Mahrem – Elif Şafak – Online Kitap Oku

Elif Şafak / Mahrem / PDF

Elif Şafak tarafından yazılan ve oldukça büyük beğeni toplamayı başaran bir eser “Mahrem” şimdiye kadar görülmemiş yeni bir tarzla yazılmıştır. Bu kitap düşünce gücünün ne kadar ütopik şeyler yaratacağını gösterecek bizlere. İçerisinde ilginç fantastik hikayelerinde bulunduğu dikkat çekici ve ödüllü bir kitaptır. Sizleri belli belirsiz bir çok düşünceye sürekleyecek olan yazarın bu çıkmış olan ilk 4. kitabı içerisinde yer alır. Ayrıca farklı dillere de çevrisi yapılmıştır.

Mahrem Hakkında

Elif Şafak’ın 2000 yılında çıkarmış olduğu dördüncü kitabıdır. Kapak tasarımı Uğurcan Ataoğlu tarafından yapılan kitabın kapak fotoğrafında Nazar Boncuğu yer almaktadır.

Kitap, 2000 yılında Türkiye Yazarlar Birliği’nin En İyi roman ödülünü kazanmıştır. Roman, 2006 yılında İngilizceye çevrilmiştir.

“Bakma” ve “bakılma” takıntısı olan karakterlerin, farklı zamanlarda ve mekanlarda geçen öykülerini anlatan kitap, teknik olarak bir sözlük gibi kurgulanmıştır. Büyülü gerçekliğin ülkemizdeki temsilcilerinden olan kitap, yıllardır büyük beğeniyle okunmaktadır.

Mahrem Yorumlar

Şafak, Isabel Allende ekolü büyülü gerçekliğin önemli bir mirasçısı olmaktan öte bir yazar. Romanın görkemli gerçeküstücülüğü kayda değer bir zekâyla desteklenmiş.
-The Independent-

Uyumsuzluklara ve toplumun bunlara nasıl baktığına dair çok
katmanlı bir metin. Sıradışı, sanrılı bir roman…
-Kirkus Reviews-

—————————————————————————————————————————

Pera-1885

Akşam ezanından sonra, yokuşun tepesindeki vişne rengi çadırın batıya bakan kapısı kadınlar için açılırdı.
İşte o zaman kadınlar üçer beşer, beşer onar girmeye başlardı yokuşun tepesindeki vişne rengi çadırın batıya bakan kapısından içeri. Gürültülerini de beraberlerinde getirerek. Koca çadırın haremlik kısmı onlara tahsis edilmişti. Kucaklarında şişkin bohçaları yanlarında mızmız çocuklarıyla, birbirlerine sokulup feracelerine sarılarak geçerlerdi eşikten. Yüzlerce kadın gelirdi buraya; her tıynetten, her meşrepten. Hangi millete mensup oldukları, hangi dilde konuşup hangi dinde ibadet ettikleri mühim değildi. Kadın olmaları kâfiydi; bir de, birlikte gelmeleri. Keramet Mumi Keşke Memiş Efendi şart koşmuştu: Kadın dediğin yalnız başına varmamalıydı bu çadıra.
Keramet Mumi Keşke Memiş Efendi bilirdi ki, vişne rengi çadırın batıya bakan kapısı, ayın aydınlık yüzüydü.
Bir de tuhaf bir hikâye anlatırdı onun hakkında. Dediğine göre ayın aydınlık yüzü, sevilmemekten korkarmış en çok, bir de ağlarken tek başına olmaktan. Gümüş bir tarakla tararmış saçlarını. Tarağın savatlı dişlerine takılan ışıltılı saç tellerini özenle toplarmış. Sonra, her bir saç telini gizlice bir başka insanın omzuna bırakırmış. Saçı kimdeyse, onun gözünde unutulmaz olacağına inanırmış. Haksız da sayılmazmış hani; omuzlarında ayın aydınlık yüzünün ışıltılı saç telleriyle dolaşanlar, gece olur olmaz yüreklerinin niçin böyle sıkıştığını bir türlü anlayamayıp endişelerinin gözbebekleriyle birlikte büyüdüğünü bilmeden dalgın dalgın bakarlarmış gök kubbeye. Aradıklarının orada olduğunu derinden hisseder ama hislerine tercüman olamazlarmış. Hatta içlerinden bazıları bu semavi sevdaya kendilerini kaptırıp yemeden içmeden kesilirmiş. Neyse ki, ayın aydınlık yüzü çabucak sıkılırmış oyun arkadaşlarından. Gördüğü her sureti iki nefeste siler, bulduğu her muhabbeti tek yudumda içer, kurduğu her dostluğun dibine tez vakitte darı ekermiş. Hiç kimse yeterince acayip, hiçbir hikâye yeterince şairane değilmiş. Gene de vazgeçemezmiş insanlardan. Korkarmış çünkü; ölesiye korkarmış yalnız kalmaktan, ağlarken tek başına olmaktan.
Bir kuyuya eğilip bakır bakraçtaki suda kendine bakmış bir zamanlar. “Ne kadar güzelim” demiş hayran hayran. “Öyleyse niçin çirkin biri kadar bile mutlu olamıyorum?” Kuyu homurdanmış, su bulanmış. “Ne kadar parlağım” demiş dalgın dalgın. “Öyleyse niçin yüreğimdeki karanlıktan kurtulamıyorum?” Bakır bakraç çatlamış, her çatlaktan ayrı ayrı su sızmış.
Ayın aydınlık yüzü o gün bugündür uzak dururmuş kuyulardan. Cevapsız kalan soruları hatırına düştükçe, yanından hiç ayırmadığı gümüş pudralığını açıp uzun uzun pudralanırmış. Her daim biricik olmak istermiş, eşsiz ve rakipsiz. Kendinden daha parlak bir dişiye tahammülü yokmuş, şayet bir gün böyle biri çıkarsa karşısına, onu ortadan kaldırmak için yapamayacağı şey de.
Keramet Mumi Keşke Memiş Efendi bu hikâyeyi durduk yerde anlatmazdı. Zira gayet iyi bilirdi ki, kadınlar en çok birbirlerine düşmandı. Kadınlar ne vakit bir araya gelseler evvela tepeden tırnağa birbirlerini süzer, şıppadak birbirlerinin derdini tasasını keşfeder, ancak ondan sonra hal hatır sormaya geçerlerdi. Muhabbet koyulaştıkça, nerede bir yırtık yahut leke, karanlık oda yahut mezbele varsa, teker teker tespit edip özenle işlerlerdi hasıraltı defterlerine. Arkadaşlıkları tavşan uykusuna benzerdi. Yüzleri birbirlerine dönük uyurlardı, en ufak çıtırtıya kulak kabartarak. Sırdaşlıklarının harcı yumurta aklarına bulanmış vehimlerle karılmıştı. Yapı sağlamdı sağlam olmasına da, zangır zangır sallanırdı dipten vuran ilk kuruntuda. Oysa gümüş bir ayna olmadan, işini tam yapamazdı gümüş tarak. Bir ayna lazımdı muhakkak. Keramet Mumi Keşke Memiş Efendi bilirdi ki, kadınlar birbirlerinin akislerinde çirkinleşirdi. Birbirlerine katiyen arkalarını dönmemeli; yan yana, kol kola gelmelilerdi bu sebepten. Yokuşu birlikte çıkmalı, bir vişne ağacı kadar kalabalık olmalılardı batıya bakan kapıdan içeri girdiklerinde.
Kadınların bazıları zaten birbirlerinden ayrılmamayı huy edinmişti. Dost canlısıydı çoğu ya da öyle görünmek isterdi. Güle oynaya çıkarlardı yokuşu. Yokuşun dibinde cümbür cemaat başlattıkları yolculuğu, çadırın ağzında gene cümbür cemaat noktalayarak. Bazıları da, eninde sonunda bir araya gelmeleri gerektiğini gayet iyi bildikleri halde, mümkün olan en son adıma kadar ayrı ayrı, ayrı gayrı tırmanırlardı ilk merhaleyi. Soğuk nevaleydi çoğu ya da öyle görünmek isterdi. Yokuşun üzerindeki çeşme, onlar için dönemeçti. Çeşmeye vardıklarında, elmahkûm yaklaşırlardı birbirlerine. Kurum kurum kurulurdu çeşme; coştukça coşar, taşırırdı sularını. Kadınlar buz gibi suyla ağızlarını, alınlarını, boyunlarını ıslatırlardı. Oraya kadar bir başına gelmiş olanlar birer ikişer toplaşır, bu zaruri arkadaşlığa uysalca sokularak yollarına devam ederlerdi. Tanışma faslıyla geçerdi yokuşun ikinci kısmı. Bundan sonra birbirlerinden ayrılmamalılardı; bundan sonra yabancılar ahbap, ahbaplar ayakdaş sayılırdı. Her adımda herkes biraz daha ferahlar, biraz daha açılırdı. Hatta koldaşlarının kollarında korkularından arınanlar bile çıkardı. Oysa Keramet Mumi Keşke Memiş Efendi’nin emirleri katiydi; korkunun ta kendisi dahi olsa, hiçbir dişi dışlanmamalıydı çadıra sökün eden kadınlar güruhundan. İşte bu sebepten, akşam ezanından sonra, birbirlerine sokulup feracelerine sarılarak; kucaklarında şişkin bohçaları, yanlarında mızmız çocukları ve peşlerinde kadim korkularıyla sürü sepet cümbür cemaat girerdi kadınlar, vişne rengi çadırın batıya bakan kapısından içeri.
Yayandı çoğu. Zira yokuşu faytonla çıkmakta ısrar edenlerin akıbeti, esrarengiz kazalara kurban gitmek olabilirdi. Bazen ters giden hiçbir şey olmaz; kan ter içinde de olsa, dik yokuşu çıkıp tepeye varmayı başarırdı atlar. Bazen de hiç sebepsiz devriliverirdi fayton. Buzda kayarcasına, son sürat gerisingeri yuvarlanırdı içindekiler. Bu tür vakalar her daim, bire bin katıp, bine bir gıdım esrar tozu serperek nakledilirdi. Hal böyle olunca da, her gaflette bir musibet ve her musibette bir alamet tespit etmeye alışkın kadın kısmı, neme lazım yokuş üstündeki evliyaları kızdırmaktansa, yokuşun başında faytonlarından inip tabana kuvvet tırmanmayı yeğlerdi. Arada sırada, tahtırevanla gelenler de olurdu. Bu, kalburüstü ailelerin akça pakça kadınları, güçlü kuvvetli hizmetkârların omuzlarında, mağrur bakışlarla çıkardı yokuşu. Ama dünya hali; bazı bazı, onlar da devriliverirdi.
Yokuşun ikinci kısmının son adımında dönüp de geriye bakanlar, denizi görebilirdi. Mavi, masmaviydi deniz; rehindi duru durgunluğunda. Bazı kadınlar, bazı bazı, delice bir fikre kapılırdı. Deniz, birikmiş sütünü akıtacak ağız arayan bir meme ucu gibi pütür pütür kabarır, sızım sızım sızlar, usul usul çağırırdı uzaktan. Şimdi… ne geçmişe kederlenmek, ne geleceğe didinmek; sanki… sadece ve sadece gözler-kapalı-ağız-açık kendini salarak, şu anı kana kana emmekle mümkün olabilecekti zamana doyabilmek. Neyse ki alesta beklerdi sorumlulukların yumağı. Gevşeyen ip, hızla geri sarılırdı. Çocuklar annelerine, kaynanalar gelinlerine, ahbaplar birbirlerine sahip çıkar; aklı denizde kalanlara, hava kararmadan vişne rengi çadıra varmak zorunda oldukları hatırlatılırdı. İşe yarardı. Kim olduklarını hatırlatmak, tıpış tıpış geri getirirdi beyhude hayallere kapılanları. Zaten Keramet Mumi Keşke Memiş Efendi sık sık söylerdi: kadın kısmının gemisi batsa batsa, sorumluluklar ambarında açılan gedikten azar azar su ala ala değil, beklenmedik bir anda hayaller mendireğine gümbür gümbür yağan güllelerden ötürü batardı.
Vaktiyle buraların bataklık olduğu söylense de, çadırı çevreleyen incir ve limon ağaçlarının baygın kokularını bir kez içine çekip, oya ağaçlarının eflatun tomurcuklarını görenin buna inanası gelmezdi. Burada serçeler neşeyle cıvıldaşır, tavus kuşları cakayla dolaşır, bülbüller görülmemiş güzellikte güllere nağmeler düzerdi. Kadınların kimine göre, eğer cennetten bir parçaysa vişne rengi çadırın etrafı, o dik yokuşa da olsa olsa sırat köprüsü olmak yakışırdı. Gene de kimse uzun uzun kafa yormazdı bu meselelere. Aslolan çadırın dışı değil, içiydi. Zaten işin doğrusunu bilse bilse Keramet Mumi Keşke Memiş Efendi bilebilirdi.
Her meşrepten, her tıynetten kadına rastlamak mümkündü burada. Fıldır fıldır gözleriyle gelinlik çağında kız bakan çöpçatanlar, dudakları kıpır kıpır her şeye lanet okuyan huysuz kocakarılar, fırsattan istifade kafalayacak alıcı arayan ağzı bozuk bohçacılar, tepeden tırnağa mateme bürünmüş dullar, vaktinden evvel kocamış bakır akçe yellozlar, yaşından büyük gösteren yüksek kıranta orospular, tenlerinin pembeliğinden bütün günü hamamda geçirdikleri anlaşılan tazeler, kimin derdine neyin şifa vereceğini bir bakışta çözen insan sarrafı ebeler, kesenin ağzı

Benzer İçerikler

Yürekte Büyümek | Ahmed Günbay Yıldız

yakutlu

Islam ve Laisizm

yakutlu

Deccal’in Hatırı | Sezgin Kaymaz

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy