Sultanın Rüyası

Güzeller güzeli Kaya Sultan lohusa yatağının çevresinde ah edip onun için “Ne bahtsızmış Hanım Sultan…” diyenlere nisbet zevci Melek Ahmet Paşa’nın elini tutmuş, acısına rağmen tebessüm ediyordu…

Sultanın Rüyası, 17. yüzyıl Osmanlısı’nda geçen hüzünlü bir aşk hikayesi…
Sultan Ahmet ve Mahpeyker Kösem Sultan’ın torunu, IV. Murat’ın kızı Esmehan Kaya Sultan ile henüz çocukluğunda Sultan Ahmet’in lütfuna ermiş, Enderun’un zeki talebelerinden, Şanlı Devlet-i Âli Osman’ın Sadrazamlığında dahi bulunmuş Melek Ahmet Paşa…
Siyaseten yapılmış bir izdivaç… Birbirlerini tanımadan kaybedilen beş sene… Aşkla yanmaya başladıktan sonra hasretle geçen aylar… Kavuşamamanın ıstırabı… Ardından vuslat, mutluluk… Ve Sultan’a rüyalarla ilham edilen hüzünlü son…
Mine Sultan Ünver, Osmanlı’da yaşanmış, gerçek ve büyük bir aşkı akıllardan çıkmayacak bir romanla sunuyor okura…

***

Anlatacağım hikâye Sultan IV. Murat’ın güzeller güzeli kızı Esmehan Kaya Sultan ile Sadrazamlığa kadar yükselmiş bir Enderunlu olan Melek Ahmet Paşa’nın hikâyesi gibi görünse de aslında 17. yüzyıl Osmanlı ülkesinde nefes tüketmiş nicelerinin hikâyesidir…

Peki, bunca sahife edilen söz, rivayetten mi yoksa hakikatten mi ibarettir?

Eğer Evliya Çelebi rüyasında Peygamber Efendimizi gördüğü vakit, şefaat dileyeceğine “Seyahat ya Resullallah” deyip yollara düştüyse,

Tarih, coğrafya, lisan ve türlü alanlarda ilim sahibi Kâtip Çelebi nice seferlere katılıp garbın ilmiyle alâkadar olarak, bunları şarkın tecrübeleriyle mukayese edip nice kıymetli eserlerinin yanı sıra Cihannüma’yı kaleme aldıysa,

Hezarfen Ahmet Çelebi, senelerce süren hesabın nihayetinde, kuşların uçuşundan ilham alarak imal ettiği kanatlarla Galata Kulesi’nden kendini bırakıp İstanbul Boğazı’nı geçerek Üsküdar sırtlarına indiyse,

Lâgarî Hasan Çelebi, Sultan IV. Murat’ın sevgili kızı Esmehan Kaya Sultan’ın doğum gününde sırtına yüklendiği, kendi icadı, yedi kollu fişengle uzaya gitme adına kendini göğe ateşleyip 440 arşın kadar yükselerek boğazın serin sularına sağ salim düşmeyi başardıysa,

Sultan I. Ahmet’in sevdası Mahpeyker Kösem Sultan, beş padişaha iktidar olmuş, hükmü geçer bir kadın Sultan iken oğlunun hasekisi Hatice Turhan Sultan’a yenik düşerek, sağır ve dilsiz cellatlara kurban olduysa,

Bu kudretli Hanım Sultan’ın vefatı ardından İstanbul ahalisinin fakir fukarası aylarca yas tutup hayır dualarıyla Kösem Sultan’ı yâd ettiyse,

Karapaşazade Hüseyin Efendi, Kösem Sultan’ın emriyle Safranbolu’dan kalkıp gelerek, Osmanlı’ya şehzade veremeyecek durumda olan İbrahim Sultan’a derman bulduğunda, cinci hoca lakabıyla hatırı sayılır bir servet edinip konaklı oluverdiyse,

Gönlü cihad ateşiyle yanan fakat yaşının gençliği nedeniyle henüz tüyü bitmeyen Genç Osman, padişaha rüştünü ispatlamak için kaşla göz arasında cebinden çıkardığı demir tarağı üst dudağına saplayıp kanlar içinde kalarak Bağdat seferine katılmaya hak kazandıktan sonra, kalenin burçlarında kolları ve başı budanıp şehit düştüğünde Kayıkçı Kul Mustafa’ya ilham olup “Genç Osman Destanı”na kahraman olunca, Bağdat fatihi Hünkâr IV. Murat “Keşke Bağdat gibi bir kaleyi fethetmeseydim de Genç Osmanım ölmeseydi” diyerek hayıflandıysa,

Asrın en ünlü ve başı en kalabalık fıtık cerrahı Saliha Hatun, Osmanlı başkentinde tabiplik yaparken, kadın erkek gözetmeden tedavi ettiği hastalarından ücretinin yarısından fazlasını peşin, gerisini sözleşmeyle tahsil ettiyse,

Beliğ şair Nef ’î, Sultan IV. Murat’ın tembihlerine rağmen Sadrazam’ı hicveden bir şiir söyleyip idama mahkûm olduğunda, yeteneği bahanesiyle affedilip beraatnâmesi yazılırken, zenci kâtip kâğıda mürekkep damlatınca “Mübarek teriniz damladı efendim…” diyerek dokuzuncu can hakkını da ucuza harcadıysa,

Türk müziğine ruh veren mühim bestecilerden Buhurizade Mustafa, meyveciliğe ve çiçeklere merakından sebep Itri mahlasını alıp, İstanbul’a getirilen esirlerin memleketlerinin musikisine dair bilgi edinmek, içlerinden müziğe istidadı olanları da yetiştirmek maksadıyla himayesinde bulunduğu hünkâr IV. Mehmet’in izniyle esirciler kethüdalığı vazifesini ifa ederken Mustabey armudunu yetiştirdiyse,

Sultan Ahmet’in huzuruna çıkarıldığında yakışıklı endamı ve güzel ahlâkıyla Hünkâr’ın övgüsüne mazhar olup “Melek” unvanını adına ekleyen Ahmet Paşa’nın, IV. Murat’ın biricik kızı Esmehan Kaya Sultan’la aşkı ve izdivacı da rivayetten ırak hakikattir.

Lakin tabip Selim ile ganimetinden zevce edindiği Itır, can dostu Hüsamettin Çelebi ile Dimitri, Kara Pertev Paşa ve daha niceleri şu yeryüzünde fani olmakla birlikte gerçek bir hayat tüketmiş midir kim bilebilir?

Hâl böyleyse varın belleyelim kendilerinden…

Dinle Aşk’ın Hâllerinden

Âdemoğlundan evvel vardım… Yaradan’ın katında efsunlu bir sırdım. Belki de bu nedenle, sebebimle yaratılan mahlukat bir türlü gizemime vakıf olup hikmetimi çözemedi. Âlemler yaratılalı beri alevden daha sıcak sihrimin soluğunda devinip durdu, hâllerimde evrilip çevrildi.

Var olduğum günden beri söz en fazla bahsimde edildi, kudretime methiyeler dizildi. Kimi hükmümün haşmetinden ürktü, zalim bilip kaçtı taa ıraklara, kimi ilahi hediye bildi düştü peşime, aradı orada burada!

Bir yürekte alazım tutuştu mu tüm uzuvlarıyla bedenin meliki oldum. Çerağım düşen gönül mühürlendi, ciğerler yandı, akıl da fikir de emrime uydu… Zavallı âşık vesveselerle dövündü, vehimlerle değişti, sevdiği dışında hiçbir varlık onu mutlu edemedi, hiçbir vaatle tatmin olmadı. Derunu cehennem ateşlerinin fenasında yandı da yandı, nefesi daraldı, fikriyatı zayıfladı, hissiyatı bulandı, bütün vakti gölgelerin işgaline uğradı. Öyle idraki zor bir his, duçar oldu mu çıkışı müşkül bir iştim.

Kimilerine göre feleğin av için kullandığı bir ağdı varlığım. Seven ağıma tutuldu mu huzurdan ve yaşam sevincinden mahrum kalırdı. Fasih dili bağlardım; sahibi köle, efendiyi kul yapardım.

Kimi tabipler dedi ki aşk melankoliye benzer vesveseli bir hastalıktır! Sevda denen, yürekte yer bulmuş bir kara noktanın sevgiliye duyulan muhabbetle büyümesinden hâsıldır. Safra sevdaya karıştıkça düşünce zayıflar, âşık olmayacak şeyleri ümit etmeye, tamamlanmaz işleri temenni etmeye başlar. Hatta bu hâl deliliğe kadar varabilir. Kalpte var oldum mu tüm organlara tesir ederim. Bu gidişatın nihayeti kimi âşıkta ya keder ya da sevinçten sebep is kokulu son bir nefesle ölümdür.

Bazıları dedi ki Allah her bir ruhu küre şeklinde yaratmış sonra ikiye bölmüştür. Her bir yarıma yerleştirilen bedenler dünyada karşılaştı mı aşk zorunludur. Buna benzer kimileri de Bezm-i Elest’i âşıkların ilk yurdu bildiler. Orada Yaradan’a “Rabbimizsin” derken yan yana durup muhabbet edenlerin bu dünyada da birbirlerine muhabbet besleyeceklerine inandılar.

Tasavvuf erbabı bana meftun olanlardı. Bir dilberin gamzesinde, gül cemalinde, bir ceylanın güzel gözlerinde, bir dervişin hoş sohbetinde ararlardı beni. Maksatları beşeri aşktan geçip ilahiye varmaktı. Mevla’ya ulaşmada aşkın seciyeleriyle yolu kısaltmaktı. Öyle ya, âşık dünya nimetlerinin gerisine sırtını döndüğünden kârdaydı lakin aşkın hâllerine katlanmak da ancak gönüllülerin işiydi.

Bir bilge Eflatun gelip geçmişti ki yeryüzünden, hakkımda ettiği lakırdı pek lâtifti. Onun varlığımdan mahrum, zavallı, boş, tatsız hayatına dair bir itiraftı: “Aşkın ilahi bir delilik olduğu dışında, hakkında hiçbir bilgim yok. Aşk başıboş kişinin işidir.”

Bağdatlı sufîler ise beni, şanı yüce Allah’ın insanları sınadığı bir imtihan bilirler. Âşık sevdiğine itaat edecek midir, öfkesine tahammül edip, onun hoşnutluğundan mutluluk duyacak mıdır? Onlara göre sevgilinin hâllerinden razılık Allah’a itaat hususunda aşikâr bir işarettir.

Sırrımı imtihan bilenlerin bir kısmı ise hâlimi kınadılar. Dediler ki; “Aşk ziyandır… Erkek ve kadının âşık olmasının çok zararları bulunmaktadır. Hak’tan başkasına takılan kişi hakiki sevgiliden perdelidir… Aşk bütün saadet kapılarını kapatan bir felakettir. Bunun için derhal tedbir almak, sanata, tefekküre, âlim kişilerle sohbete yönelip aşkın hikâyesinden ve hâllerinden uzaklaşmak gerekir.”

Hâlim iradî miydi yoksa ızdırari mi pek tartışıldı. Varlığımı kişinin arzu ve isteğine bağlayanlar âşığın sevgilisini put bildiler de onu kınadılar.

Beni hastalık yahut delilik bilenler ise âşığın tarafını tuttular. “Hasta biri hastalığı sebebiyle ayıplanır mı?” dediler. Dediler ki; “Âşık gücü yetmeyen bir şeyden dolayı haksız yere ayıplanıyor. Âşıklar hâllerinden mazurdurlar. Zira aşk onları iradelerine hâkim olarak yönetir, musallat olur. Bir insan ancak gücünün yettiği işlerde kınanabilir, üzerine kaza ve kader icabı isabet eden işlerde değil. Âşk bir azaptır ki aklı başında olan hiç kimse bilerek azaba kendini atmaz.” Nitekim demiş ya âşık, “Eğer sevmek iradî olsaydı yemin ederim ki sevmemeyi murad ederdim.”

Aşk bir ilahi tuhfedir ey cahil âşık! Senin muradında mıdır aşka duçar olmak? Nice sufiler, gönlü pamuklar arar da bulamaz nimetimi, sen var bil kıymetimi…

Aşk neydim?

Acıydım, kederdim, aynı zamanda ilahi bir hediyeydim. Susmaktım, sermayesiz kalmaktım. Kavuşmaktı aşk, vuslattı ve sonrası her halükârda yanmaktı. Madde, cisim değil manaydı aşk. Gözle görülen değil, gönülle hissedilendi. Zühre dahi aşka kavuşmak için tırmanıyordu gök kubbeye. Hiçlikti, yokluktu varlıktı adı aşk. Söze en güzel manayı verip onu şiir yapandı aşk. Aşk ölümdü, can vermeydi, kurban olmaydı… Bir gizli hazineydi ve ancak Bir olanaydı aşk!

Yalnızca bir türlüydüm fakat görüntülerim binlerce türlüydü… Gönül ki Allah’ın eviydi, varlığımın her hâline itibar ederdi. Allah’tan neşet etmiştim ve mahlukatın yaratılış nedeniydim. Anlayacağınız; aşk imiş her ne var ise âlemde!

Aşkın kudreti üzerine düşünüp nihayetsiz tesirine
bir kez daha hayran kaldım.
Lakin benim nazarımda aşk; ancak ateşine düştüğümüzde
sırrına bir nebze vakıf olabildiğimiz illetti…
Ziyandan başka bir şey değildi…

1654
Hüsamettin Çelebi

Onca kadeh badenin sarhoşluğuyla kendinden geçen can dostum tabip Selim’i, düştüğü yerden meşakkatle kaldırıp yanı başımızdaki binek taşının üzerine oturttum.

Selim’in üstü başı erken bastıran bahar yağmurlarından sebep toz, çamur içinde kalmıştı. Gecenin zifiri karanlığında bir yandan hâldaşımın üzerini temizlemeye çalışırken bir yandan da onu teselli etmeye gayret ediyordum ya, Selim söylediklerimi duymuyordu sanki. Oturduğu taşın üzerinde ellerini yüzüne kapatmış, iki büklüm hâlde ağlıyor, inliyordu.

“Dilparem, maralım, karım… Ne yaptılar sana? Şimdi nerelerdesin?”

Daha konuşacaktı belki ama sol yanağında hissettiği şiddetli acıyla dondu kaldı. Bir vakit yeniçerilerden bellediğim sert tokatım, neredeyse yeniden yere kapaklanmasına sebep olacaktı. Kardaşım bir anlık şaşkınlıktan sonra başını önüne eğdi, iç geçirmeye ve ardından yeniden ağlamaya başladı.

Kadim dostumun, yüzüne yediği tokattan ziyade içindeki aşk ıstırabıyla inlediğini bildiğimden içim burkuldu. Ah aşk! Gök kubbenin altındaki en sırlı söz… Bilindikçe, bilinmeyen desenleri ortaya çıkan his… Türlü hâlleriyle izahı yapılamayan arzu… Ancak ateşine düştüğümüzde sırrına bir nebze vakıf olabildiğimiz illet…

Selim’i bu hâlde görmek artık o kadar gücüme gidiyordu ki ne yapmam gerektiğini bilemediğimden, belki zavallı hâline son verir ve kendine getirir umuduyla olabildiğince güçlü indirmiştim sillemi. Acıyla yanan avucumu ovalarken Selim’in yanına oturup kolumu omzuna attım.

Uzunca bir süre sessiz kaldık. Can dostumun biraz olsun kendine gelip gelmediğini anlamak maksadıyla sokağın başındaki kandilin solgun ışığında yüzünü görmek için eğildim. Hâlinden ne düşündüğü ne hissettiği belli olmadığından onu azad olduğu mekâna ve zamana döndürmek niyetiyle ince bıyıklarımı düzeltirken söyledim:

“Mektepten bu yana yareniz seninle. Beraber yedik içtik, beraber aç kaldık, birlikte gezdik tozduk. Frenk diyarlarında, Kafkaslar’da, Halep’te maceralar yaşadık. Beraber güldük, beraber ağladık. İçim acıyor, kendine ettiğin bu işkence artık yeter be yiğidim. Günler oldu bu hâldesin, aklını başına al. Afyondan, anasondan ellerin titremeye başladı, böyle cerrah mı olunur, mesleğinden de mahrum kalacaksın. Hâlini bir yoluna sok artık, kadere inanmaz mısın sen?”

Selim başını umutsuzca iki yana salladı, kanlı gözyaşlarını silerken hicran içerisinde ağlamaya devam etti.

“Anlamıyorsun birader, nasıl ıstırap çektiğimi anlamıyorsun. Sen aşk derdine düşmedin hiç. Ben sevdiğimden ve izdivacımızın meyvesi oğlumdan oldum, neredeler bilmiyorum. Hangi kötü eller onları benden aldı, hâlleri iyi midir, vaziyetleri nicedir?”

Selim ekseriye konuşkan biri olmasa da günler süren suskunluğunun ardından bu gece iyiden iyiye derdini dillendirmişti. Öylece susup tek laf etmeyen dostumun, yüreğindeki kederi böyle aşikârane dillendirmesine hem şaşırıyor hem de memnuniyet duyuyordum. Zira ıstırabını söze dökerek paylaşıyor böylece kederini bir nebze olsun azaltıyordu.

Kadim dostumun sızısını yüreğimin derinlerinde hissediyordum fakat ‘Madem bu kadar sevdalıydın, zavallı kızdan muhabbetini niçin esirgedin?’ diye düşünmeden de edemedim.

Karısı ortadan kaybolana kadar kimse Selim’in zevcesini bu kadar sevdiğini tahmin edemezdi. Kimselere, hatta deliler gibi sevdiği karısına bile belli etmeden, sırlar içinde yaşıyordu sevdasını. Ama genç kadın ve oğlu garip bir şekilde, ansızın ortadan kaybolunca aşkın acısını ve sevgiliyi bilinmezlikte kaybetmenin ıstırabını tek başına yaşamaya tahammülü kalmamıştı.

Yatsı ezanından seher vaktine kadar Galata meyhanelerinde içmiştik ve Selim’in dili, afyonla karışan badenin tesiriyle, kadehler birbirini takip ettikçe çözülmüştü. Daha önce tanıklık etmediğimden arkadaşımın böyle derbeder bir hâle düşeceğini tasavvur edemiyordum. Onca senedir tanıyıp bildiğim tabip Selim, hislerini derununda sessiz sakin, kendince yaşayan; hâlini ancak keskin bakışları ya da ani çıkışlarıyla, kavgayla sonuçlanan sinir nöbetleriyle belli eden bir adamdı. Şimdi ise Sultanımız Mehmet’e Hindistan’dan gönderilen papağanlar gibi aynı kelimeleri söyleyip söyleyip ağlıyordu.

Ben de bir hayli içmiştim, karmakarışık fikirlerime çeki düzen vermeye gayret ederken dostumun sırtını sıvazladım.

“Dur bakalım, Hilâl-i Mahsusa’dan nasıl bir haber gelecek. Metin ol, Itır’ı da oğlunu da bulacağız.”

Selim oğul lafını duyunca başını kaldırıp kara geceyi gölgeleyen kül rengi bulutların perdelediği yıldızsız gökyüzüne baktı. Sonra başındaki külahı alıp hasretle sıktı.

“Oğlum… Oğlum benim… Neredesiniz bilmiyorum, nerelerdesiniz?”

Ardından vücudunu saran sarhoşluğun etkisiyle sallanarak ayağa kalktı ve zorlukla birkaç adım attı.

“Yoksa Hüsam, Itır beni bırakıp gitti mi? Oğlumu da alıp gitti zahir… Zaten beni hiç sevmedi, sevemedi. Neden sevsin ki, ben dahi kendimi sevmiyorum, zalim bir insanım ben. Hem de bir zavallıyım.”

Son sözleri içimdeki vesveselere hitap etse de kendisine haksızlık etmesi zoruma gitti:

“Ne diyorsun dostum! Itır hangi sebepten çekip gitsin? Allah korusun ya, olsa olsa kötü bir hâl geldi başına. Bulacağız, dertlenme… Sizi bu hâle düşürenler bizzat tomruk ağasının ellerinden çekecek cezalarını, yemin veriyorum sana. Itır beni terk etti diyorsun, malâyani mi oldun, hayal mi görüyorsun? Sen ünlü, mahir bir hekimsin. Ne güç vazifeleri yerine getirdin, mühim işler başardın. Galatalı Rum tabiplerden bile usta bir cerrahsın. Sarayın övgüsüne, iltifatına mazhar olmuş, savaşlarda nice yeniçeri kurtarmış, fakirlerin yoksulların dayanağı, hayır duaları almış bir adamsın.”

Kederinden omuzları düşmüş, teselli bulmak maksadıyla söylediklerime kulak kesilmiş, ayakta zor duran Selim’e bakıp fısıldar gibi ekledim:

“Kendine hiç bakmaz mısın sen? Yakışıklı, yağız bir delikanlısın, hangi kadın senden hoşlanmaz, senin mahremin olmak istemez? Hatırlamaz mısın Çerkez kızlarının peşimizde koştuğu günleri, akçe almadan bizimle sabahlamak isteyen fettanları…”

Hatıralar zihnimde canlanınca, irademe hâkim olan badenin tesiriyle münasebetsiz, çapkın bir gülümseme yerleşti yüzüme. Lakin arkadaşımın inlemesini işitince sığındığım hayallerimden sıyrılıp çıkmak mecburiyetinde kaldım.

Güçlükle yürüyen Selim’in yanına vardım, koluna girip dayanağı oldum. İki dost, cübbelerimizin etekleri sokağın çamuruyla kirlenirken, birbirimize yaslanmış hâlde ağır adımlarla yürümeye koyulduk. Tıpkı ezelden olageldiği gibi…

Selim adım atmakta ve gözlerini açık tutmakta zorlanıyordu. İradesine güçlükle hâkim olmasına rağmen gömleğinin iç cebindeki parşömeni el yordamıyla çıkarıp görebilmek için iyice gözlerine yaklaştırdı. Parşömen üzerindeki minyatür kadın silüetine bakarken fısıldadı:

“Itırım… Rum diyarından koparıp getirdiğim nazlı gülüm. Affet beni, hepsi benim kabahatim, benim suçum. Senelerce bir hoş kelamı esirgedim senden, çok gördüm. Ziyan ettim seni. Oysa sen gençliğini bana adadın. Başka çaren var mıydı ki? Savaş ganimetim, kölemdin benim, istediğimi yapardım sana değil mi? Seninle evlenmeyi bile lütuf saydım.”

Kolunu kolumdan kurtarıp bir hatip gibi iki yana açtı, sonra başını gökyüzüne kaldırıp haykırdı:

“Ama öyle sevdim ki seni… Yemin olsun tüm inandıklarım üzerine, yavrumuzun, oğlumuzun üzerine yemin olsun, mecnunlar gibi sevdim seni. Bari teselli olsun diye oğlumu bıraksaydın bana. Onun teninin beyazlığında, gözlerinin elâsında seni görseydim.”

Yeniden bana yaslandığında çamurlu yolda bata çıka yürümeye devam ettik. Yol boyunca aşkın kudreti üzerine düşünüp nihayetsiz tesirine bir kez daha hayran kaldım. ‘Aşk imiş her ne var alemde!’ tevatürüne dair tefekküre daldım. Lakin benim nazarımda aşk ziyandan başka bir şey değildi. Erkek ve kadının âşık olmasının çok zararları bulunmaktaydı. Aşk, bütün saadet kapılarını kapatan bir felaketti. Nadir mesut vakitlerden öte aşkın vaadi azap, elem ve ıstıraptan başka neydi ki!

Ben böyle tasavvurlar içindeyken Selim, zifiri karanlıkta görebilecekmiş gibi hâlâ elindeki nakışa bakıp iç çekiyordu.

Sahaflar çarşısında bir nakkaşa yaptırmıştı Itır’ın resmini. İlk bakışta minyatür gibi görünen ama Batılıların resmi gibi de muhatabına benzeyen bir yüzdü parşömendeki. Selim resme baktığında Itır’ı andırmasını bilhassa istemişti nakkaştan. Nakkaş görsün diye de bir gün Itır’ı koluna takıp sahaflar çarşısına getirmiş, kız nadide el yazmalarına ve varaklardaki bezemelere hayran hayran bakıp, ceylan derisi, kakmalı ciltlere incitmekten korkar gibi hassasiyetle dokunurken, adam sergenin altında hızlıca bir taslak çizivermişti. Bir hafta sonra aynı sergenden nihaî hâlini çıkarıp tabip Selim’e uzatmıştı.

O günden sonra nakışa her bakışında, ilk gördüğü anın hazzını almıştı Selim. Nereden bilebilirdi artık bu nakışa bakmanın ıstırap vereceğini. Ama bu parşömen de olmasa ne yapardı? Biliyordu ki Itır’a tekrar kavuşamazsa, ne kadar severse sevsin zaman geçtikçe güzelinin hayalindeki yüzü değişecek ve bir süre sonra o billur yüzün çizgilerini unutacaktı. İnsanoğlu neyi unutmuyordu ki? En bedbaht anları da en mesut hatıraları da zaman, muhayyileden kazıyıp siliyordu.

Selim, meşk edildiği ilk günden beri göğsünde, gömleğinin iç cebinde itinayla sakladığı parşömeni yerine koydu.

Sabah ezanları okunmaya başladığında iki arkadaş evimize giden yolda, birbirimize yaslanmış hâlde, gölgeler şehri Pera Mezarlığı’nın yanından geçiyorduk. Meyhaneler birbiri ardına kilit kırıyor olsa da içki yasağı hâlâ hükmünü sürdürdüğünden tedirgindim. Gören nefer olur da nezarete alınırsak diye endişe ediyordum.

Yarı yürüyerek yarı yuvarlanarak Haliç’e kadar indik ve bulduğumuz ilk sandalla karşıya geçtik. Günün ilk şavkı masal şehri aydınlatmaya başlarken, kızılın renklerine bürünen sulardan avuç avuç alıp yüzüme çarptım. Neredeyse ayılmıştım.

Kayıkçının emeğine karşılık akçeleri nasırlı avucuna sayıp yeniden taş sokakları adımlamaya koyulduk. Bendeniz hamuşluğun tarifsiz hayalleri içindeyken, tabip Selim yedi tepeden okunan ezanları şefaatçi yaparak, bedenini dolaşan sarhoşluğa rağmen uyanık duran yüreğiyle içten içe yakarıyordu. O vakit, gece boyu Rabbi’nin yasağını çiğnemiş olmanın mahcubiyetini hissetti, duasının kabul olmayacağından korktu ve vazgeçti.

Şafak Üsküdar tepeleri üzerinden doğmaya başladığında düşünüyordum; bir ihtimal kalpten kalbe yol varsa Itır, tabibin bu zavallı hâlinden haberdar olur muydu? Derunumda saklı tuttuğum ihtimaller, vesveseler halaya durmuş zihnimi bulandırıyorlardı. İradesiyle çekip gittiyse pişman olup bir an evvel dönse diye iç çekiyordum. Zira Selim’i bunca senelik hâldaşlığımda hiç böyle görmemiştim.

O sıra sahilde sıralanmış konaklardan birinin, diğer hanelere nazaran ziyadesiyle aydınlatılmış olması dikkatimi çekti. Bir ihtimal bu konağın soylusu ilim erbabı bir zattı; belki de gece boyu biz içerken o ilim tedris etmişti. Biz geceyi boşa tüketirken, o hanesine kâr kaydetmişti. Cumbanın altından geçerken perdenin ardında neredeyse

Benzer İçerikler

Rind’in Ölümü | Mehmed Uzun

yakutlu

Benliğimi Gördünüz Mü?

yakutlu

Aşktan Dinle

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy