KUZULARIN SESSİZLİĞİ -THOMAS HARRIS

Atış eğitimi yapmaktan dönen Clarice Starling hızlı bir yürüyüşten sonra soluk soluğa vardı toprağa yarı yarıya gömülmüş zemin katına. Ouantico’daki Akademi binasının bu katında FBl’ın dizi cinayetlerle uğraşan bölümü olan Davranış. Bilimlerinin büroları yer alıyordu. Uygulama alanında bir tutuklama eğitimi yaparken ateş altında kendini yere attığından dağınık saçlarında otlar, rüzgar ceketinde de ot ve toprak lekeleri vardı.

Dış büroda kimse olmadığı için Clarice kapının camında nasıl göründüğüne baktı. Kendine fazla çekidüzen vermeye gerek olmadığını biliyordu. Elleri barut kokuyordu, ama yıkanacak zamanı da yoktu, Bölüm Şefi Crawford hemen diye haber yollamıştı.

Jack Crawford yalnızdı. Başka birinin masası başında durmuş telefonda konuşuyordu. Clarice bir yıldan bu yana ilk kez onu doğru dürüst inceleme fırsatı bulmuştu.

Crawford normalde üniversiteyi beysbol oynayarak bitirmiş orta yaşlı, sağlıklı bir mühendise benzerdi. Oysa şimdi zayıflamıştı, gömleğinin yakası boynuna bol geliyordu, kızarmış gözlerinin altı şişmişti. Gazete okuyan herkes Davranış Bilimleri bölümünün yaylım ateşine tutulmakta olduğunu bilirdi.

Crawford konuşmasını sert bir “hayır”la bitirdi. Kızın dosyasını alıp açtı.

“Starling, Clarice M. Günaydın.”

“Günaydın.” Starling’ in gülümsemesi sadece saygılıydı.

“Kötü bir şey yok. Umarım korkmamışsındır.”

“Hayır.” Eh, bu pek doğru değil ya, diye düşündü Starling. “Eğitmenlerin başarılı olduğunu söylediler, sınıfın üst sıralarındaymışsın.”

“Umarım öyledir.”

“Ben durumunu zaman zaman sorup öğrenirim.”

Starling buna şaşırmıştı işte; Crawford’u ikiyüzlü biri olarak defterden silmişti çünkü.

Özel Ajan Crawford, Virgina Üniversitesinde konuk konferansçıyken onunla tanışmıştı. Crawford’un kriminoloji seminerlerinin niteliği Starling’i FBI’ya çeken nedendi. Akademiye alındığı zaman adama bir not yazmış, ancak Crawford buna yanıt vermemişti. Ouantico’da eğitimde olduğu üç ay içinde de dönüp kıza bakmamıştı bile.

Starling insanlardan iyilik ya da dostluk isteyen biri değilse de, Crawford’un davranışı karşısında şaşırmıştı. Ama şimdi karşı karşıya geldiğinde ondan yine hoşlandığını pişmanlıkla fark etti.

Kötü giden bir şeyler olduğu apaçıktı. Crawford’un zekası dışında kendine özgü bir akıllılığı da vardı. Starling bunu adamın renk duygusunda ve elbise seçiminde fark etmişti. Şimdi ise üstübaşı yine düzgün olmakla birlikte, sanki günden güne eriyormuş gibi cansızdı.

“Bir iş çıktı, aklıma sen geldin,” dedi şefi. “Aslında iş değil de, da ha çok ilginç bir görev. Berry’ nin koltuğunu boşalt da otur şuraya. Başvurunda Akademiden mezun olur olmaz Davranış Bilimlerine gelmek istediğini yazmışsın.”

“Evet. ”

“Adli tıp görmüş olacaksın ama yasaları uygulama geçmişin yok. Bizse en az altı yıllık bir geçmiş ararız.”

“Babam polisti, ne demek olduğunu bilirim.”

Crawford hafifçe gülümsedi. “Psikoloji ve kriminoloji dersleri almışsın. Akıl Sağlığı Merkezinde kaç yaz çalışmıştın, iki mi?”

“İki.”

“Danışman ruhsatın geçerli mi?”

“Daha iki yıl geçerli. Siz üniversitede seminere başlamadan almıştım… bu konuda kararımı vermeden.”

“Kadro bekledin sonra.”

Starling başını salladı. “Talihli sayılırım ama. Böylece adli tıp okuyacak zaman buldum. Ondan sonra da Akademide bir yer açılana kadar laboratuvarda çalıştım.

“Buraya gelme konusunda bana mektup yazmıştın, değil mi ve sanırım ben de sana bir yanıt vermedim… Vermediğimi biliyorum. Vermem gerekirdi.”

“İşiniz başınızdan aşkındı.”

“ASTP konusunu biliyor musun?”

“Ağır Suçluları Tutuklama Programı olduğunu biliyorum. Yasal Yaptırım Bülteni’nde okumuştum, bir plan üzerinde çalışıyormuşsunuz ama henüz uygulamaya geçilmemiş.”

Crawford başını salladı. “Bir soru listesi hazırladık. Modern zamanların bilinen bütün dizi cinayet

katillerine uygulanabilir.” Kıza bir tomar kağıt uzattı. “Araştırmacılar için bir bölüm, eğer sağ kalanı varsa, kur banlar için de bir bölüm. Maviler katilin istediği takdirde yanıtlayacağı sorular, pembeler araştırmacının katile soracağı sorular ve ondan alacağı tepkiler. Epey bürokrasi var anlayacağın.”

Bürokrasi. Clarice Starling bir iş teklifi kokusu almıştı, herhalde yeni bilgisayar sistemine bilgi girmek gibi sıkıcı bir iş. Her ne pahasına olursa olsun Davranış Bilimlerine girmek istiyordu, ancak bir kadın bir kere sekreter olarak damga yedimi bunun artık hep öyle devam edeceğini de bilirdi. Bir seçme olanağı gelmekteydi ve iyi bir seçim yapmak istiyordu.

Crawford bir şey bekliyordu, bir şey sormuş olmalıydı. Starling kendini hatırlamaya zorladı.

“Hangi testleri uyguladın? Minnesota Kişilik Envanterini uyguladın mı? Ya Rorschach’?”

“Minnesota evet, Rorschach hayır. Çocuklara Bender-Gestalt uyguladım ama.”

“Kolay korkar mısın, Starling?”

“Şimdilik hayır. ”

“Gözaltında bulunan otuz iki bilinen dizi cinayet katilini sorguya çekip inceleyerek çözülmemiş vakalar için bir temel oluşturmak istedik. Çoğu bunu kabul etti, sanırım hepsi de gösteriş meraklısıydı. Yirmi yedisi işbirliğine yanaştı. Ölüme mahkum olup da temyize başvurmuş olan dört tanesi de tahmin edilebileceği gibi konuşmadılar. Ama en çok görüşmek istediğimizle konuşamadık. Yarın akıl hastanesinde onunla konuşmanı istiyorum.”

Clarice Starling hem sevinç, hem de korku hissetti.

“Kimmiş bu?”

“Psikiyatr Dr. Hannibal Lecter,” dedi Crawford.

Herhangi uygar bir toplantıda bu adın ardından hemen kısa bir sessizlik olurdu.

Starling, Crawford’a dikkatle baktı. “Yamyam Hannibal,” dedi.

“Evet.”

“Eh, peki tamam. Bu fırsatı elde ettiğime memnunum, ama neden benim seçildiğimi de merak ettiğimi bilmenizi isterim.”

“Birinci neden hazırda olman,” dedi Crawford. “Adamın işbirliğine yanaşacağını sanmıyorum. Bir kere reddetti, ama teklifimizi hastane müdürü aracılığıyla yapmıştık: Bizim yetkili soruşturmacımızın kendisi ne gidip bu teklifi doğrudan doğruya yaptığını söyleyebilmek isterim. Bunun seni ilgilendirmeyen bazı nedenleri var. Bu bölümde de bunu yapacak başka kimse kalmadı.”

“Buffalo Bill ve Nevada olayları yüzünden işiniz başınızdan aşkın olmalı.”

“Öyle. Eski hikaye, asla yeteri kadar adamın yoktur.”

“Yarın dediniz, aceleniz var. Bunun eldeki vakayla bir ilgisi var mı?”

“Hayır. Keşke olsaydı”

“Beni de reddettiği takdirde yine de psikolojik bir değerlendirme istiyor musunuz?”

“Hayır. Boğazıma kadar Doktor Lecter’in erişilemeyen-hasta değerlendirme raporlarına batmış durumdayım ve bunların hiçbiri de birbirine benzemiyor.”

Crawford bir tüpten avucuna boşalttığı iki C vitamini tabletini musluktan doldurduğu bir bardak suya Alka Seltzer katarak yuttu. “Komik bir şey aslında Lecter ruh doktorudur ve psikiyatri dergilerine gerçekten olağanüstü şeyler yazar, ama kendi anormalliklerinden hiç söz etmez. Bir kere hastane müdürü Chilton’ın isteğiyle bazı testlere razı olmuştu, ama müdürden önce davranıp Chilton hakkında öğrendiklerini yazarak adamı rezil etti. Psikiyatri öğrencilerinin kendi yakasıyla ilgili olmayan konularda yazdıklarına ciddi yanıtlar da veriyor: Seninle konuşmazsa bile kesin bir rapor istiyorum. Nasıl davranıyor, hücresi nasıl, neler yapıyor, falan filan. Havasını iletmek yani. Oraya girip çıkarken gazetecilere dikkat et. Gerçek basın değil, süpermarket basını yani. Lecter’i Prens Andrew’den bile çok sever onlar.”

“Boyalı basından kendisine bazı yemek tarifleri karşılığında elli bin dolar teklif etmemişler miydi? Böyle bir şey hatırlıyor gibiyim,” dedi Starling.

Crawford başını salladı. “National Tattler’ın hastaneden birini satın aldığından eminim, o yüzden ben randevuyu aldıktan sonra senin oraya gideceğini öğrenebilirler

Crawford başını kızın yüzünün bir karış ötesine kadar yaklaştırdı.

“Şimdi dikkatle dinle beni, Starling. Dinliyor musun?”

“Evet, efendim.”

“Hannibal Lecter’in karşısında çok dikkatli ol. Hastane müdürü Dr. Chilton sana nasıl davranacağını anlatacaktır. Sakın onun dedikleri dışında bir şey yapmaya kalkışma. Her ne nedenle olursa olsun kesinlikle onun dedikleri dışına çıkma Lecter seninle konuşmayı kabul ederse, bu sadece senin hakkında bir şeyler öğrenmek istediği için olacaktır. Yılanı kuş yuvasına baktıran bir meraktır bu. Bu tür

görüşmelerde kendinden söz etmenin normal olduğunu bilirim, ama sen kesinlikle kendin hakkında ona bir bilgi vermeyeceksin. İnan bana Hannibal Lecter’ın kafana girmesini istemezsin. Will Graham’a yaptıklarını biliyorsun.”

“Gazetelerde okumuştum.”

“Will kendisini bulduğunda bir muşamba bıçağıyla canına okudu. Will’in ölmemiş olması gerçek bir mucizedir.. Kızıl Ejder’i hatırlıyor musun? Lecter, Francis Dolarhyde’ı Will ile ailesine saldırttı. Will’in suratı Picasso tablosuna döndü Lecter’in sayesinde. Hastanede de bir hemşireyi parçaladı. Görevini yap ama asla onun ne olduğunu unutma.”

“Peki nedir o? Siz biliyor musunuz?”

“Onun bir canavar olduğunu biliyorum. Onun ötesinde kimse kesin bir şey söyleyemez. Bunu belki de sen öğrenebilirsin; seni bir sihirbaz gibi şapkadan çıkarmadım, Starling. Virginia’da ders verdiğimde bana birkaç ilginç soru sormuştun. Raporun açık ve düzgün olursa Başkan bunu görecektir. Buna da ben karar veririm. Ve Pazar sabahı dokuzdan önce masamın üstünde olmalı. Haydi bakalım, Starling. gerekeni yap şimdi.”

Crawford gülümsediyse de, gözleri ölüydü.

2. BÖLÜM

Baltimore Akıl Hastanesi müdürü elli sekiz yaşındaki Dr. Frederick Chilton’un üzerinde hiçbir sert ya da keskin bir şey olmayan geniş bir masası vardı. Clarice Starling odaya girdiğinde ayağa kalkmadı.

“Buraya pek çok dedektif geldi ama sizin kadar güzelini hatırlamıyorum,” dedi.

Starling adamın elindeki parlaklığın saçını düzeltirken bulaşan yağ olduğunu gördüğü anda fark etti. Chilton’un elini önce o bıraktı.

“Adınız Bayan Starling, değil mi?”

“Starling, doktor. Bana vakit ayırdığınız. için çok teşekkür ederim.”

“Demek FBI da herkes gibi kızları kabul etmeye başladı, hah ha ha.”

“Büro da gelişiyor, Dr. Chilton.”

“Baltimore’da kalacak mısınız? Kenti tanırsanız burada da Washington ya da New York’ta olduğu kadar iyi vakit geçirebilirsiniz.”

Clarice adamın münasebetsiz gülümsemesini görmemek için bakışlarını kaçırdığı anda onun bu hoşnutsuzluğunu fark ettiğini anladı.

“Burasının esaslı bir kent olduğundan eminim, ama aldığım emre göre Dr. Lecter’la görüşüp bu öğleden sonra raporumu vermem gerekiyor.”

“Gerekirse sizi Washington’da arayabileceğim bir numaranız var mı?”

“Elbette. Bu projenin başında özel Ajan Jack Crawford bulunuyor, onun aracılığıyla beni istediğiniz zaman bulabilirsiniz.”

“Anlıyorum,” dedi Chilton. Pembe yanakları saçlarının doğal olamayacak kızıllığıyla çelişiyordu. “Kimliğiniz, lütfen.” Kadının kimliğini incelerken oturmasını söylemedi. Sonra kartı verip ayağa kalktı. “Bu iş pek uzun sürmeyecektir. Gelin bakalım.”

“Anladığım kadarıyla bana ön bilgi verecekmişsiniz, Dr. Chilton.”

“Bunu yolda da yapabilirim.” Masasının ardından çıkarken saatine baktı. “Yarım saat sonra bir yemekte bulunmam gerekiyor. ”

Lanet olsun. Adamın nasıl biri olduğunu önceden öğrenmesi gerekirdi. Göründüğü gibi aptal olmayabilirdi. İşe yarayan bir şey biliyordu belki de. Pek beceremezse de, arada sırada sırıtmanın bir zararı yoktu.

“Dr. Chilton, benim şu anda sizinle randevum var. Bu randevu saatini de siz kendiniz saptadınız. Görüşmem sırasında bazı şeyler ortaya çıkabilir, adamın yanıtlarını sizinle birlikte gözden geçirmem gerekebilir.”

“Hiç sanmam. Gitmeden bir telefon etmem gerek. Siz çıkın, dış büroda ben size yetişirim.”

“Pardösümle şemsiyemi burada bıraksam.”

“Dışarıda,” dedi Chilton. “Dış büroda Alan’a verin. O bir yere kaldırır.”

Alan’in üstünde hastalara verilen pijama gibi tulumlardan biri vardı. Gömleğinin eteğiyle kül tablalarını siliyordu.

Starling’in pardösüsünü alırken dilini yanağında dolaştırdı.

“Teşekkür ederim,” dedi Clarice.

“Ben teşekkür ederim. Ne kadar sık sıçarsın?” diye sordu Alan.

“Ne dediniz?”

“Uzun, upuzun mu çıkar?”

“Pardösümü ben asarım.”

“Görmeni engelleyecek bir şeyin yok önünde, eğilip bakabilirsin çıkarken havada rengi değişiyor mu diye. Bunu yapar mısın, ha? Kocaman kahverengi bir kuyruğun varmış gibi olur mu?” Pardösüyü bırakmıyordu.

“Dr. Chilton seni içeride bekliyor,” dedi Starling.

“Hayır beklemiyorum, ” dedi Dr. Chilton. “Alan, pardösüyü dolaba as ve biz yokken çıkarma. Ne diyorsam onu yap. Bir ara bütün gün çalışan bir sekreterim vardı ama parasal nedenler yüzünden göndermek zorunda kaldım. Şimdi sizi içeri alan kız günde üç saat çalışıyor, sonra da Alan geliyor. Silahlı mısınız?”

“Hayır.”

“Çantanızı görebilir miyim?”

“Kimliğimi gördünüz ya.”

“Kimliğinizde öğrenci olduğunuz yazılı. Çantanızı açın lütfen.”

Kalın çelik kapıların ilki ardından gürültüyle kapanıp sürgü sürülünce Clarice Starling’in tüyleri ürperdi. Yeşile boyalı ve lizol kokan koridor da Chilton iki adım önünden yürüyordu. Starling, Chilton’un çantasına elini sokmasına izin verdiği için kendi kendine kızıyordu, ama kafasını toplayabilmek için öfkesini tutmaya karar verdi.

“Lecter tam bir baş belasıdır,” dedi Chilton omzu üzerinden. “Bir hademenin kendisine her gün gelen yayınların tellerini açması bile on dakika sürer. Abone olduğu yayınların sayısını azaltmaya çalıştık ama mahkemeye başvurup davayı kazandı. Kendisine gelen mektupların sayısı akıl almayacak kadardı, ama neyse haberlerde başka olayların manşet olması üzerine şimdi epey azaldı. Bir ara sanki psikolojide yüksek lisans tezi hazırlayan her öğrenci tezinde Lecter’den bir şey bulunmasını istiyor gibiydi. Tıbbi dergiler hâlâ yazılarını yayınlıyorlar ama.”

“Klinik Psikiyatri Dergisi’ndeki ameliyat-hastası hastalar üzerindeki yazısı pek başarılıydı bence.”

“Öyle mi? Biz Lecter’i incelemeye çalıştık. İşte bir dönüm noktası olacak bir inceleme fırsatı, diye düşündük. Bunlardan birini sağ olarak ele geçirmek o kadar güçtür ki.”

“Nelerden birini?”

“Katıksız bir toplumdışı tip olduğu kesin. Ancak standart testlere sığmayacak kadar da zeki. Ve bizden nefret ediyor. Crawford sizi Lecter üzerinde kullanmakla çok akıllılık etmiş.”

“Ne demek istiyorsunuz, Dr. Chilton?”

“Onu ‘canlandıracak’ bir kadın. Lecter’in yıllardır bir kadın gördüğünü sanıyorum. Belki çok ender olarak temizleyici kadınlarından birini bir an görebilmiştir. Biz genellikle kadınları buradan uzak tutarız. Baş belası olurlar çünkü.”

Canın cehenneme, Chilton.

“Ben Virginia Üniversitesinden birincilikle mezun oldum, doktor. Ve orası sosyete hanımı yetiştiren bir yer değildir.”

“Öyleyse kuralları hatırlamakta güçlük çekmeyeceksiniz demektir: Parmaklıklardan içeri uzanmak yok. Parmaklıklara dokunmak yok. Ona kağıttan başka bir şey veremezsiniz. Kalem verilmeyecek. Onun kendi keçe uçlu kalemi vardır. Vereceğiniz zımba teli, iğne ya da kıstırgaç olamaz. Verilen şeyler sadece yemek tepsisinin sokulduğu aralık tan verilebilir. Size parmaklıklar arasından uzattığı herhangi bir şeyi almanız yasaktır. Beni anlıyor musunuz?”

“Anlıyorum.”

İki kapı daha geçtikten sonra doğal ışık geride kalmıştı. Şimdi hastaların birarada oldukları koğuşları geride bırakmışlar, pencereleri olmayan tek tek hücrelerin bulunduğu bölüme gelmişlerdi. Koridor lambaları gemilerin makine dairesindekiler gibi kalın demir ızgaralarla kaplıydı. Dr. Chilton ışıklardan birinin altında durdu. Ayak sesleri kesilince duvarların birinin ötesinden bağırmaktan çatallaşmış bir ses duyulabiliyordu.

“Lecter hücresinden sımsıkı bağlı ve ağzında ağızlığı olmadan asla çıkarılmaz,” dedi Chilton. “Bunun nedenini göstereceğim sana. Buraya geldikten sonraki bir yıl bir işbirliği örneğiydi. Çevresindeki güvenlik gevşetildi… Bu, benden önceki yönetim sırasındaydı. 8 Temmuz 1976 öğleden sonrası göğsünde bir sancıdan şikayet edince dispansere götürüldü. Elektro kardiyogram yapılabilmesi için bağları çıkarılmıştı Hemşire üzerine eğilince kadına bunu yaptı işte.” Chilton, Clarice Starling’e yıpranmış bir fotoğraf uzattı. “Doktorlar kadının bir gözünü kurtarmayı başarabildiler. Lecter bunu yaptığı sırada monitörlere bağlıydı. Kadının diline erişmek için çenesini kırmıştı. Dili yuttuğu zaman bile nabzı seksen beşin üstüne Çıkmadı.”

Starling fotoğrafın mı, yoksa kendisine parıltılı gözlerle bakan Chilton’un dikkatinin mi daha kötü olduğunu bilemiyordu.

“Onu burada tutuyorum,” dedi Chilton kalın camlı çifte kapının yanındaki zile basarken. İriyarı bir hademe kendilerini içeri aldı.

Starling güç bir karar vererek kapının hemen içinde durdu. “Dr. Chilton, bu testlere gerçekten ihtiyacımız var. Dr. Lecter sizi düşmanı olarak görüyorsa o zaman ona tek başıma yaklaşırsam konuşabilme şansım daha fazla olur. Ne dersiniz, ha?”

Chilton’ un yanağı seğirdi. “Bence hiçbir sakıncası yok. Bunu benim odamda da söyleyebilirdiniz. O zaman sizi bir hademeyle gönderir, zahmetten kurtulurdum…”

“Eğer beni orada aydınlatsaydınız hiç kuşkusuz öyle yapardım.”

“Sizi bir daha göreceğimi sanmıyorum, Bayan Starling. Barney, Lecter’le işi bitince zile bas da biri gelip dışarı çıkarsın.”

Chilton kadına bir daha bakmadan yürüdü gitti.

Şimdi sadece iriyarı hademe, arkasındaki sessiz çalışan saat ve Mace kutusu, bağlar, kayışlar, ağızlık ve sakinleştirici tabancanın bulunduğu tel dolap vardı.

Hademe kendisine bakıyordu. “Doktor Chilton parmaklıklara dokunmamanızı söyledi, değil mi?” dedi. Sesi kısıktı.

“Evet, söyledi.”

“Tamam öyleyse. Sağdaki son hücre. Yürürken koridorun ortasın da kalın ve olup bitenlere aldırmayın. Sizi iyi karşılaması için mektuplarını götürebilirsiniz.” Hademe için için eğleniyor gibiydi. “Mektupları tepsiye koyun ve itin. Tepsi içerideyse iple çekebilirsiniz, ya da o size gönderir. Tepsinin dışarıda durduğu yerde size dokunamaz.” Hademe iki dergi, üç gazete ve birkaç açılmış mektup verdi. ”

Her iki yanında hücreler olan koridor otuz metre kadar vardı. Hücrelerin bir kısmı kapının ortasında uzun ve dar gözleme penceresi olan ve her yanı yumuşak maddeyle kaplı odalardı. Diğerleri parmaklıklı duvarı koridora açılan standart cezaevi hücreleri. Clarice Starling hücredekilere bakmamaya çalışarak yürüdü. Yolu yarılamamıştı ki bir ses, “Karı kokusu alıyorum,” dedi. Starling duyduğunu belli etmeden yoluna devam etti.

Son hücrenin ışıkları yanıyordu. Starling ayakkabısının topuklarının gelişini haber verdiğini bilerek koridorun sol tarafına doğru yaklaşıp öyle yürüdü.

3. BÖLÜM

Dr. Lecter’in hücresinin karşısında başka bir hücre değil, bir dolap vardı. Hücrenin ön yüzü. parmaklıkla kaplıydı, ancak iç tarafta insanın parmaklıklara erişemeyeceği kadar uzakta, yerden tavana ve duvardan duvara uzanan sağlam naylondan bir ağ ikinci bir engel gibi gerilmişti. Starling ağın öte yanında yere tutturulmuş bir masayla iskemle masanın üstü karton kapaklı kitaplar ve kağıtlarla doluydu.

Dr. Hannibal Lecter ranzasına uzanmış Vogue’un İtalyancısını okuyordu. Sağ elinde tuttuğu sayfaları okudukça birer birer sol yanına bırakmaktaydı. Sol elinde altı parmağı vardı.

Clarice Starling parmaklıklardan biraz bende durdu.

“Dr. Lecter.”

Adam başını kaldırdı.

“Adım Clarice Starling. Sizinle konuşabilir miyim?” Durduğu uzaklıkta ve ses tonunda belirli bir saygı vardı.

Dr. Lecter parmağını büzdüğü dudağına dayayıp düşündü. Sonra kalktı, yürüdü, naylon ağın berisinde, sanki bu uzak kendi seçimiymiş gibi durdu.

Starling onun ufak tefek olduğunu gördü; el ve kollarında kendisininki gibi sırım gibi bir güçlülük fark etti.

Adam sanki çalınan kapıyı açmış gibi, “Günaydın,” dedi. Kültürlü sesinin ardında herhalde kullanılmamaktan olmuş paslı bir hırıltı vardı.

Dr. Lecter’in gözleri kestane rengiydi ve ışığı kızıl noktalar halinde yansıtıyordu. Işık noktacıkları kimi zaman gözünün ortasına doğru kıvılcımlanıyordu. Starling’i süzdü.

Starling parmaklığa biraz daha yaklaştı. Kollarının tüyleri diken diken olmuş, elbisesinin kumaşına sürtünüyordu.

“Doktor, bizim psikolojik profil konusunda bir sorunumuz var. Sizin yardımınızı rica ediyorum.”

” ‘Biz’ Ouantico’daki Davranış Bilimleridir sanırım. Siz de. Jack Crawford’ un elemanlarından biri olmalısınız.”

“Evet, öyle.”

“Kimliğinizi görebilir miyim?”

Starling bunu beklemiyordu.”Şey… kimliğimi yukarıda göstermiştim.”

Yani Frederick Chilton’a gösterdiniz demek istiyorsunuz.”

“Evet.”

“Peki, siz onun kimliğini gördünüz mü?”

“Hayır. ”

“Ya Alan’la tanıştınız mı? Pek sevimli, değil mi? Hangisiyle konuşmayı yeğlerdiniz?”

“Sanırım Alan’ la. ”

“Chilton’un para karşılığı içeri aldığı bir gazeteci de olabilirsiniz. Sanırım kimliğinizi görmeye hakkım var.”

“Pekala. ” Starling kimliğini kaldırıp gösterdi.

“Bu kadar uzaktan okuyamam, gönderin lütfen.”

“Olmaz.”

“Sert olduğu için mi?”

“Evet.”

“Barney’e sorun.”

Hademe gelip baktı. “Dr. Lecter bunu gönderiyorum. Ama istediğim zaman geri vermezsen, eğer herkesi rahatsız edip seni bağlamak zorunda kalırsak, o zaman gerçekten çok kızacağım. Beni kızdırırsan da keyfim gelene kadar sarıp sarmalanmış kalırsın. Yiyeceğin boruyla verilir, altın günde iki kere değişir, ne gerekirse yapılır yani. Bir hafta da mektup falan alamazsın. Anladın mı?”

“Elbette, Barney.”

Dr. Lecter tepsiyle gelen kartı alıp ışığa tuttu.

“Öğrenci mi? ‘Öğrenci’ yazıyor burada. Jack Crawford benimle konuşmak için bir öğrenci mi yolladı yani?” Kartı küçük beyaz dişlerine değdirip kokladı.

“Dr. Lecter,” dedi Barney.

“Ah, elbette.” Lecter kartı tepsiye bıraktı, Barney tepsiyi çekti.

“Evet, hâlâ Akademide eğitimdeyim,” dedi Starling. “Ama biz FBI’dan değil psikolojiden söz ediyoruz. Konuşacağımız konuda yeterli olup olmadığıma siz karar vermez misiniz?”

“Hımmm. Doğrusu pek kaypaksınız. Barney, Memur Starling’e bir iskemle verebilir miydin acaba?”

“Dr. Chilton bana iskemleden söz etmedi.”

“Barney, ne oldu senin terbiyene böyle?”

“Bir iskemle ister miydiniz?” diye Barney kadına sordu. “Genellikle kimse burada oturacak kadar çok kalmaz da.”

“Teşekkür ederim, memnun olurum,” dedi Starling.

Barney karşıdaki kilitli dolaptan açılır kapanır bir iskemle getirip yanlarından ayrıldı.

Lecter masasının başına oturdu. “Eh, söyle bakalım Miggs sana ne dedi?”

“Kim?”

“Yan hücredeki Miggs. Sana bir şeyler söyledi. Duydum. Ne dedi?”

“Karı kokusu alıyorum dedi.”

“Ah, ben alamadım doğrusu… Evyan cilt kremi ve bazen de L’air du temps parfümü ama bugün değil. Bugün kesinlikle kokusuzsun. Miggs’in dedikleri seni nasıl etkiledi?”

“Bilemediğim nedenlerle bir düşmanlığı var. Kötü bir şey. O insanlara düşman, insanlar ona düşman. Bir döngü.”

“Siz ona düşman mısınız?”

“Hasta olduğu için üzgünüm. Ondan ötesi kuru gürültü. Parfümü nasıl bildiniz?”

“Kartı çıkarırken çantanızdan gelen kokudan. Çantanız çok güzel.”

“Teşekkür ederim.”

“En iyi çantanızı getirdiniz, değil mi?”

“Evet.” Doğruydu. Bu klasik çanta için para biriktirmişti. Sahip olduğu en iyi eşyaydı.

“Ayakkabılarınızdan çok daha iyi.”

“Eh, onlara da sıra gelir.”

“Hiç kuşkum yok.”

“Duvarlardaki resimleri siz mi yaptınız, doktor?”

“Bir dekoratör mü çağırdım sizce?”

“Musluğun üstündeki bir Avrupa kenti mi?”

“Floransa. O da Palazzo Vecchio ve Duomo, Belvedere’den görünüşü.”

“Bütün bu ayrıntıları ezberden mi yaptınız?”

“Memur Starling, anılar bende manzara yerine geçer.”

“Öteki bir çarmıha geriliş mi? Ortadaki çarmıh boş ama.”

“Çarmıhtan indirildikten sonra bu. Kasap kağıdına renkli boya ve keçe kalem. Kendisine Cennet vaat edilen hırsızın hali.”

“Ne varmış ki halinde?”

“İsa ile alay eden arkadaşının olduğu gibi onun da bacakları kırılmış. Aziz John İncil’inden gerçekten habersiz misiniz? Duccio’ya bakın öyleyse, o çarmıha gerilişlerin doğrusunu çizer. Will Graham nasıl?”

“Ben Will Graham diye birini tanımıyorum.”

“Kim olduğunu biliyorsunuz. Jack Crawford’un sizden önceki ada mı. Yüzü nasıl?”

“Kendisini hiç görmedim.”

“Buna ‘eski dostları hatırlama’ denilir, umarım sizce bir sakıncası yoktur, Memur Starling.”

“Dr. Lecter, ben sizden bazı sorulara yanıt vermenizi rica etmeye geldim, bir bakar mıydınız acaba?”

“Memur Starling, son zamanlarda Davranış Bilimlerinden çıkan yazıları hiç okudunuz mu?”

“Evet.”

“Ben de okudum. FBI aptalca bir inatla bana Yasal Yaptırım Bülteni’ni göndermiyor ama ben eski kitapçılardan buluyorum nasıl olsa. Sonra John Jay’den Haberler ve bazı psikiyatri dergileri geliyor. Hepsi de dizi cinayet işleyen insanları iki gruba ayırıyorlar, düzenli ve düzensiz. Buna ne dersiniz?”

“Bu… bu temel bir ayrım herhalde…”

“Aradığınız sözcük basittir. Aslında bütün psikoloji çocukçadır ve Davranış Bilimlerinde uygulandığı biçimiyle de kafadan sakattır. Psikolojinin başlangıç olarak iyi bir malzemesi yoktur bir kere. Herhangi bir kolejin psikoloji bölümüne gidip öğretmenlerle öğrencilere bir bakın hele; amatör radyocular ve diğer kişilik yoksunu aptallar. Kampüsün hiç de en değerli beyinleri değildir. Düzenli ve düzensiz… bunu akıl eden gerçek bir hıyar olmalı.”

“Bu sınıflandırmayı siz nasıl değiştirirdiniz?”

“Değiştirmezdim.”

“Yayınlardan söz ederken aklıma geldi, sizin ameliyat bağımlılığı ve yüz mimiklerinin sol ve sağ yan görüntüleri makalelerinizi okudum.”

“Evet, birinci sınıf yazılardı onlar,” dedi Dr. Lecter.

“Bence de öyle Jack Crawford da aynı fikirdeydi Yazıları bana o gösterdi. Onun için istiyor sizin.. ”

“Şu bizim soğukkanlı Crawford öğrencilerden yardım aradığına göre çok meşgul olmalı.”

“Öyle, sizden de… ”

“Buffalo Bill ile mi uğraşıyor?”

“Sanırım.”

“Olmadı. ‘Sanırım’ değil, Memur Starling. Buffalo Bill ile başının dertte olduğunu biliyorsunuz. Jack Crawford’un sizi bunu sormanız için gönderdiğini sanıyorum.”

“Hayır.”

“Öyleyse konuyu oraya getirmeyi beceremiyorsunuz.”

“Hayır, ben size ihtiyaç…”

“Buffalo Bill hakkında ne biliyorsunuz?”

“Kimsenin pek bir şey bildiği yok.”

“Gazeteler her şeyi yazdılar mı?”

“Sanırım. Dr. Lecter, ben o konuda herhangi gizli bir dosya görmüş değilim; benim işim… ”

“Buffalo Bill kaç kadın kullandı?”

“Polis beş kadın buldu.”

“Hepsinin de derisi yüzülmüş müydü?”

“Kısmen, evet.”

“Gazeteler onun adını açıklamadılar. Neden Buffalo Bill diye anıldığını biliyor musunuz?”

“Evet.”

“Söyleyin bana.”

“Bu sorulara bir göz atarsanız söylerim.”

“Sadece bakarım. Söyleyin şimdi.”

“Her şey Kansas City cinayet masasında kötü bir şaka olarak başladı.”

“Evet…”

“Kurbanlarının derisini yüzdüğü için.”

Starling korkusunun yerini küçük düşürülmüş olma duygusu aldığını fark etti. İkisinden korkuyor olmayı yeğlerdi.

“Soruları gönder bakalım.”

Starling mavi dosyayı tepsiye koyup gönderdi. Lecter şöyle bir göz gezdirirken de oturup bekledi.

Adam dosyayı yine tepsiye koydu. “Memur Starling, bu küçük kör bıçakla beni parçalara ayırabileceğinizi mi sanmıştınız?”

“Hayır. Sizin bu çalışmayı ilerletecek bir görüş sağlayabileceğinizi düşünmüştüm

“Bunu yapmak için ne gibi bir nedenim olabilirdi ki?”

“Merak.”

“Hangi konuda?”

“Neden burada olduğunuz hakkında. Size olanlar hakkında.”

“Bana hiçbir şey olmadı, Memur Starling. Ben oldum. Beni bir dizi etkiye indirgeyemezsiniz. Davranışı iyi ve kötü diye ayırmışsınız. Herkese ahlaki bir onurluluk donu giydirmişsiniz. Hiçbir şey kimsenin kusuru değildir. Bana bakın, Memur Starling. Bana kötü olduğumu söylemeye dayanabilir misiniz? Ben kötü müyüm, Memur Starling?”

“Sizin yıkıcı olduğunuzu sanıyorum. Benim için ikisi aynı şeydir.”

“Kötü sadece yıkıcı mıdır? O zaman fırtınalar kötüdür eğer iş bu kadar basitse. Sonra yangın var, dolu var. Sigortacılar hepsini ‘Tanrının İşleri’ adı altında toplarlar.”

“İsteyerek…”

“Ben vakit geçirmek için yıkılan kiliseleri toplarım. En son Sicilya’dakini gördünüz mü? Şahane bir şey! Kilisenin cephesi özel ayin sırasında altmış beş büyükannenin üstüne düştü. Bu kötülük müydü? Eğer öyleyse, kim yaptı? Eğer O yukarıdaysa, bunlara bayılıyor demektir, Memur Starling. Tifo ve kuğular… hepsi aynı yerden gelir.”

“Bunları size ben açıklayamam, doktor, ama kimin açıklayabileceğini biliyorum.”

Doktor Lecter elini kaldırarak onu susturdu. Starling adamın elinin çok biçimli olduğuna dikkat etti; orta parmağı birbirinin tıpatıp eşi iki taneydi. Çok parmaklılığın en ender rastlanan biçimiydi bu.

Dr. Lecter yeniden konuşmaya başladığında sesi yumuşak ve cana yakındı. “Beni sınıflandırmak istiyorsunuz, Memur Starling. Çok hırslısınız, değil mi? Güzel çantanız ve ucuz ayakkabılarınızla gözüme nasıl görünüyorsunuz bilmek ister miydiniz? Tam bir köylüye benziyorsunuz. Zevksiz ve temiz bir köylü. Gözleriniz ucuz taşlardan farksız, bir yanıt alabildiğiniz zaman para parıl yanıyorlar. Ve onların ardında sizse zeki bir insansınız, değil mi? Anneniz gibi olmamak için çırpınıyorsunuz. İyi beslenme kemiklerinize biraz çekidüzen vermiş ama madenlerden kurtulmanızdan bu yana bir kuşak ancak geçmiş olmalı. Batı Virginia Starling’lerinden misiniz, yoksa Oklahomalılardan mı? Koleje girmekle askerliğe girmek arasında bir seçim yaptınız, değil mi? Size kendiniz hakkında birkaç şey söyleyeyim, Öğrenci Starling. Sıkıntılısınız. Her şey sıkıcı ve usandırıcı. Akıllı olmak çok şeyin keyfini çıkarmanızı önlüyor, değil mi?”

Starling başını kaldırıp adamın gözlerinin içine baktı. “Çok şey görüyorsunuz, Dr. Lecter.

Söylediklerinizin hiçbirini inkar edecek değilim. İsteseniz de istemeseniz de, şu anda yanıtladığınız bir sorum var: Bu gayet güçlü algılamanızı kendi yöneltecek kadar güçlü müsünüz? Bununla yüzyüze gelmek çok güçtür. Ben bunu son birkaç dakika içinde öğrendim. Ne dersiniz? Kendinize bakın ve gerçeği yazın. Kendinizden daha uygun başka birini bulabilir miydiniz? Ama belki de kendi kendinizden korkuyorsunuzdur.”

“Epey dayanıklısın, değil mi, Memur Starling?”

“Bir dereceye kadar, evet.”

“Sıradan biri olduğunu düşünmekten nefret ederdin, değil mi? Ama hiç de sıradan biri değilsin, Memur Starling. Sadece öyle olduğun korkusu var sende. Haftaya Sevgililer Günü. Bir kart bekliyor musun, ha? ”

“Evet.”

“Düşünüyordum da aklıma komik bir şey geldi. Bak Sevgililer Gününde seni çok mutlu kılabilirim, Clarice Starling. ”

“Nasıl, Doktor Lecter?”

“Sana şahane bir Sevgililer Günü kartı göndererek. Bu konuyu bir düşünmem gerek. Artık bana izin verebilirsin ama. Güle güle, Memur Starling.”

“Peki ya sorular?”

“Nüfus sayım memurunun biri beni sınamaya kalkmıştı. Bende o’nun karaciğerini taze fasulye ve bir kadeh Chianti ile yedim. Haydi, okuluna dön, küçük Starling.”

Son ana kadar kibarlığı elden bırakmayan Hannibal Lecter kıza sırtını dönmedi. Geri geri yürüdü, yatağına varınca da oturup uzandı. Starling’den yine mezarı üstünde yatan taştan bir şövalye kadar uzaktı artık.

Starling sanki kan vermiş gibi içinin boşaldığını hissetti. Bacakları üstünde duramayacağını hissettiği için kağıtları çantasına yerleştirmesi gereğinden uzun sürdü. Nefretle karşıladığı başarısızlığı ter içinde bırakmıştı kendisini. İskemleyi katlayıp dolabın kapısına dayadı. Bir daha Miggs’in önünden geçmek zorundaydı. Uzaktaki Barney bir şey okuyordu. Kendisini alması için çağıracaktı onu. Lanet olsun Miggs’e. Kentte her gün olduğu gibi inşaat işçilerinin yanından geçmekten farksızdı bu da. Koridorda yürümeye başladı.

Miggs yakınlarında bir yerden, “Ölmek için bileğimi ısırdım,” dedi. “Bak, nasıl kanıyor.”

Starling, Barney’i çağıracaktı, ama aniden şaşırdığı için hücreye baktı. Miggs’in parmaklarını salladığını gördü ve aynı anda kaçınamadan yanağına ve üstüne ılık damlalar düştü.

Starling oradan uzaklaşırken bunun kan değil meni olduğunu fark etti. Lecter arkasından sesleniyordu.

“Memur Starling.”

Adam kalkmış arkasından bağırıyordu. Starling çantasında kağıt mendil arandı.

“Memur Starling. ”

Artık kendini toplamış, hızlı adımlarla kapıya doğru yürüyordu.

“Memur Starling.” Lecter’in sesi değişmişti.

Starling durdu. Tanrım, bu kadar umutsuzca istediğim nedir? Miggs dinlemediği bir şeyler söylüyordu.

Starling bir kere daha Lecter’in hücresi önüne gelince doktoru çok telaşlı gördü. Üstündeki kokuyu alacağından emindi. Her şeyin kokusunu alıyordu.

“Size böyle bir şey olmasını istemezdim. Saygısızlık benim için anlatılmayacak kadar çirkin bir şeydir.”

Sanki cinayet işlemek kendisini daha küçük kabalıklardan temizlemiş gibiydi. Ya da onu böyle lekelenmiş görmek adamı heyecanlandırmıştı. Ama bilemiyordu Starling. Adamın gözlerindeki kıvılcımlar bir mağaraya doluşan ateşböcekleri gibi doluyordu kendi içinin karanlığına.

Starling çantasını kaldırdı. “Lütfen yanıtlayın bu soruları.”

Ama belki de geç kalmıştı; adam yine sakinleşmişti.

“Olmaz. Ama seni geldiğine memnun edecek bir şey yapacağım. Sana başka bir şey vereceğim. En çok sevdiğin şeyi vereceğim sana, Clarice Starling.”

“Neymiş o, Dr. Lecter?”

“İşinde ilerleme fırsatı elbette. Her şey o kadar yerli yerine oturacak ki… çok memnunum, Sevgililer Günü aklıma getirdi bunu.” Herhangi bir nedenle gülüyor olabilirdi. “Sevgililer Günü armağanın için Raspail’in arabasına bak. Duydun mu? Armağanların için

Raspail’in arabasına bak. Artık gitsen iyi olur; kaçık bile olsa Miggs aynı şeyi bu kadar çabuk bir daha yapamaz, değil mi?”

Clarice Starling heyecan içindeydi, tükenmişti sanki, ancak irade gücüyle ayakta durabiliyordu. Lecter’in kendisi hakkında söylediklerinin bazıları doğruydu, bazıları da doğruya çok yakın. Bir an kafasının için de yabancı bir bilinçlenmenin başıboş dolaşmakta olduğunu hissetti.

Adamın kendi annesi hakkındaki sözlerine kızmıştı ve öfkesini bastırması gerekiyordu. Bu bir işti.

Hastanenin karşısına park ettiği eski Pinto arabasına girip oturunca bir süre derin soluklar aldı. Camlar buğulanınca kaldırımdan. gelip geçenlerin meraklı bakışlarından kurtulmuştu.

Raspail. Bu adı hatırlıyordu. Lecter’in hastalarından ve kurbanlarından biri. Starling’in Lecter dosyasını inceleyecek sadece bir gecesi olmuştu. Dosya epey kabarıktı ve Raspail de pek çok kurbandan sadece biriydi Ayrıntıları yeniden okuması gerekecekti.

Starling hemen acele etmek istiyorsa da, bu aceleciliği yaratanın kendisi olduğunun farkındaydı. Raspail dosyası yıllar önce kapanmıştı. Kimse tehlikede değildi. Zamanı vardı. Daha ileri gitmeden her şeyi tüm ayrıntılarıyla öğrenmesi iyi olacaktı.

Crawford işi kendisinden alıp başkasına vermek isteyebilirdi. Bu kumarı göze alması gerekecekti.

Amirini bir telefon kulübesinden aradıysa da, Meclis komisyonuna Adalet Bakanlığı için bütçe dilenmeye gittiğini öğrendi.

Vakanın ayrıntılarını Baltimore Emniyet Müdürlüğü cinayet masasından da alabilirdi; ancak cinayet federal bir suç olmadığı için yanıt vermeyecekleri kuşkusuzdu.

O yüzden Quantico’ya, kahverengi perdeleri ve cehennem dolu gri dosyalarıyla Davranış Bilimlerine döndü. Son sekreter gidene kadar orada kalıp Lecter mikrofilmlerine tek tek baktı. Eski moda gösterici karanlık odada fener gibi dönüyor, asık yüzünden resimlerin negatifleri geçiyordu.

Baltimore Filarmoni Orkestrası birinci flütçüsü 46 yaşındaki Benjamin Rene Raspail, Dr. Hannibal Lecter’in hastasıydı.

22 Mart 1975’te Baltimore’daki bir konsere gelmemişti. Cesedi 25 Mart Virgina’da Falls Church kasabası yakınlarındaki bir köy kilisesin de sırada oturur bir durumda bulunmuştu. Üzerinde sadece bir frak ceketi, boynunda da beyaz bir papyon kravat vardı. Yapılan otopside kalbinin delindiği ve timüs bezesi ile pankreasının alınmış olduğu saptanmıştı.

Gençliğinin ilk yıllarında kasaplık konusunda istediğinden çok bilgi edinmiş olan Clarice Starling bu organların uykuluk olarak anıldığını bilirdi.

Baltimore Cinayet Masası bunların Raspail’in kayboluşunun ertesi gecesi Lecter’in Baltimore Filarmoni Orkestrasının müdürü ve şefine verdiği bir yemeğin menüsünde bulunduğuna inanıyordu.

Dr. Hannibal Lecter bu konularda hiçbir bilgisi olmadığını iddia etmişti. Orkestra müdürü ve şefi Dr. Lecter’in yemeğinde neler olduğunu hatırlamadıklarını söylemişlerdi. Oysa Lecter verdiği yemeklerle tanınmıştı ve dergilerde damak zevki üzerine pek çok yazısı yayınlanmıştı.

Orkestra müdürü daha sonra Basel’de bir sinir sanatoryumunda iştahsızlık ve alkol bağımlılığı tedavisi görmüştü.

Baltimore polisine göre Raspail, Lecter’in bilinen dokuzuncu kurbanıydı.

Raspail vasiyetname bırakmadan öldüğü için akrabaları mirası paylaşmak için birbirlerini dava etmişler ve konu aylarca gazetelere malzeme olmuştu.

Raspail’in akrabaları, diğer kurbanların aileleriyle birleşerek doktorun hasta dosyaları ve ses bantlarının ortadan kaldırılması için açtıkları davayı kazanmışlardı. Adamın ne gibi yüz kızartıcı sırlar açıklayabileceğini bilmediklerini ve dosyaların ise belge olabileceğini ileri sürmüşlerdi.

Mahkeme Raspail’in avukatı Everett Yow’u mirasın paylaşılması konusunda görevlendirmişti.

Starling arabayı incelemek için avukatı bulmak zorundaydı. Ancak avukat Raspail’in anısını korumakta titiz davranan biri olabilirdi ve önceden bildiği takdirde müşterisinin adını kirletmemek için kanıtları yok edebilirdi.

Starling habersiz davranmak zorundaydı ve bunun için de öğüde ve yetkiye ihtiyacı vardı. Davranış Bilimlerinde tek başınaydı o sırada.

Crawford’un ev telefonunu buldu.

Telefonun çaldığını duymamıştı ama erkeğin sakin ve telaşsız sesi bir anda karşısındaydı.

“Jack Crawford.”

“Clarice Starling. Umarım sizi yemekte rahatsız etmedim…” Starling karşı tarafın sessizliği üzerine devam etmek zorunda kaldı. “…Lecter bana bugün Raspail olayı hakkında bir şey söyledi, şimdi büroda onu araştırıyorum. Raspail’in arabasında bir şey olduğunu söyledi. Bu her neyse ancak avukatı aracılığıyla alabilirim, yarın da Cumartesi olduğuna göre size acaba… ”

“Starling, Lecter hakkında elde edeceğin bilgiler konusunda sana ne söylediğimi hatırlıyor musun?” Crawford’un sesi korku verici derecede sakindi.

“Pazar sabahı saat dokuza kadar size bir rapor veririm.”

“Öyle yap, Starling. Sana denileni aynen yap.”

“Peki efendim.”

Telefon kapandı. Starling’in yüzü kıpkırmızı kesilmişti.

Oda arkadaşı Ardelia Mapp kütüphaneden geldiğinde, yıkanıp temizlenmiş ve FBI Akademi sabahlığını giymiş olan Starling raporunu ikinci kez yazmaktaydı. Mapp’ın kahverengi geniş ve aklı başında yüzü Starling’in gününün en iyi şeylerinden biriydi.

Ardelia Mapp arkadaşının yüzündeki yorgunluğu hemen fark etti.

“Bugün neler yaptın bakalım, kız?” Mapp sorularını hep sanki yanıtları hiç önemli değilmiş gibi sorardı.

Elli üç yaşındaki Jack Crawford evinin yatak odasındaki koltukta oturmuş kitap okuyor. Karşısında iki yatak var. Biri kendisinin, diğerin de karısı Bella yatıyor. Crawford onun ağzından soluduğunu duyuyor. Karısı iki gündür ne yerinden kıpırdıyor, ne de onunla konuşuyor.

Bella’nın soluğu kesilir gibi olunca Crawford başını kaldırıp yarım gözlüğünün üstünden bakıyor. Kitabı bırakıyor. Bella yeniden soluk alıyor, önce hafif, sonra derin bir soluk. Crawford kalkıp karısının nabzını sayıyor, tansiyonunu ölçüyor. Aylardır tansiyon ölçmede uzman oldu artık.

Karısını geceleri yalnız bırakmak istemediği için yanına kendisi için bir yatak getirmiş. Karanlıkta ona uzandığı için kendi yatağı da onun hastane yatağı yüksekliğinde.

Yatakları yükseltmek ve Bella’yı rahat ettirecek bir iki değişiklik dışında Crawford odayı hasta odasına benzemekten uzak tutmayı başarmış. Çiçek var ama çok değil. Ortalıkta ilaç yok. Crawford karısını hastaneden eve getirmeden koridordaki dolabı boşaltıp bütün ilaçları ve diğer gerekli eşyayı oraya yerleştirmiş. (Eve eşikten kucağında taşıdığı ikinci kez bu; bu düşünce az daha ağlatacaktı kendisini.)

Güneyden sıcak bir esinti başlamış. Pencereler açık, Virginia havası taptaze. Karanlıkta küçük kurbağalar birbirlerine sesleniyorlar.

Oda tertemiz, ama halı tüylenmeye başlamış, Crawford gürültülü elektrikli süpürgeyi odaya sokmayıp el süpürgesini kullanıyor. Dolaba gidip ışığı yakıyor. Kapının içinde iki tabela asılı. Birine Bella’nın nabız ve tansiyonunu kaydediyor. Gündüz hemşiresiyle onun rakamları sayfalar tutmuş. Öteki tabelada gündüz hemşiresi Bella’ya verdiği ve verilmesi gereken ilaçları yazmış.

Crawford karısının gece ihtiyaç duyacağı her ilacı verebiliyor. Hemşire ona, karısını eve getirmeden önce bir limona, sonra kendi bacağına iğne yapmasını öğretmiş.

Crawford karısının başında birkaç dakika durup yüzüne bakıyor. Kadının başında ipekli bir eşarp türban gibi sarılı. Karısı konuşabildiği zamanlarda bunda ısrar etmişti. Şimdi kendisi ısrar ediyor. Kadının dudaklarını gliserinle ıslatıyor, iri başparmağıyla gözünün kenarındaki çapağı alıyor. Kadın kıpırdamıyor. Henüz döndürecek saat gelmedi.

Crawford aynaya bakıp: hasta olmadığını, onunla birlikte toprağa girmesi gerekmeyeceğini, sağlığının iyi olduğunu düşünüyor. Sonra da bu düşüncesinden utanıyor.

Koltuğuna döndüğünde ne okuduğunu hatırlayamıyor. El yordamıyla yanındaki kitaplardan ısınmış olanını seçiyor.

6. BÖLÜM

Clarice Starling Pazartesi sabah mektup kutusunda Crawford’dan gelen şu mesajı buldu:

CS:

Raspail’in arabasına gidebilirsin. İstediğin zaman. Büromdan sana şehirlerarası telefon için kredi kartı verilecek. Avukatla görüşmeden ya da bir yere gitmeden bana haber ver. Çarşamba saat dörtte raporunu bekliyorum.

Müdür altında senin adın ve imzan olan raporu aldı. Başarılı bir iş yaptın.

JC

SAIC/8 Kısım

Starling çok memnundu. Crawford kendisine eğitim görmesi için fırsat veriyordu. Ama ona öğretmek de istiyordu. Başarılı olmasını da istiyordu. Starling için nezaketten önemliydi bu.

Raspail öleli sekiz yıl olmuştu. Arabada bu kadar süre hangi kanıt kalırdı ki?

Starling kendi ailesinin deneyimlerinden otomobillerin çok çabuk değer kaybetmesi yüzünden miras işlerine bakan mahkemenin bunların dava sona ermeden satılmasına izin verdiğini bildirdi. Raspail’inki gibi karmaşık ve tartışmalı bir miras durumunda da, bir arabanın bu kadar uzun süre kalmış olması hiç akla yakın değildi.

Sonra zaman sorunu vardı. Öğle tatilini de sayarsa, iş saatleri içinde telefonu parasız kullanmak için günde sadece bir saat on beş dakikası vardı. Çarşamba öğleden sonra Crawford’a raporunu verecekti. Şu halde arabayı izlemek için üç günde toplam üç saat kırk beş dakikası vardı.

Soruşturma Usulü derslerinde notları iyi olduğu için öğretmenlerine genel sorular sorma fırsatı da bulabilecekti.

Starling Pazartesi öğle tatilinde Baltimore İlçe Mahkemesine telefon ettiğinde üç kere beklemesini söyleyip kendisini unuttular. Çalışma saatleri sırasında sonunda mahkemede Raspail mirası davasının dosyalarına bakan anlayışlı birini bulabildi.

Katip bir araba satışı için izin verildiğini söyledi ve arabanın markasıyla şasi numarasını ve satın alan kişinin adını verdi.

Starling Salı günü öğle tatilinin yarısında da Maryland Motorlu Araçlar Dairesinin bir arabayı şasi seri

numarasıyla değil de, ancak kayıt ve en son plaka numarasıyla bulabileceğini öğrendi.

Salı öğleden sonra aniden bastıran sağanak öğrencileri atış alanından içeri kaçırtmıştı. Islak elbise ve terden buharlaşan konferans odasında eski bir deniz piyadesi olan John Brigham, Starling’den sınıfın önünde bir Model 19 Smith Wesson tabancasının tetiğini bir dakikada kaç kere çekecek gücü olduğunu göstermesini istedi.

Starling sol eliyle yetmiş dört kere çekti tetiği, gözlerine düşen saçlarını üfledi ve tabancayı sağ eline geçirerek devam etti. Başka bir öğrenci de sayıyordu. Starling bir yandan tetiğe basıp duvardaki hayali hedefe nişan alarak tetiği çekerken bir yandan da eğitmeni Brigham’a aklını kurcalayan şeyleri soruyordu.

“Elinde sadece şasi numarası ve modeli…”

“…altmış beş altmış altı altmış yedi altmış sekiz… ”

“… olan bir arabanın şimdi kimin üstüne kayıtlı…”

“.yetmiş sekiz yetmiş dokuz seksen seksen bir ”

“..olduğunu nasıl öğrenirsin…”

“Tamam çocuklar,” dedi eğitmen. “Buna dikkat etmenizi istiyorum. Atış sırasında elin gücü çok önemlidir. Siz beylerden bazıları buraya çağrılacağınız için kaygılısınız sanırım.

Ama haklısınız, Starling her iki elde de ortanın üzerinde. Çalışıyor da ondan. Hepinizin yapabileceği gibi o küçük şeyleri sıkıyor avuçlarında çünkü. Oysa sizlerin çoğu bilmem nerelerinizden daha sert bir şey almazsınız elinize. Ciddi ol, Starling, sen de mükemmel değilsin. Mezun olmadan önce sol elinin doksanı aştığını göreceğim. Haydi şimdi ikişerli gruplar çalışın bakalım.

“Sen değil, Starling. Sen buraya gel. Araba hakkında başka ne biliyorsun?”

“Sadece şasi numarasını ve markasını. Bir de beş yıl önceki sahibini.”

“Pek dinle öyleyse. Çoğu insanın yanılma nedeni sahipleri arayarak ilerlemeye çalışmalarıdır. Eyaletler arasında kaybolur gidersin böylece. Polisler bile zaman zaman bu yanılgıya düşerler. Bilgisayarlarda da sadece kayıt ve plaka numaralar vardır. Hepimiz araç seri numarası yerine plaka numarasını kullanmaya alışmışızdır.”

Mavi kabzalı eğitim tabancalarının gürültüsünden sesini duyurmak için kadının kulağına eğildi.

“Kolay bir yol vardır. Kent telefon rehberini çıkaran R.L.Polk şirketi aynı zamanda kullanılan arabaların marka ve seri numaralarını içeren bir listede çıkarır. Araba satıcıları reklamlarını buraya verirler. Bana sormak nereden aklına geldi?”

“Sizin ICC’de çalışırken epey araba izlemek zorunda kalmış olacağınızı düşündüm. Teşekkür ederim.”

“Borcunu öde öyleyse, o sol elinin hakkını ver de şunları bir utandıralım.”

Starling telefon kulübesine girdiğinde eli öylesine titriyordu ki, yazısını neredeyse kendisi bile okuyamayacaktı. Raspail’in arabası Ford markaydı. Virginia Üniversitesi yakınlarındaki bir Ford satıcısı yıllardır sabırla Pinto’su için elinden geleni yapmıştı. Adam şimdi de aynı sabırla Polk listelerini araştırıyordu. Sonunda Benjamin Raspail’in arabasının son sahibinin adı ve adresiyle çıkageldi.

Clarice işini bilir. Bırak saçmalığı da adamı evinden ara bakalım, Dur bakayım neydi adresi, Arkansas’ta Nine Ditch numara dokuz. Jack Crawford oraya gitmeme asla izin vermez. Ama hiç olmazsa adamla konuşabilirim.

Telefonu ne kadar aradıysa bir karşılık alamadı. Gece denedi, yine kimseyi bulamadı.

Çarşamba öğle tatilinde karşısına bir adam çıktı.

“Bir ricam olacaktı, beyefendi. Bay Lomax Bardwel’i arıyordum. Adım Clarice Starling.”

Adam, “Clarice bilmem ne,” diye seslendi yanındakilere. “Bardwel’den ne istiyordunuz?”

“Burası Ford geri alma bölümünün Orta Güney bölge bürosu. LTD arabasına bedava bazı onarım yaptırmaya hakkı var da.”

“Bardwel benim. Ben de bana bir şey satmaya çalıştığınızı sanmıştım. Onarım yapma zamanı çoktan geçti, bana yeni bir araba gerek artık. Karımla Little Rock’taydık.”

“Evet?”

“Arabanın rotu çıktığı gibi karteli deldi, ortalık yağa boğuldu, tam o sırada gelen bir kamyon da yağa dalınca savrulmasın mı?”

“Geçmiş olsun. Peki sizin arabanız ne oldu?”

“Hurdacı, Buddy Sipper’e enkazı almaya geldiği takdirde elli dolara vereceğimi söyledim. Herhalde parçalamıştır şimdiye kadar:”

“Acaba bana hurdacının telefonunu verebilir miydiniz, Bay Bardwel?”

“Sipper’le ne işiniz olabilir ki? Ortada bir para varsa, bu benim hakkımdır.”

“Anlıyorum, efendim. Ben saat beşte paydos edene kadar ne derlerse onu yaparım.

Bana da arabayı bulmamı söylediler. Telefonunu biliyor muydunuz acaba?”

“Telefon defterim yanımda değil. Ama idareden alabilirsiniz sanırım. Sipper Hurdacılık.”

“Çok teşekkür ederim, Bay Bardwel.”

Hurdacı da arabanın parçalarının alındıktan sonra silindirde ezildiğini bildirdi. Ustabaşı kayıtlarına bakarak arabanın seri numarasını okudu.

Şimdi çuvalladık işte, diye düşündü Starling. Çıkmaz sokak. Ne de armağan ama.

Sonra Lecter’dan biraz daha bilgi koparmaya çalışmasının doğru olacağını düşündü. Önceden randevu alsaydı belki de Crawford akıl hastanesine bir daha gitmesine razı olurdu. Dr. Chilton’un numarasını çevirdiyse de, sekreterini aşamadı.

“Dr. Chilton şu anda adli tıp doktoru ve savcı yardımcısıyla birlikte,” dedi kadın. “Şefinizle konuştu ve size söyleyebileceği. hiçbir şey yok. Güle güle.”

7. BÖLÜM

“Dostun Miggs öldü,” dedi Crawford. “Bana her şeyi söylemiş miydin, Starling?” Crawford’un yorgun yüzü bir baykuşunki gibi gelecek sinyallere açık ve yine bir o kadar acımasızdı.

“Nasıl?” Starling’in bütün duyuları uyuşmuş gibiydi.

“Sabaha karşı bir saatte dilini yutmuş. Chilton bu fikri ona Lecter’in telkin etmiş olduğu görüşünde. Gece hademesi Lecter’in Miggs’le alçak sesle fısıldaştığını duymuş. Lecter,

Miggs hakkında çok şey biliyordu. Bir süre konuşmuş ama hademe Lecter’in dediklerini duyamamış. Miggs bir süre ağladıktan sonra susmuş. Bana her şeyi anlattın mı, Starling?”

“Evet, efendim. Raporumda bütün olanları tek tek bildirmiştim. ”

“Chilton telefon edip seni şikayet etti…” Crawford susup bekledi; kızın bir şey sormamasına memnun olmuş gibiydi. “Kendisine senin davranışını tatmin edici bulduğumu söyledim. Chilton bir İnsan Hakları soruşturmasını önlemeye çalışıyor.”

“Böyle bir soruşturma yapılacak mı?”

“Miggs’in ailesi isterse. İnsan Hakları Bölümü bu yıl herhalde sekiz bin soruşturma yapacaktır. Miggs’i listeye eklemekten memnun olacaklardır.” Crawford kızın yüzüne baktı.

“İyi misin?”

“Ne hissetmem gerektiğini bilemiyorum.”

“Herhangi bir şey hissetmen gerekmez. Lecter bunu eğlence olsun diye yaptı. Bu yüzden kendisine bir şey yapamayacaklarını biliyor. Chilton bir süre için kitaplarını ve tuvalet kapağını alacak, hepsi o kadar.” Crawford ellerini karnının üstünde kavuşturup parmaklarına baktı. “Lecter sana beni sordu, değil mi?”

“İşinizin çok olup olmadığını sordu. Evet dedim.”

“Hepsi bu kadar mı? Görmekten hoşlanmayacağımı düşünerek beni ilgilendiren herhangi bir şeyi yazmazlık etmedin, değil mi?”

“Hayır. Sizin soğukkanlı olduğunuzu söyledi, ama onu da yazdım. ”

“Doğru. Başka bir şey yok muydu?”

“Hayır, hiçbir şeyi saklamış değilim. Kendisiyle dedikodu yaptım diye benimle konuştuğunu düşünmüyorsunuz sanırım.”

“Hayır. ”

“Sizin hakkınızda özel bir bilgim yok, olsaydı bile bunu onunla konuşmazdım. Eğer böyle bir şey yapabileceğime inanıyorsanız, bunu şu anda açıkça konuşmamızda yarar var.”

“Tatmin oldum. Devam et.”

“Şiz bir şey , ya da.. ”

“Devam et dedim, Starling.”

“Lecter’in Raspail’in arabası hakkında söylediği şeyler çıkmaza saplandı. Araba dört ay önce Arkansas’ta hurdacıda ezilerek demir olarak fabrikaya satılmış. Oraya gidip kendisiyle konuşursam belki bir şeyler öğrenebilirim.”

“İzi sonuna kadar sürdün mü?”

“Evet.”

“Raspail’in sürdüğü arabanın tek arabası olduğunu nereden biliyorsun?”

“Adına kayıtlı bir o araba vardı, yalnızdı, ben de tahmin ettim ki…”

Dur bakalım orada.” Crawford’un parmağı, aralarındaki boşlukta görünmeyen bir ilkeye çevrildi. “Tahmin ettin. Tahmin ettin, Starling. Raspail’in bir araba koleksiyoncusu olduğunu biliyor muydun?”

“Hayır. Arabalar hâlâ miras memurluğunda mı?”

“Bilemem. Bunu bulabilir misin dersin?”

“Bulurum.”

“Nereden başlardın?”.

“Mirası paylaştıracak olan kişiden. ”

“Hatırladığıma göre Baltimore’lu bir avukat, bir Çinli,” dedi Crawford.

“Everett Yow. Baltimore telefon rehberinde adı var.”

“Raspail’in arabasını araştırmak için bir belge gerekeceğini düşündün mü?”

“Raspail öldüğüne ve herhangi bir şeyden sanık olmadığına göre, avukatın arabayı araştırmamıza izin vermesi durumunda bu izin geçerlidir ve bundan elde edilecek bilgiler mahkemede kanıt olarak kullanılabilir.”

“Çok doğru. Bak sana ne söyleyeyim: Baltimore büromuza senin oraya gideceğini bildireceğim. Cumartesi, Starling, kendi boş günün de. Git bakalım bir şey elde edecek misin.”

Crawford odadan çıkan kızın arkasından bakmamak için gayret gösterdi. Çöp sepetinden leylak rengi kalınca bir not kağıdı çıkarıp masasının üstüne yaydı. Not karısı hakkındaydı ve güzel bir el yazısıyla yazılmıştı.

Bella için çok üzüldüm, Jack.

Hannibal Lecter

8. BÖLÜM

Everett Yow arka camına De Paul Üniversitesi yaftası yapıştırılmış siyah bir Buick sürüyordu. Starling Baltimore’da yağmur altında izlerken arabanın adamın oturduğu tarafa doğru hafifçe çökmüş olduğunu gördü. Hava neredeyse kararacaktı; Starling’in dedektif olarak günü birazdan sona erecek ve bir daha bunun gibi bir fırsat bulamayacaktı.

Yow zeki bir insandı, şişmandı ve soluk almakta güçlük çekiyordu. Starling onun altmış yaşında olduğunu tahmin etmişti. Şimdiye kadar bir güçlük çıkarmamıştı. Gününü kaybetmesinde adamın bir suçu yoktu; avukat bir haftadır bir iş için bulunduğu Chicago’dan dönüşünde Starling’le görüşmek için havaalanından doğruca bürosuna gelmişti.

Yow, Raspail’in klasik Packard’ının ölümünden çok önce depoya kaldırıldığını anlatmıştı. Araba plakasızdı ve hiç kullanılmamıştı. Yow müşterisinin ölümünden az sonra bir envanter çıkarmak için uğraşırken arabayı görmüştü. Eğer Dedektif Starling müşterisinin çıkarlarını etkileyebilecek bir şey bulduğu takdirde ‘bunu kendisine açıkça söylerse’ arabayı gösterebilirdi. Bir arama belgesi ve bunun yaratacağı karışıklığa hiç neden yoktu.

Starling FBI garajından bir günlüğüne telefonlu bir Plymouth almıştı. Crawford’un verdiği yeni kimlik kartında da FEDERAL DEDEKTİF yazıyordu. Starling kartın geçerlilik süresinin bitimine bir hafta kaldığına dikkat etmişti.

Kentin dört mil dışındaki bir depoya gidiyorlardı. Starling yoğun trafikte adım adım ilerlerken telefonunu kullanarak bu ambar hakkında bilgi edinmişti. SPLIT CİTY AMBARI -ANAHTAR SİZDE KALSIN yazısını gördüğünde bu konuda epey bir bilgisi vardı artık.

Split City, Bernard Gray adında birinindi ve Eyaletler arası Ticaret Komisyonundan nakliyeci belgesi vardı. Üç yıl önce Gary’nin adı bazı çalıntı malların nakliyesi işine karışmıştı ve şimdi belgesi gözden geçirilmekteydi.

Yow tabelanın altından geçip anahtarlarını kapıdaki üniformalı gence gösterdi. Kapıcı plaka numaralarını kaydetti, kapıları açtı ve sanki yapacak çok önemli başka işi varmış gibi eliyle acele etmelerini işaret etti.

Split City ambarı genellikle boşanan çiftlerin mallarının depo edildiği bir yerdi. Birimleri tıklım tıklım oturma odası takımları, mutfak üniteleri, lekeli şilteler, çocuk oyuncakları ve başarısız evliliklerin fotoğraflarıyla doluydu. Baltimore polisi ambarda iflas mahkemelerinden kaçırılan malların da depolandığına inanmaktaydı.

Ambar bir askeri tesisi andırıyordu: otuz dönümlük bir arazide bir birlerinden yangın duvarlarıyla ayrılmış, her biri kepenkli kapılı tek tek büyük garaj birimlerinden oluşan uzun binalar. Aylık kira uygun olduğu için kimi depolardaki mallar yıllardır orada bulunuyordu. Güvenlik de iyiydi. Arazi fırtınaya dayanıklı çift sıra çitle çevriliydi ve çitler arasında günde yirmi dört saat bekçi köpekleri dolaşıyordu.

Raspail’in 31 numaralı deposunun önünde bir karış kurumuş yaprak, boş kağıt bardak ve çöp yığılıydı. Kapının her iki yanında sağlam görünüşlü birer kilit asılıydı. Sol kilidin üstünde bir de mühür vardı. Everett Yow alacakaranlıkta eğilip mührü inceledi. Şemsiye ve el feneri Starling’deydi.

“Beş yıl önce buraya geldiğimden bu yana açılmamış görünüyor,” dedi avukat. “İşte beni

im mührüm burada sapasağlam duruyor. O zamanlar akrabaların bu kadar inatçı olup davanın böyle uzun süreceği aklıma bile gelmemişti.”

Yow feneri tuttu, Starling kilidin ve mührün fotoğrafını çekti.

“Bay Raspail’in, mirasçıları kiradan kurtarmak için kapattığım bir de bürosu vardı,” dedi avukat. “Orasının eşyalarını da getirip buraya koydum. Sanırım bir piyano, kitaplar ve bir de yatak getirmiştik.”

Yow kilide bir anahtar soktu. “Kilit paslanmış da olabilir.” Hem eğilip hem soluk alması çok güçtü. Çömelmeye çalıştığında dizlerinin çatırtısı işitiliyordu.

Starling çantasını karıştırıp arabasının kapı kilitlerinde kullandığı buz eritici spreyi çıkardı.

“Siz isterseniz biraz arabanızda dinlenin, Bay Yow. Ben şununla bir deneyeyim. Yağmur da hafifledi, şemsiyeyi siz alın.”

Starling FBI Plymouth’unu kapıya yaklaştırıp farlarıyla aydınlattı. Sonra motordan yağ ölçme çubuğunu çıkarıp kilitlerin deliklerine bir kaç damla yağ damlattı, yağı inceltmek için de buz giderici spreyi sıktı. Bay Yow arabasında oturduğu yerden başını sallayıp gülümsedi. Starling, Yow’un zeki bir insan olduğuna memnundu; işini adamı kendisine düşman etmeden yapabilirdi.

Hava artık iyice kararmıştı. Starling farların ışığında ve vantilatör pervanesinin homurtuları arasında kendini çok açıkta hissediyordu. Arabanın motoru çalışırken kilitlemişti kapıları. Bay Yow zararsız birine benziyorsa da, kapıyla araba arasında ezilme olasılığını göze almak istememişti.

Kilit elinde iri bir kurbağa gibi sıçradı ve açıldı. Az sonra diğeri de açılmıştı.

Bu kez de kapı yerinden kıpırdamıyordu. Starling bütün gücüyle asılınca gözlerinin önünde kırmızı noktalar uçuştu. Yow yardıma geldi, ancak kapının küçük tutamağıyla fıtığı fazla bir şey yapmasını önlüyordu.

“Gelecek hafta oğlumla geliriz,” dedi. “Ya da bir iki adam alırız. Artık evime gitmek istiyorum.”

Starling bir daha oraya dönebileceğinden hiç emin değildi; Crawford için telefonu açıp bu işle Baltimore’daki adamını görevlendirmek çok kolaydı. “Bay Yow, elimi çabuk tutmaya söz veriyorum. Arabanız da kriko var mıydı?”

Starling krikoyu kapının tutamağının altına sokup koluna bütün ağırlığıyla abanınca kapı iki santim kadar kalktı. Sonra biraz daha. Sonunda altına bir yedek lastik sokup her iki krikoyu kapının iki yanına yerleştirdi, sırayla bir birini bir diğerini kaldırmaya başladı. Ancak kapı elli santim kadar kalkmış ve takılmıştı.

Bay Yow yanına geldi, eğilip aralıktan baktılar. Yow bir kerede ancak iki saniye eğilmiş olarak durabiliyordu.

“Sanırım içeride fare var,” dedi. “Bana depolarda fare zehiri kullandıklarını söylemişlerdi. Kontratta da yazılıydı bu. Fare diye bir şey bilinmez burada demişlerdi. Ama seslerini duyuyorsunuz, değil mi?”

“Duyuyorum.” Starling fenerini içeri tutunca karton kutuları ve bir brandanın altında beyaz kenarlı büyük bir araba lastiği görüyordu. Lastik inikti.

Arabayı farların ışığı kapının altına gelecek biçimde yerleştirip yer paspaslarından birini aldı.

“İçeri mi gireceksiniz, Memur Starling? ”

“Bakmam gerek, Bay Yow.”

Adam mendilini çıkardı. “Farelerden korunmak için mantonuzun kollarını bağlamanızı tavsiye edebilir miyim?”

“Teşekkür ederim, doğrusu bu iyi fikir, efendim. Bay Yow… Kapı arkamdan kapanırsa ya da başka bir şey olursa lütfen şu numaraya telefon eder misiniz? Baltimore büromuzun numarası bu. Şu anda sizinle burada olduğumu biliyorlar ve biraz sonra benden haber almadıklarında telaşa düşeceklerdir. Bilmem anlatabildim mi?”

“Elbette.” Avukat, Packard arabanın anahtarını verdi.

Starling lastik paspası kapının önündeki ıslak yere serdi, elindeki fotoğraf makinesinin objektifini bir plastik torbayla örttü ve mantosunun kollarını mendile sıkıca bağladı. Kapının altından geçmek için yere uzanırken yüzüne çarpan fare ve küf kokusu arasında Latince bir şey geldi aklına.

Adli tıp dersinin ilk günü öğretmeni karatahtaya Romalı bir doktorun düsturunu yazmıştı: Primum non nocere., Birinci iş olarak bir zarar vermeyin.

Ama bunu fare dolu bir garajda söylememişti.

Birden babasının elini kardeşinin omzuna dayamış olduğu halde kendisine söylediklerini hatırladı. “Söylenmeden oynamayacaksan eve gir, Clarice.”

Starling bluzunun üst düğmesini de ilikleyip kapının altından içeri süzüldü.

Packard’ın hemen arkasında ve altındaydı şimdi. Araba deponun soluna duvarın dibine park edilmişti. Odanın sağ tarafında ise üst üste karton kutular yığılıydı. Starling sırtüstü kayarak arabayla kutuların arasındaki daracık boşluğa girdi. Fenerini kaldırınca her tarafın örümcek ağıyla kaplı olduğunu gördü.

Arka çamurluğun yanında ayağa kalkabilecekti. Arabanın altından çıkana kadar süründü yerde, yüzü beyaz kenarlı lastiğe sürünüyordu.

Başını vurmamaya dikkat ederek daracık boşlukta ayakları üstünde doğrularak eliyle örümcek ağlarını süpürdü. Peçe takan biri kendini böyle mi hissederdi?

“İyi misiniz, Bayan Starling?” Bay Yow dışarıdan sesleniyordu.

“Evet.” Starling’in seslenmesiyle küçük tıkırtılar duyulmuştu deponun içinde, piyanonun telleri tıngırdadı. Dışarıdan gelen ışık bacaklarını dizlerine kadar aydınlatıyordu.

“Piyanoyu buldunuz demek, Memur Starling?”

“O sesi çıkaran ben değildim.”

“Ya!”

Araba büyük, yüksek ve uzundu. Yow’un kayıtlarına göre 1938 Packard limuzin. Tüylü yanı yere bakan bir kilimle örtülüydü. Starling fenerini arabanın üzerinde dolaştırdı.

“Bu kilim arabaya siz mi örttünüz, Bay Yow?”

“Arabayı öyle buldum ve üzerini açmadım bile,” diye seslendi Yow kapının altından. “Tozlu kilimlerle uğraşamazdım. Raspail öyle bırakmıştı. Ben sadece arabanın yerinde olduğunu tespit ettim. Benim adamlarım piyanoyu duvar kenarına bırakıp üstünü örttüler ve kutuları da yanına bıraktılar. Kendilerine saat başı ücreti ödüyordum. Kutularda da notalar ve kitaplar var zaten.”

Starling kalın ve ağır olan kilimi çekerken fenerin ışığında havaya tozlar uçuştu. İki kere aksırdı. Parmakları üstünde yükselerek kilimi arabanın üstünde ikiye katladı. Arka pencerelerin perdeleri örtülüydü. Kapı kolu tozla kaplıydı. Zaten kapıya erişmek için karton kutuların üzerinden eğilmek zorunda kalmıştı. Kolu aşağıya çevirmeye çalıştı. Ama kapı kilitliydi. Arka kapıda da anahtar deliği yoktu. Ön kapıya erişmek için kutuları kaldırmak zorundaydı ve buna da pek yer yoktu. Perdeyle arka pencerenin direği arasındaki aralıktan içerisini görebiliyordu.

Starling gözünü cama dayayıp feneri içeri tuttu. Koltuğun üzerinde açık bir albüm vardı. Kötü ışıkta renkler pek seçilemiyorsa da, albüm sayfalarına Sevgililer Günü kartlarının yapıştırılmış olduğu görülüyordu.

“Çok teşekkür ederim, Dr. Lecter.” Starling konuşunca soluğundan pencere kenarındaki tozlar havalanıp camı örttü. Eliyle silmek istemediğinden yatışmasını bekledi. Fenerin ışığını biraz kaydırınca yerde bir çift erkek ayakkabısı gördü. Ayakkabının üzerinde siyah çoraplar, onun da üzerinde içlerinde bacaklar olan bir smokin pantolonu…

Beş yıldır kimse bu kapıyı açmadı… sakin ol, sakin ol… “Bay Yow? Bay Yow’?”

“Efendim, Memur Starling?”

“Bay Yow, arabada biri var.”

“Aman Tanrım. Dışarı çıksanız iyi olacak galiba, Bayan Starling.”

“Henüz değil, Bay Yow. Lütfen orada bekleyin siz.”

Şu an düşünmek önemli işte. Yaşamın boyunca yastığına mırıldanacağın bütün palavralardan önemli şu an. Kendini topla ve gerekeni yap. Kanıtları yok etmek istemiyorum. Yardım istiyorum. Ama en çok da paniğe kapılmamak istiyorum. Baltimore bürosunu arayıp burasını polisle doldurursam işi berbat etmiş olurum. Bacağa benzeyen bir şeyler gördüm sadece. Arabada ceset olduğunu bilseydi herhalde Bay Yow beni buraya getirmezdi. Yow’un son gelişinden bu yana kimse girmemiş buraya. Bu da arabadaki her neyse, o oraya konulduktan sonra kutuların yerleştirilmiş olması demektir. Şu halde önemli bir kanıtı yok etmeden kutuları yerlerinden oynatabilirim.

“İyi misiniz, Bay Yow?”

“Evet. Polis çağırmamız gerekir mi, yoksa siz yeterli misiniz, Memur Starling?”

“Bunu durum gösterecek. Siz lütfen orada bekleyin.”

Kutu sorunu bir bulmaca çözmekten farksızdı. Starling feneri kolunun altına sıkıştırıp işe giriştiyse de, iki kere yere düşürünce sonunda arabanın üstüne dayadı. Kutuları alıp arkasına yerleştiriyor, küçük olanlardan bazıları ise zaman zaman kayıp arabanın altına giriyordu.

Şimdi ön yolcu koltuğunun tozlu camından sürücü koltuğunu görebiliyordu. Büyük direksiyonla vites kolu arasında bir örümcek ağı vardı.

Sürücü bölmesiyle arka taraf arasındaki cam bölme kapalıydı.

Starling Packard’ın anahtarını içeri girmeden yağlamış olmayı isterken anahtarı deliğe girince kolayca döndü.

Daracık yerde kapıyı ancak bir karış açabilmişti. Kapı kutulara çarpınca her yandan farelerin ayak sesleri duyuldu. Arabadan çürümüşlük kokusuyla kimyasal bir madde kokusu yayıldı. Bu, Starling’in belleğin de adlandıramadığı bir anı uyandırmıştı.

İçeri eğilerek sürücünün arkasındaki camı çekti, fenerini arka tarafa tuttu. Işık ilk olarak kol düğmeli beyaz bir gömleğe çarptı, oradan aşağı kayıp pantolonun açık önüne, sonra yukarı doğru papyon kravata

ve boyuna kaydı. Gömleğin boynunda bir mankenin beyaz boyun parçası vardı. Başın olması gereken yerde bir papağan kafesini örtecek büyüklükte kara bir başlık vardı. Başlık arka tarafa yerleştirilmiş bir kontrplak parçasının üzerine oturtulmuştu.

Starling ön koltuktan birkaç poz fotoğraf çekti. Sonra dışarı çıkıp doğruldu. Yüzü örümcek ağlarıyla kaplı olarak bir an durup ne yapması gerektiğini düşündü.

Yapmayacağı tek şey pantolonunun önü açık bir mankeni göstermek için Baltimore bürosunun özel ajanını çağırmaktı.

Starling arka koltuğa geçip başlığı çıkarmaya karar verince daha fazla düşünmedi.

Sürücü bölmesinden uzanıp arka kapıyı içeriden açtı. Sonra dışarı çıkıp kutuların yerlerini değiştirdi. Kapıyı açtığında arabanın içinden gelen koku daha da artmıştı. Uzanıp albümü kenarından tutup arabanın üstüne yaydığı bir kanıt torbasının içine yerleştirdi. Sonra yeni bir torbayı yaydı koltuğun üzerine.

İçeri girdiği anda arabanın yayları gacırdadı, koltuğa oturunca da manken hafifçe sallandı. Eldivenli sağ eli bacağından kayıp koltuğa düştü. Eldivenin içindeki el sertti. Starling eldiveni yavaşça sıyırdı. Bilek sentetik bir maddeden yapılmıştı. Pantolondaki kabarıklık kendisine bir an lisedeki bazı olayları hatırlattı.

Koltuğun altından hafif tıkırtılar geliyordu.

Starling okşarcasına hafif bir hareketle başlığa dokundu. Kumaş altındaki sert ve düz bir şeyin üzerinde kaydı. Üstündeki toparlağı hissedince onun ne olduğunu anlamıştı. Bu büyük bir laboratuvar kavanozuydu ve içinde ne bulacağını biliyordu. Korkarak ama hiç de kuşku duymadan başlığı çıkardı.

Kavanozun içindeki baş çenenin hemen altından kesilmişti. Başı koruyan alkol kendisine bakan gözleri çoktan eritmişti. Açık ağızdan dili hafifçe fırlamıştı. Alkol yıllar boyunca buharlaştığı için baş şimdi kavanozun altına dayanmıştı ve üst kısmı sıvının dışında olduğundan çürümüştü. Altındaki gövdeyle bir açı oluşturarak yan yatmış bir halde Starling’e bakıyordu. Işık altında bile ölüydü.

Starling o an duraklayıp kendini inceledi. Memnundu. Zevk duyuyordu: Bir an bunların değerli duygular olup olmadığını düşündü. Ancak o arabada bir kesik baş ve fareler otururken çok açık seçik düşünebiliyordu ve bununla gurur duymaktaydı.

Yapacak çok işi vardı.

Hafifçe arkasına yaslanıp çevresine bakındı.

Burası özellikle seçilmiş ve yaratılmış bir çevreydi, 301 nolu anayoldaki trafikten bin ışık yılı kadar uzak bir çevre.

Arabanın kristal vazoları içinde solmuş çiçekler vardı. Masası açılmış, üzerine bir örtü serilmişti. Masanın üstünde bir içki sürahisi parıldıyordu tozlar arasında. Sürahiyle yanındaki mum arasında bir örümcek ağını örtmüştü.

Starling burada şimdi yanındaki kişiyle Lecter’in ya da bir başkasının oturduğunu, ona Sevgililer Günü albümünü gösterdiğini hayal etti. Başka neler olabilirdi? Starling mankeni fazla kıpırdatmadan üstünde bir kimlik aradı. Ama hiçbir şey bulamadı. Ceketin cebinde pantolonun paçalarını düzeltmekten artakalan kumaş parçaları vardı. Mankene giydirilen smokin, ceket ve pantolonu herhalde yeniydi.

Pantolondaki kabarıklığı yokladı sonra. Lise için bile çok sert, diye düşündü. Pantolonun önünü açıp feneri içeri tutunca cilalı bir tahta parçası aydınlandı. Esaslı bir kabarıklıktı doğrusu. Sapık mıyım acaba , diye düşündü sonra.

Kavanozu dikkatle çevirerek başta yara izi aradı. Ama görünürde hiçbir şey yoktu. Camın üstünde bir, laboratuvar malzemesi şirketinin adı yazılıydı.

Yeniden yüze bakarken kendisine ömrünün sonuna kadar yetecek bir şey öğrendiğini düşündü. Cama değdiği yerde değişen bu renge bir amaçla bakmak rüyalarında Miggs’in dilini yuttuğunu görmek kadar kötü bir şey değildi. Eğer yapacak olumlu bir şeyi varsa herhangi bir şeye bakabileceğini hissediyordu. Starling gençti.

***

Jonetta Johnson, WPIK-TV yayın kamyonetinin durmasından on saniye sonra küpelerini takmış, güzel kahverengi yüzünü pudralamış ve durumu gözden geçirmişti bile. Baltimore polis telsizini dinleyerek kent içinde dolaşmakta olduklarından Split City’ye polis arabalarından hemen önce varmışlardı.

Haber ekibi elemanları farların ışığında garajın kapısında sadece yağmurdan saçları yapışmış Clarice Starling’i gördüler.

Jonetta Johnson acemi birini hemen seçerdi. Kamera ekibi ardında olduğu halde arabadan inip Starling’e yaklaştı. Parlak ışıklar yandı.

Bay Yow Buick arabasının içine öylesine gömülmüştü ki, camdan yalnızca şapkası görünüyordu.

“Adım Jonetta Johnson, WPIK haberlerindenim, cinayet ihbarını siz mi yaptınız?”

Starling yasaları uygulayan birine benzemediğinin farkındaydı. “Ben federal bir memurum,” dedi. “Burası da bir cinayet mahallidir. Baltimore yetkilileri gelene kadar burasının güvenliğiyle… ”

Yardımcı kameraman garaj kapısını tutmuş, kaldırmaya çalışıyordu.

“Durun,” dedi Starling. “Sizinle konuşuyorum. Durun. Lütfen geri çekilin. Şaka etmiyorum.” Bir üniforması, hatta bir arması olsaydı.

“Peki Harry,” dedi televizyon muhabiri. “Bir memura her bakımdan yardımcı olmalıyız. Doğrusunu isterseniz bu ekip gayet masraflıdır ve yetkililer gelene kadar onları burada tutup tutmamam gerektiğini bilmem gerek. Hiç olmazsa içeride bir ceset olup olmadığını söyleyebilir misiniz? Kamera çalışmıyor. Bunu söylerseniz bekleriz. İstemediğiniz bir şeyi yapmamaya söz veriyorum. Ha?”

“Yerinizde olsam beklerdim,” dedi Starling.

“Teşekkür ederim, pişman olmayacaksınız. Bakın, bende Split City hakkında kullanabileceğiniz bazı bilgiler var. Fenerinizi şu kağıda çevire bilir misiniz? Sanırım buralarda bir yerdeydi.”

Harry denen adam, “WEYE mobile ünitesi kapıdan giriyor, Joney,” dedi.

“Bakalım bulabilecek miyim? Hah, işte burada. İki yıl önce burasının bazı malları depo ettiği konusunda bir skandal vardı…” Jonetta Johnson, Starling’in omzu üzerinden ileri bakıyordu.

Starling dönüp bakınca kameramanın yere sırtüstü yatmış, kapının altından girmeye çalıştığını gördü. Yardımcısı da çömelmiş, kamerayı vermeye hazırlanıyordu.

“Hey! Ne yapıyorsun orada!” Starling adamın yanına çöküp gömleğini çekiştirdi.

“Oraya giremezsiniz! Hey! Size oraya giremeyeceğinizi söyledim.”

Bu arada hepsi de yumuşak seslerle konuşuyorlardı. “Hiçbir şeye el sürmeyeceğiz. Bizler profesyoneliz, merak etmenize gerek yok. Polis gelince nasıl olsa bizi içeri bırakacak.

Bir şey yok diyorum sana.”

Adamların bu aldatıcı tavrı Starling’in karar vermesini sağladı.

Hemen kapının yanındaki krikoya koşup kolu pompaladı. Kepenk gacırdayarak beş santim indi. Bir daha pompaladı. Kepenk şimdi adamın göğsüne dayanmıştı. Adam yine de çıkmayınca Starling krikonun kolunu çıkardı. Şimdi başka ışıklar da yanmıştı. Starling kriko koluyla kepenge vurdu.

“Beni dinleyin diyorum size,” dedi. “Çık oradan dışarı. Hemen. Adalete engel olduğun için tutuklanmak üzeresin.”

“Sakin ol,” dedi yardımcı kameraman. Starling’e dokundu. Ardından birileri bağırarak bir şeyler soruyordu. Tam o anda siren sesleri duyuldu.

“Çek elini, ahbap!” Starling elinde kriko kolu olduğu halde adama döndü. Demiri kaldırmamıştı. Kaldırmadığı da iyi oldu, çünkü televizyon da zaten yeteri kadar berbat görünüyordu.

9. BÖLÜM

Yarı karanlıkta koğuşun kokuları çok daha yoğun gibiydi. Koridor da sesi kapalı bir televizyon ekranının ışığı Starling’in gölgesini Dr. Lecter’ in kafesinin parmaklıklarına düşürüyordu.

Starling parmaklıkların gerisini göremiyorsa da, hademenin oturduğu yerden ışıkları yakmasını istememişti. Yoksa bütün koğuş birden aydınlanacaktı. Oysa Baltimore polisinin Lecter’e saatlerce projektör gibi ışıklar altında soru sorduğunu biliyordu. Lecter konuşmayı reddetmiş, ama kuyruğu çekilince başını kaldırıp indiren kağıttan bir tavuk yapıp adamlara göstermişti.

“Dr. Lecter?”

Starling kendi solumasını duyuyordu, ama Miggs’in boş hücresin de hiçbir soluk sesi yoktu. Miggs’in hücresi boşluğunu belli ediyordu adeta. Onun sessizliğini bir hava akımı gibi hissediyordu.

Starling, Lecter’in karanlıktan kendisini gözetlediğini biliyordu. İki dakika geçti. Garaj kapısıyla uğraşmaktan sırtı ve bacakları ağrıyordu, elbisesi de sırılsıklamdı. Pardösüsünü yere yayıp parmaklıkların iyice berisine oturmuş, bacaklarını altına almıştı. Islak saçlarını ensesinden kaldırıp yakasının üstüne attı.

Arkasındaki ekranda bir din adamı kollarını sallıyordu.

“Dr. Lecter, ne olduğunu ikimiz de biliyoruz. Sizin benimle konuşacağınızı sanıyorlar.”

Sessizlik. Koridorun dışında biri ıslık çalıyordu.

Starling beş dakika geçince, “Oraya girmek çok garip bir duyguydu,” dedi. “Bunu bir gün sizinle konuşmak isterim.”

Lecter’in hücresinden aniden yemek tepsisi makaraları üstünde yuvarlanarak çıkınca Starling’in ödü patladı. Tepside temiz ve katlanmış bir peçete vardı. Oysa adamın kıpırdadığın, bile duymamıştı.

Starling tepsiye baktı, peçeteyi alıp saçlarını kuruladı.

“Teşekkür ederim.”

“Neden bana Buffalo Bill’i sormuyorsun?” Sesi yakından geliyordu. O da yerde oturuyor olmalıydı.

Benzer İçerikler

Aşkın 7 Hali – Bişnev!

yakutlu

Goethe ve Islam (Ciltli)

yakutlu

Ses Sese Karşı – Aldous Huxley Online Kitap Oku

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy