Siyah Süt -Elif Şafak

”Siyah Süt, cesur, şaşırtıcı, tılsımlı bir roman: Bunca kötülüğün ortasında, bize umut veriyor Elif Şafak, dayanabilmek, direnebilmek ve sonra hayata, bir mucize gibi, yeniden başlayabilmek için.”
Selim İleri

***

Her kitap akılda kalmak, yeryüzünde bir iz bırakmak arzusuyla yazılır. Bu hariç.
Bu kitap okunur okunmaz unutulmak için yazıldı. Suya yazı yazar gibi…

Siyah Süt’ü yazarken benim için esas olan hafızamda bahar temizliği yapmaktı. Ben bu kitabı hatırlamak için değil. unutmak için yazdım.
inanıyorum ki okurken de öyle olmalı Kitabı okurken her satır bir öncekinin yerini almalı. Kat üstüne kat inşa eder gibi biriktirerek okumak yerine, daracık bir depoyu yeni bir şey koyabilmek için daha evvel orada olan eşyaları boşaltır gibi okunmalı her sayfa. Yani bir önceki sayfayı yok ede ede. Bu kitap ilerledikçe erimeli, kendini sile sile. Öyle ki ortasına gelmeden İlası, son satıra varınca da tamamı kaybolmuş olmalı.
Çünkü bu kitap kadınlığın, kadınların hayalının kasvetli ve karanlık umu son tahlilde geçici bir dönemiyle ilgili.
Birdenbire gelen ve geldiği gibi hızla dalgalar halinde çekile çekile giden bir haletiruhiye burada incelenen. Bu haliyle elinizde tuttuğunuz kitap bir nevi tanıklık. Aran geçici bir mevsimin, doğumdan sonra gelen bir ara dönemin tanıklığı burada Söz konusu olan.
O mevsimin tıp dilindeki adı: postpartum(ya da postnatal.)
Dokuz ay hamile kaldıktan, kokulardan tatlara kadar her şeyi farklı algılamaya, onun sıra giden bir yuvarlacık şişkinlikle paytak paytak yürümeye, ağır hareket etmeye ve daha evvel hiç bilmediğin türden rüyalar görmeye alıştıktan sonra bir sabah uyanıp da bedenini diklenmiş, incelmiş, yeniden yoğrulmuş bulmak müthiş bir dönüm noktası, Bir günde, bir operasyonda.
Bebeğin doğumuyla, anne sevmemden ııcuyor elbette. Ama bu arada bedeni keskin hir altüst oluş yaşıyor. Ve henüz toparlanmaya fırsat bulamayan bedene hızla yeni görevler viikleniyor. Postnatal aşama “arlık” ile “henüz” arasında bir noktama adı. Artık hamile olmayan ama henüz anne olduğunu da tam anlamıyla idrak edemeyen kadının arada kalmışlığı, sıkışmışlığı, kala karışıklığı. Bir eşik. Araftan bir kesit belki de. Her eşik gibi. bunun da cinleri var. Loğusaya dadanan cinler.
Annelik dünyanın en yaşanılası, en muhteşem lütuflarından biri: güzel ki hem de nasıl. Aldığı tüm övgüleri fazlasıyla hak ediyor. Öylesine benzersiz, öylesine kıymetli… İnsanın yüreğini hamur gibi alıp dönüştüren, kâinatın ritmiyle buluşturan eşsiz bir tecrübe.
Ama anneliğin sadece ve sadece pozitif yanlarından bahsedilmesinde yanlış ve yanıltıcı bir şevler var. Zira annelik aynı zamanda çetrefil, karmaşık ve kimi zaman hayli ağır. Bir sürece hazırlıksız yakalananlar da. kendini pek bir “hazır” zannedenler de derinden sarsılabiliyor. Üstelik daha evvel anne olmuş olmak da pek işe yaramıyor sanki. Her hamilelik farklı bir hamilelik. Her bebek farklı bir bebek. Tıpkı birbirine zerre kadar benzememesi gibi uzaktan aynı sanılan kar tanelerinin.
Ay ışık saçar. Gecenin koyuluğunda büyük bir sabır ve kararlılıkla ışıldar. Ama ayın bir de karanlıkla kalan yüzü var. ilk bakışta kendini ele vermeyen.
Annelik de öyle… Öyleymiş…Uzunca bir  dönem zannettimki bir ben elime yüzüme bulaştırıyorum bunları. Samdım ki herkes, oh ne güzel, kayarcasına yumuşacık yaşıyor hamileIik-lohusallık-annelik safhalarım. Demek ki bende bîr “eksiklik”, bir fabrika hatası var diye kıvrandım. Kendimden, kendi beceriksizliğimden utandım. Sakladım. Saklandım.
Sonra sonra, bu alanda okuyup araştırma yaptıkça ve en önemlisi, başka kadınlara kulak verdikçe, anladım ki yalnız değilim.
Bir tek ben değilim. Sanıldığından daha yaygın bir durum postpartum depresyon. Anladım ki doğum yapmak ve hemen akabinde gelen süreç binlerce, belki milyonlarca kadının gayet iyi bildiği üzere üniteleri, çukurları, evhamları, iniş çıkışları, bunalımları olan bir ara aşama- Anneyi çoğaltıp zenginleştirirken bir yanıyla da yalnızlaştıran.
Eskiler bilirmiş tüm bunları. Ninelerinmiz ve onların nineleri bilirmiş. bu yalnızlığı. Loğusayı kuruma altına almaktaki ısrarları bu yüzden. Ne odada tek başına bırakırlarmış yeni doğum yapan kadını, ne de duasız, desteksiz. Sadece yeni doğan bebeği’ değiI. anneye de bakarlarmış eskiden. Loğusanın en büyük düşmanının gene kendisi, yani kendi zihni olduğunu bildiklerinden, habire bir şeylerle oyalarlarmış kadıncağızı. Zihni konuşmaya fırsat bulmasın, bulmasın da bulanmasın diye.Eski zamanların pirinç başlıklı karyolalarına yatımlarmış loğusayı. Başına da nazar boncuklu, çörekotu torbaları asılı, çıngıraklı bir ip bağlanırmış boydan boya. Yanında annesi, ablası, teyzesi, dadısı, kayınvalidesi.., en az yaşça büyük iki kadın olurmuş muhakkak.
Loğusaya dadanan kötü cinler odaya geldiklerinde etrafta bir tur atar, ardından gidip ipe asılırlarmış. O zaman başlarmış çıngırak çalmaya. Saçılırmış çörekotları ortalığa. Bir nevi  kırmızı alarm! Bu şekildi? cinlerin dadandığını anlayan yaşlı kadınlar da anında ayaklanır, ipin boşta kalan ucuna asılırlarmış.
Cinler çekermiş, bir yana, yaşlı kadınlar çekermis beri yana. Cinlerin çektiği tarafta karabasanlar, evhamlar, zanlar…
Yaşlı kadınların çektikleri tarafta ise gönül ferahlığı, saadet ve bereket… Loğusa iki arada kalırmış, iradesiz bir kukla gibi savrulurmuş bir müddet iki uç arasında. Tastamam 40 gün sürermiş bu mücadele. Kan ter içinde, Ama ne denli şiddetli olursa olsun bu gidiş geliş, ipin ucuna inançla asılmak ve asla vazgeçmemek şartmış. Böyle böyle nihayet pes edermiş cinler. Bırakır giderlermiş ipi. başka başka avların peşine düşmek üzere. İşte o vakit loğusa çıkarmış araftan.
“‘İyiyim” dermiş fısıltıyla. “Merak etmeyin, iyileştim artık…”
İşte bu sebeptendir ki “kırkını çıkarmak”‘ sadece bebekler için değil anneler için de esasmış. Kırk sembolik bir sayı. Kimi kadının kırkını çıkarması bir hafta, kiminin üç ay, kiminin ise neredeyse iki sene sürermiş. Ama er ya da geç kırkını çıkarırmış kadın. Ve o vakit cinlerin değil insanların yakasında kalmaya hak kazanırmış.
Yeniden katılırmış aramıza. “Hoş geldin bebek” diyoruz ya, annesine de hoş geldin demeli aslında. “Hoş geldin loğusa!”
Bu şekilde cinlerle mücadelesini kazanan loğusayı kaptıkları gibi hamama götürüp dövülmüş yumurta kabukları, zeytinyağı ve nane esansıyla ova ova bir güzel terletirlermiş. Tepeden tırnağa. Gözeneklerinden kir ya da ter değil sadece, sıkıntıları ve korkuları da akıp gidermiş damla damla. Hamamdan çıktığında tazelenmiş, arınmış olurmuş.
Peki ya loğusanın yatağına bağlı ipi çeken cinler kazanırsa mücadeleyi? Ya kadın bir türlü çıkaramazsa kırkını? O zaman ne olurmuş?

Sütü çürürmüş.
Evvela koyulaşırmış süt, katılaşırmış topak topak. Sonra başlarmış siyaha çalmaya. Solarmış beyaz. Kararmış süt akarmış loğusanın memelerinden. Sütüyle beraber yüreği de çürürmüş kendiliğinden. İşte bu ihtimalin korkunçluğunu bildikleri için öyle var güçleriyle asılırmış eskiler loğusanın ipine. Bir kadını daha cinler kapmasın diye…
Anneannelerimiz, babaannelerimiz, ebelerimiz bu kadim bilgilere haizdiler ve birikimlerini bir kuşaktan bir kuşağa aktarmak stediler. Bilginin sahibi yoktur. Tapusu, efendisi yoktur. Emanettir bilgi, kendinden öncekilerden alır: çoğaltır. sağaltır ve kendinden sonrakilere verirsin. Onlar da bunu bildikleri için gebelik ve loğusalık ve dahi annelik hakkındaki bütün birikimlerini kızlarına, torunlarına, torunlarının torunlarına devrettiler. devredebildiklerince.
Lakin olmadı. Süreç aksadı. Geleneksel Osmanlı’dan modern Cumhuriyet’e gelirken yolda bir yerlerde bilgi kervanımız durdu, tökezledi. yere kapaklandı. Ne çok bilgi parçası, kristal taneleri gibi yuvarlana yuvarlana dağıldı gitti. Kayboldu.
Sonuç olarak bugün bizler, yani bizini kuşağımız, eskilerin birikimlerinden büyük ölçüde yoksunuz. Modern toplum kendini cinlerden arındırdığını sandığı için onlarla nasıl baş edeceğini de bilemiyor.
Bugün anneliğin karanlıkta kalan yüzü hakkında yeterince konuşulmuyor, yazılmıyor. Onun yerine iki başat söylem tüm sahneyi kaplıyor.
1. Analığın bir kadının temel vazifesi olduğunu ve her işten yüce olduğunu vurgulayan, bu uğurda kadınların her türlü fedakârlığı yapmaları gerektiğini ve mümkün mertebe evlerinde kalmalarını salık veren geleneksel söylem.
2. “Çocuk da yaparım, kariyer de” sloganıyla her iş, eksiksiz pürüzsüz kotaran, süpermarketlerde jet hızıyla alışverişini tamamlayıp, evde ve işyerinde herkesin ihtiyacına koşan, en güzel mamaları iki saniyede mikserden geçiren “süperdişi” imajı ve bu imajı pompalayan renkli-kadın-dergisi-söylemi.

Bu iki söylem ilk bakışla çok farklı genin inekle beraber, benzer bir özelliğe sahip: İkisi de ayın karanlık yüzünü görmezden geliyor. Geleneksel söyleme bakarsanız, annelik zaten o kadar mutlak ve kutsal bir şey ki, haşa hakkında en ufak bir olumsuz laf söylemek kimin haddine. Modern söyleme bakarsam?., çağdaş kadın zaten o kadar maharetli ve mükemmel ki, şanına kimse leke düşüremez.
Bu iki dayatmacı katman arasında sandviç gibi sıkışmışken nasıl konuşabiliriz, hakikatleri? Nasıl dürüstçe anlayabilir ve anlatabiliriz anneliğin çelişkilerini?
Türkiye’deki hakim söylem asla “yakıştırmıyor” annelere bunalımı. Değil bunalım, tereddütün katresini dahi kondurmuyor.
Parlatıla parlatıla, cilalana cilalana doğallığını yitirmiş bir kırmızı elma olmuş annelik. Uzaktan methiyeler düzüyoruz varlığına, ısıramıyoruz korkudan. İçinden kurt çıkar mı acaba?
Kutsallaştırılan ve mutlaklaştırılan bir rozet kimliğe dönüşüveriyor ‘”annelik”. Yakasına takıp geziyor kadınlar. “Ben bir anneyim…” demek başlı başına bir kimlik tanıtımı. Rengi şeker, şekli şeker bu rozetin ama alabildiğine tek boyutla ve yüzeysel.
Nİce kadın o parıltılı yüzeyin altında ne çok çelişkili duyğu ve fikir barındığının bilincinde aslında. Biliyorlar bilmekne de onlar da yaşadıklarından ya da hissettiklerinden ötürü suçluluk duyuyor, susuyorlar. Hayatlarında en mutlu olmaları gereken dönemde, anlayamadıkları bir biçimde mutsuz olmayı ne kendilerine yedirebiliyor ne de başkalarına açıklayabiliyorlar. Utanıyorlar depresyonlarından. Zaten bir müddet sonra bahar geliyor kendiliğinden ve tüm yaşananlar unutuluyor.
Unutulmalı da. Geriye dönüp bakınca her şey kalmamalı bu çetin evreden.
Ama işte böyle yapa yapa. fazlasıyla cicileştirilmiş yahut yüceltilmiş, adeta siniri alınmış bir annelik mefhumu kalıyor ortada. Pek çok hamile kadın bu mefhumu idealleştiriyor zihninde. Böyle olmaya çalışıyor. Olamayınca bocalıyor. Doğum sonrası ciddi bir yalpalama sureci bekleyebiliyor onları. Bir türlü yazıya dökülmüyor loğusanın bunalımı. Yeterince incelenmiyor, irdelenmiyor, paylaşılamıyor. Yazı yazan, analiz yapan, fikirlerini esere çevirenlerin ezici çoğunluğunun erkeklerden ya da erkekleşmiş kadınlardan oluştuğu bu ülkede, loğusanın içini çürüten siyah süt kolay kolay mürekkebe dönüşemiyor.
Bu kitap böyle bir mürekkeple yazıldı. Şu anda veya bir -zamanlar benzer bir faslı hazandan geçenler ya da gelecekte bununla tanışacaklar olanlar için kaleme alındı. Tabii bir de bu konuları uzaktan yakından merak edenler için… Okuyup da unutulmak üzere…

Sonuna vardığında başını unutmanız dileğiyle…

Yüreğimdeki Son Perde – Eloisa James Online Kitap Oku(Yeni sekmede açılır)

Kadının Adı Yok(Yeni sekmede açılır)

Mutluluk Nerede ?(Yeni sekmede açılır)

Benzer İçerikler

Dudaktan Kalbe

yakutlu

Erkeği Yönetme Sanatı – Hamdi Kalyoncu Online Kitap Oku

yakutlu

Kutsal Resim

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy