1. YAŞAMIN ANLAMI
Biz insanlar anlamlı ilişkilerin oluşturduğu bir dünyada yaşar, nesneleri ilişkilerinden soyutlayıp saf olarak değil, bizim için taşıdıkları önem açısından algılarız. Algılarımız daha kaynakta bizim insan olarak güttüğümüz amaçlar tarafından belirlenir. “Tahta”, insanla ilişkisi bakımından tahta anlamını, “taş” insan yaşamında bir etken rolünü oynayabildiği ölçüde taş anlamını içerir. Kendisini bu anlamlardan sıyırıp alarak yalnızca nesnelere yönelecek insan, soluğu büyük bir mutsuzlukta alacaktır. Böyle biri kendini insan kardeşlerinden soyutlayacak, yaptığı işler ne ona, ne başkalarına yarar sağlayacak, tek kelimeyle anlamsızlaşacaktır. Ama hiç kimse yoktur ki anlamsız yaşayabilsin. Biz, gerçeği her zaman ona verdiğimiz anlamla kavrarız, yani salt gerçek değil, daha önce tarafımızdan yorumlanmış bir gerçek olarak. Dolayısıyla, bu anlamın her zaman az çok kusurlu ve eksik nitelik taşıyacağını, hatta hiçbir zaman kesin bir doğruluk içermeyeceğini varsaymak akla yakın bir davranıştır. Anlamlı ilişkilerden oluşan dünyamız, hata ve yanılgılarla dolup taşan bir dünyadır.
Kendisine “Yaşamın anlamı nedir?” sorusunu yönelteceğimiz bir kişi belki bu soruya yanıt veremeyecektir. İnsanlar genel olarak bu soru üzerinde kafa yormaz, bu konuda çözüm üretmezler. Ama sorunun insan tarihinin geçmişi kadar eski olduğu, günümüzde de gençlerin –aynı zamanda yaşlıların– sık sık “Ama niçin bütün bunlar? Ne anlamı var sanki yaşamın?” diyerek isyan ettikleri yadsınamaz. Ne var ki onların bu soruyu bir yenilgiye uğradıkları zaman sorduğunu rahatlıkla ileri sürebiliriz. Yaşam tekneleri yelken açmış güzel güzel yol aldığı, çetin sınavlardan geçmeleri gerekmediği sürece insanlar böyle bir soruyu sözcüklere döküp açığa vurmazlar. Soruyu ister istemez eylemleriyle sorar, eylemleriyle yanıtlamaya çalışırlar. Kulaklarımızı ağızlarından çıkan sözlere tıkayıp da davranışlarını izledik mi, her insanın kendine özgü bireysel bir “yaşam amacı” olup tüm konumlarının, tavır ve tutumlarının, tüm devinimlerinin, dışavurum biçimlerinin, gidişatının, açgözlü isteklerinin, alışkanlıklarının ve karakter özelliklerinin bu anlamla uyum içinde bulunduğunu görürüz. Yaşam konusunda belli bir anlayışa bel bağlayabilirmiş gibi davranır herkes. Bütün davranışlarının temelinde dünyaya ve kendisine ilişkin önceden belirlenmiş bir görüş yatar, “Ben böyleyim ve evren de böyledir” yargısı, kendi kendisine verdiği, yaşama verdiği bir anlam taşır.
Ne kadar insan varsa, yaşamın anlamına ilişkin o kadar çok görüş vardır ve bunlardan her biri daha önce varsaydığımız gibi az çok yanlıştır. Hiç kimsenin yaşam anlamı kusursuz ve doğru değildir. Beri yandan, yalnızca amaca yönelik bir anlamın tümüyle yanlış olarak nitelendirilemeyeceğini de itiraf etmeliyiz. Anlam konusundaki tüm görüşleri, bu iki sınır arasındaki çeşitlemeler oluşturur. Ne var ki bu çeşitlemeler arasında iyiler ve kötüler olmak üzere bir ayrıma gidebiliriz. Bazılarında hata payı az, bazılarında hayli büyüktür. Anlam çeşitlemelerinin iyilerindeki ortak özelliğin ne olduğunu kötülerindeki yetersizliğin ise nereden kaynaklandığını saptayabiliriz. Bu yoldan bilimsel temellere dayalı bir “yaşam anlamına”, doğru yaşam anlamlarının ortak özelliğine ulaşabilir, gerçeğin bizimle ilgili bölümünü göğüsleyebilecek güce kavuşuruz. Burada da unutulmaması gereken bir şey varsa, “doğru” demek, insanlık için doğru, insanların amaç ve hedefleri için doğru demektir. Bunun dışında bir başka doğru yoktur; böyle bir doğru olsa bile bu bizi ilgilendirmez, biz buna akıl erdiremezdik; bizim için böyle bir “doğru” anlam taşımazdı.
Her insan özellikle kendisini bekleyen üç temel ödevin üstesinden gelmek durumundadır. Söz konusu ödevler onun için gerçeği oluşturur. İnsanın karşısına çıkan bütün sorular bu ödevler doğrultusundadır. İnsan her allahın günü kendisine kafa tutup meydan okuyan bu sorulara çözümler arayıp bulmak zorundadır sürekli. Bulduğu çözümler de yaşamın anlamından ne anladığını ortaya koyar. Üç temel ödevden birincisi, bizim başka bir yerde değil de dünya denilen bu zavallı gezegenin kabuğunda yaşamamızdan kaynaklanır. Bizler, yaşadığımız bu yerin bize buyur ettiği sınırlamalar ve olanaklar çerçevesinde kendimizi geliştirmek durumundayız. Ayrıca, yeryüzündeki bireysel yaşamımızı sürdürebilmek ve insanlığın yarınını güven altına alabilmek için kendimizi bedensel ve ruhsal bakımdan geliştirmemiz gerekir. Bu öyle bir ödevdir ki içimizden her birine meydan okur; hiç kimse bu ödevin elinden kurtaramaz yakasını. Ne yaparsak yapalım, yaptıklarımız insan yaşamının değişik koşullarına verilmiş bir yanıt niteliğini taşır, bizim neyi gerekli, uygun, olanaklı ve arzu edilmeye değer bulduğumuzu açığa vurur. Her yanıt, bizim insanlık ailesinin bir üyesi ve insanların da bu yeryüzünde yaşayan varlıklar olduğu gerçeğini dikkate almak zorundadır.
Ayrıca, insan vücudunun güçsüzlüğünü ve durumumuzdaki güvenilmezliği düşündük mü, kendi yaşamımız ve insanlığın hayrı için yanıtlarımızı ve çözüm önerilerimizi sağlam bir zemine oturtmamız, bunların ileriyi görecek kapsamlı yanıtlar ve öneriler olmasına dikkat etmemiz gerektiğini anlarız. Karşımıza sanki bir matematik ödevi çıkarılmakta ve bizden bu ödevi çözmeye çalışmamız istenmektedir. Bu durumda rasgele bir tutumla çalışamaz ya da çalışmalarımızı varsayımlara dayandıramayız; sistematik biçimde, elimizin altındaki bütün olanaklardan yararlanarak işe koyulmak zorundayız. Hiç yanlışsız, kesinlikle doğru bir çözüm bulamayız kuşkusuz ama yaklaşık doğru bir çözümü, çözümler içinde en iyisini ele geçirebilmemiz için yeteneklerimizi seferber etmemiz gerekir. Bizlere düşen, daha iyi bir çözüme ulaşmak için sürekli uğraşıp didinmek ve ele geçireceğimiz bir çözümün, dünya denilen zavallı gezegenin kabuğuna tüm avantaj ve sakıncalarıyla bağlı bulunduğumuz gerçeğiyle doğrudan ilişkili olması gerektiğini unutmamaktır.
Şimdi temel ödevlerden ikincisine geliyoruz. Biz, insan soyundan gelmiş tek kişiler değiliz. Dört bir yanımızda başka insanlar vardır ve bizler bu insanların oluşturduğu topluluk içinde yaşarız. Güçsüzlüğü ve varlığındaki sınırlamalar, insanın saptadığı hedeflere tek başına erişmesini olanaksız kılar. Yalnız başına yaşayacak ve kendisini bekleyen ödevlerin tek başına üstesinden gelmeye çalışacak bir insan mahvolup gider sonunda; böyle biri, insanlığın varlığını sürdürmesini
sağlayamayacağı gibi, kendi yaşamını bile ayakta tutamaz. İnsan kendisindeki güçsüzlükler, yetersizlikler ve sınırlamalardan ötürü her zaman başkalarına bağımlı durumdadır. Gerek kendi kişisel esenliği, gerek insanlığın mutluluğu için başta gelen etken toplumdur. Dolayısıyla, yaşam sorunlarının çözümü bu bağımlılığı dikkate almak, bizim bir toplum içinde yaşadığımız ve tek başımıza yok olup gideceğimiz gerçeğini göz önünde tutmak zorundadır. Hayatta kalmak istiyorsak, tüm ödevlerin, tüm amaç ve hedeflerin bu en önemlisiyle, bize ev sahipliği yapan gezegende diğer insanlarla el ele çalışarak kendi yaşamımızı ve insanlığın yaşamını sürdürme ödeviyle duygularımızın uyum içinde bulunması gerekir.
Bir üçüncü ödev bizi birbirimize bağlar yine. İnsanlar iki ayrı cinsiyet olarak yaşar. Bireyin ve toplumun varlığının sürdürülebilmesi için, bu gerçeğin göz önünde tutulması koşuldur. Sevgi ve evlilik sorunu bu üçüncü ödev kapsamına girer. Hiçbir erkek, hiçbir kadın bu ödevden kaçınamaz. Söz konusu ödev karşısında kaldıkları zaman sergileyecekleri davranış, ele geçirdikleri çözümü açığa vurur. Bu ödevin üstesinden gelmede yararlanılacak pek değişik olanaklar vardır; birey, ödevin çözümünde kendisi için söz konusu olanağa ilişkin tavrını, davranışlarıyla her zaman ortaya koyar.
Bu üç ödev üç ayrı sorun çıkarır karşımıza: Bu yeryüzündeki doğal koşullarda hayatta kalmamı sağlayacak nasıl bir uğraş bulabilirim kendime? İnsanlar arasında kendime nasıl bir yer belirlemeliyim ki onlarla birlikte çalışıp toplumsal yaşamın nimetlerinden onlarla birlikte yararlanabileyim? İnsanların iki ayrı cinsiyet olduğu, insanlığın yarınının ve ayakta kalmasının cinsel yaşama bağlı bulunduğu gerçeğini dikkate alarak davranabilmek için ne yapmalıyım?
Bireysel psikolojinin bildiği hiçbir yaşam sorunu yoktur ki iş güç, toplumsallık ve cinsellikten oluşan bu üç temel sorundan birine indirgenmesin. Özellikle bu üç ödev karşısındaki tavır ve tutumuyla, içimizden her biri, yaşamın anlamına ilişkin en içtenlikli inancını bütün açıklığıyla dile getirir. Sözgelimi karşımızda bir insan vardır, cinsel yaşamı kendisine doyum sağlamaz, mesleğinde çaba harcamaz pek, zevk aldığı fazla bir şey yoktur, insanlarla bir araya gelmek sıkıntı verir kendisine. Yaşamındaki sınırlama ve kısıtlamalardan, böyle bir kişinin, yaşamak denilen şeyin pek az olumlu fırsatı ve pek çok başarısızlığı içeren çetin ve riskli bir iş olduğu duygusunu ruhunda barındırdığı sonucunu çıkarabiliriz. Söz konusu kişinin sınırlı etkinlik alanının başına şu veciz sözleri koyabilirdik: “Yaşamak demek, kendimi incinmelerden esirgemek, kendi kabuğuma çekilmek, sağ salim işin içinden sıyrılmaktır.” Şimdi de diyelim ki bir başka insan bulunmaktadır karşımızda, cinsellik yaşamı çokyönlü bir toplumsallığı içermekte, iş yaşamında yararlı çalışmaların üstesinden gelmektedir, zevk aldığı pek çok şey vardır, insanlarla geniş kapsamlı ve verimli ilişkileri sürdürmektedir. Bu durumda çıkaracağımız sonuç, böyle bir kişinin, yaşamı asla kesin yenilgileri değil, pek çok olumlu fırsatı kendisine buyur eden yaratıcı bir ödev gibi duyumsadığı olacaktır. Yaşamsal ödevlerin üstesinden gelmedeki cesareti şu sözlerle özetlenebilirdi söz konusu kişinin: “Yaşam demek, insanlara ilgi göstermek, bütünün bir parçası olmak, elden geldiğince insanlığın esenliğine katkıda bulunmaktır.”
“Yaşamın anlamı”na ilişkin görüşlerin yetersizliğini ya da doğruluğunu belirlemede başvurulacak genel ölçüt, böylece karşımıza çıkıyor. Hayatta dikiş tutturamamış kişilerin hepsi –nevrozlular, psikozlular, suç işleyenler, canlarına kıyanlar, sapıklar ve hayat kadınları– toplumsallık duygusundan yoksun kimseler, toplumsal yaşamda pay sahibi olamayan kişilerdir. Çalışma yaşamının, dostluğun ve cinsel yaşamın karşılarına çıkardığı ödevlere, bunların toplumsal çabalarla çözülebileceğine inanmaksızın el atarlar. Yaşama verdikleri anlam kişisel nitelik taşır: Amaçlarına eriştiklerinde bundan yararlanacak olan yalnızca kendileridir, tüm ilgileri sadece kendilerine yöneliktir. Başarı yolunda çaba harcamalarının amacı, kişisel bir üstünlük ele geçirmekten başka şey değildir, kazanacakları zaferler yalnızca kendileri için bir anlam taşır. Ellerinde tuttukları zehir dolu bir şişenin, içlerinde bir güçlülük duygusu uyandırdığını itiraf eden katillerle karşılaşılmıştır; ama bunu itiraf ederken besbelli sadece kendilerini düşünmüşlerdir; zehir dolu bir şişeye sahip olmak, kendileri dışında kalan insanlarda değerlerinin artığı gibi bir duyguyu uyandırmaz. Yaşama verilen kişisel anlam, gerçek bir anlam sayılmaz asla. Bir anlamdan söz açılabilmesi için, onun başka insanlarla ilişki çerçevesinde oluşması gerekir. Yalnızca bir tek kişi için anlam taşıyan bir sözcük, gerçekte anlamsızdır. Amaçlarımız ve eylemlerimizde de durum böyledir: Bunlardaki biricik anlam, başkaları için taşıdıkları anlamdır. Her insan önemli biri sayılmak için uğraşır; ama bizim bütün önemimizin başkaları için yaptığımız yararlı işlerden oluştuğunu görmemek yanılgıdan başka bir şey değildir.
Küçük bir tarikatın kadın yöneticisiyle ilgili bir fıkra anlatılır: Günün birinde tarikat mensuplarını çevresine toplar yönetici kadın, onlara bir dahaki hafta çarşamba günü kıyametin kopacağı haberini verir. Tarikat mensupları hayli etkilenir haberden, neleri var neleri yok satıp savar, dünya işlerinden ellerini eteklerini çeker, liderlerinin bildirdiği felaket gününü merak ve heyecanla beklemeye koyulurlar. Derken çarşamba günü gelip çatar, olağanüstü bir durumla karşılaşılmaz. Perşembe günü tarikat üyeleri toplanır, liderden bir açıklama isterler. “Görüyorsun halimizi, ne güç durumlara düştük,” diye başlarlar yakınmaya. “Tutunacağımız bütün dallar gerilerde kaldı. Kime rastladıksa çarşamba günü dünyanın batacağını söyledik, bizimle gülüp eğlendilerse de biz bildiğimizden şaşmadık, haberi bize, bu konuda yanılmayacak büyük bir kişinin verdiğini açıkladık. Çarşamba günü geçti, dünya hâlâ yerinde duruyor.” Bunun üzerine lider şu karşılığı verir: “Benim çarşambam sizin çarşambanız değildir.” Böylece kişisel bir anlama sığınarak suçlamalara karşı kendini savunur. Kişisel bir anlam, asla sınamadan geçirilemez.
“Yaşamın anlamı” konusundaki bütün doğru görüş ve düşüncelerin belirleyici özelliği, onların genelgeçer nitelik taşımasıdır. Başkalarının da paylaşıp geçerli gözüyle bakabilecekleri tasarımlardır tümü. Yaşamsal ödevlerin doğru dürüst çözümü, başkalarının da izleyecekleri yolu açacaktır önlerinde; böyle bir çözüm sayesinde genel soruların içinden başarıyla çıkıldığı görülür.
Deha denilen şeyi bile, başkalarına en üst düzeyde yararlı olmak diye tanımlayabiliriz. Gerek içinde yaşadığı toplum, gerek daha sonraki toplumlar bir insanın yaşamını kendileri için önemli buluyorsa, ancak o zaman dâhi kişiden söz açabiliriz. Böyle bir yaşamla dile getirilen anlam, her zaman “yaşam, toplum için çalışmaktır” olacaktır. Biz, burada yaşamın anlamıyla ilgili kesin ifadelere değinmeyeceğiz. Kulaklarımızı sözlü açıklamalara tıkayıp yapılan işe bakacağız. Yaşamın karşısına çıkardığı ödevin altından başarıyla kalkan insan, yaşamın anlamının başkalarıyla paylaşma, başkalarıyla ortak çalışma olduğunu hiçbir sınırlamaya başvurmaksızın, kendi içinden gelerek benimsiyormuş gibi davranır. Yaptığı her işte insanların esenliği kendisine adeta yol gösterir, karşılaşacağı güçlükleri, insanlığın çıkarlarıyla uyum içindeki çarelere başvurarak yenmeye çalışır.
Bu, belki de bazıları için alışılmamış bir düşünce tarzıdır; böyleleri, acaba bizim yaşama verdiğimiz anlam gerçekten yalnızca başkaları için çalışma, başkalarına ilgi gösterme ve onlarla işbirliği içinde bulunmak mı olmalıdır diye sorarlar kendi kendilerine. Belki itiraza kalkarak, “Peki, birey ne oluyor? Birey her zaman başkalarını dikkate alıp kendini onların çıkarlarına adarsa, bireyselliği olumsuz yönde etkilenmez mi bundan? Doğru dürüst gelişmeleri isteniyorsa en azından bazı insanların kendilerini düşünmesi gerekmez mi? Aramızda her şeyden önce kendi çıkarlarını gözetip kollayarak kişiliklerini güçlendirmeyi öğrenmek durumunda olan kimseler yok mudur?” derler. Bana göre bu düşünce tarzı tümüyle yanlıştır ve ortaya attığı sorun da yalancı bir sorundur. Yaşama verdiği anlama uygun olarak bir şey yapmak isteyen ve tüm çabasını bu amaca yönelten insan, yapacağı iş için fiziksel ve ruhsal bakımdan en iyi durumda olacaktır kuşkusuz. Amacına uyum sağlayacak, toplumsallık duygusu içinde antrenmanlarını sürdürecek, çalışa çalışa olgunlaşıp ustalaşacaktır. Amaç açık seçik ortada olsun yeter ki ona varmak için çalışmalar arkadan gelecektir. Ancak amacın açık seçik belli olması durumunda, ancak o zaman her üç yaşam sorununun çözümü için insan kendini hazırlamaya ve yeteneklerini geliştirmeye koyulacaktır.
Sevgi ve evliliği alalım örneğin. Eşimize ilgi göstermemiz, yaşamını kolaylaştırıp zenginleştirmeye çalışmamız durumunda kendimizi en iyi şekilde geliştireceğimiz pek doğaldır. Kişiliğimizi boşlukta, başkaları için yaratıcı işler yapmak gibi bir amaçtan yoksun geliştirebileceğimize inanmamız, bizi olsa olsa zorba ve çekilmez biri yapar.
Yaşamın gerçek anlamının başkaları için yararlı işler yapmak olduğu sonucuna varmamızı sağlayan bir diğer ipucu daha bulunmaktadır. Atalarımızdan devraldığımız mirasa dönüp baktığımızda ne görüyoruz? Kendileriyle ölüp gitmemiş tek şey, onların insanlık için yaptıkları yaratıcı çalışmalardır. Tarıma açılmış topraklar görüyor, trenler, demiryolları, binalar görüyor, geleneklerde, felsefi sistemlerde, doğa bilimlerinde, sanatlarda, insan olarak konumumuza yaklaşım yönteminde atalarımızın yaşam deneyiminin katkılarını görüyoruz. Bütün bunları insanlığın esenliği için çalışmış kimselerden devraldık. Peki, ya ötekiler? Toplum için asla yararlı bir şey yapmamış, yaşama bir başka anlam vermiş, yalnızca “Yaşamımdan kendim için ne çıkar sağlayabilirim?” sorusunu kendilerine sorup durmuş ötekiler ne oldu? Hiçbir iz bırakmadan geçip gittiler bu dünyadan. Yalnız ölmekle kalmadılar, bütün ömürlerini boşa geçirdiler. Sanki dünyamız onlara şöyle demiştir: “Sizlere gereksinim duymuyoruz. Sizler yaşamaya layık değilsiniz. Amaçlarınız ve çabalarınız, üzerine titrediğiniz değerler, usunuz ve ruhunuz bir gelecekten yoksundur. Defolun haydi! Sizleri aramızda görmek istemiyoruz. Son nefesinizi verip kaybolun ortadan!” Yaşama toplum için yararlı işler yapmaktan başka anlam veren insanlar hakkında verilecek kesin yargı şu olacaktır her zaman: “İşe yaramaz birisin. Hiç kimse gereksinim duymuyor sana. Çek git haydi!” Kuşkusuz çağdaş kültürümüzde pek çok kusur saptayabiliriz. Bir kusur bulduk mu bin türlü değişikliğe başvurup bunu gidermeye çalışmamız gerekir; ama yapılacak değişikliğin her zaman insanlığın esenliğine daha çok hizmet edecek nitelik taşıması şarttır.
Bu gerçeği kavrayan insanlar hiçbir zaman eksik olmamıştır; böyleleri, yaşamın amacının bütün insanlara ilgiyle kucak açmak olduğunu bilmiş, kendilerinde toplumsallık duygusunu ve sevgiyi geliştirmeye çalışmışlardır. İnsanlığın esenliğini sağlamaya yönelik bu çaba, bütün dinlerde karşımıza çıkıyor. Dünyadaki büyük manevi akımların hepsinde toplumsallık duygusunu güçlendirmeye çalışan insanlar görüyoruz; din de bu yöndeki en önemli çabalardan biridir. Ne var ki dinler çoğunlukla yanlış anlaşılmıştır. İnsanlığın esenliğine daha büyük bir çabayla kendilerini adamadıkça, dinlerin şimdikinden daha fazla bir şey yapabileceklerini tasarlamak güçtür. Bireysel psikoloji bilimsel yoldan aynı sonuca ulaşmakta, bilimsel temellere dayanan bir çalışma yöntemi ortaya koymaktadır. Bu da, kanımca bir adım daha ileriye gitmektir. Belki insanın, diğer insanlara ve insanın esenliğine ilgisini derinleştirecek bir bilim ister politik, ister dinsel nitelik taşısın, amaca ulaşmada başka her bakımdan daha elverişli bir konumda olacaktır. Biz bireysel psikologlar, ödev sorununa bir başka yönden yaklaşmaya çalışırız, ne var ki amaç aynıdır: İnsanın diğer insanlara olan ilgisini geliştirmek.
Yaşama verdiğimiz anlam, yaşamımızın akışını koruyucu bir melek ya da kötü bir ruh gibi etkisi altında bulundurduğundan, bu anlamlandırma işinin nasıl gerçekleştiğini, çeşitli anlamların birbirinden nasıl ayrıldığını, kaba hataları içermeleri durumunda hataların nasıl düzeltilebileceğini bilmek, doğal olarak alabildiğine büyük önem taşır. Anlamlandırma işinin nasıl olup bittiğini, bunun insanın davranış ve yazgısını nasıl etkilediğini bilmenin insan toplumunun esenliği için nasıl bir yarar sağladığı, fizyoloji ve biyolojinin değil, psikolojinin bir konusunu oluşturur. Daha çocukluğun ilk günlerinden başlayarak “yaşamın anlamını” saptama yönünde bir arayışın başladığını görürüz; henüz bocalayarak, el yordamıyla bir arayıştır bu. Bebekler bile kendi olanaklarını ve kendilerini çevreleyen yaşamda oynayacakları rolü ölçüp biçerek belirlemeye çalışır. Beş yaşının sonuna doğru bir çocuk, davranışları için tutarlı ve sağlam bir örnek, sorun ve ödevlere yaklaşımda kendine özgü bir üslup geliştirmiş olur. Dünyadan ve kendi kendisinden beklentileri konusunda derinlere kök salmış kalıcı bir düşüncenin sahibidir artık. Bundan böyle değişmeden kalan bir kavrayış modelinin perspektifinden bakar dünyaya: Yaşantı ve deneyimleri kendine mal etmeden önce yorumlar, bu yorum da yaşama başlangıçta verdiği anlamla her zaman uyum içindedir. İsterse yaşama verdiğimiz anlam çok ağır hataları kendisinde barındırsın, isterse sorunlara ve ödevlere yaklaşım tarzımız bizi durmadan başarısızlıklara sürükleyip sıkıntılara soksun, davranış tarzımızdan asla kolay el çekmek istemeyiz. Yaşama verilen anlamdaki hataları gidermenin tek yolu, yanlış anlamlandırmanın gerçekleştiği koşulları yeni baştan ele alıp üzerlerinde enine boyuna düşünmek, yapılmış yanlışı görmek ve kavrayış şemasında düzeltmeye gitmektir. Belki seyrek durumlarda birey, başlangıçtaki başarısız değerlendirmenin olumsuz sonuçlarının zoruyla, yaşama verdiği anlam üzerinde yeniden kafa yorup yapılması gereken değişikliği kendi gücüyle gerçekleştirebilir. Ne var ki belli bir toplumsal baskı olmadan, söz konusu kişi başlangıçtaki hatalı yorumunun, kendisini olanaklarının sonuna getirip bıraktığını anlamadan böyle bir şeyin gerçekleşmesi düşünülemez. Başlangıçta yaşama verilen anlamdaki yanlışlığın düzeltilmesi çoğunlukla bir uzmanın yardımını zorunlu kılar; yaşamı anlamlandırma sorununu çok iyi bilen uzman, temeldeki yanlışın aranıp bulunmasına yardım eder ve daha uygun bir anlamı söz konusu kişiye önerebilir.
Buna basit bir örnek, çocukluk yaşantılarının değişik şekillerde değerlendirilmesidir. Olumsuz çocukluk yaşantılarının düpedüz ters bir değerlendirme konusu yapılabildiğini görebiliriz. Bunlar üzerinde fazla durmayan, söz konusu yaşantılarına gelecekte önüne geçilebilecek şeyler gözüyle bakan kimseler çıkabilir. Şöyle düşünür böyleleri: “Bu gibi olumsuz yaşantıları doğuran koşulları ortadan kaldırmanın ve çocuklarımızın durumunu iyileştirmenin yoluna bakmalıyız.” Bir başkası da şöyle düşünebilir örneğin: “Yaşam adaletsiz. Başkalarının durumu her zaman benimkinden daha iyi. Madem dünya bana böyle kötü davranıyor, ben ne diye ona iyi davranayım.” Bazı anne ve babalar da çocuklarıyla ilgili şöyle der: “Ben de çocukken onlardan daha az sıkıntı çekmedim. Ama başardım sonunda. Onlar ne diye başaramasın?” Bir üçüncü kişi de şöyle düşünebilir: “Çocukluğum mutsuzluk içinde geçti, bu yüzden bütün hatalı davranışlarımın bağışlanması gerekir.”
Bu üç insanın sergiledikleri davranıştan, yazgılarını nasıl yorumladıkları anlaşılmaktadır. Yorumlarını değiştirmedikleri sürece davranış biçimlerini asla değiştirmeyeceklerdir. İşte bireysel psikolojinin gerekircilik kuramında bir gedik açtığı yer burasıdır. Yaşantılar, başarı ve başarısızlığın kaçınılmaz nedeni değildir. Bizi sıkıntıya sokan, yaşantılarımızdan kaynaklanıp travma olarak niteleyeceğimiz şok değildir, tersine biz kendimiz yaşantılarımızı amaçlarımıza hizmet edecek biçime sokar, yaşantılarımıza verdiğimiz anlamla kendimizi belli bir yazgıya yükümlü kılarız. Bu anlamın ise, tek başına belli yaşantıları gelecekteki yaşamımıza temel yapmamız durumunda her zaman bir hatayı içerme olasılığı vardır. Belli bir durum, yaşantılara vereceğimiz anlamı belirlemez, biz durumlara vereceğimiz anlamla kendi kendimizi belirleriz. Beri yandan çocuklukta geçen öyle olaylar vardır ki bizi sık sık çok hatalı
anlamlandırmalara götürebilir. Bu olayları yaşayan çocuklardan büyük çoğunluğu, sonunda hayatta dikiş tutturamayan kimseler olup çıkarlar. Yetersiz organlarla dünyaya gelen, bebeklik döneminde çeşitli hastalıklar geçiren, değişik nedenlerle güçsüz kalan çocukları özellikle buna örnek gösterebiliriz. Böylesi çocuklar fazlasıyla ağır bir yük taşır sırtlarında, yaşamın anlamının başkaları için yararlı işler yapmak olduğuna akıl erdirebilmeleri kolay değildir. Yanı başlarında biri bulunup kendi üzerlerine çevrilmiş dikkatlerini başkaları üzerine yöneltemeyip onların başkalarıyla ilgilenmelerini sağlayamayınca, belki kendi duygularıyla uğraşmaktan hiçbir zaman kendilerini kurtaramayacaklar, ileride kendilerini başkalarıyla karşılaştırdılar mı bir yılgınlığa kapılacaklardır. Hatta günümüz uygarlığında öyle olabilir ki arkadaşlarının acıması, alay etmesi ya da yadsımasıyla içlerindeki aşağılık duygusu daha da güçlenir. Bütün bunlar öyle durumlardır ki onların kendi içlerine kapanıp, toplumumuzda yararlı bir rol oynama umudunu elden çıkarmalarına ve bizzat dünya tarafından kendilerini aşağılanmış hissetmelerine yol açabilir.
Sanırım, organ yetersizliği bulunan ya da iç salgı bezleri normal çalışmayan bir çocuğu ileride ne gibi sorunların beklediğini ilk kez ortaya çıkaran ben oldum. Doğabilimin bu dalında olağanüstü gelişmeler kaydedilmiş ancak gelişmeler benim dilediğim gibi bir seyir izlememiştir. Ben işin başından beri, başarısızlıklardan kalıtımı ya da kişinin vücut yapısını sorumlu tutmamı sağlayacak bir neden değil, söz konusu sorunlarla başa çıkılmasına olanak verecek bir yöntem aradım. Hiçbir organ yetersizliği yoktur ki bireyi hatalı bir yaşam üslubunu benimsemeye zorlasın. Salgıladıkları hormonun üzerlerinde aynı etkiyi yaptığı iki çocuk gösteremeyiz. Sık sık öyle çocuklarla karşılaşırız ki organ yetersizliklerinden kaynaklanan güçlüklerin üstesinden gelerek kendilerinde olağanüstü, pratikte yararlı beceriler geliştirirler. Bu bakımdan bireysel psikoloji, soyun ıslahına yönelik planlar için asla pek elverişli bir yafta oluşturamaz. Çok ünlü bir hayli kişi, uygarlığımıza büyük hizmetlerde bulunmuş bir yığın insan vardır ki yetersiz organlarla işe koyulmuşlardır, sağlık durumları bozuktur çoğu zaman ve bazıları vaktinden önce hayata gözlerini yummuştur. Özellikle böyle insanlara, gerek organik güçsüzlüklerine, gerek dış koşullara karşı çetin savaşlar vermiş böyle kişilere uygarlığımızdaki ilerlemeleri ve yeni atılımları borçlu bulunmaktayız. Savaşımları söz konusu insanları güçlendirmiş, ilerlemelerine katkıda bulunmuştur. Bedensel gelişim, entelektüel gelişimin iyi mi, yoksa kötü mü olacağı konusunda bize bir şey söylemez. Ne var ki yetersiz organlarla ya da doğru dürüst çalışmayan salgı bezleriyle dünyaya gelmiş çocuklardan büyük bölümü gereği gibi eğitilememiş, sorunları anlaşılmayan bu çocuklar yalnızca kendi kendilerine ilgi duymak zorunda bırakılmışlardır. İlk yaşam yılları üzerinde organsal yetersizliklerin olumsuz etkileri görülen çocuklar arasından ileride pek çok başarısız insanın çıkmasının nedeni de budur