“Memleketin en kötü günlerinde düşmanlar iyice içeri doldukları sırada, başından beri politikaya karışmamış, orta rütbede, dövüşken Türk subayının, ordusuz kalma dramını anlatmak istedim.”
Yorgun Savaşçı, yenilgiden dönmenin ve tekrar mücadeleye atılmanın büyük anlatısıdır. Kemal Tahir’in, insanı bir an durup düşünmeye ve harekete geçmeye, geleceği ve geçmişi büyük bir şimdinin içinde kavramaya teşvik eden üslubu ile edebiyatımızın klasik olma vasfı kazanan en önemli romanlarından biri olan Yorgun Savaşçı, ilk kez yayımlandığı 1965 yılından beri okunmaya, tartışılmaya ve ilham vermeye devam etmektedir.
Büyük sorular sormanın üstadı olarak Kemal Tahir, dağılan bir imparatorluğun her çatırtısına kulak kabartmış, kurulacak Cumhuriyet’in ve verilen istiklal mücadelesinin, karanlığın dibinden umudun zirvesine doğru gerçekleşen yolculuğunu, muhayyilemize hediye ettiği ölümsüz karakterlerle romanlaştırmayı bilmiştir. Cehennem Topçu Cemil’den Doktor Münir Bey’e, Patriyot Ömer’den Kör Şaban’a kadar bir milletin geleceğinin belirlendiği kısa bir zaman dilimini üzerlerinden okuduğumuz kült karakterleri inşa etmedeki ustalığını, onları başka eserlerinde de karşımıza çıkararak gösteren Kemal Tahir’in benzersiz roman evreni, bugün edebiyatımızın iftihar sebebidir.
***
1
Filistin cephesindeki subay arkadaşlarının “Cehennem Topçu” dedikleri. Yüzbaşı Cemil, dürbünü indirmeden kısa kısa gülünce, teyzesinin kızı Neriman gözlerini örgüsünden kaldırıp pencereden baktı:
– Neye güldünüz?
– Hiç…
– Kuzum neye güldünüz?
– “Batarya-teeş” diye bağırsaydım, korkar mıydın?
– Ödüm kopardı.
– Dalmışım. Cemil dürbünü indirdi. Bizim bölükler karşı tepeye saldıracaklarmış da koruma ateşi açacakmışım, gibi geldi.
– Nedir koruma ateşi?
– Düşman siperlerine gülle yağdırırsın, başlarını çıkarıp ateş edemezler!
Neriman bir an daldı:
– 31 Mart’ta toplarınızı oraya koymuştunuz aklınızda mı? Duvardaki genç subay fotoğrafına bakıp gözlerini hemen indirdi. Nazmi’ye sormuştum, “Üstümüzden aşar mıydı mermileriniz?” diye…
– Aşardı! El yordamıyla cigara paketini arayan Cemil de gözlerini fotoğraftan kaçırdı. Nazmi’nin topları soldaydı, benimkiler sağda… “Abdülhamit’in muhafız tümeni çarpışmazsa…” diye kıvranıyordu Nazmicik…
– Çarpışsın mı istiyordu?
– Çarpışsın ki, birkaç mermi savurup herifin sarayını başına yıksın…
– Yıkabilir miydi?
– Sanmıyorum! Hiç mermi yakmadan topçu olduk biz… Manevra bile görmemiştik. Acemi topçu palavracıdır. Cigarayı derin derin çekti. On yıl geçti 31 Mart’tan bu yana… Nazmi rahmetli yirmi ikisindeydi 31 Mart ta… Demek ben de yirmi üçümdeymişim…
– Ya ben?
– Sen mi? Cemil dürbünü bıraktı. Saçlarından tutup Neriman’ın başını yavaş yavaş büktü. Dur bakayım! On altına yeni girmiştin güzelim…
– Çekme… Ay saçlarım… Neriman biraz direndi, sonra gözlerini kapayarak kendisini bıraktı, öpüş uzayıp soluğu kesilince inleyerek ağzını kurtardı. Delirdiniz mi Cemil abi?..
– Abi demeyecektin ya!..
– Bırakın… Biri girse içeri?.. Annem anladı valla… “Bu soğukta, her gün yıkanmak neyin nesi…” dedi geçende…
– “Temizlik imandan” diyemedin mi? “Evleniyoruz” deseydin!
– Bırak saçlarımı… Örgü şişiyle Cemil’in eline yalancıktan vurdu. Dün konuşuyorlardı Saraylanımla… Baytar Salih Bey’in damadı geldi ya esirlikten… Evde kıyamet kopuyormuş… Giderken kundakta bıraktığı oğlan beşini bitirecek… “İstemem bunu. Gitsin evimizden” diye paralıyormuş kendini… “Alıştırmak gerekti çocuğu… İçlenir, günah…” diye laf dokundurdu annem… Enver, ne demiş, bilin bakayım! “Annanne, Cemil dayımın yanında, başını niçin örtmüyor annem, nikah düşmez de ondan mı?” demiş…
– Vay bacaksız vay!..
– Benimle yatmaya alışık… Korkuyor yerini alırsın diye…
– Yedi yaşında nikaha aklı eren oğlan, eğleniyordur bizimle… Elini Neriman’ın yanağından boynuna, boynundan göğsüne, göğsünden oyluğuna indirdi. Benim korktuğum başka…
– Neymiş?
– Gelecek arkadaşı düşünüyorum. Kalacak birkaç gece…
– Evet?
– Evetmiş… N’aparız?
– Uslu dur… Neriman bacaklarını istekle sıktı, gerindi. Çek… Çek elini… Asıl düşünecek şeyi düşünmüyorsun da…
– Neymiş?..
– Ödüm kopuyor gebe kalırım diye… Uykularım kaçıyor.
– İyi ya… İster istemez söylersin teyzeme… “Biz hemen evleniyoruz,” dersin… “Nerden çıktı, sipsivri bu?.. Neden bu kadar acele?” derse, “Tanrı buyruğu…” dersin…
– Alay edeceğine düşünsene biraz beni…
– Sen niçin düşünmüyorsun?
– Ben düşünebilir miyim? Erkeksin sen… Güçlüsün… Düşünmek sana düşer… Çek elini… Bak ne diyeceğim… Subay mı beklediğiniz arkadaş?
– Değil…
– Nerede kaldı?.. “Dokuzda” dememiş miydiniz? Duvardaki saate baktı. Dokuz buçuk… Kızarım gelmezse… Mutfakta canım çıktı… İçki içmeyin olur mu öğleüstü…
Aşağıda bir kapı açılıp örtülünce Cemil elini çekti, Neriman hemen dürbünü aldı:
– Gelir değil mi yüzde yüz?.. Pencereye döndü. Dürbünle bakmak hoşuma gidiyor. Siz yokken alıp oturuyorum buraya.. Görmediğim yerleri gösteriyormuş gibi avutuyor beni… İnsanların yüzlerini iyice seçiyorum karşı düzlükte… Bütün dürbünler güçlü müdür bu kadar?
– Eh…
– Savaşa giderken mi almıştınız bunu?
– Hayır… Von Kres Paşanın armağını…
– Kimin?
– Von Kres… Bir Alman paşası… Topçu atış okulunda komutanımızdı. Kanala da beraber gittik.
– Niçin armağan etti?
– Bizim batarya, Süveyş Kanalında bir gemi yakmıştı da…
– Çok pintiymiş… Öyle bir işe bu armağan az… Karşı tepeden mi gelecek beklediğiniz arkadaş?
– Bilmem…
– Nasıl adam?
Cemil az kalsın bu soruya da “bilmem” diyecekti.
Bıyıklarını çiğneyerek gülümsemesini sakladı. “Arkadaş”ın yüzünü hiç görmemişti. İttihatçıların kodamanlarından, eski Diyarbakır Valisi Doktor Çerkez Reşit Bey’i bekliyordu. Reşit Bey, Ermenileri öldürme işinin belli başlı suçlularındandı. Kapatıldığı Bekirağa Bölüğünden kaçırılmıştı on iki gün kadar önce…
– A… A… Nedir o? Birini kovalıyorlar Cemil abi… Silah çekmiş polis…
– Silah mı? Ver bakayım? Cemil dürbünü aldı. Nerede hani? Birden davranıp çömelime gelmişti. Tabanca mı herifin elinde parlayan?
– Tabanca… İyi gördüm. Hırsız mı kovalıyor? Hırsızı vururlar mı kaçarsa?
Kaçan adam kara paltoluydu. Cemil suratını seçmeye çalıştı. Gözlüklüydü. Düzlüğün bitimindeki ağaçlardan birinin gövdesine tutunup bir an duralamış, sonra kaygan yokuşu inmeye başlamıştı.
Kovalayan polis, kaçanı gözden kaybedince durup döndü, konağın köşesinden koşarak çıkan arkadaşına, Bulgar mandırasını dolaşması işaretini verdi. Sonra düzlüğün bitiminde iki büklüm yaklaştı. Kara paltolunun kaçmaktan başka bir şey düşünmediğini anlayınca doğruldu, bacaklarını açtı, sol koluyla silahı destekleyerek nişan aldı.
– Vuracak Cemil abi… Vuracak göz göre… Eyvah vurdu!
Kaçan adam kurşun sesiyle sendelemiş, dengesini bulmak için kollarını havada çevirerek topukları üstüne biraz kaymıştı.
– Vuruldu. Vurdular değil mi zavallıyı?
Cemil, savaşa ilk giren genç arkadaşların telaşına karşı kullandığı kalın sesiyle Neriman’ı payladı:
– Sus bakalım… Yok bir şey!..
Adam düze inmişti. Karla örtülü tarlada bata çıka koşaken mandırayı dolaşan polis, kırk adımda ateşe başlayınca eğilerek elini beline attı:
– Vurulmuş değil mi Cemil abi?.. Karnından vurulmuş…
– Sanmam… “Silah çekiyor” diyecekti, vazgeçti. Vurulmadı, hayır…
Adam doğrulup döndü; tabancasını yukarıdan aşağı indirerek, poligondaymış gibi rahat, iki kurşun attı. Tarlanın ortasındaki ağaca kadar gerileyip eski hasırların arkasına siperlendi.
– Gözlüklü, gördünüz mü Cemil abi, serseri değil…
Tepenin düzünde, üniformalı polisler meçlerini tutarak koşuyorlardı.
Mahallede kadın çığlıkları, çocuk bağırtıları başlamıştı.
Cemil dürbünü atıp sıçradı:
– Kapıya Neriman… Koş kapıya…
– Kapıya mı?
– Koş diyorum… Aç kapıyı… Hayır, açma büsbütün… Aralık dursun… Sedirden atlayıp yüklüğe yetişmişti. Dur kız… Teyzem farkına varırsa korkar. Büyük çaplı mavzer tabancasını kılıfından çekerken sordu. Komşu bahçeye geçebilir miyiz arkadan?
Karşılık beklemeden kapıya atılınca Neriman yetişip koluna sarıldı:
– Hayır Cemil abi… Hayır olmaz…
– Delirdin mi? Çekil… Bırak diyorum!.. Neriman’ı iki kere silkeledi, vurup düşürmezse kurtulamayacağını anlayarak dura- ladı. Bırak…
Aşağıdan Selimanım’m sesi duyuldu:
– Ne var Neriman? Sen mi bağırdın?
– Kapıyı kapatın anne…. Kol demirini vurun… Olmaz, hayır…
– Bırak saçmalıyorsun… Üst üste kurşun sesleri gelince, pek de farkında olmadan, Cemil, tabancayı vurmak için kaldırdı. Bırak diyorum, bırak..
Neriman tabancanın neden kaldırıldığını anlamadığı halde, Cemil’in gözlerindeki parıltıdan ürkerek bir an geriledi, sonra yeniden atılıp bağırdı:
– Dur Cemil abi… Silah boş…
– Hay Allah kahretsin…
Cemil tabancanın sürgüsünü çekti. Neriman’ın oğlu Enver kurcalar diye eve gelince şarjörü kilitliyordu. Boş silahı karyolanın üstüne atıp dolaba koştu.
Selime teyze basamakları gıcırdatarak çıkarken söyleniyordu:
– Buraları dağ başına döndü yavrum… Sofa pencerelerinden birini sürdü. Dur bakalım, gene kimler vuruşuyor gündüz ortası…
Cemil, bavuldan şarjörü alıp doğrulduğu zaman, baytar emeklisi Salih Bey’in umursamaz sesi sokaktan duyuldu:
– Kendini vurdu herif…
Cemil şarjörü sürerek pencereye gitti.
Kara paltolu adam, ağacın beş adım berisinde yüzükoyun yatıyordu.
Baytar penceredeki kadınlara anlattı:
– Üç kurşun attı arka arkaya… Sonra doğruldu, elini kaldırdı. Teslim olacak sandım. Tabancayı ağzına sokup tetiğe bastı.
– Kimmiş?. Neden kovalıyorlarmış?..
– İlahi Selimanım… Bu zamanda, sorduğun şeye bak…
– Koşsanıza Salih Bey… Belki daha ölmemiştir.
Polisler parmakları tetikte yaklaşmışlardı. Birisi potinin burnuyla dokundu. Selime teyze bağırmaya başladı:
– Ölüyü tekmeliyor bu edepsiz… Şuna bir şamar indirecek yiğit yok mu?
Şubat güneşini yavaş yavaş bulut kaplıyor, ince bir esinti, tarlanın ortasında yatan ölüyü sise benzeyen boz bir dumanla örtüyordu.
Neriman inledi. Cemil şaşkın döndü. Koparacak gibi sıktığını anlayınca kızın kolunu hemen bıraktı, özür dilemeye benzeyen bir gülümsemeyle sedire oturdu. Tabancayı boşalttı. Ömründe ilk defa görüyormuş gibi, şarjörü bir zaman evirip çevirdi. İçi titriyordu. Gerilen bir sinir, sol omzundaki eski şarapnel yarasını, belli belirsiz sızlatmaya başlamıştı. Mangalı önüne çekti, ateşi açıp bir cigara yaktı. İçini çeker gibi içti.
– Kim olabilir bu adam Cemil abi?
– Bilmem.
– Sorup geleyim mi?
Neriman karşılık beklemeden çıkınca, Cemil elini yüzünden geçirerek pencereye döndü.
Ölünün üstüne çekilen yırtık hasırı savrulan karlar yavaş yavaş kapatıyor, küçük tümseği, daha şimdiden, bir taze mezara benzetiyordu. “Deli bunlar… Gündüz gözü çıkarılır mı adam, saklandığı yerden?.. Kendilerini hükümette mi sanıyorlar? Yok canım! İşini bilir Patriyort… Hayır, Doktor Reşit Bey değildir bu…”
Cigarayı ağzında unutmuş, fişeği şarjöre sokup çıkararak dalmıştı.
Neriman’ın oğlu Enver soluk soluğa içeri girdi:
– Dayı… Dayıcığım! Öldü adam… Kendini vurdu. Gördünüz mü siz?
– Yok…
– Ben gördüm… Dudakları soğuktan morarmıştı. Kara gözleri parlıyordu. İttihatçıymış…
Cemil önce bir şey anlayamadı, sonra irkildi:
– İttihatçı ne demek?
– İttihatçı mı? Savaşta bunlar yendirmiş bizi… Vatan hainiymiş bunlar… Bildiğin, gâvur…
– İttihatçıların gâvur olduğunu kim söyledi sana?
– Hacı Bakkal…
Hacı Bakkal, Abdülhamit’in aşçılarındandı. 31 Mart’ta, başına ak sarık sarıp çok oyunlar göstermiş, ortalık yatıştıktan sonra “Kabe’den geliyorum’’ diyerek köşe başına bakkal dükkânı açmıştı. Savaş yıllarında, İaşe Nezaretindeki bazı kodamanlarla toptancı Rumlara aracılık edip para yaptığı söyleniyordu.
– Sevindi mi Hacı Bakkal, adamın kendini vurmasına?..
– Çok sevindi, “oh olsun” bile dedi. İmansız gidermiş kendini vuran, öyle mi Cemil dayı, cehennemi boylarmış… Enver şarjörü görüp atıldı. Nedir o? Ver bakayım, ver azcık n’olur?
– Yaramaz işine…
– Ben biliyorum, kurşun bunlar… Tabanca kurşunu… Sen bunlardan hiç attın mı savaşta gâvurlara Cemil dayı?.. Hiç İttihatçı öldürdün mü sen?
– Haydi yavrum, annen çoraplarını değiştirsin…. Islatmışsın bak, üşüyeceksin…
Enver, gönülsüz, çıkınca Cemil duvardaki fotoğrafa baktı.
Kendisini İttihat Terakki Cemiyetine Patriyot Ömer sokmuştu. Yıl 1906… Manastır’da, yağmurlu bir gece, yola çıkmışlardı. Bir köşebaşında, Patriyot özür dileyerek gözlerini bağladı, elinden tutup çamurlu sokaklardan geçirdi, bir kapıyı üç kere çaldı. İçerden üç kere “Muin”, üç kere “Hilâl” dediler. Patriyot üç kere “Hilâl”, bir kere “Muin” diye karşılık verdi. Gözlerindeki bağ alındığı zaman, karşısında kızıl cüppeli, kara maskeli üç kişi, ortada bir masa, masada bir tabancayla bir kitap vardı. Tanıdık bir sesin -Eyüp Sabri’nin sesi- “Cemiyete girmek için iyice düşündünüz mü? Hâlâ kararlı mısınız?” sorusuna, “Evet” demiş; “Yasaları tutmayan idam olur,” sözüne, “Peki” diye karşılık vermişti. Yemin etti. Böylece ölüme söz vermiş, karşılığında 9-2 numarayı almış oldu.
Bu yolun ucu, kötüsü gelirse, belki de ölene kadar sürece Fizan, Taif, Yemen sürgünlerine bağlıydı. O zaman bu yola girenler padişah damatlıklarını, en büyük başkentlerdeki ataşe militerlikleri, müşir paşalıkları peşin peşin tepmiş sayılıyordu. Kazanırlarsa hürriyete kavuşacaklardı. Neydi bu hürriyet? Herkesin dilediğini yapması… Nasıl uyuşur askerliğin sıkı düzeniyle, peki?.. Bunu bile düşünmeye vakit kalmadan, akıl almayacak kadar kısa zamanda, iki yıl sonra, akıl almayacak kadar kolaylıkla, birkaç telgraf çekilerek, kazanıldı hürriyet… Cemil duvardaki resme daldı bir zaman… Tuna’dan Basra’ya, Sinop’tan Trablus’a