RÜYALAR VE KARABASANLAR-Stephen King

1. Dolan’ ın Cadillac Arabası

 

İntikam soğuk yenmesi gereken bîr yemektir. İspanyol atasözü Tam yedi yıl bekledim ve gözetledim. Dolan’ın gidiş gelişlerini gördüm. Onun her seferinde kolunda ayrı bir kadınla, arkasında iki korumasıyla hep frak giymiş olarak lüks lokantalara girişini seyrettim. Benimkiler başım kabak kalana kadar dökülürken, onun saçlarının demir grisinden moda olan gümüşiye dönüşünü izledim. Onun Batı Kıyısı‘na gitmek üzere Las Vegas’tan çıkışlarını ve dönüşlerini izledim. Birkaç kere de saçlarıyla aynı renk olan Sedan DeVille arabasının 71 no’lu karayolunda Los Angeles’a doğru uçar gibi giderken gördüm. Sonra bir iki kere de, onun aynı Cadillac’la Hollywood Hills’teki evinden çıkıp Las Vegas’a döndüğünü gördüm. Ben bir öğretmenim. Öğretmenler ve yüksek fiyatlı eşkıyalar aynı hareket özgürlüğüne sahip değildir; bu yaşamın ekonomik bir gerçeğidir.

O benim kendisini gözetlediğimi bilmiyordu. Bunu fark edeceği kadar yaklaşmadım kendisine. Dikkatliydim.

Dolan karımı öldürmüş veya öldürtmüştü; sonuçta ikisi de aynı şey. Ayrıntıları mı istiyorsunuz? Bunları benden öğrenemezsiniz. Eğer ille de istiyorsanız, gazetelerin eski sayılarına bakın. Karımın adı Elizabeth’ti. Benim hâlâ öğretmenlik yaptığım okulda öğretmendi o da. Birinci sınıf öğretmeniydi. Çocuklar onu çok severdi ve sanırım şimdi genç kızlık çağına yaklaşmış olmalarına rağmen bazıları sevgilerini unutmamışlardır. Ben onu severdim ve hâlâ seviyorum. Güzel değildi, ama hoş bir kadındı. Sakindi ama gülmesini bilirdi. Onu rüyalarımda görürüm. Kestane rengi gözlerini. Benim için başka kadın olmamıştır ve olmayacaktır da.

Dolan bir yanlışlık yaptı. Bu kadarını bilmeniz yeter ve Elizabeth de yanlış zamanda yanlış yerdeydi ve onun yanlışını gördü. Polise gitti, polis onu FBI’a gönderdi, o da “Evet, tanıklık ederim,” dedi. Onu korumaya söz verdiler, ama ya bir yanlışlık yaptılar ya da Dolan’ı küçümsediler. Belki ikisi de. Her neyse, Elizabeth bir akşam arabasına bindi ve kontak anahtarına bağlanmış olan bomba beni dul bıraktırdı. Beni o dul bıraktı, Dolan yani.

İfade verecek tanık olmadığı için de salıverildi.

O kendi dünyasına döndü, ben kendi dünyama. Ona Vegas’taki lüks çatı katı, bana bomboş bir ev. Ona pullu gece elbiseli ve kürklü kadınlar, bana sessizlik. Ona bu yıllar boyunca dört gri Cadillac, bana yaşlı bir Buick Riviera. Benim saçım dökülürken onunki kırlaştı.

Ama ben onu hep gözetledim.

Dikkatliydim, çok dikkatli hem de. Onun ne olduğunu, neler yapabileceğini biliyordum. Eğer beni görürse ya da kendisi için ne olabileceğimi hissederse bir böcek gibi ezerdi beni. Onun için çok dikkatliydim.

Ûç yıl önceki yaz tatilimde onu (yeteri kadar uzaktan) sık sık gittiği Los Angeles’a kadar izledim. Oradaki güzel evinde kaldı ve partiler verdi, ben de insanların radyolarını yüksek sesle çaldıkları ve karşıdaki barın neon lambasının ışığının penceresinden içeri girdiği ucuz bir otelde kaldım. O geceler uyuduğumda hep Elizabeth’in kestanerengi gözlerini gördüm, yaşananların yaşanmamış olduğunu gördüm ve zaman zaman yüzümde kuruyan gözyaşlarıyla uyandım.

Umudumu kaybetmek üzereydim.

Adam korunuyordu, hem de çok iyi korunuyordu. Yanında silahlı İki gorili olmadan bir yere gitmiyordu ve Cadillac da zırhlıydı. O iri radyal lastikleri, o küçük ve huzursuzluk dolu ülkelerin diktatörlerinin pek sevdiği deliği kendi kendine kapanan türdendi.

Sonra, o son seferde, işin nasıl yapılabileceğini gördüm, ama ancak çok kötü bir korku geçirdikten sonra.

Onu Las Vegas’a kadar izlerken aramızda en az bir mil, bazen de iki üç mil bırakmaya dikkat etmiştim. Doğuya doğru çölü geçerken arabası ufukta bir parıltıdan başka bir şey değildi ve ben Eiizai^th’i, güneşin saçlarında nasıl parıldadığını düşünüyordun.

Bu defa çok geride kalmıştım. Hafta ortasıydı ve 71 no’lu karayolunda trafik rahattı. Trafik rahat olunca izlemek güç olur, bunu bir ilkokul öğretmeni bile bilir. Geçtiğim bir turuncu yel işaretinde SERVİS YOLU 5 MİL yazdığını görünce daha da yavaşladım. Çöl servis yolları trafiği kaplumbağa hızına düşürürdü ve ben, gri Cadillac arabanın hemen arkasında kalmak istemiyordum.

Bundan sonraki yol işaretinde SERVİS YOLU 3 MİL yazıyordu ve altında da şu yazı vardı: İLERDE DİNAMİTLEME BÖLGESİ TELSİZLERİNİZİ KAPATIN.

Birkaç yıl önce gördüğüm bir film geldi aklıma. Filmde silahlı soyguncular, sahte trafik İşaretleriyle zırhlı bir arabayı çöle yöneltmişlerdi. Sürücü numarayı yutup da çöldeki toprak yola girince (çölde çiftlik yolları, koyun sürüleri için patikalar, hiçbir yere gitmeyen eski devlet yolları gibi binlerce yol vardır) hırsızlar işaretleri kaldırmışlar, sonra muhafızlar arabadan inmeden zırhlı aracı kuşatmışlardı.

Sonra muhafızları öldürmüşlerdi.

Bunu hatırlıyordum.

Muhafızları öldürmüşlerdi.

Ben de servis yoluna girdim. Yol tahmin ettiğim kadar berbattı; sıkıştırılmış toprak zemin, iki şeritli ve delik deşikti. Buick’in yeni amortisörlere ihtiyacı vardı, ancak amortisörler pahalı nesneler olup, çocuğu ve intikamdan başka hayali olmayan dul bir erkek olsa da, öğretmenlerin genelde geriye bıraktığı bir şeydir.

Buick sallana sallana giderken aklıma bir fikir geldi. Bir dahaki sefere Los Angeles’tan Vegas’a ya da Vegas’tan Los Angeles’a gitmek üzere ayrıldığında Dolan’in arabasını izleyecek yerde, onu geçip önden gidecektim. Filmdeki gibi sahte bir yol işareti koyup, onu Las Vegas’ın batısındaki dağlarla çevrili ıssızlığa çekecektim. Sonra yine filmdeki soyguncular gibi işaretleri kaldırıp…

Birden gerçeğe dönüverdim. Dolan’ın arabası tam önümde, yolun kenarına park etmişti. Kendi kendini onaran türden olsa da lastiklerinden biri inmişti. Hayır, inmiş değildi. Patlamış ve yarısı janttan dışarı fırlamıştı. Yerdeki sivri bir kaya parçası minyatür bir tank tuzağı oluvermişti. İki korumasından biri arabanın önüne krikoyu takmaya çalışıyordu. Diğeri Dolan’ın yanındaydı. Çölde olsalar bile görevlerini savsaklamıyorlardı.

Açık yakalı gömleği, koyu renkli pantolonu ve çöl rüzgârında savrulan kır saçlarıyla Dolan bir kenardaydı. Sigara içiyor ve adamlarını sanki başka bir yerdeymiş, bir lokanta ya da bir balo salonundaymış gibi seyrediyordu.

Arabamın ön camında göz göze geldik ama beni tanımadı. Oysa yedi yıl önce beni bir ön duruşmada karımın yanında otururken görmüştü (ama o zaman saçım vardı).

Cadillac’a yetişmiş olmanın korkusunun yerini müthiş bir öfke aldı.

Yan cama doğru eğilip, “Beni nasıl unutabilirsin ki? Beni aklından nasıl çıkarırsın?” diye bağırmayı düşündüm. Ama bunu ancak bir kaçık yapardı. Beni unutmuş olması iyiydi, beni önemsememesi çok iyiydi. Duvarın ardında telleri kemiren fare olmak daha iyiydi. Kirişlerin arasında ağını örmekte olan bir örümcek olmak daha iyiydi.

Krikoyla boğuşan adam benden yana el salladıysa da, görmezden gelen sadece Dolan değildi. Kolunu sallayan adamın ilerisine gözlerimi dikerek bir kalp krizi geçirmesini diledim. Yola devam ederken başım zonkluyordu ve bir an ufuktaki dağlar iki kat, hatta üç kat çoğalmış gibi geldi bana.

Bir tabancam olsaydı, diye düşündüm. Bir tabancam olsaydı! Bir tabancam olsaydı onun o kokuşmuş, o sefil yaşamını orada sona erdirebilirdim!

Birkaç mil sonra mantık yine galip geldi. Bir tabancam olsaydı, olacak tek şey benim öldürülmemdi. Tabancam olsaydı arabayı kenara çeker ve krikolu adam bana el sallayınca inip çevreye deli gibi kurşun yağdırır ve belki de birini yaralardım. Ama sonra öldürülüp derin olmayan bir çukura gömülürdüm ve Dolan güzel kadınlarla dolaşıp gümüş rengi arabasıyla Los Angeles ile Las Vegas arasında gidip gelirdi. Çöl hayvanları ise soğuk mehtabın altında cesedimi çıkarır ve kemiklerim için boğuşurlardı. Elizabeth’in de intikamı alınmamış olurdu.

Dolan’ın yanındaki insanlar öldürmek üzere eğitilmişlerdi. Ben ise üçüncü sınıf öğrencilerine ders vermek üzere.

Yola dönüp de İNŞAAT ALANI SONU tabelasıyla karşılaştığımda, ‘Bu film değil,’ dedim kendi kendime. Gerçeği filmle kıyaslama yanlışlığını bir daha yaparsam, miyop ve kel kafalı bir üçüncü sınıf öğretmeninin kendi hayalleri dışında bir yerde Kirli Harry olabileceğini düşünürsem, intikam diye bir şeyden asla söz edilemezdi.

Peki intikamımı alamayacak mıydım?

Sahte bir servis yolu yaratma fikrim, yaşlı Buick arabamdan atlayıp üçünü de kurşun yağmuruna tutmak kadar uzaktı gerçekçi olmaktan. On altı yaşımdan bu yana elime tüfek almış değildim ve bir kere olsun bile tabancayla ateş etmemiştim.

Böyle bir şey bir çete olmadan yapılamazdı; gördüğüm o film bile, bütün romantikliğine rağmen, bunu açıkça belirtmişti. Filmde iki grup halinde sekiz kişiydiler ve birbirleriyle telsizlerle bağlantı kurmuşlardı. Hatta zırhlı aracın bölgede yalnız olduğunu saptamak için yolun üzerinde bir helikopter bile uçmuştu.

Filmin senaryosunu herhalde yüzme havuzunun kenarında buzlu içkisiyle oturan bir yazar yazmıştı ve o bile fikrini gerçekleştirmek için bir orduya ihtiyaç duymuştu. Oysa ben tek başımaydım.

Bu mümkün değildi. Yıllardır aklımdan geçen diğerleri gibi bu da bir anlık sahte bir parıltıydı. O güne kadar aklıma gelen fikirler arasında Dolan’ın havalandırma sistemine zehirli gaz vermek, Los Angeles’taki evine bomba yerleştirmek ya da bazuka gibi bir silahla arabasını ateş topuna çevirmek de vardı.

En iyisi unutmaktı.

Elizabeth adına içimde konuşan ses, “Onu çölün ıssızlığına yönelt ve orada hepsini öldür,” diyordu.

Olmazdı ama. Başka hiçbir gerçeği kabul etmesem de, Dolan kadar uzun süre sağ kalmayı becermiş birinin güdüleri çok keskin olmalıydı. Servis yolu numarasını o da, adamları da, gördükleri anda anlarlardı herhalde.

Elizabeth için konuşan ses, “Bugün yola girdiler ya,” dedi. “Bir an bile duraksamadılar. Mary’nin küçük kuzusu gibi daldılar yan yola.”

Ama ben Dolan gibi insandan çok kurda benzeyenlerin tehlike konusunda altıncı bir duyu geliştirdiklerini biliyordum. Bir yol yapım şantiyesinden servis yolu işaretleri çalıp gerekli yerlere yerleştirir ve hatta o portakal renkli külahlardan bile bulabilirdim. Bunların hepsini yapardım ama, Dolan yine de bu nesnelerde benim elimin heyecanlı ter kokusunu alırdı. O kurşun geçirmez camlarının ötesinden hem de. Gözlerini kapatır ve beyni olan o yılan deliğinin derinliklerinde EÜzabeth’in adını duyardı.

Elizabeth’in adına konuşan ses susunca, onun en azından bugünlük pes ettiğini düşündüm. Ama Vegas çölün ucunda titreyen gölgeler halinde belirdiğinde yine konuştu.

“Öyleyse onu sahte bir servis yoluyla kandırmaya çalışma,” dedi. “Onu gerçek bir şeyle kandır.”

Buick yolun kenarına doğru savrulurken iki ayağımı frene basarak güçlükle durdurdum. Dikiz aynasında kendi şaşkınlığımdan irileşmiş gözlerime baktım.

Elizabeth adına konuşan o ses gülmeye başladı. Bu bir çılgının kahkahasıydı, ancak çok geçmeden ben de onunla gülmeye başlamıştım.

* * *

Dokuzuncu Sokak Sağlık Kulübü ne yazıldığımda, öteki öğretmenler gülmüştü. Ben de onlarla güldüm. İnsanlar kendileriyle birlikte güldükçe benim gibi birinden asla kuşkulanmazlar. Neden gülmeyecektim ki? Karım

öleli yedi yıl olmamış mıydı? Tabutunda birkaç tel saç ve bir kemik yığınından başka bir şey değildi artık. Neden gülmeyecektim ki? Benim gibi biri gülmeyi kesince insanlar bir aksaklık olup olmadığını düşünür.

O sonbahar ve kış boyunca kaslarım hep ağrıdıysa da, ben de onlarla güldüm. Hep aç oldumsa da güldüm onlarla; yemeği ikinci kere almak, gece yarısı yemekleri, bira ve yemek öncesi aperitif yoktu artık. Çok kırmızı et ve yeşillik, hep yeşillik yiyordum.

Noel geldiğinde tam bir makine olmuştum.

Dolan’ı daha seyrek görüyordum; ben göbeğimi eritmek, kollarımı, bacaklarımı ve göğsümü güçlendirmekle meşguldüm. Ancak kimi zaman devam edemeyecek gibi oluyor, gerçek formuma asla erişemeyeceğimi; pasta yemeden, kahveme şeker koymadan yaşamayacağımı sanıyordum. O zaman Dolan’ın gözde lokantalarından birinin karşısında arabamı park ediyor ya da onun gittiği kulüplerden birine gidip, onun bir yanında buz gibi bir sarışın, öteki yanında bir kızıl saçlıyla sis grisi Cadillac arabasından inmesini bekliyordum. İşte benim Elizabeth’imi öldüren bu Bijan gömlekli, altın Rolex saati gece kulüplerinin ışığında parıldayan adamdı. Yorgun olduğumda ya da cesaretimi kaybettiğimde çölde vaha arayan susuz bir insan gibi, ben de Dolan’ı arardım. Onun zehirli suyundan içer ve kendime gelirdim.

Şubatta her gün koşmaya başladım ve öteki öğretmenler, ne kadar güneş yağı sürsem de, kızarıp derileri dökülen çıplak kırmızı kafama güldüler. Sanki iki kere bayılacak gibi olmamışım ve koşu sonlarında bacaklarımın kasları dakikalarca krampla titremiyormuş gibi ben de onlarla güldüm.

Yaz gelince Nevada Karayolu Dairesi’ndeki bir iş için başvurdum. Belediye istihdam bürosu, doldurduğum forma bir damga vurup, beni Harvey Blocker adındaki bölge ustabaşısına gönderdi. Blocker, Nevada güneşinden adeta kapkara olmuş uzun boylu bir adamdı. Üzerinde kot pantolon, kollan omuzlarından kesilmiş bir tişört, ayaklarında çizmeler vardı. Tişörtünün üzerinde KÖTÜ DAVRANIŞLAR yazıyordu. Derisinin altındaki iri et yığınlarıydı kasları. Başvuru formuma baktı. Sonra bana bakıp güldü. O iri eli içinde başvuru formu çok küçük kalmıştı.

“Sen dalga geçiyorsun galiba, dostum,” dedi. “Biz burada çöl güneşinden ve çöl sıcağından söz ediyoruz; o çıtkırıldımların gittikleri solaryum palavrasından değil. Sen gerçek yaşamında nesin, ahbap? Muhasebeci mi?”

“Öğretmenim,” dedim. “Üçüncü sınıf öğretmeni.”

“Vay vay!” diyerek bir kahkaha savurdu. “Yıkıl karşımdan! Tamam mı?”

Büyük bir demiryolunda çalışmış olan büyükbabamın babasından kalma bir cep saatim vardı. Aile arasında söylendiğine göre, demiryolunun son altın çivisini çaktıklarında dedem oradaymış. Saati çıkartıp Blocker’in yüzüne doğru salladım.

“Bunu görüyor musun?” dedim. “Altı yedi yüz dolar eder.”

“Bu rüşvet mi yani?” Blocker tekrar güldü. İnsanların şeytanla anlaşmalar yaptığını duymuştum, ama cehenneme girmek için rüşvet verenlerin ilkisin sen.” Yüzüme acır gibi baktı. “Başına nasıl bir dert sarmakta olduğunu anladığını sanıyorsun muhtemelen, ama ben bu konuda hiçbir fikrin olmadığını söylüyorum işte. İndian Springs’in orada temmuz ayında sıcaklığın kırk beş dereceye çıktığını gözlerimle görmüşümdür. Güçlü insanları ağlatacak kadar sıcak olur ve sen güçlü değilsin. Kemiklerinin üstünde birkaç spor kulübü kasından başka bir şey olmadığını görmek için gömleğini çıkartmana gerek yok.”

“işi başaramayacağımı anlarsam bırakırım,” dedim. “Saat de sende kalır.”

“Dalga geçiyorsun.”

Adamın yüzüne baktım. Uzun bir süre göz göze durup bekledim.

Blocker şaşkın bir sesle, “Dalga geçmiyorsun,” dedi.

“Geçmiyorum.”

“Saati emaneten Tinker’e bırak.” Parmağıyla kenardaki buldozerin sürücü koltuğunda oturan ve bir McDonald’s meyveli keki yiyip bizi dinleyen siyah adamı gösterdi.

“Güvenilir bir insan mıdır?”

“Elbette.”

“O zaman sen beni kovana ya da ben eylülde okula dönene kadar saat onda kalsın.”

“Peki, ben karşılığında ne vereceğim?”

Elindeki başvuru kâğıdını gösterdim. “İmzala onu. Senin yapacağın şey de o işte.”

“Sen çıldırmışsın.”

Dolan’ı ve Elizabeth’i düşündüm, bir şey söylemedim.

“Pis işle başlayacaksın,” dedi Blocker. “Kamyonun ardından çukurlara kürekle sıcak asfalt boşaltacaksın. Saatini istediğimden değil, ilk başlayanların yaptıkları iş bu olduğundan.”

“Tamam.”

“Anladıysan bir sorun yok.”

“Anladım.”

“Hayır, anlamadın,” dedi. “Ama anlayacaksın.”

Haklıydı.

Bundan sonraki birkaç hafta hakkında hiçbir şey hatırlamıyorum; tek hatırladığım sıcak asfaltı kürek kürek boşaltmak, bastırmak ve başım yerde kamyonun ardından bir sonraki çukura kadar yürümek. Kimi zaman Strip’in yakınlarında çalışıyorduk ve kumar makinelerinin zil seslerini duyuyordum. Kimi zaman zillerin kafamın içinde çaldığını sanırdım. Başımı kaldırınca Harvey Blocker’in, yüzü yoldan yükselen sıcağın arasında titreyerek merhametle bana bakmakta olduğunu görürdüm. Kimi zaman da buldozerin üstünde branda gölgeliğin altında oturan Tinker’e bakardım. Tinker dedemin saatini zincirinin ucunda salladıkça, madenin üzerinden güneş parıltıları yayılırdı.

Önemli olan, ne olursa olsun bayılmamak, bilincine sıkı sıkı yapışmaktı. Haziran boyunca ve sonra temmuzun ilk haftası direndim. Bir gün Blocker öğle saatinde sandviçimi yerken yanıma geldi. Sandviçi tutan elim titriyordu. Kimi geceler saat ona kadar titrerdim. Sıcaktandı bu. Ya titreyecektin ya da bayılacaktın ve ben Dolan’ı düşünerek her nasılsa titremeye devam ediyordum.

“Hâlâ yeterince kuvvetli değilsin, ahbap,” dedi.

“Doğru. Ama sen bir de beni başlangıçta görseydin.”

“Her an arkama bakıp seni yolun ortasında baygın ya tarken göreceğimi sanıyorum. Ama bayılacaksın.”

“Hayır, bayılmayacağım,” dedim.

“Bayılacaksın. Elinde kürekle kamyonun ardında yürümeye devam edersen bayılacaksın.”

“Hayır.”

“Yazın en sıcak günleri başlamadı daha.”

“Bana bir şey olmaz.”

Blocker cebinden bir şey çıkarttı. Dedemin saati. Kucağıma attı. “Al bu lanet şeyi, ben istemiyorum,” dedi.

“Ama bir anlaşma yapmıştık.”

“Anlaşmadan vazgeçiyorum.”

“Beni kovarsan seni şikâyet ederim,” dedim. “Başvuru formunu imzaladın. Sen…”

“Seni kovmuyorum,” dedi gözlerini kaçırarak. “Tink sana kepçe kullanmasını öğretecek.”

Ne diyeceğimi bilemeyerek uzun uzun baktım yüzüne. Serin ve güzel üçüncü sınıf dersliğim çok uzaktaydı artık ve Blocker gibi bir insanın nasıl düşündüğünü ya da söylediği bir şeyin ne anlama geldiğini hâlâ bilemiyordum. Onun bana aynı zamanda hem hayran olduğunu, hem de beni küçük gördüğünü biliyordum. Bunları neden hissettiği hakkında hiçbir fikrim yoktu. Kafamın içinde birden Elizabeth’in sesini duydum: “Buna kafanı takma, sevgilim. Senin işin Dolanla. Dolan’ı hatırla.”

Sonunda, “Bunu neden yapıyorsun?” diye sordum.

Yüzüme baktı, onun hem öfkeli hem de alaycı olduğunu gördüm; ama sanırım baskın duygu öfkeydi. “Senin neyin var, ahbap? Sen beni ne sanıyorsun?”

“Ben…”

“Lanet saatin için seni öldüreceğimi mi sandın? Bunu mu sandın, ha?”

“Özür dilerim.”

Dedemin saatini cebime koydum.

“Sen hiç güçlü olmayacaksın, ahbap. Bazı insanlar ve bazı bitkiler güneşte kök salar. Bazıları da kuruyup ölür. Sen ölüyorsun. Öldüğünü biliyorsun ve hâlâ gölgeye girmek istemiyorsun. Neden? Neden kendini böyle zora sokuyorsun?”

“Benim de kendime göre nedenlerim var.”

“Bundan hiç kuşkum yok ve yoluna çıkacak olanın Tanrı yardımcısı olsun.”

Blocker kalkıp gitti yanımdan.

Ardından Tinker sırıtarak yaklaştı.

“Kepçe kullanmasını öğrenebilecek misin, ha?”

“Sanırım,” dedim.

“Bence de öğrenirsin. Blocker senden hoşlanıyor, ama bunu nasıl söyleyeceğini bilemiyor.”

“Farkına varmıştım.”

Tinker güldü. “Epey sertiz, değil mi?”

“Öyle olduğunu umarım,” dedim.

O yazı kepçe kullanarak geçirdim ve sonbaharda okula döndüğümde Tinker kadar siyahtım. Öteki öğretmenler bana gülmüyordu artık. Bazen ben geçtikten sonra gözlerinin ucuyla bana bakıyorlardı, ama gülmüyorlardı.

“Benim de nedenlerim var,” demiştim ona. Vardı da. O yazı cehennemde geçirmemin nedeni kapris değildi. Bir insana mezar kazmaya hazırlanmak bu kadar ağır koşullarda çalışmayı gerektirmez, ama benim aklımda bir insan yoktu.

0 lanet Cadillac arabayı gömmeye niyetliydim.

* * *

Ertesi yıl Eyalet Karayolları Komisyonu’nun posta listesine alınmıştım ve her ay “Nevada Yol işaretleri” adlı bir bülten geliyordu. Ben broşürün son bir iki sayfasıyla ilgilenirdim. Takvim başlıklı bu bölümde gelecek ayın yol yapım ve onarım çalışmalarının listesi yer alırdı. Ben özellikle YENKAP kısaltması altında yazılı yer ve tarihleri incelerdim. Bu yeni kaplama demekti ve Harvey Blocker’in ekibinde çalışırken, servis yolunda en çok ihtiyaç duyulan onarımların bunlar olduğunu öğrenmiştim. Her zaman değil ama. Bir yolun bir kısmının kapanması ancak başka seçeneğin olmaması durumunda başvurulacak bir yöntemdi. Ama ben bu altı harfin ergeç Dolan’ın sonu olacağından emindim. Sadece altı harf, ama bunları rüyamda gördüğüm zamanlar da oluyordu.

Bu kolay ya da yakında olacak bir şey değildi; bunun için yıllar gerekebileceğini ve bu arada Dolan’ı bir başkasının temizleyebileceğini biliyordum. Dolan kötü bir insandı ve kötü insanların tehlikelerle dolu yaşantıları vardı. Dört ayrı eğrinin bir noktada buluşması gerekiyordu: Dolan’ın yolu, benim tatil zamanım, milli bir bayram ve üç günlük bir hafta sonu.

Yıllarca bekleyebilirdim. Ya da bu hiç gerçekleşmezdi. Ama içim sakindi; bunun mutlaka olacağından ve olduğunda da hazırlıklı bulunacağımdan emindim. Sonunda oldu da. O yaz değil ama, hatta onu izleyen sonbaharda da değil. Geçen yılın haziran ayında “Nevada Yol lşaretleri”ni açtığımda Takvim’de şu ilanla karşılaştım.

1 TEMMUZ 22 TEMMUZ (YENKAP)

Ellerim titreyerek masa takviminin temmuz ayını buldum. 4 Temmuz pazartesi gününe geliyordu. Bağımsızlık Bayramı.

Eh, eğrilerin üçü gerçekleşmişti; benim için tatil, milli bir bayram ve üç günlük hafta sonu. Böylesine geniş kaplı bir onarımda trafik mutlaka servis yolundan verilirdi.

Ama Dolan? Dördüncü eğri ne olacaktı?

Onun 4 Temmuz haftası ki Las Vegas için pek hareketli bir hafta olmazdı Los Angeles’a üç kere gittiğini hatırlıyordum. Üç kere de başka yerlere gitmişti bir kere New York’a, bir kere Miami’ye ve bir kere de ta Londra’ya ve yedi yılda sadece bir kere Vegas’ta kalmıştı.

Eğer giderse…

Bunu öğrenmemin bir yolu var mıydı?

Bunu uzun uzun düşündüysem de, gözlerimin önünden iki sahne gitmek bilmiyordu. Birincisinde Dolan’ın arabası 71 no’lu karayolu üzerinde arkasında uzun bir gölge bırakarak Los Angeles’a doğru gidiyordu. Onun İLERDE SERVİS YOLU işaretlerini geçtiğini görüyordum. Cadillac terk edilmiş yol araçlarının yanından geçiyordu. Araçlar üç günlük tatil için orada öylece bırakılmıştı.

İkinci sahnede hemen hemen her şey aynıydı, sadece yan yola sapma işaretleri yoktu.

Çünkü onları kaldırmıştım.

Okulun son günü bunu nasıl öğrenebileceğim aniden aklıma geldi. Aklım okuldan da, Dolan’dan da çok uzaklardayken, birden daldığım uyuşukluktan kurtuldum ve kürsünün kenarında duran vazoyu devirdim (öğrencilerim bana okul sonu armağanı olarak çöl çiçeklerinden bir demet getirmişlerdi). Vazo yere düşüp parçalanınca, kendileri de uyuklayan öğrencilerim birden ayağa dikildi. Yüzümde onları korkutan bir şey görmüş olmalılar ki, Timothy Urich adındaki küçük oğlan ağlamaya başlayınca kendisini avutmaya koyuldum.

Bir yandan da çarşaflar, diye düşünüyordum. Çarşaflar, yastık kılıfları ve gümüş eşya; halılar. Her şeyin olduğu gibi kalması gerek. O her şeyi öyle isteyecektir.

Elbette. Her şeyi olduğu gibi istemek Dolan’ın, tıpkı Cadillac’ı gibi, bir parçasıydı.

Gülümsemeye başladım, Timmy Urich de bana bakıp gülümsedi, ama ben Timmy’ye gülümsemiyordum.

Benim gülümsediğim Elizabeth’ti.

* * *

Okul o yıl 10 Haziran’da sona erdi. On iki gün sonra uçakla Los Angeles’a gittim. Bir araba kiralayıp her zaman kaldığım otele yerleştim. Üç gün arka arkaya Hollywood Hills’e gidip Dolan’ın evini gözetledim. Fark edebilirler endişesiyle sürekli olarak gözetlemiyordum. Zenginler hırsızları seçebilmeleri için adam tutarlar.

İlk başta hiçbir şey yoktu. Ev kapatılmamıştı, çimler bakımsız değildi ve havuzdaki su temizdi. Ama yine de evde bir boşluk ve kullanılmamışlık vardı; yaz güneşine karşı perdeler çekilmişti, evin önündeki yolda arabalar yoktu, atkuyruğu saçlı genç bir adamın iki günde bir temizlediği havuzu kullanan yoktu.

29 Haziran’da, bir yıl daha gözetlemeye ve beklemeye hazırlanmışken, LOS ANGELES GÜVENLİK SERVİSİ yazılı mavi bir arabanın Dolan’ın evinin bahçe kapısında durduğunu gördüm. Üniformalı bir adam arabadan inip cebinden çıkardığı bir anahtarla kapıyı açtı. Arabayı içeri sürüp köşeyi döndü. Birkaç dakika sonra yayan olarak geri geldi, kapıyı kapatıp kilitledi.

Eh, hiç olmazsa tekdüzeliği kıran bir şey olmuştu. İçimde hafif bir umut.

Arabayı sürdüm, oradan tam iki saat uzak kaldıktan sonra bu defa sokağın diğer ucuna park ettim. On beş dakika sonra evin önünde mavi bir kamyonet durdu. Kamyonetin yan tarafında, BÜYÜK JOE TEMİZLİK SERVİSİ yazıyordu. Kalbim dışarı fırlayacak gibi oldu. Dikiz aynasından seyrediyordum; kiralık arabanın

direksiyonunu tutan ellerimin direksiyonu nasıl sıktığını hâlâ hatırlarım. Kamyonetten dört kadın çıktı; ikisi beyaz, biri siyah, biri Çinli. Garsonlar gibi beyaz giyinmişlerdi; ama garson değil, temizlikçiydiler.

Biri kapının zilini çalınca güvenlik elemanı gelip açtı. Beşi birden konuşup şakalaştı. Güvenlik memuru kadınlardan birine parmak atmaya çalıştı ve kadın gülerek adamın eline vurdu.

Kadınlardan biri kamyonete binip bahçeye sürdü. Muhafız kapıyı kilitlerken diğerleri konuşarak eve doğru yürüdüler.

Yüzümden aşağı terler boşanıyordu; ter değil de, yağdı sanki. Kalbim gümlüyordu içimde.

Dikiz aynasında görüş alanımdan çıkmışlardı. Bir kumar oynayıp başımı çevirip baktım.

Kamyonetin arka kapılarının açıldığını gördüm.

Kadınların birinin elinde bir çarşaf yığnı, diğerinde havlular, üçüncüsünde elektrikli süpürge vardı.

Güvenlik memuru kadınları eve aldı.

Ben neredeyse arabayı süremeyecek kadar titreyerek uzaklaştım oradan.

Evi hazırlıyorlardı. Dolan gelecekti.

Dolan Cadillac arabasını her yıl, hatta iki yılda bir bile değiştirmezdi; gri Sedan DeVille o haziranda neredeyse üç yaşını dolduracaktı. Boyutlarını ezbere biliyordum. Bir araştırmacı yazar olduğumu söyleyerek GM’ye mektup yazıp öğrenmiştim. Bana o yılın bir el kitabıyla broşürünü göndermişlerdi. Hatta üzerine adresimi yazıp pulladığım zarfı bile geri göndermişlerdi. Büyük şirketler zararda oldukları zaman bile kibarlıklarını koruyor anlaşılan.

Arabanın en geniş, en yüksek ve en uzun yerlerinin ölçülerini alıp Las Vegas Lisesi’nde matematik öğretmeni olan bir arkadaşıma götürmüştüm. Daha önce söylediğim gibi, bu iş için hazırlanmıştım ve hazırlığım sadece bedensel değildi. Kesinlikle hem de.

Problemi bir varsayım olarak ortaya koymuştum. Bir bilimkurgu hikâyesi yazıyordum ve rakamlar kesin olmalıydı. Hatta sözde hazırladığım hikâyenin bir iki yerini bile anlatmıştım ve bu yaratıcılığım en çok da beni şaşırtmıştı.

Arkadaşım bu uzay keşif aracımın ne hızla gideceğini sordu. Bu beklemediğim bir soruydu. Önemli olup olmadığını sordum.

“Elbette önemli,” dedi. “Hem de çok önemli. Bu keşif aracının tuzağına düşmesini istiyorsan, tuzağın kusursuz olması gerek. Sen bana beş metreye bir buçuk metre dedin.”

Bunun tam ölçü olmadığını söylemek için ağzımı açarken elini kaldırıp beni susturdu.

“Yaklaşık bir rakam. Yayı hesaplamasını kolaylaştırır.”

“Neyi?”

“iniş yayını,” deyince sakinleştim. intikam almaya yemin etmiş bir insanın âşık olabileceği bir deyimdi bu. Kapkara ve meşum bir sesi vardı. İniş yayı.

Ben arabayı alacak bir mezar kazmanın yeterli olacağını sanmıştım. Oysa arkadaşım bana çukurun mezar değil bir tuzak olması gerektiğini göstermişti.

“Biçim çok önemli,” dedi. Benim aklımdaki çukur işe yaramayabilirdi ve bu olasılık güçlüydü. “Araç çukurun başında düşmezse tümü içeri girmeyebilir,” dedi. “Bir süre kayar ve eğik bir durumda kalırsa uzay yaratıkları arka kapıdan çıkabilir ve senin kahramanlarının işini bitirirler.” Bunun çaresi giriş ucunu genişletip çukura bir huni biçimi vermekti.

Sonra hız sorunu vardı.

Dolan’ın arabası çok hızlı gidiyorsa ve çukurun boyu kısa olursa, üzerinden uçacak ve çukurun öteki tarafına çarpacaktı. O zaman araba çukura düşmeden tepeüstü yuvarlanacaktı. Diğer yandan, Cadillac çok yavaş gidiyorsa ve çukurun boyu çok uzunsa, o zaman dipte tekerleri üstüne değil de, burnu üstüne oturacaktı; bu da işe yaramazdı. Bagajı ve arka tamponu iki karış dışarda kalmış bir arabayı gömemezdin.

“Bu aracın ne hızla gidecek, şimdi söyle bakalım?”

Hemen bir hesap yaptım. Dolan’in sürücüsü açık yolda altmış altmış beş mil arası bir hız yapıyordu. Benim işaret ettiğim yere girince herhalde hızını azaltacaktı.

“Saatte elli mil kadar,” dedim.

“Aha!” Arkadaşım hemen hesap cetveliyle hesaba koyulduğunda, ben de yanında oturup o güzelim deyimi, iniş yayını düşündüm.

Arkadaşım başını kaldırdı. “Biliyor musun? 0 aracın boyutlarını değiştirmeyi düşünebilirsin,” dedi.

“Öyle mi? Neden?”

“Bir keşif aracı için çok büyük. Bu neredeyse bir Lincoln Mark IV boyutları.” Güldü sonra.

Ben de güldüm. Birlikte güldük.

* * *

Kadınların çarşaflar ve havlularla içeri girdiğini görünce hemen uçağa atlayıp Las Vegas’a döndüm.

Eve gittim, oturma odasına girip telefonu açtım. Ellerim titriyordu. Dokuz yıldır bir örümcek ya da

bir fare gibi bekleyip gözetlemiştim. Dolan’a Elizabeth’in kocasının kendisiyle ilgilendiği hakkında en küçük bir ipucu bile vermiş değildim. Vegas’a giderken lastiği patlayan arabasını geçtiğimde bana o boş nazarlarla bakışı, beni o zaman kzdırmışsa da, hak ettiğim ödüldü.

Ama şimdi bir riski göze alacaktım. Aynı anda iki yerde olamayacağım ve Dolan’m gelip gelmediğini ve yol değişikliği işaretini ne zaman kaldırmam gerektiğini bilmek için bu riski göze almak zorundaydım.

Uçakla dönerken bir plan geliştirmiştim. Onu işler duruma getirmeye çalışacaktım.

Los Angeles telefon idaresinden Büyük Joe Temizlik Servisi’nin numarasını alıp aradım.

“Ben Rennie İkram Servisi’nden Bili,” dedim. “Cumartesi gecesi Hollywood Hills’te, Aster Drive 1121 numarada bir parti verilecek. Acaba Bay Dolan’m mutfak dolabındakl punç kâsesini kızlarınızdan biri kontrol edebilir mi diye soracaktım.”

Beklemem söylendi. Ama geçen her saniye, adamın işin içinde bir gariplik sezip telefon idaresini öteki hattan aradığı hakkındaki kuşkularımı arttırıyordu.

Sonunda telefona geldi. Kızmış gibiydi, ama bu önemli değildi. Öyle olmasını yeğlemiştim zaten.

“Cumartesi gecesi mi?”

“Evet. Bizde o kadar büyük punç kâsesi yok ve ben ondakinin yeterli olacağını sanıyorum. Ama emin olmak istemiştim.”

“Bak Bayım, benim önümdeki listede Bay Dolan’ın evine pazar günü öğleden sonra saat üçten önce dönmeyeceği yazılı. Kızlarım senin istediğini yapar, ama önce bu işi halletmeliyim. Bay Dolan öyle dalga geçilecek biri değildir. Eğer bir gün erken dönecekse, oraya hemen birkaç kişi daha göndermem gerekecek.”

“İzin verirseniz bir daha kontrol edeyim.” Telefonun yanındaki üçüncü sınıf ders kitabını gürültüyle karıştırdım.

“Vay canına!” dedim. “Çok özür dilerim. Davetpazar gecesi içinmiş. Gerçekten özür dilerim. Benim büyük punç kâsem Glendale’de bir düğünden pazar sabahı gelecek zaten.” Telefonu kapatıp planımı kurmaya başladım. Los Angeles’a saat üçte varmak için Vegas’tan pazar sabahı onda çıkması gerekirdi ve servis yolu bölgesine on bir on beş ila on bir otuz arasında varırdı ki, o saatlerde yol genellikle bomboş olurdu.

Hayal kurmaktan vazgeçip eyleme geçme zamanının geldiğine karar verdim.

Gazetedeki ilanlara bakıp birkaç telefon ettim, sonra da benim mali imkânlarım dahilinde olan kullanılmış beş arabaya bakmaya gittim. Sonunda fabrikadan Elizabeth’in öldüğü yıl çıkmış olan eski Ford kamyonette karar kıldım.

Parayı nakit ödedim. Banka hesabımda sadece iki yüz elli yedi dolar kalmıştı, ama bundan hiç sıkılmadım. Eve dönerken bir kiralama mağazasından portatif bir hava kompresörü aldım.

Cuma günü kamyoneti yükledim: Kürekler, kazmalar, kompresör, bir alet çantası, bir tekerlekli kriko, dürbün, yine ödünç alınmış bir Karayolları Dairesi basınçlı delgisi. Kum rengi büyük bir dört köşe branda parçası, bir rulo branda ve yirmi bir tane çıta.

Çölün başlangıcındaki alışveriş merkezinden bir çift araba plakası çalıp kamyonetime taktım.

Vegas’ın yetmiş altı mil dışında ilk turuncu levhayı gördüm: YOL YAPİM ALANI. SOLLAMAK TEHLİKELİDİR! Ondan bir mil sonra da… her ne kadar bilmiyorsam da, Elizabeth’in ölümünden beri beklediğim işareti gördüm.

SERVİS YOLU 6 MİL.

Servis yolu iki tepe arasındaydı. Karayolu Dairesi eski toprak yolu düzelmiş ve geçici trafik yükünü alabilmesi için genişletmişti. Çelik bir kutu içinde kilitli bir bataryadan enerji alan, yanıp sönen bir ok, yolu işaretliyordu.

Servis yolunu geçip de ikinci tepeye doğru giderken yol iki sıralı konik engelle kapatılmıştı. Bunların gerisinde de (yanıp sönen birinci oku görmeyecek kadar kör insanlar olduğu düşünülerek) bir ilan tahtası kadar kocaman bir işaret levhası daha vardı: YOL KAPALI. SERVİS YOLUNU KULLANIN.

Ancak servis yolunu gerektiren neden buradan görünmüyordu ve bu da çok iyiydi. Dolan’ın, düşmeden önce tuzağı fark etmesini istemiyordum.

Çabuk hareket ederek bu işi yaparken görülmek istemiyordum kamyonetten çıktım ve konik işaretlerden sekiz on tanesini çekerek kamyonetin geçeceği bir aralık açtım. YOL KAPALI levhasını sağa çektim, sonra kamyonete koşup bindim ve açtığım aralıktan geçtim.

Arkamdan bir motor sesi duyuluyordu.

Yol işaretlerini yerlerine yerleştirmeye koştum, ikisi elimden düşüp yol kenarına yuvarlandı. Koşarak arkalarından gittim. Karanlıkta bir taşa çarpıp yüzüstü düştüm, kalktığımda yüzüm toz toprak içindeydi, elim kanıyordu. Araba biraz daha yaklaşmıştı, çok geçmeden servis yolundan önceki tepenin başında görünecek ve sürücüsü uzak farlarının ışığında kot pantolonlu bir adamın yol işaretlerini yerleştirmeye çalıştığını ve Nevada Eyalet Karayolu Dairesi araçlarından başka bir aracın bulunmaması gereken yerde bir kamyonet durduğunu görecekti. Sonuncu işareti de diktikten sonra levhayı eski yerine çektim. Arkamdaki aracın Nevada Eyalet Polisi’ne ait olduğundan hiç kuşkum yoktu.

Kamyonete koşup bir sonraki tepeye doğru sürerken arkamdaki tepede arabanın ışıkları belirdi.

Farlarımın sönük olmasına rağmen beni görmüş müydü?

Sanmıyordum

Koltuğa yaslanıp gözlerimi kapatarak kalp atışlarımın yavaşlamasını bekledim. Az sonra arkamdaki araba servis yoluna girdi ve sesi giderek uzaklaştı.

Ben olduğum yerde güvendeydim.

Artık işe koyulma zamanı gelmişti.

* * *

Tepenin ötesinde yol bir inişten sonra dümdüz devam ediyordu. Bu düzlüğün üçte ikisinden sonra yol diye bir şey kalmıyor, yerini toprak yığınları ve uzun bir mıcır şeridi alıyordu.

Bunu görüp dururlar mıydı? Geri mi dönerlerdi? Yoksa servis yolu işaretini görmedikleri için yola devam mı ederlerdi?

Bunun için kaygılanmayacak kadar geçti artık.

Düzlüğün başlangıcından yirmi metre ilerde bir noktayı seçtim. Kamyoneti yol kenarına çekip içindekileri boşalttım. Sonra dinlenmek için durunca başımı kaldırıp soğuk çöl yıldızlarına baktım.

“İşe başlıyoruz, Elizabeth,” diye fısıldadım onlara. Soğuk bir elin ensemi okşadığını hisseder gibi oldum.

* * *

Kompresör ve delgi aleti müthiş gürültü çıkarıyordu, ama yapacak bir şey yoktu. Gece yarısına kadar işin ilk aşamasını bitirmeyi umuyordum. Daha uzun sürecek olursa kompresörün benzini kısıtlı olduğundan başım derde girecekti.

Boş ver, diye düşündüm. Gece yarısı basınçlı delgiyi kullananın hangi aptal olduğunu merak edeceklerini at kafandan. Dolan’ı düşün. Gri Sedan DeVille’i düşün.

Düşüş yayını düşün.

Alet kutumdan metre ve tebeşir alıp matematikçi arkadaşımın hesapladığı ölçüleri işaretledim. İş bitince ortaya bir buçuk metre eninde, on dört metre uzunluğunda bir dikdörtgen çıktı. Sonra bu kutunun içine enlemesine ve boylamasına çizgiler çizerek kırk iki kare çizdim. Gömleğimin kollarını sıvadım, kompresörü çalıştırdım ve bir numaralı karede işe başladım.

İş umduğumdan hızlı gidiyordu. İlk iş kare biçimindeki asfalt parçalarını çıkartmaktı. Ancak bu iş gece yarısına kadar bitmedi ve sabaha karşı üçte kompresörün benzini tükendi. Ama böyle bir şey olacağını düşünerek kamyonetin deposundan benzin çekmek için bir hortum getirmiştim. Benzin kapağını açtım, benzin kokusu burnuma dolunca kapağı kapattım ve kamyonetin arkasına sırtüstü serildim.

Bu gece daha fazla çalışamayacaktım. Giydiğim kalın eldivenlere rağmen ellerim su kabarcıklarıyla dolmuş, hatta bazıları patlamıştı bile. Tüm vücudum delgi aletinin sarsıntısından titriyor gibiydi. Başım ağrıyordu. Dişlerim ağrıyordu. Belkemiğimin içi kırık cam parçalarıyla doldurulmuş gibiydi.

Yirmi sekiz kareyi kaldırmıştım.

Yirmi sekiz.

Geriye on dört tane kalmıştı.

Hem bu sadece başlangıçtı.

Asla, diye düşündüm. Olanaksız. Yapılamaz.

O soğuk el yine.

“Evet, sevgilim. Evet.”

Kulaklarımdaki çınlama şimdi hafifliyordu; zaman zaman yaklaşan bir arabanın sesini duyuyordum.

Yarın cumartesiydi… Bugün yani. Bugün cumartesiydi. Dolan pazar günü gelecekti. Vakit kalmamıştı.

“Evet, sevgilim.”

Patlama onu paramparça etmişti.

Polise gördüklerini anlattığı için, tehditlere boyun eğmediği için, cesur olduğu için sevgilim parça parça olmuştu ve Dolan hâlâ Cadillac arabasıyla geziyor, yirmi yıllık viski içiyordu.

“Deneyeceğim,” diye düşündüm ve sonra ölümden farksız olan derin bir uykuya daldım.

* * *

Uyandığımda saat sekiz olmasına rağmen güneş kavurucuydu. Doğrulur doğrulmaz bir çığlık atarak zonklayan ellerimi yüzüme kapattım. Çalışmak mı? On dört parça asfaltı sökmek mi? Ben yürüyemiyordum bile.

Ama yürümeliydim ve yürüdüm de.

Torpido gözünden böyle bir durum için bulundurduğun Empirin’i aldım.

Kendimi formda sanmıştım, değil mi? Gerçekten bunu düşünmüş müydüm?

Çok komikti doğrusu!

Suyla dört tablet içtim, midemde çözülmesi için on beş dakika bekledikten sonra çörek ve kuru meyveden

oluşan kahvaltımı ettim.

Kamyonetten benzin çekerken kokudan kusmamak için kendimi güç tuttum. Eğer yol ekibi uzun hafta sonu için evlerine girerken depolarındaki benzini boşaltmışlarsa ne olacak, diye düşündüm ve hemen aynı anda bu düşünceyi kafamdan attım. Kontrolümde olmayan şeyler için kaygılanmanın bir anlamı yoktu. Kendimi bir B52’den paraşüt yerine elinde şemsiyeyle atlamış bir insan gibi hissediyordum.

“Yapamayacağım.” “Lütfen, sevgilim.”

En kötüsü o ilk saatti; ondan sonra delgi aletinin tekdüze sarsıntısı Empirin’le birlikte beni uyuşturdu; ellerim, sırtım, başım hep uyuştu. Saat on birde son asfalt parçasını da kestim. Şimdi sıra, Tinker’in bana yol makinelerini düz kontakla çalıştırma konusunda öğrettiklerini hatırlamaya gelmişti.

Kamyonetime dönüp yarım mil ilerdeki yol yapım yerine gittim. Aradığım makineyi hemen gördüm. Büyük bir CaseJordan kepçesi: 135.000 dolarlık malzeme. Blocker’in yanındayken bir Caterpillar sürmüştüm, bu da onun aynısı olmalıydı.

Öyle olacağını umuyordum.

Kepçeye çıkıp vites kolunun üstündeki krokiye baktım. Cat’ınkinin aynıydı. Yerde bir çuval vardı. Kaldırıp altında anahtar aradım. Ama yoktu.

Tink’in sesi kulaklarındaydı: “Bir çocuk bile bunları kısadevre yapıp çalıştırabilir. Hiç önemli değil. Arabalarda hiç olmazsa bir kilit vardır. Şuna bak. Hayır, anahtarı soka cağın yere değil. Anahtarın yok biliyorsun, onun deliğini ne yapacaksın. Şuraya, altına bak. O sarkan telleri görüyor musun?”

Bakınca sarkan telleri gördüm. Tıpkı Tinker’in gösterdiği gibi; kırmızı, mavi, sarı ve yeşil. Her birinin iki santim kadar üstünü kazıyıp arka cebimdeki bakır teli çıkardım.

“Bak, evlat, kırmızı ile yeşili birleştireceksin. Bunu sakın unutma, olur mu? O ikisini birleştirdin mi düz kontak yapmış olursun.”

Elimdeki tellerin ucunu kepçenin kırmızı ve yeşil tellerindeki çıplak yere geçirdim. Ensemden akan terler gömleğimden içeri girip beni gıdıklıyordu.

“Mavi ile sarıyı tut şimdi. Onları birleştirmeyeceksin, sadece birbirlerine sürteceksin ve bunu yaparken çıplak teli elinle tutmamaya dikkat edeceksin. Mavi ve sarı kontağı çalıştırır. Eğlencen bitince kırmızı ve yeşili birbirinden ayırırsın. Sahip olmadığın anahtarı kontaktan çıkarırmış gibi.”

Mavi ve sarı telleri birbirlerine değdirdim. Kocaman, sapsarı bir kıvılcım çıkınca irkilip geriye çekildim, başımı arkadaki demirlerden birine vurdum. Sonra eğilip bir daha denedim. Motor öksürdü, kocaman kepçe aniden ileri fırladı. Ben arkaya savruldum, başımı direksiyon simidine çarptım. Vitesi boşa almayı unuttuğumdan az kalsın bir gözden olacaktım. Tink’in kahkahalarını duyar gibiydim.

Vitesi boşa alıp telleri yine birbirlerine değdirdim. Motor bir kere öksürdü, havaya rüzgârın anında savurduğu koyu bir duman fışkırdı ve motor döndü.

Telleri bıraktım ve jingleyi çektim. Motor muntazam çalışınca birinci vitese geçirdim, koca aracı çevirdim ve yolun batıya giden şeridindeki kahverengi uzun dikdörtgene doğru sürdüm.

O gün gürleyen bir motor ile kavurucu güneşten başka bir şey yoktu. Kepçenin sürücüsü şemsiyesini almayı unutmamıştı.

Saat ikiye geldiğinde asfalt parçalarını iterek yol kenarındaki hendeğe atmıştım. Bütün asfalt parçaları bitince kepçeyi yeniden yerine götürdüm. Benzinim azalıyordu, hortumla çekme zamanı gelmişti. Kamyonetin yanında durdum, hortumu aldım ve hipnotize olmuş gibi büyük su bidonuna baktım. Hortumu bir anlığına bırakıp kamyonetin arkasına girdim. Başıma, yüzüme, göğsüme su dökerken zevkten çığlıklar atıyordum. Suyu içersem kusacağımı biliyordum, ama içmek zorundaydım. İçtim ve kustum. Hem de yerimden kalkmadan, başımı yana çevirerek.

Sonra uyudum. Uyandığımda hava kararmak üzereydi ve bir yerlerde bir kurt mor gökyüzünde yükselen mehtaba uluyordu.

* * *

Günün son ışıklarında asfaltta kestiğim yer gerçek bir mezara benziyordu, efsanevi bir canavarın mezarına.

“Asla,” dedim asfalttaki o uzun çukura.

“Lütfen,” diye Elizabeth mırıldandı. “Lütfen… Benim için.”

Torpido gözünden dört Empirin tableti daha alıp yuttum.”

“Senin için,” dedim.

* * *

Case Jordan’ı benzin deposu bir buldozerinkinin yanına gelecek şekilde çekip, bir levyeyle depo kapaklarını açtım.

Yakıtı çektikten sonra bir süre hiç düşünmemeye çalışarak ayın yükselmesini bekledim. Sonra yolu kestiğim yere dönüp işe koyuldum.

Ay ışığında kepçeyi kullanmak, kavurucu çöl güneşi altında asfaltı delmekten daha kolaysa da, açacağım çukurun tam istediğim eğimde olması için yavaş çalışmak zorunda kalıyordum. Bu nedenle sık sık inip getirdiğim gönyeyle eğimi ölçmekteydim. Her seferinde motoru durdur, aşağı in, ölç ve tekrar yukarı çık. Normalde büyük bir sorun değildi, ama benim vücudum kaskatı kesilmişti ve yaptığım her hareket kemiklerimi içlerine kadar sızlatıyordu. En kötüsü de sırtımdı; sırtıma hiç de hoş olmayan bir şeyler yaptığımdan emindim.

Ama diğer her şey gibi bunu da daha sonra düşünecektim.

Bir buçuk metre eninde ve on dört metre boyunda bir çukur gerekseydi, bu gerçekten olanaksız olurdu. Böyle bir çukurdan çıkarılacak toprak elli metreküpe yakındı.

Matematikçi dostum, “Kötü yaratıklarını içine çekecek bir huni biçimi yaratmalısın,” demişti. “Eğik bir düzlem olmalı.”

Ne demek istediğini bir başka kâğıda çizmişti.

“Galaksiler arası isyancıların ya da her neyseler, hesaplananın yarısı kadar toprak kazacaklardır.” Kâğıtta bir hesap yapmış ve, “Çocuk oyuncağı, yirmi beş metreküp kar dar, bir kişi bile kazabilir,” demişti.

Bir zamanlar bunun çocuk oyuncağı olduğuna ben de inanmıştım, ama bu inancım uzun sürmemişti. Eğimi bir daha ölç.

“Sandığın kadar kötü değil, değil mi, sevgilim? Hiç olmazsa kayalık değil…”

Çukur derinleştikçe uzunluğu boyunca daha dikkatle hareket ediyorum. Artık ellerim kan içindeydi. “Kepçe yere değene kadar levyeyi it. Öteki levyeyle kepçeyi ileri sür. Şimdi kaldır… Çevir ve (bu arada, boynunun ve sırtının zonklamasını düşünmemeye çalış) hendeğe, asfalt parçalarının üzerine boşalt.”

“Aldırma, sevgilim, iş bitince ellerini sararsın. Onun işini bitirince.”

* * *

Doğuda ilk solgun ışığı sezdiğimde çukura inip gönyeyle bir kere daha ölçtüm. Artık çukurun sonuna yaklaşıyordum, işi bitirecek gibiydim. Çömeldim ve o anda sırtımda bir şeyin koptuğunu hissettim.

Boğazımdan bir çığlık koptu ve çukurun içine yanlamasına devrildim. Ellerimle belime sıkıca bastırdım.

Sancı yavaş yavaş azalınca ayağa kalkabildim.

“Tamam,” diye düşündüm. “Hepsi bu kadar işte. Bitti artık. Sen elinden geleni yaptın, ama bitti artık.”

“Lütfen sevgilim,” diye fısıldadı Elizabeth. “Lütfen pes etme. Devam et lütfen.”

“Kazmaya mı devam edeyim? Ben yürüyebileceğimden bile emin değilim.”

“Ama o kadar az kaldı ki!” Bu artık Elizabeth’in adına konuşan ses değildi; Elizabeth’in ta kendisiydi. “O kadar az kaldı ki, sevgilim!”

Giderek artan ışıkta kazdığım yere baktım ve ağır ağır başımı salladım. Haklıydı. Kepçeyle çukurun ucu arasında bir buçuk metre kadar kalmıştı; en fazla iki metre.

“Bunu yapabilirsin, sevgilim, yapabileceğinden eminim.”

Ama beni işe devama zorlayan aslında onun sesi oldu. Bunu başaran, ben orada toz toprak içinde, ellerim paramparça bir halde çukurda dururken Dolan’ın lüks evinde uyumakta olduğu hayaliydi. Dolan üzerinde ipekli pijamasının altıyla uyuyordu, yanındaki sarışın da pijamanın üstünü giymiş.

Aşağıdaki garajın camla kaplı özel bölmesinde eşyaları yüklenmiş olan Cadillac da yola çıkmaya hazır bekliyordu.

“Pekâlâ,” dedim. Kepçenin sürücü koltuğuna çıkıp motora gaz verdim.

* * *

Saat dokuza kadar devam edip sonra bıraktım. Yapacak başka şeyler vardı ve bunlar için zamanım kalmayacaktı. Eğik zeminli çukurum on üç metre kadardı. Bu kadarıyla yetinecektim.

Kepçeyi eski yerine götürüp park ettim. Ona tekrar ihtiyacım olacaktı, bu da yeniden benzin çekmek demekti, ama bunu yapacak zamanım kalmamıştı. Empirin’e de ihtiyacım vardı, ama şişede çok az kalmıştı ve onlara daha sonra daha çok ihtiyaç duyacaktım. Evet, yarın… Pazartesi, ayın dördü.

Empirin yerine on beş dakika dinlendim. Buna zamanım yoksa da, kendimi dinlenmeye zorladım. Kamyonetin arkasında sırtüstü yattım, kaslarım birbiri ardından seyirirken Dolan’ı düşündüm.

Şu anda el çantasına son birkaç eşyasını koyuyor olmalıydı; gözden geçireceği bazı kâğıtlar, tıraş takımı, belki bir kitap.

İçimden kötü bir ses, “Ya bu defa uçakla giderse,” diye fısıldadı. Elimde olmadan inledim. Daha önce Los Angeles’a hiç uçakla gitmemişti, hep Cadillac’la gitmişti. Uçaktan hoşlanmadığı fikrine kapılmıştım. Ama bazen uçağa bindiği de olurdu. Bir keresinde ta Londra’ya kadar gitmişti ve bu düşünce zonklayan bir yara gibi kafama takıldı durdu.

* * *

Saat dokuz buçukta branda rulosunu, çıtaları ve çivileri çıkardım. Hava biraz bulutlu ve serindi. Tanrı insana bazen Iütufta bulunur. O ana kadar büyük ıstıraplar arasında çıplak kafamı unutmuştum, ama şimdi parmağımla dokununca canım acımıştı. Arabanın dikiz aynasından bakınca kafatasımın kıpkırmızı olduğunu gördüm.

Vegas’ta Dolan son dakika telefonlarını ediyor olmalıydı. Sürücüsü Cadillac’ı binanın önüne çekmek üzereydi. Benimle araba arasında sadece yetmiş beş mil vardı ve Cadillac çok geçmeden o mesafeyi saatte altmış mil hızla azaltmaya başlayacaktı. Durup da yanmış kafatasına acıyacak zamanım yoktu.

Yanı basımdaki Elizabeth, “Güneşten yanmış kafana bayılıyorum, sevgilim,” dedi.

“Teşekkür ederim, Beth,” dedim ve çıtaları çukura taşıdım.

İş daha önce yaptığım kazıya kıyasla hafifti ve sırtımdaki o katlanılmaz sancı yerini sürekli bir zonklamaya bırakmıştı.

O imalı ses, “Ya sonra?” diye sordu. “Ya sonra ne olacak?”

Sonra ne olursa olacaktı, hepsi o kadar işte. Tuzak zamanında hazır olacak gibiydi ve önemli olan buydu.

Çıtaları iyice erimiş olan asfalta bastırarak çukur boyunca yerleştirdim. Hepsi tamam olunca çukur tebeşirle çizdiğimdeki gibi olmuştu. Ondan sonra branda rulosunu çukurun başına çektim ve çukuru örtecek biçimde öteki ucuna kadar çektim.

Şimdi önümde 71 no’Iu karayolunun on dört metresi uzanıyordu.

Yakından bakıldığında görüntü kusursuz değildi; tıpkı tiyatroda ilk üç sıradan dekorların kusursuz görünmediği gibi. Ama birkaç metre öteden kesinlikle fark edilmiyordu. Bu uzun brandayı asfalta gömdüğüm ahşap çıtalara çiviledim. Ellerim çalışmak istemiyordu, ama onları güçlükle ikna edebilmiştim.

Brandayı yerleştirdikten sonra kamyonete döndüm, direksiyona geçip yokuşun başına çıktım. Orada bir dakika kucağımda duran yaralı ellerime baktım. Sonra inip 71 no’Iu karayoluna şöyle bir sürdüm. Dikkatimi belirli bir yerde toplamak istemiyordum; tüm görüntüyü şöyle bir görmek istiyordum. Dolan’la adamlarının yokuşun tepesine vardıklarında görecekleri sahneyi.

Gördüğüm umduğumdan çok daha iyiydi.

Düzlüğün öteki ucundaki yol makineleri benim sazımdan çıkan toprak yığınlarını haklı gösteriyordu. Asfalt parçaları yol kenarındaki hendeğe gömülmüştü. Kamyonetin arkasında getirdiğim kompresör Karayolları Dairesi’ninkilerden farksızdı.

Buradan branda yol kusursuz görünüyordu; bir bakışta anlaşılmazdı.

Cuma ve cumartesi günleri trafik yoğun olmuş, servis yoluna sapan araçların gürültüsü hiç kesilmemişti. Bu sabah ise hiç trafik yoktu.

Kamyoneti yokuşun hemen altına çekip on bire çeyrek kalaya kadar yüzüstü yattım. Sonra kamyoneti geri geri sürdüm, arka kapıları açtım ve yol işaretlerini içeri doldurdum.

Yanıp sönen oku sökmek ise o kadar kolay olmadı; ilk başta onu cereyana kapılmadan batarya kutusundan nasıl ayıracağımı kestiremedim. Ama sonra yan taraftaki lastik parçanın altındaki prizi gördüm. Alet çantamdan aldığım çekicimle lastiği çıkartıp kabloyu çektim. Okun yanıp sönmesi kesildi. Batarya kutusunu da yol kenarındaki hendeğe atıp üstünü toprakla doldurdum. Ok dört cıvatayla çelik bir çerçeveye monte edilmişti. Kulağım kirişte onları da söktüm ve oku da kamyonetin arkasına attım, çelik çerçeveyi atınca okun içindeki lambaların kırıldığını duydum.

Bu işi bitirince kamyoneti yine yokuşun üstüne sürüp arkama baktım. Okla yol uyarı işaretlerini kaldırmıştım, şimdi geriye sadece YOL KAPALI. SERVİS YOLUNU KULLANIN turuncu levhası kalmıştı.

Bir araba geliyordu. Dolan yola erken çıkarsa bütün çabamın boşa gideceği geldi aklıma. Sürücüsü yol levhasına bakıp servis yoluna girecek ve ben de çölün ortasında çıldıracaktım.

Gelen bir Chevrolet’ydi.

Yol kamuflajı yaptığım yere dönüp kamyoneti kenara park ettim. Arkadan krikoyu çıkartıp kamyonetin altına sürdüm, arka tekerleğin cıvatalarını söktüm.

Sonra ön taraftan dürbünümü aldım ve yürüyerek servis yolu kavşağına gittim, kavşağı geçip yokuşu tırmandım.

Tepeye varınca dürbünle doğu yönüne baktım.

Uç millik bir görüş alanım vardı, onun doğusunda da yolu iki mil boyunca yer yer görebiliyordum. Yolda uzun bir ipe dizili boncuklar gibi altı araç vardı. Baştaki yabancıydı, bir Datsun ya da Subaru. Bir mil kadar uzakta. Onun ardından bir kamyonet ve ondan sonra da bir Mustang geliyordu. Diğerleri seçilemiyordu.

ilk araba yaklaştığında —bir Subaru’ydu— kalkıp parmağımla otostop işaret yaptım. O kılık kıyafetimle kimsenin beni arabasına almasını beklemiyordum ve bunda yanılmadım da. Direksiyon başında pahalı bir kuaförden çıktığı belli olan kadın bana dehşetle baktı ve yüzü bir yumruk gibi kapandı. Hızla uzaklaşıp servis yoluna girdi.

Yarım dakika sonra kamyonetin sürücüsü, “Git de yıkan, ahbap!” diye seslendi.

Mustang sandığım araba Escort çıktı. Onun ardından Plymouth, daha sonra da bir Winnebago geçti.

Dolan’dan eser yoktu.

Saatime baktım. 11:25. Eğer gelecekse artık görünmesi gerekirdi.

Saatim ll:40’ı gösteriyordu ve Dolan hâlâ ortalıkta yoktu. Sadece bir Ford ve yağmur bulutu kadar kara bir cenaze arabası.

“Gelmeyecek. Eyaletlerarası yoldan gitti. Ya da uçakla.”

“Gelecek.”

“Gelmeyecek. Senin kokunu alacağından korkuyordun ve aldı işte. O yüzden normal düzenini değiştirdi.”

Uzaklarda bir krom parıltısı. Bu defa gelen büyük bir arabaydı. Bir Cadillac olabilecek kadar büyük.

Yüzüstü yattım, dürbünü gözlerime kaldırdım. Araba bir tepenin ardında kayboldu, sonra yine ortaya çıktı ve virajı aldı.

Evet, Cadillac’tı, ama gri değildi, yeşildi.

Bundan sonra yaşamımın en sıkıntılı otuz saniyesini geçirdim; bana otuz yıl gibi gelen bir otuz saniye. Bir yanım Dolan’ın arabasını değiştirdiğine inanıyordu. Bu işi daha önce de yapmıştı; hiç yeşil arabası olmamıştı ama, bu yasak değildi.

Diğer yanımla da Vegas ile Los Angeles arasındaki yollarda Cadillac arabaların çok olduğuna ve yeşil Cadillac’ın onunki olması ihtimalinin yüzde bir bile olmadığına inanıyordum.

Terler gözlerime dolup da görüşümü engelleyince dürbünü indirdim. Dürbünün bir yararı olmayacaktı. Yolcuları görecek kadar yakına geldiğinde iş işten geçmiş olacaktı nasıl olsa.

“Çok geç artık! Hemen aşağı git ve servis yolu levhasını indir! Onu kaçıracaksın!”

“Eğer o işareti şimdi indirirsen tuzağına yakalanacakları söyleyeyim mi? Los Angeles’a çocuklarını ziyaret edip, torunlarını Disneyland’a götürmek için giden iki zengin ihtiyar.”

“Yap artık! O işte! Başka şansın olmayacak!”

“Doğru. Tek şansın bu. Ama onu da yanlış insanları avlayarak harcama!”

“Dolan bu!”

“Değil!”

“Yeter!” diye inleyerek başımı iki elimin arasına aldım. “Yeter! Yeter!”

Motor sesini duyabiliyordum artık.

Dolan.

İhtiyarlar.

Kadın.

Kaplan.

Dolan.

“Elizabeth, yardım et bana!” diye inledim.

“Sevgilim, o herif yaşamı boyunca yeşil bir Cadillac’a sahip olmadı. Olmaz da. O değil elbette.”

Basımdaki sancı kayboldu. Ayağa kalkıp parmağımı salladım.

Arabada ne ihtiyarlar vardı, ne de Dolan. Sekiz on koro kızı, gördüğüm en büyük kovboy şapkasını giymiş bir herifle birlikteydi. Koro kızlarından biri bana yüzünü ekşiterek bakarken araba servis yoluna saptı.

Ben tümüyle tükenmiş bir halde dürbünü yine kaldırdım.

Birden onu gördüm.

Yolun alt başındaki virajdan aniden çıkıveren Cadillac yanılmayı olanaksız kılıyordu, başımın üstündeki gökyüzü gibi griydi.

Dolan’dı bu. O uzun kuşku ve kararsızlık anlarım ne kadar uzakta kalmıştı. Dolan’dı bu ve onu tanımak için gri Cadillac’ı görmeme gerek yoktu.

Onun kokumu alıp almadığını bilmiyorum, ama ben onun kokusunu almıştım.

* * *

Onun yolda olduğunu görünce zonklayan ayaklarımı toparlayıp koşmam daha kolay oldu.

Büyük SERVİS YOLU levhasına gidip yazısı yere gelecek şekilde hendeğe devirdim. Üzerine toprak rengi bir branda atıp levhayı tutan direkleri de kumla örttüm. Genel manzarası sahte yol kadar olmadıysa da, idare ederdi.

Sonra kamyoneti bıraktığım ikinci tepeye koştum. Orada da tam istediğim gibi bir görüntü vardı. Belki de yeni bir lastik almak ya da eskisini onartmak üzere bir yere gitmiş sahibinin geçici olarak terk ettiği bir araç.

Sonra sürücü koltuğuna çıkıp kalbim gümleyerek atarken uzandım.

Zaman yine uzuyormuş gibiydi. Orada motor sesine kulak vererek yatıyordum, ama motor sesi gelmiyordu.

“Servis yoluna saptılar. Son anda senin ne işler çevirdiğini fark etti… Kendisine ya da adamlarına doğru gelmeyen bir şey vardı ve yan yola saptılar.”

Sırtım zonklayarak koltukta yatarken sanki daha iyi duymamı sağlayacakmış gibi gözlerimi sımsıkı yummuştum.

Motor sesi miydi o?

Hayır sadece kamyonetin yan tarafına kumları çarptıran rüzgâr.

Hayır, sadece rüzgâr değildi. Bir motor sesiydi duyduğum, giderek yaklaşıyordu, birkaç saniye sonra bir araç

hızla geçti yanımdan.

Hemen doğrulup direksiyona sarıldım —bir şeye tutunmak ihtiyacındaydım— ve dilim dişlerim arasında sıkışmış, gözlerim yuvalarından fırlamış bir halde ön camdan baktım.

Gri Cadillac tepeden aşağı elli mil kadar hızla düzlüğe doğru iniyordu. Fren lambaları yanmadı bile. En sonda bile. Tuzağı hiç göremediler.

Olan şuydu: Cadillac ansızın yolun üstünde değil de, içinde gidiyor gibiydi. Bu hayal o kadar inandırıcıydı ki, bunu yaratan ben olduğum halde bir an şaşırdım. Dolan’ın Cadillac’ı jantlarına kadar 71 no’lu karayolunun içindeydi, sonra kapılarına kadar. GM lüks denizaltı yaptığı takdirde denizaltıların aynen böyle suya batacaklarını düşündüm.

Brandayı tutan çıtaların koparken çıkardığı sesi, brandanın yırtıldığını duyuyordum.

Hepsi sadece üç saniyede oldu bitti, ama o üç saniyeyi yaşamım boyunca unutmayacağım.

Cadiilac’ın şimdi sadece tavanı üzerinde gittiği izlenimine kapıldım ve o anda bir gümbürtü koptu, kırılan camların ve parçalanan karoserinin sesi geldi. Havaya yükselen toz bulutunu rüzgâr bir anda dağıttı.

Oraya gitmek istiyordum, ama önce servis yolu levhasını yerine koymalıydım. İşimin kesintiye uğramasını istemiyordum.

Kamyonetten çıktım, içeri bıraktığım lastiği alıp janta taktım, cıvataları elimle sıkıştırdım. Daha sonra gerekeni yapacaktım. Şimdi kamyoneti yan yolun ayrıldığı kavşağa götürmem gerekiyordu.

Krikoyu indirip kamyonetin önüne doğru koştum. Bir an başımı yana eğip dinledim.

Rüzgârın sesini duyuyordum.

Dikdörtgen biçimindeki delikten birinin bağırma sesi… Hatta, bir çığlık belki de.

Sırıtarak kamyonete atladım.

Hemen geri geri gittim, kamyonetin arkasından yol işaretlerini çıkartıp yerlerine dizdim. Bir yandan da kulağım yaklaşan trafik sesindeydi, ancak rüzgâr arttığı için bunun pek yararı yoktu. Sesini duyduğum arabanın yanımda bitivermesi anlık bir işti.

Hendeğe girdim, tökezledim ve dibe kadar kaydım. Kum rengi brandayı çekip büyük yol levhasını yukarı çıkarttım. Onu yerine diktikten sonra kamyonete gidip arka kapıları kapattım. Oku yeniden yerleştirmeye hiç niyetim yoktu.

Bir sonraki tepeye çıktım, yan yol kavşağını görmeyecek biçimde arabayı park ettim, bu kez bijon anahtarıyla sıktım cıvataları. Arabadan gelen bağırma sesi .kesilmişti; ancak çığlıkları duymamak imkânsızdı.

Cıvataları sıkıştırmakta acele etmedim. Dışarı çıkıp da bana saldıracaklarından ya da çöle doğru kaçacaklarından hiç kaygılanmıyordum; dışarı çıkamazlardı. Tuzak işlevini tam olarak görmüştü. Cadillac şimdi çukurun ilerisindeki dört tekerleği üzerindeydi ve her iki yanındaki mesafe on santimden azdı. içerdeki üç adam kapıyı ayaklarını bile çıkartacak kadar açamazlardı. Camları otomatik kaldırılıp indirildiği ve akü de muhtemelen plastik ve maden yığını haline geldiğinden camları da açamazlardı.

Sürücü ile öndeki adam ezilmiş olabilirlerdi, ama buna da aldırmıyordum. Birinin içerde sağ olduğunu, Dolan’ın hep arkada oturduğunu ve iyi bir yurttaş gibi emniyet kemerini bağladığını biliyordum.

Cıvataları iyice sıkıştırdıktan sonra kamyoneti çukurun geniş ve sığ tarafına sürüp dışarı çıktım.

Çıtaların çoğu arabanın altında kalmıştı, ama birkaç tanesinin asfalta gömülü kırık uçlarını görebiliyordum. Branda “yol”, atılmış bir yılan derisi gibi parçalanmış ve buruşmuş halde arabanın ön tarafına sıkışmıştı.

Derin tarafa geçince Dolan’ın Cadillac’ını gördüm.

Arabanın burnu parçalanmış, kaput akordeon olmuştu. Motor demir, lastik ve plastik karışımı halindeydi ve çarpmadan sonra yağan kum ve toprakla örtülmüştü. Bir yerden bir sıvı şapırtısı geliyordu. Havada antifrizin o dondurucu alkol kokusu vardı.

Ben ön cam konusunda endişelenmiştim. Camın içeri doğru patlama olasılığı vardı, Dolan aradan süzülüp çıkacak kadar bir yer bulabilirdi. Ama o kadar fazla endişeli değildim doğrusu; Dolan’ın arabası diktatörlerin ve despot askeri liderlerin aradıkları niteliklere göre yapılmıştı. Camın kırılmaması gerekirdi ve kırılmamıştı.

Arabanın arka camı, yüzölçümü daha küçük olduğu için, daha da sağlamdı. Dolan kendisine tanıyacağım süre içinde onu kıramazdı. Kurşun geçmez cama ateş ederek kırmaya çalışmak da bir tür Rus ruleti sayılırdı. Kurşun camın üzerinde küçük beyaz bir iz bırakır ve geri sekerdi.

Dolan’ın, yeteri kadar zaman tanındığında bir çıkar yol bulacağından emindim, ama ben oradaydım ve kendisine bu zamanı vermeye hiç niyetim yoktu.

Ayağımla arabanın tepesine biraz toprak attım.

Hemen karşılık geldi.

“Yardıma ihtiyacımız var. Burada sıkışıp kaldık.”

Dolan’ın sesi. Yaralı gibi değildi ve çok sakindi. Ama bu tavrının hemen altında sıkı sıkı kontrol altında tuttuğu korkuyu hissediyordun. 0 anda mümkün olabildiğince acıma hissettim. Onun arabanın arkasında oturduğunu görür gibiydim, adamlarından biri yaralıylı ve inliyordu, diğeri ise ya baygındı, ya da ölü.

“Kim var orada?”

“Ben,” dedim. “Ama senin aradığın yardım benden gelmez, Dolan.”

Arabanın tavanına biraz daha toprak savurdum. İkinci toprak yağmurundan sonra öndeki adam yine bağırdı.

“Bacaklarım! Jum, bacaklarım!”

Dolan’ın sesi birden değişmişti. Dışardaki adam, tepesindeki adam, adını biliyordu. Bu da çok büyük bir tehlike içinde olduğu anlamına geliyordu.

“Jimmy, bacaklarımın kemiklerini görebiliyorum!”

“Kes sesini,” dedi Dolan. Seslerini duymak insanın tüylerini ürpertiyordu. Cadillac’ın bagajı üstüne inip arka camdan içeri bakabilirdim, ama bir şey göremeyecektim, camlar polarizeydi.

Onu görmek istemiyordum. Neye benzediğini biliyordum. Neden görmek isteyecektim ki? Rolex’ini takıp takmadığını anlamak için mi?

“Sen kimsin, ahbap?” diye seslendi.

“Hiç kimse,” dedim. “Seni şu anda bulunduğun yere sokmak için yeterli nedeni olan biri.”

Dolan insanı ürküten bir çabuklukla, “Adın Robinson mu?” diye sordu.

Mideme bir yumruk yemiş gibi oldum. Yarı yarıya unutulmuş adlar ve yüzler arasında hızla dolanıp doğru yanıtı buluvermişti. Onu bir hayvanın içgüdülerine sahip biri olarak mı düşünmüştüm? Onun aslında neyi andırdığını anlayamamıştım ve böylesi çok daha iyi olmuştu. Aksi takdirde yaptığım işi yapacak cesareti asla bulamazdım.

“Adım önemli değil,” dedim. “Şimdi ne olacak, biliyor sun değil mi?”

Öteki adam çığlıklara yeniden başladı.

“Çıkar beni buradan, Jimmy! Çıkart beni buradan! Tanrı aşkına! Bacaklarım kırılmış!”

“Kes sesini!” dedi Dolan. Sonra bana, “Herif öyle bağırıyor ki, sesini duyamıyorum.”

Dizüstü çekip uzandım. “Dedim ki…”

Arabanın içinde dört el ateş edildi. Dolan’ın Cadillac’ının tavanında dört kara göz açıldı ve alnımın bir santim ötesinden bir şeyin hızla geçtiğini hissettim.

“Vurdum mu seni, bok herif?” diye sordu Dolan.

“Hayır,” dedim.

Öteki adam ağlamaya başlamıştı. Ön koltuktaydı. Boğulmuş bir insanınki kadar solgun olan elleriyle hafifçe cama ve yanındaki cesede vuruyordu. Jimmy’nin onu oradan çıkarması gerekirdi, acısı katlanılacak gibi değildi, Tanrı aşkına, günahlarından pişmandı, ama bu kadarı da…

İki el siah sesi duyuldu. Ön koltuktaki adamın çığlıkları kesildi. Elleri camdan aşağı kaydı.

“Tamam işte,” dedi Dolan. “Artık ağrısı falan kalmadı ve biz de rahat rahat konuşabiliriz.”

Hiçbir şey söylemedim. Şaşkındım, gerçek değildi sanki bu olanlar. Gözlerimin önünde bir adam öldürmüştü. Bütün aldığım önlemlere rağmen onu küçümsediğim ve sağ kalmamın bir talih olduğu düşünceleri geri geldi.

“Sana bir teklif yapmak istiyorum,” dedi Dolan.

Susmaya devam ettim…

“Dostum?”

Sessizliğimi korudum.

“Hey! Sen!” Sesi hafifçe titriyordu. “Hâlâ oradaysan, konuş benimle! Bunun ne zararı olur ki?”

“Buradayım,” dedim. “Altı el ateş ettiğini düşünüyordum. Birini kendine saklamış olmayı isteyeceksin az sonra. Ama belki de şarjöründe sekiz mermi vardır, ya da yedek şarjörün vardır.”

Şimdi susma sırası ona gelmişti.

Bir süre sonra, “Ne yapmayı düşünüyorsun?” diye sordu.

“Bunu tahmin ettiğine eminim. Son otuz altı saati dünyanın en uzun mezarını kazarak geçirdim ve şimdi seni o lanet Cadillac arabanla gömeceğim.”

Sesindeki korku hâlâ kontrollüydü. O kontrolün de kopmasını istiyordum.

“Önce benim teklifimi dinlemek ister misin?” “Dinleyeceğim. Az sonra. Önce gidip bir şey almam gerek.”

Kamyonete dönüp küreğimi aldım.

Geri döndüğümde hattı kesik bir telefona konuşuyormuş gibi, “Robinson? Robinson?” deyip duruyordu.

“Geldim,” dedim. “Konuşabilirsin. Dinleyeceğim. Senin konuşman bitince ben de bir teklifte bulunabilirim.”

Konuşmaya başladığında biraz daha neşeli gibiydi. Karşı tekliften söz ediyorsam, anlaşma olanağı var demekti ve anlaşma olacaksa yarı yarıya çıkmış sayılırdı.

“Beni buradan çıkarırsan sana bir milyon dolar veririm. Ama daha önemlisi…”

Cadillac’ın bagajı üstüne bir kürek toprak attım. Küçük taşlar arka cama çarpıp kenarlardan yana savruldu. “Ne yapıyorsun?” Sesi korku doluydu. “Eli boş duran şeytana çalışır,” dedim. “Seni dinlerken boş durmamaya çalışıyorum.” Bir kürek toprak daha attım.

“Bir milyon dolar ve sana bir daha kimsenin el süremeyeceğine dair benim kişisel garantim… Ne ben, ne adamlarım, ne de başkasının adamları.”

Ellerim artık ağrımıyordu. Şaşırtıcı bir şeydi bu. Birbiri ardından toprak atmaya devam edince beş dakika geçmeden arabanın arkası silme dolmuştu. Toprağı elle atmak bile onları çıkarmaktan daha kolaydı.

Bir an küreğe yaslanıp soluklandım. “Konuşmaya devam et.”

“Çılgınlık bu!” Artık sesinde paniğin parıltılarını hissediyordum. “Çılgınlık!”

“Bak şimdi doğru söyledin” diyerek toprak atmaya devam ettim.

Dolan konuşarak, yalvararak, mantığa davet ederek çok kimseden daha fazla dayandı. Ancak arka camın önü toprakla doldukça söylediklerini tekrarlamaya, kekelemeye başlamıştı. Bir ara kapısı olabildiğince açılıp toprak duvara çarptı. Kıllı ve işaretparmağında kırmızı taşlı iri bir yüzük olan bir el gördüm. Açıklığa hemen bir kürek toprak attım. Küfrederek kapıyı tekrar kapattı.

Bundan kısa bir süre sonra da yıkıldı. Onu yıkan şey, üzerine yağan toprağın gürültüsü oldu sanırım. Mutlaka öyle olmuştur. Ses arabanın içinde çok daha fazla olmalıydı. Tavana çarpan ve pencerenin önünden aşağıya akan toprak ve taşlar. Sonunda, sekiz silindirli enjeksiyon motorlu bir tabutta oturmakta olduğunu anlamış olmalıydı.

“Çıkarın beni buradan!” diye haykırdı. “Lütfen! Dayanamıyorum artık! Çıkarın beni buradan!”

“Karşı teklife hazır mısın?” diye sordum. “Evet! Evet! Tanrı aşkına! Evet!”

“Bağır,” dedim. “Karşı teklifim bu. Bunu istiyorum. Bağıracaksın. Yeteri kadar yüksek sesle bağırırsan, seni dışarı çıkarırım.”

Acı bir çığlık yükseldi arabadan.

“Bu iyiydi!” dedim. “Ama yeterli değil.”

Yeniden arabanın tavanına kürek kürek toprak atmaya başladım. Topraklar ön camdan aşağı kayıp cam sileceği boşluğunu doldurdu.

Dolan daha yüksek sesle bağırdı. Bir insanın kendi gırtlağını patlatacak kadar yüksek sesle bağırıp bağıramayacağını merak ettim.

Toprak atma işlemini hızlandırarak, “Hiç de kötü değü!” dedim. Zonklayan sırtıma rağmen gülümsüyordum. “Bunu başaracaksın galiba, Dolan.”

“Beş milyon.” Söylediği tek anlaşılır şey buydu.

“Sanmıyorum,” diyerek küreğe yaslanıp topraklı elimle alnımdaki terleri sildim. Toprak, arabanın tavanını neredeyse bir yandan öteki yana kadar örtmüştü artık. “Boğazından bir 1968 Chevrolet’nin kontak anahtarına bağlanmış sekiz çubuk dinamit kadar yüksek bir ses çıkarırsan, o zaman söz veriyorum seni oradan çıkarırım.”

Bunun üzerine Dolan bağırdı, ben de arabanın üstüne toprak atmaya devam ettim. Bir süre gerçekten çok yüksek sesle bağırdıysa da, bunun bir 1968 Chevrolet’nin kontak anahtarına bağlanmış iki çubuk dinamitten daha yüksek olmadığından emindim. Ya da en fazla üç çubuk. Arabanın parlak yüzeyi örtülünce bir süre dinlenip arabadaki o toprak kefenli kabartıya bakarken, ondan sadece bir dizi kısık ve kopuk homurtudan başka bir şey gelmiyordu.

Saatime baktım. Biri birkaç dakika geçiyordu. Ellerim yine kanamaya başlamıştı, küreğin sapı avuçlarımdan kayıyordu. Yüzüme bir toz bulutu çarpınca irkildim. Çölde rüzgârın hiç de hoş olmayan bir sesi vardır, hiç dur durak bilmeden devam eden uzun ve sürekli bir uğultu. Aptal bir hayaletin sesi gibi.

Çukurun üzerine eğildim, “Dolan?”

Yanıt yoktu.

“Bağır, Dolan.”

Önce karşılık almadım, arkadan bir dizi sert havlama.

Tatmin edici!

* * *

Kamyonete dönüp çalıştırdım, bir mil kadar ilerdeki yol yapım yerine gittim. Yolda radyoyu açtım. Barry Manilow, şarkılarını bütün dünyanın söylemesi için yazdığını anlatıyordu. Ardından hava raporu başladı. Kuvvetli rüzgârlar bekleniyordu; Vegas ile California sınırı arasındaki büyük yollara uyan işaretleri konulmuştu. Kum fırtınaları nedeniyle görüş mesafesi düşecekti.

İşte Case Jordan kepçem de buradaydı; daha şimdiden onu kendi malım gibi düşünüyordum. Barry Manilow’un melodisini mırıldanarak mavi ve sarı telleri birbirlerine sürttüm. Kepçenin motoru teklemeden çalıştı. Bu kez vitesi boşa almayı unutmamıştım. Tink’in, “Hiç fena değil, beyaz oğlan, öğreniyorsun,” dediğini duyar gibiydim.

Evet, doğruydu. Sürekli öğreniyordum.

Kepçeyi vitese geçirdim ve yeniden çukurun başına geldim. Orada durup bakarken, arabanın olduğu yerde adam boyunda bir delikle karşılaşacağımı sanıyordum.

Ama attığım toprak olduğu gibi duruyordu.

“Dolan,” diye seslendim neşeli olduğunu sandığım bir sesle.

Yanıt yoktu.

“Dolan!”

Yine yanıt yok.

Kendini öldürdü, diye düşündüm ve büyük bir düş kırıklığı hissettim. Ya kendini öldürdü, ya da korkudan öldü.

“Dolan?”

Toprak yığının altından bir kahkaha yükseldi. Etimin çekildiğini hissettim. Bu aklını kaçırmış bir insanın kahkahasıydı.

Dolan o kısık sesiyle uzun uzun güldü. Sonra bağırmaya başladı, ardından yine güldü. Daha sonra da hem güldü hem bağırdı.

Bir süre ben de onunla güldüm ya da bağırdım ve rüzgâr da ikimize birden gülüp bağırdı.

Sonra Case Jordan’a gittim, kepçeyi indirdim ve onu bu sefer gerçekten örtmeye başladım.

* * *

Dört dakika sonra Cadillac’ın biçimi bile kaybolmuştu. Ortada sadece toprak dolu bir çukur vardı.

Bir şeyler duyduğumu sandım, ama rüzgârın uğultusu ve kepçe motorunun gürültüsüyle ne olduğunu söylemek pek güçtü. Dizüstü çöktüm, sonra yere boylu boyuna uzanıp başımı delik olan yere dayadım.

Toprağın altında bir yerde Dolan hâlâ gülüyordu. Çizgi romanlardaki gülme sesleri gibi: He-he-he, ha-ha-ha. Bir iki sözcük söylüyor da olabilirdi. Ama bunu kestirmek imkânsızdı. Gülümseyerek başımı salladım.

“Bağır,” diye fısıldadım. “Canın istediği kadar bağır.” Ama o hafif kahkaha sesi topraktan zehirli bir duman gibi yükselmeye devam etti.

Aniden kapkara bir korku sardı içimi. Dolan arkamday-dı! Evet, her nasılsa Dolan arkama geçmişti. Ben geri döne-meden beni çukura atacak ve…

Ayağa fırlayıp dönerken ellerimi yumruk yapmaya çalıştım.

Rüzgârın savurduğu kumlar çarptı yüzüme. Başka hiçbir şey yoktu.

Kirli mendilimle yüzümü sildim, kepçeye binip işime devam ettim.

Karanlık basmadan çukuru doldurmuştum. Geride Ca-dillac’ın kapladığı yerden çıkan toprak kalmıştı ve rüzgâr onu da uçuruyordu.

Kepçeyi geri götürürken Dolan’ın gömülü olduğu yerin üzerinden geçirdim.

Kepçeyi ilk aldığım yere bıraktıktan sonra gömleğimi çıkardım ve parmak izlerimi silmek için sürücü yerindeki bütün madeni aksamı sildim. Bunu neden yaptığımı bugün bile bilemiyorum, çünkü çevrede pek çok iz bırakmış olmalıydım. Sonra o fırtınalı alacakaranlığın koyu griliğinde kam- yonete döndüm.

Arka kapılardan birini açtım, içerde Dolan’ın çömelmiş olduğunu gördüm ve bir çığlık atarak yüzümü korumak üzere elimi kaldırdım. Kalbim göğsümün içinde patlayacak gibiydi.

Ama kamyonetin arkasından hiçbir şey çıkmadı. Kapı, perili bir evin son pancuru gibi sallanıp çarptı. Yüreğim küt küt atarak yavaşça yaklaşıp içeri baktım. Orada bıraktığım üç beş parça eşya, kırık ampullü ok, kriko ve alet çantamdan başka bir şey yoktu.

“Kendine hâkim olman gerek,” diye söylendim. “Kendine hâkim ol.”

Elizabeth’in, “Her şey düzelecek, sevgilim” falan gibi bir şey söylemesini bekledim… Ama sadece rüzgârın uğultusunu duydum.

Kamyonete binip çalıştırdım, kazdığım yerin yarısına kadar gittim. Bundan ileri gidemiyordum. Saçma olduğunu biliyordum, ama Dolan’ın kamyonetin arkasında olduğuna giderek daha çok inanıyordum. Gözüm hep dikiz aynasında onun gölgesini seçmeye çalışıyordu.

Giderek daha da şiddetlenen rüzgâr kamyoneti amortisörleri üstünde sarsmaya başlamıştı. Çölden kalkan toz, farların ışığında dumanı andırıyordu.

Sonunda arabayı yol kenarına çektim, dışarı çıkıp bütün kapıları kilitledim. Bu havada dışarda uyumaya çalışmakla çılgınlık ettiğimin farkındaydım, ama içerde uyuyamazdım. Uyku tulumumu alıp kamyonetin altına girdim.

Uyku tulumunun fermuarını çektikten beş saniye sonra uyumuştum.

* * *

Hatırlayamadığım bir karabasandan uyandığımda -sadece boğazıma sarılan eller vardı- diri diri gömüldüğümü fark ettim. Burnum ve kulaklarım kumla dolmuştu ve ağzıma dolan kumlar beni boğmak üzereydi.

Çevremi saran uyku tulumunun toprak olduğunu sanıp bağırarak doğrulmaya çalıştım. Ama kafamı kamyonetin altına çarpınca kendime geldim

Arabanın altından karanlık bir şafağa doğru süzüldüm, uyku tulumum üzerinden ağırlığım kalkar kalkmaz bir çalı demeti gibi uçtu. Şaşırarak bağırıp arkasından koşarken, on metre gitmeden bunun dünyanın en kötü yanlışı olacağını anladım. Görüş yirmi metreden bile azdı. Yol yer yer kaybolmuştu bile. Kamyonete bakınca onun bir hayalet kasabanın sepya fotoğrafı gibi belli belirsiz göründüğünü fark ettim.

Rüzgârla boğuşarak kamyonete döndüm, anahtarlarımı bulup içine girdim. Hâlâ kum tükürüyor ve kuru kuru öksürüyordum. Motoru çalıştırıp, geldiğim yöne gittim. Hava raporunu dinlemeye gerek yoktu: Nevada tarihinin en kötü çöl fırtınası. Bütün yollar kapalı. Çok önemli bir işiniz yoksa dışarı çıkmayın, önemli işiniz varsa bile evinizde kalın.

İçerde kal. Dışarı çıkmak çılgınlık. Gözlerin kör olur.

Kum kumarı oynayacaktım. Bu, orasını sonsuza kadar kapatmak için altın bir fırsattı; en çılgın hayallerimde bile böyle bir şansı bulacağımı düşünemezdim. Ama şimdi bu fırsat gelmişti ve bunu kaçıracak değildim.

Yanımda üç dört tane battaniye gitirmiştim. Birinden uzun ve enli bir parça kesip başıma sardım. Çılgın bir Bedeviye benziyordum, dışarı çıktım.

Sabahı hendekten topladığım asfalt parçalarını taşıyıp çukurun üstüne dizmekle geçirdim. Duvar ören bir duvarcı kadar temiz çalışıyordum. Parçalan bulup taşımak o kadar yorucu değildi, ama her yirmi dakikada bir kamyonete dönmek ve yanan gözlerimi dinlendirmek zorunda kalıyordum.

İşe çukurun sığ yanından sabah altıda başlamış ve on ikiyi çeyrek geçe öteki ucuna erişmiştim. 0 sırada rüzgâr da hafiflemeye başlamıştı ve arada sırada başımın üzerinde mavi gökyüzü parçaları görebiliyordum.

Şimdi Dolan’in olduğunu tahmin ettiğim yerin üzerine gelmiştim. Ölmüş müydü acaba? Cadillac’ın içinde kaç metreküp hava vardı? Çıplak toprağa eğilip baktım. Rüzgâr Case-Jordan’ın palet izlerinden geriye pek az şey bırakmıştı

Bu hafif izlerin altında bir yerde Rolex kol saatli bir adam vardı.

“Dolan,” dedim dostça bir sesle. “Fikrimi değiştirdim ve seni dışarı çıkarmaya karar verdim.”

Hiçbir şey. Hiç ses yok. Ölmüştü mutlaka.

Gidip bir asfalt parçası daha aldım. Onu yerleştirip kalkarken toprağın altından belli belirsiz bir kahkaha duydum.

Çömelip başımı öne eğdim saçım olsaydı gözlerime düşerdi ve uzun bir süre öylece durup onun gülüşünü dinledim. Ses çok uzaktan geliyordu.

Kahkahalar kesilince gidip bir asfalt parçası daha getirdim.

“Tanrı aşkına!” diye bağırıyordu. “Tanrı aşkına, Robinson!”

“Evet,” diye gülümsedim. “Tanrı aşkına.”

Asfalt parçasını ötekinin yanma yerleştirdim. Sonra ne kadar dinledimse de bir daha sesini duyamadım.

* * *

0 gece evime saat on birde döndüm. On altı saat uyudum, kalktım, kahve yapmak için mutfağa gittim ve korkunç bir sırt ağrısıyla yere devrildim. Bir elimle sırtıma bastırırken, diğeriyle çığlıklarımı kesmek için ağzımı örtüyordum.

Bir süre sonra sürüklenerek banyoya gittim, musluğa tutunarak doğruldum ve ilaç dolabmdaki ikinci Empirin şişesini aldım.

Üç tane çiğnedikten sonra küveti doldurdum. Küvet dolarken yerde yatıp beklemiştim. Sonra güçlükle pijamalarımı çıkartıp suya girdim. Orada çoğunluğunu uyukladığım beş saat geçirdim. Banyodan çıktığımda yürüyebiliyordum.

Pek az.

Bir doktora gittim. Doktor üç diskimin kaydığını söyledi. Sirklerde dev rolüne çıkmaya kalkışıp kalkışmadığımı sordu.

Bahçemde çalıştığımı söyledim.

O da bana Kansas City’ye gitmem gerektiğini söyledi.

Gittim.

Ameliyat ettiler.

Anestezist lastik maskeyi yüzüme geçirirken içindeki karanlıkta Dolan’ın kahkahasını duydum ve öleceğimi anladım.

Kendime gelmem için konulduğum odanın duvarları açık yeşil çiniyle döşenmişti.

“Yaşıyor muyum?” dedim.

Bir hastabakıcı güldü. “Yaşıyorsun.” Eliyle başıma dokundu. “Ne kadar yanmışsın! Canın acıdı mı, yoksa hâlâ ilaçların etkisinde misin?”

“İlaçların etkisindeyim,” dedim. “Uyurken konuştum mu?”

“Evet,” dedi

Benzer İçerikler

Nükleer Darbe

yakutlu

Islam Dusuncesinde Tevhid ve Estetik Iliskisi

yakutlu

Mihrimah – Aşk-ı Şahane

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy