışkanlıklar kazanmaya bağlıdır.
5- a) Aşırı kilolu olmak, dünyaya getirdiğimiz veya hayatın ilk yıllarında gelişen yağ hücrelerinin sayısına bağlıdır.
b) Aşırı kilolu olmak, ne yediğinize ve ne miktarda yediğinize bağlıdır.
6- a) Düzenli olarak fizik egzersiz yapanlar, günlük programlarını buna göre düzenlerler.
b) Bazı insanların düzenli egzersiz yapmaya zamanları yoktur.
7- a) Pokerde kazanmak, doğru oynamaya bağlıdır.
b) Pokerde kazanmak şans işidir.
8- a) Evliliği sürdürmek, bu konuda gayret harcamakla mümkündür.
b) Boşanmak, yanlış eş seçme şanssızlığının bir sonucudur.
9- a) Vatandaşlar hükümetler üzerinde bir ölçüde etkilidir.
b) Tek başına bir insanın hükümetin faaliyetini etkilemek için yapabileceği hiçbir şey yoktur.
10- a) Bir spor dalında yetenekli olmak, doğuştan getirilen niteliklere bağlıdır.
b) Bir spor dalında yeteneği olanlar, bu yeteneği kazanmak için çok çalışırlar.
11- a) Yakın arkadaşı olanlar, böyle bir dostluk kurabilecek kimselere rastlamış olmaktan ötürü şanslıdırlar.
b) Yakın bir arkadaşlık geliştirmek, bu konuda ciddi olarak gayret harcamakla mümkündür.
12- a) Geleceğiniz kime rastlayacağınıza ve şansa bağlıdır.
b) Geleceğiniz size bağlıdır.
13- a) Bazı insanlar fikirlerinden öylesine emindirler ki, onların düşünceleri değiştirilemez.
b) Mantıklı bir tartışma, çok kimseyi ikna eder.
14- a) İnsanlar hayatlarının yönüne kendileri karar verirler.
b) Büyük çoğunlukla, geleceğimiz konusunda çok az kontrol imkânına sahibiz.
15- a) Sizden hoşlanmayanlar, sizi anlamayanlardır.
b) Biri sizden hoşlansın isterseniz, sizden hoşlanmasını sağlarsınız.
16- a) Mutlu bir hayat yaşamak elinizdedir.
b) Mutluluk kadere bağlıdır.
17- a) Çevredeki insanların tepkilerini değerlendirip, kararlarınızı ona göre verirsiniz.
b) Başkaları tarafından kolayca etkilenme eğilimindesiniz.
18- a) Seçmenler adayların geçmişlerini incelerse, dürüst politikacıları seçebilirler.
b) Politikacılar, politika işinin yapısı gereği dürüst değildirler.
19- a) Anne-babaların, öğretmenlerin ve patronların bir insanın mutluluğu ve hayattan aldığı doyum üzerinde büyük etkileri vardır.
b) Mutlu olup olmamanız size bağlıdır.
20- a) Vatandaşlar tepki verirse, hava kirliliği kontrol edilebilir.
b) Hava kirliliği teknolojik gelişimin kaçınılmaz sonucudur.
Yukarıdaki ölçek Kontrol Odağı Değerlendirme Ölçeği’dir. Oldukça yeni bir kavram olan “kontrol odağı”, hayatınızı etkileyen olaylar üzerinde ne kadar kişisel kontrolünüz olduğuna inancınız konusundaki algınızdır.

Dış kontrol odağına sahip olan insanlar, hayatlarını etkileyen olayları oldukça az etkileyebildiklerine inanırken, iç kontrol odağına sahip olanlar bu olayları etkilemek konusunda kendilerine büyük iş düştüğüne inanırlar.

Kendi kontrol odağınızı değerlendirmek istiyorsanız aşağıdaki her cevap için kendinize bir puan verin.

11 ve üzerindeki puanlar iç kontrol odağını, 10 ve altındaki puanlar dış kontrol odağını işaret eder. Birçok kişi 10’un biraz altına veya üstüne düşer. Ancak sayı 10’un ne kadar altındaysa kişinin duyduğu stresin de o ölçüde artması doğaldır.

KONTROL ODAĞI VE BAŞARI

Üniversitede yaptığımız bir sınavdan sonra öğrencilerimize, neden kırık not aldıklarını sorduk. Kırık not alan öğrenciler ikiye bölündü. Birinci gruptakiler yeterince çalışıp hazırlanmadıklarını, bu sebeple başarısız olduklarını söylediler. İkinci gruptakiler ise iki çeşit cevap verdiler. Bazıları “Çok zor sordunuz”, bazıları da, “Şanssızdık, çalıştığımız yerlerden gelmedi” dediler.

Oldukça basit ve sıradan bir durum karşısında bile sınıfın böylesine bölünmesi çok çarpıcıydı. Çünkü bu basit olaya verdikleri tepki öğrencilerimizin hayat karşısındaki tutumlarını açıkça ortaya koyuyordu. Birinci grupta yer alan öğrenciler, başarılı olmak için kendi içlerindeki bir kaynağa başvuracaklar ve daha çok çalışacaklardır. Bu öğrenciler sonucu beceri ve gayretleriyle değiştireceklerine inanmaktadırlar. Buna karşılık, ikinci grupta yer alan öğrencilerin başarılı olabilmeleri için, kendi dışlarındaki faktörlerin yardımına ihtiyaçları vardır. Bu öğrenciler başarılarını öğretmenin kolay sorması ve şanslı olup çalıştıkları bölümlerden soru çıkması gibi bütünüyle kendi kontrolleri dışındaki faktörlere bağlamaktadırlar.

Yapılan araştırmalar başarı güdüsü yüksek olanlarla düşük olanlar arasındaki en temel farkın başarı ve başarısızlığın sebeplerini yorumlamada görüldüğünü ortaya koymaktadır. Başarı güdüsü yüksek olanlar sebepleri kendi dışlarında değil, içlerinde aramaktadırlar. Böylece zihinsel ve duygusal enerjilerini kendi dışlarındaki değil, kontrol edebilecekleri kendi içlerindeki faktörlere yöneltirler.

Geleneksel Türk kültürü bu açıdan ne yazık ki, kontrol odağı dışarda insanlar yaratmaktadır. Çok küçük yaştan başlayarak yaratıcılıkları ve orijinallikleri bastırılan çocuklar yetiştirilmekte, çocuklara verilen sevgiye, çok yüksek düzeylerde “müdahale” eşlik etmektedir. Anne-babalar çocuklarının yaptıkları her şeye karışmakta ve onları yönlendirmektedir. Bu müdahaleler ya çocuğu mükemmelleştirmek için eleştiri biçiminde olmakta veya “yaramaz”lığını önlemek için usluluğu (bir başka anlamda pasifliği ve hareketsizliği) sağlamaya yönelik olmaktadır. Böylece anne-baba yanında uslu, onlar olmadığı zaman saldırgan çocuklar yetişmektedir. Anne-babalar terliğini giymesinden dişini fırçalamasına; yemeğini yemesinden dersini çalışmasına kadar çocuklarını kontrol altında tutmak zorunda kalmaktadırlar.

Sürekli dış bir odak tarafından yönlendirilen çocukların büyüdükleri zaman Türkiye’de, dünyanın en disiplinli ordusunu ve en disiplinsiz trafiğini yaratmalarına şaşmamak gerekir.

HAYATIN KONTROLÜ

Bir problemle karşılaşan kişi şartlardan şikâyet etmek ve hayıflanmak yerine, duygusal ve zihinsel enerjisini problemi nasıl çözeceğine yöneltirse, hem stresini azaltır, hem de başarılı olma şansını artırır. İnsanın dünyayı ve şartları değiştirmek yerine kendisini değiştirmeye gayret etmesi çok daha kısa zamanda olumlu sonuçlarını verir. Kişi sebepleri dışında değil, içinde ararsa, sonucunu değiştiremeyeceği durumları kabul eder ve problemi çözecek yeni alternatif yollar arar.

İnsan, hayatıyla ilgili ne kadar çok sorumluluk alırsa ve hayatın kontrolünü elinde tutmak için çaba harcarsa, kendi etkinliği artar, şansın rolü azalır. Cehalet ve güçsüzlük şansa olan inancı artırır.

Kontrol odağı dışarda olanlar, hayatlarıyla ilgili sorumluluk almak konusundaki gayretlerin “yararsız” olduğuna inanırlar.Yapılan araştırmalar, cezaevlerindeki tutuklulardan dış kontrol odağına sahip olanların bulundukları kurumla, hastanede yatan hastaların da kendi sağlık durumlarıyla ilgili daha az bilgiye sahip olduklarını ortaya koymuştur.

Bir başka grup araştırmacı, şişmanlık ile dış kontrol odağı arasında bir ilişki bulmuştur. Kilo problemi olanlar kendilerini kontrol etmekte zorluk çekmekte ve daha çok yemeğin görünüşü, kokusu gibi dış ipuçları tarafından yönlendirilmektedirler. Kontrol odağı içte olanların, önlerine yemek konduğu için değil, acıktıkları için yedikleri saptanmıştır.

Benzer şekilde sigara içenler arasında da dış kontrol odağına sahip olanların çoğunlukta olduğu bulunmuştur. Onlar da sigarayı bırakamayacaklarına veya bunun sağlıklarını söylendiği kadar çok etkilemeyeceğine inanmaktadırlar. “Soluduğumuz hava zaten kirli değil mi?” veya “Sigara içmediği halde kanser olan yok mu?” sözleri bu konudaki yaklaşımlara örnektir.

 

Stres karşısında kadın ve erkek

Yapılan araştırmalar kadın ve erkeklerin stres tepkilerinde aşikâr farklar olduğunu ve bu farkların çocukluk döneminde daha açık olarak gözlendiğini ortaya koymuştur. 1978 yılında Londra’da yayınlanan bir bültende, erkek çocukların çeşitli stresler karşısında kız çocuklardan daha çok saldırganlık gösterdikleri, buna karşılık kız çocukların stres karşısında daha çok kaygı ve çökkünlük gösterdikleri bildirilmiştir.

Orta yaş döneminde, geri çekilme veya bastırma mekanizmaları devreye girerek cinsiyetlere ait bu

özelliklerin çarpıcı olarak görülmesini güçleştirmektedir. Özellikle saldırgan tepkiler, araştırmaların yapıldığı ülkelerde uyarandan bağımsızlaşarak farklı boyutlarda gözlenmektedir.

ZEKÂ VE STRES

Birçok konuda olduğu gibi zekâ ve stres arasında da iki yönlü bir ilişki vardır.

“İnsanın düşünme yeteneğinin bütünü” onun zekâsı olarak ele alınırsa, stresten etkilenmek veya strese karşı koyabilmenin, önemli ölçüde yüksek bir zekâ ile doğru orantılı olduğu düşünülebilir. Öte yandan yüksek stres ortamı insanların rahat ve doğru karar vermelerini, zihinsel potansiyellerini en üst düzeyde gerçekleştirmelerini engeller. 1970’li yıllarda S. Begab ve arkadaşları bedensel, psikolojik veya sosyal streslerin kişinin zihinsel kapasitesini ve buna bağlı olarak da çevresinin isteklerini başarılı bir şekilde karşılayabilme yeteneğini etkilediğini ortaya koymuşlardır.

Yüksek ve sürekli stres ortamı, zihinsel etkinlikleri üst düzeyde ve verimli bir biçimde sürdürmeye hem doğrudan, hem de duygu ve davranışlarda meydana gelen aksamalar sebebiyle dolaylı olarak engeller.

Keirn, duygusal bozukluğu olan ve zihnen geri çocukların aile ortamlarını ele almış ve bu açılardan normal çocuklara sahip olan aileler ile kıyaslamıştır. Hasta çocukların ebeveynlerinin kişilik faktörlerindeki patolojik puanları, hasta olmayan ebeveynlerinkine kıyasla anlamlı ölçüde yüksek bulunmuştur. Bu aileler problemleri çözümlemek, pratik çözümler bulmak açısından da başarısız olmuşlardır.

Organizmanın stres tepkisi, daha önceki pek çok tanımlamada da belirtildiği gibi, bir uyum belirtisidir. Öte yandan zekânın çok çeşitli tanımları arasında “yeni durumlara ve uyaranlara uyabilme yeteneği” vardır. Bir başka ifadeyle zekâ, yaşanan olaylarda, akılcı davranış sürecini organize eden bir sistemdir.

 

Zekâ stresi alteder

Zihinsel değerlendirmeyi yürüten etkinlikleri “yalın” ve “karmaşık zihinsel süreçler” olarak iki alt gruba ayırabiliriz. Yalın zihinsel süreçler tanıma, algı, dikkat, vb.; karmaşık zihinsel süreçler, kıyaslama, yorumlama ve değerlendirmedir.

Bunlardan birincisi anlama, diğeri cevaplama sistemleridir. Her birey kendi potansiyelini geçmiş yaşantıları ile destekler, farklı sonuçlar çıkarır ve dolayısıyla farklı uyumlar gösterir. Organizmanın bedensel düzeydeki uyumu ne kadar türe özgüyse, psikolojik düzeydeki uyumu o kadar toplumsal düzene ve bireye özgüdür. Kişinin kendisini dış tehdit ve zararlardan korumak ve kurtarmak için göstereceği zihinsel ve davranışsal gayret, potansiyel olarak kendisinde var olan yetilerini kullanabilme becerisine bağlıdır.

Genetiğimiz ve geçmiş yaşantılarımız belirlenmiş ve sabittir. Ancak var olan potansiyeli en üst düzeyde geliştirme ve kullanabilme şansı bize aittir.

Başarı, stresli ortamlarda zihinsel organizasyonun öncelikle bireysel bütünlüğü, ardından da yakın çevre ilişkilerini koruyucu ve kollayıcı yaklaşımları sağlayabilmesidir. Kısacası stresle karşılaşan kişi önce kendini, sonra da yakın çevresini koruyup kollayabilmelidir. Streslerle başaçıkmak konusunda zihinsel açıdan etkinlik göstermek için kitabın “Zihinsel Düzenleme Teknikleri” bölümünden yararlanabilirsiniz.

 

Geçmiş Yaşantıların Streste Rolü

Başlıkta yer alan “geçmiş yaşantılar” ifadesinde özellikle çocukluk dönemi yaşantıları kastedilmektedir. Çünkü bu ilişkiler gelecekteki pek çok ilişkinin ana kalıplarını oluştururlar. İlk yıllarda bağımlılık ve gelişim sürecinin kendisinde var olan stresler iki açıdan değerlendirilir. 1) İç stresler, 2) Dış stresler.

İÇ STRESLER

İç stresler (Internal stresses): Bir başka stres sınıflamasında “gelişimsel stresler” olarak da ele alınan streslerin özellikle ilk yaşlara ait olanlarıdır. Bunlar yaşamın ilk yıllarında, uyuma güçlükleri, beslenme bozuklukları ve arkaik[4] (archaic) olarak adlandırılan korkulardır. Belirleyici nitelikleri, yaşanılan döneme özgü psikolojik özelliklerin normal sınırları aşan ölçüde zorlayıcı olmasıdır.

Dış streslerden bir ölçüde kaçınılabildiği halde iç streslerden kaçınmak mümkün değildir. Çünkü çocuğun gelişim ve olgunlaşmasından kaçınmak söz konusu olamaz. Bunlar yetişkin yaşamındaki patolojilerin oluşumundan tamamen farklı olup şiddetli olmalarına rağmen geçicidirler ve meydana çıktıkları gelişim döneminin bitmesi ile birlikte geride kalırlar. Bu tür patolojilere örnek olarak, uyku ve beslenme problemleri, karanlıktan korkmak gibi sebebe bağlı olmayan korkular verilebilir.

Çocukluk döneminin bu patolojileri, bazen şikâyetlerin doğru kaydedilememesi, bazen de teşhisin doğru konulamaması sebebiyle diğer patolojilerle sıkça karıştırılmaktadır. Böylece dış streslerden kaynaklanan veya genetik olan bazı patolojilerin zamana bırakılarak geçmelerinin beklendiği görülmektedir. Bu konuda verilebilecek örnekler çoktur. Ancak burada kekemelik gibi konuşma bozukluklarının, tırnak yemek ve diş gıcırdatmak gibi davranış bozukluklarının ve kâbuslu rüyaların gelişimsel nitelikli iç streslerden olmadığını belirterek geçelim. Bu sebeple, böyle problemlerin zamana bırakılarak kendiliğinden çözümleneceğini beklemek –bazı durumlarda uzman tavsiyesi olsa bile– doğru değildir.

Aşağıda bebekle ilk tanışan birçok aileyi ilk yıllarda bir hayli zorlayıcı iç streslerden başlıcaları sıralanmıştır.

Uyuma güçlükleri

Bebek uykularıyla ilgili olarak kitaplar, “Bebek doğumdan sonraki birkaç ayda ve özellikle ilk yılda bedensel olarak herhangi bir ihtiyacı yoksa, acı veya bir huzursuzluk hissetmiyorsa rahatça uyur,” diye yazar. Buna rağmen bazen başlangıç böyle olsa bile, aynı çocuk bir süre sonra uykuya karşı adeta savaş açar, yorgunluğuna karşın yatağı protesto eder veya süresi belirsiz olan zamanlar için diğer kişilerin kendisine eşlik etmelerini ister.

Doğal olarak hayatın başında uyku ritmi gece ve gündüze denk değildir. Bu temel gerçekle, doğumdan sonraki dünyanın gerçeklerinin uyuşması sağlanmalıdır. Bu çocuk benliği, analitik dilde, “iç enerji ve obje dünyalarının henüz birbirlerinden bağımsızlaşmaması” olarak tanımlanır. Bir başka ifadeyle çocuk-obje ilişkisinin bağımsızlaşarak kuvvetlenmesi, libidonun geri çekilmesini sağlar ve böylece uyku için önkoşul tamamlanmış olur. Biyolojik ritm ile sosyal ritm arasındaki uyumun kurulamamasının nasıl bir stresi de beraberinde getireceği dış stresler bölümünde örneklenmiştir.

İç stresler olarak adlandırılan gelişim dönemlerine bağlı, yaşamın özünde yer alan zorlanmaların iyi tanınması büyük önem taşımaktadır. Bu güçlüklere karşı koyabilmek ve konuyu “problem” durumuna getirmeden çözmek böylece mümkün olabilir.

 

Beslenme zorlukları

Bir patolojinin bulunmaması halinde otonom veya yarı otonom faaliyetler doğum sonrasında kendini hissettirmeden sürdüğü halde, dışa bağımlı olan iç dengelerin sağlanması problem olabilir ve iç stresleri oluşturabilir.

Beslenme de bu tür streslerden biridir ve bağımsız yemeğe geçene kadar çok çeşitli beslenme bozuklukları söz konusu olabilir. Bu konudaki ilk sıkıntı annenin meme vermesi ile başlayabilir. Çünkü bu dönemde bebek için olduğu kadar anne için de önemli değişiklikler yaşanır. Bunlar hem bedensel, hem psikolojik açıdan önemli değişikliklerdir. Küçük aksaklıklar istenmeyen büyük sonucu çok çabuk doğurur. Doğumdan sonraki beslenme, rahim içi beslenmeden farklı bir beslenmedir. Pek çok sistem faaliyete katılır. Çeşitli bedensel ve psikolojik gelişim basamaklarının tamamlanması yetişkin beslenmesine geçiş için yeni bir adımı oluşturur. Çocuğun temel ihtiyaçları için özellikle ilk üç yaşta doğru ve tam beslenmenin ebeveyn kontrolünde yapılması gerekir. Öte yandan bazı durumlarda bebeklerin ve çocukların bu temel ihtiyaca çok ciddi karşı koydukları görülebilir. Çocukluk dönemindeki bu tür yemek yeme problemlerinin yetişkinlik dönemindeki iştah ve mide ile ilgili nevrotik sıkıntılara bir zemin hazırladığı öne sürülmektedir.

 

Arkaik korkular

Kişiliğin oluşumu ile birlikte ortaya çıkacak olan kaygıdan önce çocuklar, “bir erken kaygı dönemi”nden (earlier phase of anxiety) geçerler. Temelinde hiçbir korkutucu olay bulunmadığı için bu tür kaygılar genellikle “arkaik” (archaic) kaygı olarak anılırlar. Bebeklik döneminin ardından ilk çocukluk döneminde görülebilen bu korkular genellikle karanlık, yalnızlık, yabancılar, yeni ve alışılmamış durumlar ve bazen de rüzgârdır. Ana-babalar tarafından bu korkuların sebepleri tespit edilemediğinden ev içinde zaman zaman kızgınlık ve mücadele doğurabilirler. Bu korkular yeni bir düzenleme gerektirdikleri için ve yoğunlukları sebebiyle çocukların bakımıyla yükümlü kişileri de sıkıntıya düşürürler. Aktüel bir sebebe dayanmayan bu korkular, “tam yapılanmamış bir benliğin belirsizlikler yaratan koşullardan kaçınması” olarak tanımlanır. Bu sebeple de analitik bakış açısından, “olgunlaşmamış bir ego zayıflığı” şeklinde değerlendirilir.

DIŞ STRESLER

Dış stresler (External stresses): Bebekler ve çocuklar kendilerine bakma yeterlilikleri olmadığı için dışardan sağlanan bakımla ve kendilerine verilenle yetinmek zorundadırlar. Bunun bebek için gerekli ve istenilen düzeyde olmaması, çok sayıda ve çok farklı bozuklukların ortaya çıkmasına sebep olur.

Bu bozukluklar önceleri iç streslerin karşılanmasındaki sosyal zorlanmalardan doğar. Yani çocuğun doğal eğilimleri, kültürel ve sosyal alışkanlıklarla veya ebeveynin hoşgörü ve becerisi ile dengelenemeyince kendini gösterir.

Örneğin, hayatın başlangıcında bir iç stres olarak varolan uykuyu ele alalım. Belirtildiği gibi uyku ritmi gece ve gündüze denk değildir. Burada gereken, bebeği hırpalamadan dengenin onun iç ihtiyaçlarına göre kurulabilmesidir. Organizmanın başlangıcındaki bu iç stres çeşitli durumlarda bir dış strese dönüşmektedir. Düzenin kurulması gereken ilk aylarda 1,5-2 saatlik mama arası uyanıklıklarından sonra sakin bir uykuyu sağlamak ve giderek artan bir uyanıklığa eşlik eden uykuyu 10-12 saatlik gece uykuları ile birkaç saatlik sabah ve öğle uykuları olarak 24-30 aylara kadar sürdürmektir. Ardından da fizik gelişimin, en önemlisi sinir sistemi gelişiminin tamamlanacağı yaşlara kadar (esas olarak ilk yedi yılda) vakitli ve uzun, gece uykularının sağlanabilmesidir.

Bu sağlanamadıkça dış çevreden gelen olumsuzluk artacaktır. En aşırı durumlarda çocuk ya uyuması için yatağında terk edilecek, yatakta bebeğin mücadelesi ve ağlama krizleri başlayacak veya ebeveyn bu uyumu sağlama tutumunu sürdüremediği takdirde olayı kendi akışına terk edecek, o zaman da bebekler geç saatlere kadar kucakta kalacaktır. Daha sonraki yıllarda da kendilerine zararlı TV programları zorunluluğu ortaya çıkacaktır.

Birçok ailede durum yukarıda anlatıldığı kadar ümitsiz olmasa da, bu zorlukları derece derece yaşayanların sayısı hiç de az değildir. Aynı şekilde beslenme ve korkular, ana-babanın değerlerindeki kararsızlık ve çatışmalar veya yeterli bilgi, beceri ve hoşgörü sahibi olmamalarıyla aşılması güç bir dış stres kaynağı oluşabilir.

Erken yaşantılar açısından en önemli olan, anne-baba ve çocuğun yetiştirilmesine katılan diğer kişilerin, ortak bir kararlılık noktasında buluşmalarıdır.

Çocuğun yemek ve uyku gibi ilk ihtiyaçlarının elverişsiz ve gereksiz şekilde karşılanması patolojik

gelişmelere yol açar. Örneğin çocuğun ana babasının yatağında uyuması, yemeğini eğlendirilmeyi bekleyerek ve püre haline getirilmeden yemeyi kabul etmemesi gibi.

Çevreden kaynaklanan patolojilerde, dış şartları düzenleyerek değiştirmek bir dereceye kadar mümkün olsa da çok kere bu aksaklıkların sağlıksız sonuçlarını bütünüyle ortadan kaldırmak mümkün olmayabilir. Örneğin çocukluktaki problemleri davranış düzenleme teknikleri ile çözülmüş birçok kişinin, yetişkinliklerinde bazı konularda bu izleri taşıdıkları görülür.

Sonuç olarak, bazı durumlarda ihtiyaçların sağlıklı olarak karşılanamaması, aynı zamanda bir engellenme duygusunun ve üzüntünün yaşanması anlamına gelir.

Bütün bu engellenme ve üzüntüler de zihinde bir iz bırakır. İşte erken yaşantılar denilen ve gelecekte dünyaya bakış açımızı belirleyen de önemli ölçüde bunlardır.

Çocuk bağımsızlık ve kendisine güvenme yolundaki gelişmeyi kazanmak için annesini ya kabul edici ya da yoksun bırakıcı bir model olarak benimser ve bu modeli kendi benliğinde (egosunda) taklit ederek yeniden yaratır. Anne, çocuğun ihtiyaç ve isteklerini ne ölçüde anlar ve doyum sağlayabilirse yetişmekte olan yeni bireyin de benliğinin hoşgörü kazanma ihtimali o ölçüde artar. Fakat ana-babanın çocuğun doyumlarını geciktirmesi, yadsıması ve yok sayması, çocuğun içinde bir çatışma başlatır. Bu tür çatışmalar da genç ve yetişkin hayatındaki nevrotik yapıya zemin oluşturur.

Temel ihtiyaçlardan karmaşık ihtiyaçlara geçildikçe sosyalleşme süreci hızlanır, uyumsuzluklar varsa sorunlar çoğalır.

Erken yaşantılara bağlı stresler, sosyal gelişimin sağlandığı, sosyal ve ahlaki değerlerin kazandırıldığı dönemlerde ortaya çıkar.

Psikolojik kimlik ve sosyal kurallar konusundaki temel eğitim, evde anne ve babanın birbirleri ve çocuklarıyla olan ilişkilerinin niteliği tarafından belirlenir.

ÇOCUKLUK DÖNEMİ STRESLERİNİN
AZALTILMASI

Erken dönemde yaşanacak dış stresleri en aza indirebilmek için çocukluk döneminin hangi ihtiyaçlarına, hangi biçimde yaklaşmak uygundur? Hangi davranışlar ve yöntemler kişide olumlu bir arayışa dönük pozitif dürtüyü yaratır ve geliştirir? Bu konudaki esasları şöyle özetleyebiliriz:

Sağlıklı psikolojik gelişim esas olarak, duygusal ihtiyaçların doğru tanınması ve doyurulması ile sağlanır. Duygusal doyumun sağlanması güven, sevgi, anlaşılmak, yaşanılana katılmak ve paylaşım ile gerçekleşir. Duygusal doyumu sağlayacak bu faktörler en uygun ölçüye yakın gerçekleştiği oranda sağlıklı psikolojik gelişimin temelleri kurulmuş olur. İhtiyaçların doğru tanınması ve doğrulanmasındaki ölçünün bulunmasının pek kolay olmadığı muhakkaktır. Bir örnek olarak “sevgi” faktörü ele alınabilir. Pratik uygulamada, hatta günlük gözlemlerimizde ana-babaların çocuklarıyla ilgili bir problemi aktarırken sebeplerini de açıklamak istedikleri görülür. Konuya ilişkin sevgi ile ilgili bir yorum yapılırsa, bu yorum çoğunlukla “belki fazla sevildi de ondan böyle oldu” şeklindedir. Oysa gerçekten bir hata yapılmışsa, bu fazla sevgiye değil, YANLIŞ sevgiye bağlıdır.

İlk yaşantılarda doyum sağlanması sağlıklı ilişkiler temelinde mümkündür. O zaman akla, yetişmekte olan çocuklarla sağlıklı ilişkiler kurup geliştirmenin prensipleri nelerdir sorusu gelmektedir.

Bunlardan birincisi dinleyebilmek, ikincisi duygu ve düşünceyi tanımaya yardımcı olacak etkinlikleri organize etmektir.

 

Dinlemek

Amaç, “istenilenin yapılması, büyüklerin programladığı gibi davranılması konusunda mücadele vermek” değil de, çeşitli konularda anlaşmaksa, anlaşmaya varmanın yolu anlamaktan geçer. Anlamak için ise “dinlemek” gereklidir. Doğru ve tam anlayabilmek, iyi bir dinleyici olmayı gerektirir. “İlişki içerisinde dinleyici olmak”, söylenmesi kolay, uygulanması zor bir yaklaşım biçimidir.

Çoğu kez çocuklar birinci cümlelerini söylerken büyükler ne demek istediklerini anlarlar ve hatta onları tamamlar veya bitmemiş cümlelerini cevaplandırırlar. Belki çocuk da gerçekten karşısındakinin düşündüğüne benzer şeyler söyleyecektir. Ama bir kelime eksik, ama bir kelime fazla; veya farklı bir tonlama… İşte çocuğun veya karşımızdaki insanın bizden farklı olan yanı budur. Özellikle hayatın başlangıcındaki birey adına onun düşündüklerini, hissettiklerini, yapmak istediklerini, bildiğimiz şeyler olarak kabul etmek, onu tanımak ve yaklaşmak konusundaki en temel şansı kaybetmeye sebep olur. Özellikle ana-babaların sağlıklı iletişimi başlatabilmeleri için ifadelerdeki farklı duygu ve hissedişleri yakalamaları gerekir.

 

Duygu ve düşünceyi tanımak

Kurulacak olumlu iletişimin birinci şartı önem vererek dinlemek ise, ikinci şartı da düşünce ve duyguların açıklanmasına yardımcı olmaktır.

Stresin yaşanmasında geçmiş yaşantıların rolünden söz ederken özellikle çocukluk dönemi yaşantıları kastedilmektedir. Ana-baba-çocuk üçgeni içinde psikolojik doyumun sağlanması, hiç şüphesiz bütün aile bireyleri için olumludur. Ama insanlık ve toplum olarak istenilen doğrulara yaklaşmak için, yetişmekte olanlara daha fazla özen göstermek gerekmektedir. Duygu ve düşünceleri tanımaya yardımcı olan ilişki biçimlerinin özelliklerini açıklamadan önce, olayın somutlaşmasını sağlayacak bir örnek verelim.

Benzer İçerikler

DANIEL GOLEMAN DUYGUSAL ZEKÂ

gul

Rastlantı Yoktur Neden Vardır

yakutlu

martı – Jonathan Livingston

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy