Muhsin Kızılkaya, bu biyografik romanda en yakın arkadaşı Yılmaz Erdoğan’ın Hakkari’den İstanbul’a yani şöhrete uzanan hikayesini anlatıyor. Onun aşklarını, özlemlerini, hayallerini, hayatındaki önemli kişileri, yetiştiği çevreyi…
“1985 yılının bir Eylül günü, Kocamustafapaşa’daki evimizin kapısı ürkekçe çalındı. Gelen Yılmaz Erdoğan adında bir çocuktu.”
-Muhsin Kızılkaya-
“Parasızdık. Kimde varsa ondan harcıyorduk. Kirliydik, ter kokuyorduk. Ülke sorunlarını konuşarak sevişmelere yol açıyorduk. Ülkemizi ve tenlerimizi seviyorduk. Beyaz çarşafların üstündeki lekeler, aşklarımızın haritasıydı.
Tarihi geçmiş gazetelerin üstüne seriyorduk neyimiz varsa. Kitaplarımızı, parasızlığımızı, sevdalarımızı, türkülerimizi…
Sonra söndürdük sigaralarımızı ekonomi sayfasının hiç okumadığımız bir köşesine, ayrıldık…
Yürüdü zaman sevdasızlığımızın üstüne…Unuttuk!
Şimdi sonunu bildiğimiz sevişmelere başlamıyoruz artık. Koku bizi uzaklaştırıyor, kokularımız birbirine düşman. Hijyene önem veriyoruz ve çarşaflarımız sakız gibi.
O güzelim lekeler, yüreklerimizde kaldı.”
-Yılmaz Erdoğan-
***
Neden Yılmaz Erdoğan kitabı?
Yılmaz Erdoğan’la, 1985 yılından başlayıp 1993 yılına kadar, araya giren bir yılı saymazsak, yaklaşık yedi yıl aynı evde yaşadık. Ben, 1983 yılında, İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde okumak üzere İstanbul’a geldim; iki sene sonra da o İstanbul Teknik Üniversitesi inşaat Fakültesi’nde okumak üzere geldi. Kocamustafapaşa’da Hukuk Fakültesinde okuyan iki arkadaşımla kalıyordum, Yılmaz da bize katıldı. O evde yaşadığımız hayatın kimi ayrıntılarını bu kitapta okuyacaksınız; ancak şunu hemen söyleyebilirim: Evin nüfusuna katılır katılmaz, bu delikanlının, bizlerden çok farklı olduğu hemen ortaya çıktı. Eve yeni bir hava getirdi; hayatın en yoksul yaşandığı, ama bir daha yaşanması mümkün olmayan o, en naif zamanlannda hepimize bir hediye gibi geldi. Sabahlara kadar süren sohbetlerin başrol oyuncusuydu. Bu çocukta hiçbirimizde olmayan bir şey vardı ve yine hiçbirimizde olmayan bir azim… Bir şey olmak istiyordu ve doğrusu o şeyin adını ilk başlarda o da bilmiyordu. Biz de bilmediğimiz için, hiçbirimiz ona yardıma olamadık. Bildiğimiz tek bir şey var; piyasada hayata bir mizahçı gözüyle bakabilen çok az insan vardı ve günün birinde bir şans yakalarsa eğer, hepsinden daha iyi kıvırabilirdi bu işi… Elimizde ne bir teknik ne bir araç, ne de bildiğimiz bir yol vardı ona gösterecek. Sadece anlattıklarına gülerek, moral veriyorduk sanırım!
O yolu kendisi keşfetti, inşaat mühendisi olmaktan vazgeçti ve oyuncu-yazar olmaya karar verdi. Bu düşü, başta hepimize olmayacak duaya âmin demek gibi geldi. Kurtlar sofrasında, Hakkari’den gelmiş, hayata bir sıfır yenik başlamak zorunda kalmış bir delikanlının işi hiç de kolay değildi. O da bunu biliyordu zaten. Çalıştı, okudu, ter döktü; o kadar ter döktü ki, bugün dönüp arkasına baktığı zaman kendi azmine kendisinin de şaşmaması mümkün değil artık.
Gün geldi başardı, ülkenin en büyük starlarından biri oldu; ben de hasbelkader bir yazar, gazeteci… Ancak o star payesine eriştikten sonra, birçok yerde benim adım da “Yılmaz Erdoğan’ın ev arkadaşı” olarak anılmaya başlandı. Dostluğumuzun eskiliğini biliyorlar ya, tiyatroya bilet ayarlamaktan tutun da röportaj isteklerine, reklam filmlerinde oynamasından televizyon transferlerine kadar aracı olmamı istediler. Ben eski arkadaşıydım ya, beni kıramazdı. Hiç kırmadı da…
Oturdum, iki portresini yazdım. Biri Öküz Dergisi’nde yayınlandı, öteki “Vizontele” hadisesi münasebetiyle Radikal iki’de… Bu da yetmemişti, onunla ilgili program yapmak isteyen çoğu televizyoncudan tutun da, hakkında bir şeyler yazmak isteyen gazetecilere kadar yine beni aramaya başladılar. Anılarımızı anlattım, birlikte geçirdiğimiz günleri, geceleri… Ancak anlattığım her şey yavan kalıyordu, yetmiyordu arkadaşımı istediğim şekilde anlatmaya veya onlar benim isteğim gibi anlatamıyorlardı arkadaşımı.
Günün birinde, bu “Yılmaz Erdoğan bilirkişiliği”nden kurtulma fikri geldi aklıma. Oturup hakkında bildiğim her şeyi yazayım, yazayım da ben de bu yükten kurtulayım dedim. Bundan sonra ikimizin ortak anılarını merak edenler, oturup bu kitabı okusunlar.
Kitabı yazarken, kimseyle konuşmadım. Babası ve annesi de dâhil olmak üzere… Sadece, şimdiye kadar hakkında çıkan yaklaşık kırk klasör gazete haberlerini ve onunla yapılan röportajları taradım. O haber röportajlarda, birçok konu hakkındaki görüşlerinden yararlandım. Onun dışında da kitaplarına baktım. Yazdığı öykülerde çocukluğunun Hakkarisi’ni, benim de çocukluğumun Hakkarisi’yle harmanlayarak bir şeyler yazdım. Ankara yılları için yazdığı bir şiir vardı, “Bir nevi 33 yaş şiiri”; o şiirden Ankara yıllarının ipuçlarını yakaladım. İstanbul yıllarını da zaten neredeyse tümünü birlikte yaşamıştık, o yıllarını anlatırken güvendiğim tek şey vardı; kendi belleğim.. Belleğimde hâlâ canlı kalan anıları bulup çıkardım. Kitapta göreceğiniz tırnak içinde verilen cümlelerin çoğunu, ya bir şiirinden, ya bir öyküsünden, ya bir denemesinden veya bir demecinden aldım. Zaten ürünlerine aşina olan okurlar, bunların hangi kitaptan alındığını kolayca anlayacaklar.
Ancak kitabı yazarken, hayatının arka planı benim için önemliydi. Ben bir biyografi yazan değilim. Ülkemde olup bitenler karşısında bir duruşum var. Yazacağım her şey, bu duruşuma da halel getirmeden, ülkemizin en sanalı yıllarında, 701i yıllarda çocukluğunu yaşamış, “bellek silme dönemi” dediğimiz 80ü yıllarda gelişimini tamamlamış bir starın içinde büyüdüğü politik atmosferi de verebilsin. Onun için sade suya tirit bir “nerede doğdu, nerede büyüdü, şimdi ne yapıyor?” sorularına yarat arayan bir hayat hikâyesi olsun istemedim. Bu nedenle, kitapta yerimi fazla bulanlara, şimdiden bu hatırlatmayı yapmak istiyorum.
Bildiğim her şeyi yazdım. Kendime sakladığım hemen hemen hiçbir şey kalmadı. Sadece hayatına giren bir iki kadının ve bir iki arkadaşının adını değiştirdim; o kadar.
Anlatmadığım çok şey olduğunu biliyorum. Çünkü bu kitap Mükreminle son buluyor. Beni daha çok ilgilendiren, Mükremin oluncaya kadar olan bölümüydü. Zaten sonrasını hemen herkes biliyor.
Temel amacım, “Hakkari’den yola çıkan bir adam, nasıl olur da star olabilirdi?” sorusuna cevap bulmaktı. Peki star olduktan sonra başına neler gelirdi sorusunun cevabı ise, ayrı bir kitap konusudur, bunu biliyorum. Bu sorunun yanıtını arayan birçok kitap yazılacak bundan sonra, bunu da biliyorum. Benim kitabım, bir Kürt delikanlısının zirveye çıkıncaya kadar katettiği yolculuğun ipuçlarını gösteriyor okura, onu merak edenlere…
Demem o ki, kimse anasının kamından meşhur doğmuyor. Bu ülkede bir yerlere gelmek hiç de kolay değildir. Bir akşam televizyonunuzun düğmesini çevirip karşınızda o çok sevdiğiniz Mükremin’i görünce, nereden çıktı bu adam sorusunu sormamanız için de yazıldı bir bakıma bu kitap. O serüvenin arkasında, yazılmış on binlerce sayfa yazı ve dökülmüş tonlarca ter vardır.
Bu kitap bir methiye değildir. Bir eleştiri kitabı da değil. Çoğu okur, onu sevmeyenler, onu beğenmeyenler, onu popüler kültürün kurbanı olarak görenler, bu kitabı okurken hayal kırıklığına uğrayacaklar. Çünkü yazarken, yergiden de, methiyeden de kaçınmaya çalıştım. Bu benim işim değil, popüler kültür ve şiir eleştirmenlerinin işi. Benimki bir tanıklık…
Buyrun, bir hemşerisinin tanıklığında, okuyun bir starın otuz dört yıllık hayatının otuz iki kısım tekmili birden, girdisini çıktısını… Belki de o hikâyede, kendi hikâyenizi bulacaksınız, kim bilir…
Muhsin Kızılkaya 11 Ağustos 2001 Cihangir
New York uçağında
Birkaç saattir oturduğu koltuktan hafifçe doğruldu. Elindeki dergiyi, koltuk arkalığının içine soktu. Gözüne, o malum yazının yeri ilişti Demek değiştirmişler diye düşündü. Daha önce, “Suda batmamak için oturduğun minderi kullan» yazısı olurdu hep aynı yerde. Uçağa ilk bindiği anı hatırlamaya çalıştı. Belleğini zorladı. Çok önceydi. Ankara’dan Van’a giden bir uçak geldi aklına. O zamanlar uçaklar daha mı küçüktü, yoksa Van’a hep, Rusya’dan alınma eski hurda uçakları mı gönderiyorlardı, her türlü konfordan uzak bir şey geldi aklına. Nasıl da büyülenmişti. Yerden havalanmış, bir saat sonra Van’a inmişlerdi. Oysa Van ne kadar uzaktı! Otobüsle yirmi dört saat… Hele trenle, birkaç gün.., O yolculuklarda biriktirdikleri geldi aklına. Hayat uzun bir yolculukmuş meğer… Belleğini zorlayınca uzun, yaşadıkça hiç de uzun gelmeyen bir yolculuk… Her şey dün olup bitmiş gibi sanki. Belleği capcanlıydı, hatırasında hiçbir şey kaybolmamış, her şey yerli yerinde duruyordu.
O malum yazıyı ilk gördüğünde de bir anlam verememişti. Aklından geçenleri o zaman net bir cümleye dönüştürememişti ancak hissettiği komik bir şeydi. Hayat, en enbesillerimize göre dizayn edilmiş bir şeydi demek. Uçağa biner binmez, o uçağın düşebilme ihtimalini bize niye hissettirirler ki? Oysa gideceği yer Van’dı ve Van’da deniz dedikleri bir göl vardı sadece. Yıllar sonra oynayacağı tek kişilik bir piyesin ana malzemelerinden birini oluşturacaktı bu uçak yolculuğunda gördüğü koltuk arkasına iliştirilmiş o yazı. O oyunda bu yazının mizahı, bir komik somya dönüştü yıllar sonra; “Ne oluyoruz, yoksa suya mı gidiyoruz?»
Saatlerdir süren yolculuk hep su üstünde geçiyordu. On bin metre aşağıda koca bir okyanus vardı. Dünyanın en büyük denizini aşıyordu bu uçak yolculuğuyla. Uçsuz bucaksız bir deniz… Gemilerin aylar süren yolculukla bitirdikleri, uçakların yarım gün üstünde uçtukları bir deniz. Ufku olmayan bir deniz… Görünen ufka varınca yeni bir ufkun karşına çıktığı, ufukların içinden ufukların çıktığı, ufukların aşılmasının pek zor olduğu bir deniz. Kendi düşlerine benzetti aşağıdaki uçsuz bucaksız o denizi. Denizi görmüyor, hayal ediyordu. Büyüklüğünü belleğinin bir yerine yerleştiriyor, sınırlarını tahmin etmeye çalışıyordu.
Aşılırsa eğer bu deniz, yeni bir dünya çıkacak karşına. Tarih boyunca birçok büyük yaratıcının düşlerini süsleyen bir yer. Yeni bir kara parçası— Bulunması için uğruna nice canların yittiği, nice kellelerin kesildiği, nice zenginliklerin heba edildiği bir kara parçası… insanoğlunun o malum arayışının sonucu bulunan kara parçası… Çok kişinin yeni bir rızk aradığı, çok kişinin yeni imkânlar
için uğruna olmadık yolculuklara çıktığı bir kara parçası—Amerika’ya gidiyor. Yolculuk oraya… Gezmeye gitmiyor hayır, bu kez başka bir amaçla çıkmış yola. Yeni bir dünya keşfetmeye, yeni imkânlar aramaya. Bir konuktur aslında, çağrılmış, ancak o konuk gibi düşünmüyor, daha çok imkânların peşine düşen bir adam gibi görüyor kendini. Hayatı boyunca peşine düştüğü şey yani Bir yerde bir imkân varsa, onu kendi akıl süzgecinden geçirip bir biçim vermeye çalıştı şimdiye kadar. Kaderine hükmeden şeyi düşünmeye çalıştı bölük pörçük. Aklıma zaman kavramı geldi.
Şimdiye kadar iyi kullandı mı zamanı? Bu soru ne kadar yakıcı bir sorudur aslında. Hep ondan yakındı şimdiye dek. Zamanın yetmezliğinden. Günlerin kısalığından, saatin aceleciliğinden… Doğduğu ve biçimlendiği topraklarda zamanın adı neydi acaba?
Yaşadığı coğrafyada bir şahinin uçuşuna benzetenler vardı zamanı. Yaman bir şeydir o… Yelle birlikte giden, yalçınlardan düzlüklere süzülen bir şahin… Her şeyi parçalar, her şeyi kanatır, her şeyi böler. “Kifayetsiz sözcükler, yanlış seçimler imparatorluğumun’ adıdır oralarda zaman.
Bugüne kadar yaptığı seçimlere gitti aldı. Doğduğu topraklarda kanatan, parçalayan bîr şahin olabilir zaman, ama şu ana kadar yanlış seçimler imparatorluğunun bir üyesi olmamayı becerdiğini düşündü. Yaptığı bütün seçimler, onu zamanın kıyıcılığına, kanatan gagasına karşı korudu. Parçalatmadı kendini, böldürmedi. Sözcüklere gelince…
Bir sözcük koleksiyoncusuydu o aslında. Kelimelerin gerçekten de kifayetsiz kaldığı, kelimelerin sadece hakaret ve günlük hayatı idame ettirmede anlam kazandığı bir yanlış seçimler imparatorluğunda yaptığı tek şey, elinden geldiği kadar kelime biriktirmek oldu. Öyle özel bir yeri yoktu onları saklamak için. Sandıklara kapatmadı onlan, kutulara doldurmadı. Her yerine soktu onları, ceplerine, ceketinin dikiş aralarına, gömlek yakasının arasına, saçlarının diplerine, ellerini kaplayan kılların arasına her yerine kelime doldurdu. Biriktirdi onları, doldurdu kucağına…
Gün geldi, çok kişiye dağıtacak kadar kelimesi oldu. Bol keseden dağıtabilirdi artık onları. Kelimelere para vermiyordu onları biriktirirken, sadece zamanı feda etmişti onlara. Kifayetsiz kelimeler olarak addedilen zaman, ona göre değerli, başkaları için sıradan, para etmez bir şeydi. Bir gölgelik olsun çoğu insan için, altına yatıp ağzı açık gökyüzünü seyretsin, zaman akmış, zaman ona kıymış kimin umurundaydı… İşte bol keseden zamana kıyanların memleketinde o, zamana karşılık satın aldığı kelimeleri şimdi dağıtabilirdi onlara. Ancak bu kez para karşılığında. Kelimelere karşı bu kadar acımasız, kelimelere karşı bu kadar kıyıcı olan bir memlekette insanlar, şimdi onun kelimelerine para veriyorlardı. Onlar için hiçbir değeri olmayan, kendi kelimelerine karşı çokça hoyrat olan o insanlar, şimdi onun kelimelerine para verip satın alıyorlardı. Kelimeler onun ekmek parasıydı artık.
Oysa zaman ne kadar değerli bir şeydi aslında. Farkında değildiler onun memleketinde. Peki, gideceği topraklar için neydi zaman? Onu oraya götüren şey, onların zamana karşı çokça nazik davranmaları mıydı? Zamanı çok iyi kullanmaları mıydı yoksa? Kendisi gibi her yaratıcının düşlerini süsleyen bu yeni kıtanın sihirli topraklarında zaman, kıymıyor muydu yoksa insanlara, bölmüyor muydu, parçalamıyor muydu?
“Amerika’da zamanın adı, paranın ta kendisidir.”2 Karşısındakini yansıtan bir aynadır. O aynanın üstüne aniden sert bir cisim düşer. Meydana gelen çatlak bir karınca kolonisinin gizli yollan gibi yayılır. O çatlak büyür, bütün dünyayı sarar. Artık zaman, bu aynanın üstündeki kırık yollar, biçim değiştirmiş insanlarla hayvanlardır. Aniden ortaya çıkıveren dev bir ekrandır. Yansıtır, yanıltır, geçer. Kimseye hayn dokunmaz, bir görüntünün esamisi okunmaz.
O aynada kendini görecek birkaç gün içinde. Filmi “Vizontele gösterime yeni girmiş ülkesinde, şimdi yeni dünyada, zamanın “paranın ta kendisi” olduğu iklimde çıkacak para sahiplerinin karşısına. O çatlak aynanın üstündeki kırık yollarda şansını deneyen binlerce insan gibi deneyecek şansım. O kırık aynada görecek kendini.
Başka zaman olsaydı, belki de bu yolculuk hiç de önemli bir yolculuk olmayacaktı. Bu işe başlarken günün birinde, o dev ekranda kendi suretini görmek için Amerika yolculuğuna çıkacaksın deselerdi ona, bunu belki de bîr küfür olarak algılayacakta. Amerika’ya gitmek, orada şans aramak denilen şeyler, yeni yeni girdi bu topraklarda yetişen yaratıcıların gündemine. Şimdiye kadar hiçbir yazar, benim kitabım Amerika’da da satsın diye kitap yazmadı bu topraklarda. Mesela, yıllar önce gelseydi eğer buralara Yılmaz Güney, hayatı nasıl olurdu acaba? Yaratıcılığı daha da gelişir miydi, ünü biraz daha artar mıydı, yeni imkânlar ele geçirir miydi, yoksa “emperyalizmin” bir uşağı olur çıkar mıydı?
Belki de Yılmaz Güney’i korkutan hep bu oldu. Gelecek eleştirileri göğüslemede karşılaşacağı zorluklar… Yoksa o önemli filmleri yaptığı dönemde, adam vurup hapishaneye düşmeden önce Amerikalı film yapım alarmdan teklif gelmiş ona. Davet etmişler Amerika’ya…
Zamanı paranın bizzat kendisi olarak gören bir anlayış, sert dünyanın her yerinde girişilen hangi yaratıcı faaliyetin para edeceğini, hangi yaratıcının daha çok para kazandıracağını bilir. İhtisasları bunun üzerinedir çünkü onların. O çim gün, kendi politik fikirlerinden izin alabilseydi Yılmaz Güney, gelebilecek eleştirileri göğüslemeye hazır hissetseydi kendini, mutlaka çantasını alır, böyle bir uçağa atlardı onun gibi, bundan emindi. Çünkü büyük yaratıcı bulunduğu yerden memnun olmayandı. Kabuğuna sığmayandı. Sınır duygusuna şiddetle karşı çıkandı. Ufuk çizgisinin ötesini arayandı, dağın öte yüzünü merak edendi.
Yarımda uyuyan yol arkadaşına baktı. Koltuğa yaslanmış, mışıl mışıl uyuyordu. Etrafına göz gezdirdi. Neredeyse herkes uyuyor.