Bernard Lewis ORTADOĞU

1. BÖLÜM

HIRİSTİYANLIK ÖNCESİ

Bugün Ortadoğu adım verdiğimiz bölge, Hıristiyanlık çağının başlangıcında, iki büyük imparatorluk arasında, bölgenin yazılı tarihinin binlerce yılında, ne ilk ne de son olarak, paylaşılamayan bir yerdi. Bölgenin, Boğaziçi’nden Nil deltasına kadar uzanan Doğu Akdeniz kıyısındaki ülkeleri içine alan batı yarısının tamamı Roma İmparatorluğu’nun bir parçası durumuna gelmişti. Bu bölgenin eski uygarlıkları yıkılmış ve eski kentleri Roma valilerinin ya da yerli kukla prenslerin yöntemine girmişti. Bölgenin doğu yarısı, önce Yunanlılar’ın, sonra da Romalılar’ın “Pers İmparatorluğu”, orada yaşayan halkın ise “İran” olarak adlandırdığı başka bir büyük imparatorluğa aitti.

Bölgenin siyasi haritası, hem dış görünüşü hem de temsil ettiği gerçeklik açısından, bugün olduğundan çok farklıydı. Ülkelerin adları gibi, üzerinde bulundukları topraklar da günümüzdekinden çok farklıydı. Bu ülkelerde yaşayan insanların çoğu, bugün oralarda yaşayanlardan farklı diller konuşmuş ve farklı dinleri benimsemişlerdi. Bugüne gelen bazı istisnalar ise, değişmeden korunan eski geleneklerden çok, yeniden farkına varılan eski uygarlıkları bilinçli anımsatma çabasıdır.

Pers-Roma imparatorluklarının rekabet ve egemenliklerinin sürdüğü çağda, kuzeydoğu Afrika ve güneybatı Asya haritası da, Roma, Makedonya ve Pers imparatorluklarının egemenlikleri altına girmeden çok daha önce, güçlü komşuları tarafından asimile olan eski Ortadoğu imparatorlukları ve kültürleri zamanındakinden çok farklıydı. Hıristiyanlık çağının başlangıçına dek, varlığını sürdüren eski kültürlerden, kendi eski kimliğinin pek çok şeyini ve eski dilini koruyarak kalan en eski kültür, kuşkusuz Mısır idi.

Tarih ve coğrafya açısından kesin sınırları çizilmiş olan Mısır, Nil nehrinin aşağı vadisi ile deltasını içine alır; doğu ve batı sınırlarında da deniz bulunurdu. Fethedilmeye başlandığında, Mısır uygarlığı binlerce yıllıktı ve birbiri ardına İranlılar, Yunanlılar, Romalılar tarafından istila edilmesine karşın, kendi özel niteliğini büyük ölçüde korumuştu.

Eski Mısır dili ve yazısı bin yıllık süreçte pek çok değişikliğe uğradığı halde, dikkate değer bir süreklilik göstermiştir. Eski hiyeroglif yazısı ve onun halk arasında kullanılan el yazısı (demotic) Hıristiyanlık çağının başladığı yıllarda, yerlerini Kıpti yazısı alana dek kullanılmıştır. Kıpti yazısı,’ eski Mısır dilinin Yunan alfabesine uyarlanarak çevrilen ve halk yazısından harfler eklenerek oluşturulan son biçimidir. Kıpti yazısına ilk olarak M.Ö.II.yy’da rastlanır ve M.S.I.yy’a kadar görülür. Mısırlıların Hıristiyanlığı benimsemeleriyle birlikte, önce Roma, sonra da Bizans egemenliğine giren Hıristiyan

Mısır’ın milli kültür dili olur. Mısır’ın Müslüman Araplar tarafından fethi ve sonraki Müslümanlaştırma, Araplaştırma döneminde Hıristiyan kalan Mısırlılar bile Arapça’yı benimserler. Bunlara bugün de Kıpti denilmektedir ama Kıpti dili yavaş yavaş yok olmuştur ve günümüzde yalnızca Kıpti Kilisesi’nin ayinlerinde kullanılmaktadır. Tüm bu gelişmelerle Mısır yeni bir kimlik kazanmıştır.

Günümüzde de kullanılan Arapça adı “Mısır”, Arap fetihleriyle birlikte gelmiştir. Bu ad, İbrani Tevratı ve diğer eski metinlerde geçen Mısır’ın Sami dillerindeki adlarıyla ilişki içindedir.Ortadoğu’nun Dicle ve Fırat uygarlığı olarak bilinen diğer bir nehir vadisi uygarlığı, Mısır’dan eski olsa bile, Mısır devletinin ve toplumunun birliğini de, sürekliliğini de gösterememektedir. Bölgenin güneyi, ortası ve kuzeyinde, Babiller; Asurlar, Akadlar, Sümerler olarak bilinen farklı dilleri konuşan, farklı halklar yaşıyordu. İbrani Tevrat’ında burası, Aram Naharayim, başka bir deyişle İki Nehrin Aramı olarak adlandırılır. Helen-Roma dünyasında ise aynı anlama geldiği söylenebilecek ‘Mezopotamya’ adı verilmiştir.

Hıristiyanlık çağının ilk yıllarında, bölgenin güneyi ve ortası Persler’inin kesin egemenliğindeydi. Pers imparatorluğunun başkenti bugünkü Bağdat yakınlarındaki Ktesiphon kentiydi. Bağdat adı, “Tanrı verdi” anlamına gelen Farsça bir sözcüktür. Bağdat, yüzyıllar sonra Araplar’ın kuracağı yeni imparatorluk başkentinin olduğu yerdeki bir köyün adıdır. Irak, Ortaçağ Arapçası’nda, ülkenin bugünkü güney yarısının Takrit’in güneyinden denize kadar olan bölümünde bulunan bir eyaletin adı olarak kullanılıyordu. Kimi zaman bu eyalet, güneybatı İran’a sınırı olan Irak-ı Acemi bölgesi ile karıştırılmaması için Irak-ı Arabi olarak adlandırılmıştır.

Zaman içinde, Kuzey Mezopotamya Pers, Roma ve bazen de yerel hanedanlar tarafından yönetilmiş olan paylaşılamayan bir bölge olmuştu. Bölge bazen de, sınırları güneyde Sina çölü, kuzeyde Toros dağlan, batıda Akdeniz, doğuda Arap çölü ile çizilen ve Suriye olarak adlandırılan bölgenin bir parçası olmuştu. Suriye sözcüğünün kökeni ile ilgili bir bilgi bulunmamaktadır. Herodot’a göre Suriye Asuriye’nin kısaltılmış biçimidir. Modem çağ bilim adamları bu sözcüğün kaynağı olabilecek bazı yerel yer adlar saptamışlardır. Suriye adı ilk kez Yunanca’da görülür ancak Helen öncesi metinlerde izine rastlanılmıştır.Bizans ve Roma resmi diline geçen bu Yunanca ad, VII.yy’da Arap istilasından sonra neredeyse tamamen kaybolmuştur. Avrupa’da, klasik bilgilere artan ilgi sonucu kullanılmaya başlanmıştır. Geçmişte Suriye adıyla bilinen bölge Arap, genel anlamda İslam dünyasında, Şam olarak adlandırılmıştı. Bölgenin en büyük şehrinin adı da Şam’dı. Suriye adı coğrafi yazılarda nadiren kullanılmıştır ve XX. yy’ın ikinci yarısında Avrupa’nın etkisiyle yeniden kullanılana kadar çok bilinmezdi.

1865’te Osmanlı yönetimi tarafından Şam vilayetinin adı olarak resmen benimsenen Suriye, I. Dünya Savaşı’ndan sonra Fransız mandasının kurulmasıyla bu ülkenin adı olmuştur. Mezopotamya ve Suriye’ye yerleşen Aramlılar’m adından gelen Aram adı, bölgenin eski adlarından en çok kullanılanıdır. Mezopotamya “İki Nehrin Aramı” olarak anılır, kuzey ve güney Suriye ise “Şam Aramı” ve Zoba (Halep) Aramı” olarak anılırdı. (bkz: 2 Samuel 8:6 ve 10:8)

Öte yandan Verimli Hilal’in batı kolundaki ülkelerin adları oralarda hüküm süren krallıkların ve yaşayan halkların adlandır. Bunlardan en çok tanınanı ve hakkında en çok belge bulunan Kenan, Tevrat’ta ve öteki eski meünlerde de anılan gü-, neyde yer alan topraklardır. İsraillilerim fethedip yerleştikleri topraklar “İsrailoğulları’nın toprakları” (Joshua 11:22) ya da “İsrail diyarı” (1 Samuel 13:19) olarak adlandırılmıştır. M.Ö. X. yy’da Süleyman’ın ve Davud’un hükümdarlıklarının yıkılmasının ardından, başkenti Kudüs olan güney Yahudiye, kuzey İsrail ve sonrasında Samiriye olarak anılmıştır. Güney ve Kuzey kıyı bölgelere Fenike ve Filistiye olarak halklarının adları verilmiştir. Babilliler’in fetihleri sırasında kaybolan Filistinlilerin adları bir daha duyulmamıştır.

Bugünkü güney Lübnan ve kuzey İsrail bölgesinde Fenikeliler, Roma ve erken Hıristiyan çağına dek kalmışlardır. M.Ö. VT. yy’daki Pers fethinin ardından sürgünden dönenler Yehud olarak tanınan bölgeye yerleşmişlerdir. Romalılar ülkenin kuzeyine, güneyine ve ortasına Yahudiye, Galile ve Samariye adlarını vermişlerdir. Romalılar, bugün Ürdün nehrinin doğusundaki Necef ve Peraea adlarıyla bilinen, Tevrat’ın Edom’una atfen güneydeki çöle İdumea adını vermişlerdir.

Suriye ile Mezopotamya’da kullanılan Sami dilleri, kendi içerinde dil ailelerine ayrılmışlardır. Bunlardan en eski olan ve çoğunlukla Mezopotamya’da kullanılan Akadça dil ailesine bağlı diller arasında Babilce ve Asurca bulunmaktadır. Başka bir dil ailesi olan Kenan ailesi, Fenike dilini ve onun Kuzey Afrika kolu olan Kartaca dilini, Tevrat İbranicesi’ni içine almaktadır. Hıristiyanlığın başlangıç döneminde bu dillerden pek çoğu nereyse tümüyle kaybolmuş, onların yerine yine bir Sami dil ailesine bağlı ve birbirine çok benzeyen Arami dilleri geçmiştir. Fenike dili Kuzey Afrika kolonilerinde ve Levant limanlannda konuşulmaya devam ederken; artık Museviler’in ortak konuşma dili olmayan İbranice ise bir edebiyat, bilim ve din dili olarak yaşamaya devam ediyordu. Babilce ve Asurca tamamen kaybolmuştu. Arami dili uluslararası diplomasi ve ticaret dili olmuş, yalnızca Verimli Hilal ile sınırlı kalmayıp Mısır’da, İran’da ve bugünkü güney (doğu) Türkiye’de yaygın olarak konuşulmaktaydı.

Hıristiyanlık döneminin başlangıcında bölgeye giren Sami dillerinden sonuncusu Arapça, Arap yarımadasının kuzey ve orta bölümünde kullanılıyordu. Şimdiki Yemen’de yer alan güneybatının gelişmiş şehir kültürlerinde, güneydeki Arap kolonicilerinin Afrika’ya taşıdığı ve Güney Arapçası olarak bilinen Habeşçe’ye yakın başka bir Sami dili kullanılıyordu. VII. yy’da Arapça’nın bölgenin tamamında hakimiyet kurmasını sağlayan büyük Arap fetihlerinin öncesinde bile, kuzeyde Irak ve Suriye’ye Arapça konuşanların gelip yerleştiklerine ilişkin bulgular vardır. Verimli Hilal’de Arapça yerini Arami’ye bırakmıştı. Bugün de hâlâ Doğudaki kilise ayinlerinde ve uzak küçük birkaç köyde yaşamaktadır.

Günümüzde Türkiye olarak tanınan ülke, Ortaçağ’da doğudan Türklerin buraya gelişine kadar bu ad ile anılmıyordu, sonrasında bile sadece Avrupa’da bu adla biliniyordu. Hıristiyan çağının başlarında

bölge için Anadolu, Asya ve Küçük Asya adlan en yaygın kullanılanlardı. Bunlar Ege Denizi’nin doğu kıyılarını anlatıyordu ve sonra da çeşitli yollarla doğuya yayılmıştı. Ülke genellikle bölündüğü krallık, şehir ve eyaletlerin adlarıyla anılırdı. Bölgede hakim dil olan Yunanca, başlıca iletişim aracıydı.

“Anatolia” adı, İtalyanca “Levant”, Latince “Orient” sözcükleriyle aynı anlamdaki (güneşin doğması) Yunanca bir sözcükten gelmektedir. Bu adlar, tanıdıkları dünyanın sınırları doğu Akdeniz topraklan olan halkların görüşlerini taşımaktadır. Daha sonraları çok uzaklarda, çok daha büyük bir Asya olduğunu öğrenen Akdeniz halkları, kendi Asya’larına “Küçük Asya” adını vermişlerdir. Yüzlerce yıl sonra da “Doğu” ‘Takın” ve Batı ufuklanndan çok daha uzakta bir Doğu ile tanıtıldığında “Orta” Doğu doğmuştur. Yeni daha Uzakdoğu ülkelerinden en önemlisi Batı’nın Persia olarak adlandırdığı İran idi.

Persis ya da Persia adı bir ülke ya da milletle değil, bir eyalete aittir. Pers ya da Fars, adı verilen körfezin doğusundaki eyaletin adıdır. Persler bu adı tüm ülkeye vermeseler de bölgenin dilini kullanmışlardır.Perslerin kullandığı ve 1935’te tüm dünyada kabul edilen “İran” adı, “Arilerin ülkesi” anlamına gelen ve Hint-Ari halkların ilk göç zamanlarından kalma eski Farsça’daki “Aryananı” sözcüğünden türemiştir.

Ortadoğu’nun dini haritası, dil ve etnik haritasına göre daha kanşıktır. Eski tannlardan pek çoğunun ölmüş ve unutulmuş olmasına karşın ilginç ve farklı şekillerde yaşatılanlar da vardı. Ortadoğu halklarının yaşadıkları göçler ve fetihler sonucunda, önemli bir gücü olan Helen kültürü ve Roma yönetimi sayesinde ortaya yeni inanışlar çıkmıştır. Romalılar arasında, Roma’da bile bazı Doğu kültleri kabul görmüştü. Ortadoğu’nun yeni hakimleri Küçük Asya’dan Frigya’lı Kibele, Suriye’li Adonis ve Mısır’lı İsis destekçi kazandılar.

Eski tanrıların ve kültlerin tümünden vazgeçilmesi ve yerlerini tektanrılı iki dünya dininin alması, binlerce yılı alan uzun bir sürede değil, yüzyıllara sığan kısa bir sürede gerçekleşmiştir. İslamiyet ve Hıristiyanlık, bölgede art arda çıkan ve birbirinin rakibi olan iki yeni dindi. VII. yy’da İslamiyet ortaya çıkışını ve başarısını, büyük ölçüde Hıristiyanlığın ortaya çıkmasına ve yayılmasına borçludur; tıpkı Hıristiyanlığın da kendinden önceki felsefi ve dini akımlara borçlu olduğu gibi. İslam ve Hıristiyan uygarlıkları Ortadoğu’nun eski geleneklerindeki ortak köklere dayanmaktadır.

Tektanrıcılık tamamen yeni bir düşünce değildi. M.Ö. XIV. yy’da Mısır firavunu Akhenatonün ilahilerinde tektanrıcılık düşüncesine rastlanır ama bu tür düşüncelerle sık karşılaşılmadığından etkileri yerel ve geçicidir. Ahlaki tek tanrıcılık ilk kez Museviler tarafından dinin önemli bir parçası haline getirilmişti. Museviler’in ilkel aşiret dini inançlarından evrensel tektann-cılık inancına geçişleri İbrani Tevratı’nın kitaplarına yansımıştır. Aynı zamanda bu kitaplarda, puta tapan, çok tanrılı komşularının kendilerini bu inançları yüzünden nasıl dışladıkları da anlatılmaktadır.

Modem çağlarda, gerçeği bulduklarına inananlar, ona kendi başarıları sayesinde ulaştıklarına kolayca inanırlar. Ne var ki eski çağlardaki dindarların böyle bir düşünceye inanmaları mümkün değildi. Tek tanrı gerçeğine yalnızca kendilerinin sahip olduğunu düşünen Museviler, Allah’ı seçmiş oldukları fikrini kesinlikle düşünmeyerek, mütevazı bir biçimde, Allah tarafından seçilmiş olduklarına inanmışlardır. Aslında bu seçimleri onlara bir ayrıcalık değil, sorumluluk yüklüyor; hatta bazen taşınması çok güç bir yük getiriyordu: “Dünyadaki tüm halklar arasında yalnızca sizi bildim. Bu nedenle tüm günahlarınız için sizi cezalandıracağım.” (Alnos 3:22)

Tek bir evrensel tanrıya inanan ve tapan yalnızca Yahudiler değildi. Doğuda, İran yaylasında iki akraba halk, Persler ve Medler, eski paganizmlerini bırakmış, eninde sonunda iyiliğin kazanacağma ve tek bir tanrının kötülükle savaştığına inanmışlardı. Bu dini görüşün ortaya çıkışının peygamber Zerdüşt ile olduğu bilinmektedir. Pers dilinin en eski biçiminde yazılmış Zerdüşt kaynaklarında Zerdüşt’ün öğretilerine rastlanmıştır. Zerdüşt’ün ne zaman yaşadığına ilişki bir bilgi bulunmamasıyla birlikte bu konudaki tahminler yaklaşık bin yıllık farklarla yapılmaktadır. Zerdüşt dininin en çok yayıldığı dönem M.Ö. VI. ve V. yüzyıllarıdır. Birbirlerinden habersizce Allah’ı arayan bu iki halk, kendi yollarında gitmeyi sürdürmüşlerdir. Onları bir araya getiren M.Ö. VI. yy’daki önemli olaylar, yüzyıllarca dünyayı sarsacak sonuçlar doğurdu.

Babil kralı Nabukadnezar, M.Ö. 586’daki fetih savaşlan ile Kudüs’ü ele geçirmeyi başardı. Musevi tapınağını ve Yahuda krallığım yıktıktan sonra o zamanki geleneklere göre, esir aldığı halkı Babil’e gönderdi. Bu yüzyılın sonraki yıllarında, o zamanki Suriye topraklarına ve çevresinde hüküm süren yeni Pers imparatorluğunun kurucusu Med’li Kiros, Babil krallığını fethetti. Bu topraklarda yaşayan fethedilmiş halklar arasından bir grupla fethedenlerin inançlarında bir benzerlik olduğu görüldü. Kiros, Museviler’in İsrail topraklarına geri dönmelerine müsade etti. Kudüs’teki Tapınağı devlet bütçesi ile yaptırttı. Tevrat’ta Kiros’a Musevi olmayan bir hükümdara, bundan da öte Musevi-ler’e gösterilebilecek en büyük saygı gösterilmiştir. Babil’deki tutsaklığın ardından yazılmış olan İsa’ya kitabının son bölümünde şunlar yazar: “Koreş çobanım ve tüm isteklerimi gerçekleştirecek: Yeruşalim ve tapınağın temelleri atılacak.” (İşaya 44:28)

Babil’deki esaretin öncesinde ve sonrasında yazılan Tevrat kitaplarının inanışlarında ve düşüncelerinde, bir bölümü İran’ın dini düşünce yaşamının etkisinden kaynaklanan önemli farklar vardır. En önemlileri; öldükten sonra yargılanma, cennette ödüllendirilme, cehennemde cezalandırılma düşüncesi; insan-lann da rol aldığı iyilik ve kötülük güçleriyle Allah ve Şeytan arasındaki kozmik mücadele düşüncesi; kutsal tohumdan çıkıp zamanı geldiğinde iyilikle kötülük arasındaki savaşta iyiliğin zaferi kazanmasını sağlayacak bir kurtarıcının geleceği düşüncesidir. Tüm bu düşünceler, Museviliğin son döneminde ve Hıristiyanlığın ilk döneminde de çok önemiydi.

Musevi-Pers ilişkisi siyasi sonuçlar da içermekteydi. Kiros, Museviler’e iyilik yapmış, onlar da Kiros’a bağlılıkla hizmet etmişlerdir. Sonraki yüzyıllar boyunca hem yurtlarındaki hem de Roma hakimiyetinde bulunan başka ülkelerdeki Museviler’in, Roma’nın Pers düşmanlarıyla yakınlık ve işbirliği içinde olduklarından şüphe duyulmuştur.

Alman filozof ve tarihçi Kari Jaspers M.Ö. 600 ile 300 arasındaki yılları, birbirleriyle ilişkileri olmayan, birbirlerinden uzak ülkelerde yaşayan halkların entelektüel ve manevi gelişimleri açısından “mihver dönemi” olarak nitelendirmiştir. Bu dönem, İran’da Zerdüşt’ün ve önemli havarilerinin, İsrail’de peygamberlerin, eski Yunan’da filozofların, Hindistan’da Buda’nın, Çin’de Konfüçyüs’un ve Lao-Tse’in birbirlerini tanımadan yaşadıkları yıllardır. Hindistan’dan gelen Budist misyonerler, Ortadoğu’da birtakım etkinliklerde bulunmuşlar ancak tanınıp etkili olamamışlardır. Kiros ve ondan sonra gelenler döneminde Persler ile Museviler arasında karşılıklı iyi ilişkiler kurulmuştur. Bu halefler topraklarım Küçük Asya’nın Ege kıyılarına kadar genişletmişler, Yunanlılar ile olan ilişkileri ve çatışmaları sayesinde, Pers İmparatorluğu’nun çeşitli halklarıyla ortaya çıkmaya başlayan Yunan uygarlığı arasında köprü kurulmuştur. Yunan uygarlığının din yerine bilime ve felsefeye dayanmasına rağmen Yunan bilim adamlarının ve filozoflarının fikirlerinin, Ortadoğu’nun, dahası dünyanın sonraki dini uygarlıkları üzerinde çok önemli etkileri olmuştur.

Eski çağlardan itibaren Yunan paralı askerleri ve tüccarları Ortadoğu’nun çeşitli yerlerini keşfederek, bu yabancı diyarlardan Yunan bilim adamlarının ve filozoflarının entelektüel ilgilerini çekecek bilgiler getirmişlerdi. Pers İmparatorluğu’nun genişlemesiyle Pers hükümetinde Yunan yeteneklerinden faydalanma olanağı doğmuştu. Makedonyalı Büyük İskender’in (M.Ö. 356-323) Makedon hakimiyetini ve Yunan kültürel etkinliğini Orta Asya’ya, İran’a, Hindistan sınırlarına ve güneyde Suriye üzerinden Mısır’a kadar yayan doğu fetihleri yeni bir çağın başlangıcı olmuştur. Büyük İskender öldükten sonra, Suriye, İran ve Mısır’da üç krallık kurulmuştur.

İskender’in fetihlerinin öncesinde de İran ile ilgili bilgileri olan Yunanlılar’ın fetihlerin sonrasında Mezopotamya, Suriye ve Mısır’ı tanıma şansları olmuştur. Bu topraklarda, kurdukları siyasi üstünlük sonunda Romalılar tarafından yıkılmış olsa da, kültürel üstünlükleri Roma döneminde bile sürmüştür. M.Ö. 64 yılında Romalı general Pompey Suriye’yi ele geçirmiş, çok kısa bir süre sonra da Yahuda’yı fethetmiştir. Antonius ve Kleopat-ra’nın M.Ö. 31’de Aktium savaşındaki yenilgilerinin ardından Mısır’ın Greko-Makedon hükümdarları da Roma hakimiyetine girmişlerdir. Roma hakimiyetinin ve Helen kültürünün büyük zaferine karşı koyma cesaretini yalnızca Persler ve Museviler gösterebilmiş ve bu direnişin çok çeşitli sonuçları olmuştur.

Arşak adlı biri, M.Ö. 247 yıllarında Yunan yönetimine karşı başarılı bir isyan başlatarak tarihte, geldikleri yerin ya da kabilelerinin adıyla Partlar olarak bilinen bağımsız bir Hanedanlık kurdu. Makedonya hakimiyetini tekrar kurma girişimlerinin ardından Partlar varlıklarını sürdürdüler. Siyasi bağımsızlıklarını genişleterek Roma’nın karşısında tehlikeli ve güçlü bir rakip olmaya başladılar ama Yunan kültürel etkisine açık kaldılar. Partlar, Zerdüşt inancını tekrar canlandıran Sasani hanedanlığının kurucusu Ardeşir (M.S. 226

240) tarafından yıkıldı. İran’da hakimiyetin, hükümetin, toplumun bir parçası ve devlet dini haline gelen Zerdüştlük, devlet baskısıyla dini sınıf ve hiyerarşik din adamlığı oluşturan; karşıt inançların belirlenmesi ve bastırılmasıyla uğraşan tarihteki ilk devlet dini sayılabilir. Bu açıdan Sasaniler’in uygulamaları gerek Partların gerekse imparatorluk Roma’sının büyük hoşgörüsüyle önemli bir çelişki yaratmaktadır.

Zerdüşt dini ve rahipliği devletle olan sıkı bağı nedeniyle büyük bir güç kazanmış ancak devletin yıkılmasıyla birlikte de zarar görmüştür. Zerdüşt rahipliği kurumu Pers İmparatorluğu ile birlikte yok olmuş, Arap fetihleriyle imparatorluğun yıkılması Zerdüştlüğün uzun bir çöküş dönemine girmesine yol açmıştır. İslam döneminde İran’ın kültürel ve siyasi yaşamının yeniden dirilmesi sürecinde çöküşten kurtulamamıştır. İran’da İslamiyet’in yayılışına karşı direnişi Zerdüşt rahipliği değil, muhalefet ve baskıya alışkın olan Zerdüşt karşıtları göstermiştir.

Zerdüşt karşıtı düşüncelerden bazılarının Ortadoğu’da ve genel anlamda tarihte çok önemli yerleri olmuştur. Bunlardan en iyi bilineni, Roma İmparatorluğu’nda, özellikle askerler arasında, çok benimsenmiş olan ve İngiltere’de bile kabul gören Mitraizm’dir. Ondan daha çok bilineni ise Maniheizm’dir. Mani, 216 ile 277 yılları arasında yaşamış, Zerdüşt ve Hıristiyan düşüncelerinin birleşiminden oluşan bir din kurmuştur. Mani 277’de şehit olmuş ama dini yaşamını sürdürmüş, hem Avrupa’da hem Ortadoğu’da Hıristiyan ve Müslüman baskılarına direnmiştir. Zerdüşt karşıtı düşüncelerden daha yerel nitelikli ama çok önemli olan bir başkası Mazdak’tır. VI. yy başlarında İran’da yaşamış ve bir tür dini komünizm kurmuş, İslamiyet’te daha sonraki muhalif Şii hareketlere esin kaynağı olmuştur.

İran’ın dinlerinden biri olan Zerdüştlük, imparatorluğun kültürel dünyası dışında yaşayanlara ciddi olarak açılmamıştı. Başlangıçta etnik kökenli olan uygar eski dinlerin tümü gibi bu da olağan bir durumdu. Zamanla siyasi nitelik kazanan, sonra da kültlerini sürdüren siyaset ile birlikte çöken bu dinlerin tek bir istisnası vardır. Antik çağlarda tek bir din siyasi ve coğrafi üssü yok edildikten sonra ayakta kalabilmiş, ikisi de olmadan köklü bir kendini değiştirme süreciyle yaşamayı sürdürmüştür. Önce İsrailoğulları, ardından da Yahuda halkının Musevi oluşları bu şekilde olmuştur.

Museviler, Röma’ya ve Yunan’a karşı olan siyasi direnişlerinde başarı gösterememişlerdir. Başlangıçta Makabiler altında Suriye’nin Makedonyalı hükümdarı karşısında başarılı olmuşlar ve bir süreliğine Yahuda’daki krallıklarının bağımsızlığını elde etmişlerdir. Ancak Roma’nın gücüne karşı koyamamışlar ve bazı Persler’in yardımıyla peş peşe gerçekleştirdikleri başkaldırışların tümü bastırılmış, sonunda sindirilip köle haline gelmişler, başrahipleri ve kralları Roma’nın kuklaları olmuştu. Yahuda, Romalı bir valinin hakimiyetindeydi. 66 yılında başlayan en önemli başkaldın zorlu bir mücadelenin sonunda, isyancıların yenilgisi ile sonuçlanmıştı. Romalıların 70 yılında Kudüs’ü fethedip Babil esaretinden kurtulanların yaptığı ikinci tapınağı yıkmaları bile Musevi direnişini durdurmayı sağlayamamıştır

 

Benzer İçerikler

SONSUZLUĞUN SONU-ISAAC ASIMOV

yakutlu

Göçüp Gidenler Koleksiyoncusu

yakutlu

İktidar Mahkumları – Arkadi & Boris Strugatski

gul

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy