Figan

Bir değil bin destandır Anadolu…
Destanlar kahramanlar yetiştirmiştir, binlerce,
İşte Figan, o destandan bir damlacık. Ermenilerin ihaneti ve masum Anadolu insanı
Ermeni ve Rus zulmünden ibretli manzaralar
Yakın tarihe bir ipucu

Hainler

Aldığı haber, Esad Bey”i çileden çıkarmıştı… Yüzü elma elma kızarmış, kanı çekilen dudakları, hararetten uçuk bir renge boyanmıştı…
Dişlerini birbirine sürttükçe, iç kamaştırıcı bir ses çıkartıyordu. Oturduğu koltuktan hışımla doğrulup, ayağa kalktı… İki elini böğrüne bastırıp, kaşlarını çattı… Bu hal, yoğun bir sinir harbinin başlangıcı sayılırdı…
Bulunduğu odanın içinde, aynı mesafeyi, bitip tükenmeyen yollara benzetmişti…
Kızgın kızgın atılan adımlar, indiği yerlerde öfke dolu seslerle inlerken, nefesi burun deliklerini zorluyor gibiydi…
Kunduracı Rıza diye tanınan, elli ellibeş yaşlarında gösteren bu adam neye dönmüştü? O kısa çizginin üzerine atılan oltalar, beyninde dibek döverken, Esat Bey’İn suratına ürpererek bakıyordu.
O her zaman selâmlaştığı, kunduralarını tamir edip boyadığı adam, daha başka bir hüviyete bürünmüştü… İlettiği ihbardan dolayı pişmanlık duymuş gibi kızardı, sıkıldı… Canı, ceviz kabuğunun içine sıkışmış derler ya, işte öyle… Buram buram terler dökmeye başlamıştı…

Suratına bakan gözler çıldırmış olduğu hükmüne varsa mübalağa sayılmazdı… Rıza Efendi, yumuşamasını beklediği insanı kuşkulu bukışlarla seyrederken, bu bezgin havanın bozulacağı anı sabırsızlıkla bekliyordu.,.
Nedense, Kunduracı Rıza’nın dedikleri, bir türlü olmuyordu. Esat Bey’in ökçeleri döşemelerin üzerine inip kalktıkça, yüzü hor geçen saniye biraz daha gerginleşen koyu ıstırap çizgileri ile doluyordu… Kakışları, aksettiği her noktanın üzerinde şimşek şimşek çakarken, bozuk bir asaplu İrkİlip doğruldu… Uçuk renkli dudaklar, lavdan daha hararetli Öfkesini daha fazla alıkoymadan kustu:
– Namussuz herifler… Hainler… diye kükredi.
Bu haykırış odanın duvarlarına şamar şamar indi… Belki de o genç, dinamik vücul, böylece infilak etmekten kurtulmuş oluyordu… infilak diyoruz; çünkü Esat Bey. az önce kurulmuş, patlama anını bekleyen bir bomba gibiydi.
Kunduracı Rıza, az da olsa rahatlamışa benziyordu… Derin bir nefes alıp, odanın o can alıcı sessizliğini İhlâl etmeye çalıştı. Esat Bey’in güzlerini gözetliyordu… O asık çehreli adam, Kunduracı Rıza’ya bakıp sordu:
– Söyle bakalım Rıza Efendi, bu haltı ne zamandan beri yerler?
Rıza Efendi, saygı ilo toparlanıp cevap verdi:
– Bilmiyorum Kadı Efendi… İlk defa görüyorum,..
– Anlatsana..,
– Sabah yakındı… Namaz için kalkmıştım… Vakit erken olmasına rağmen yatmadım… Giyinip ahdestimi aldım. Hemen arkasından camiden yana yürümeye başlamıştım. Bir de baktım,.. Olmayacak şeyler dönüyor.
– Seni görmediler ya?
– Sanmam…
– Cephane olduğundan iyice eminmisin?
– Sandık sandık Kadı Efendi. İyice görüp seyrettim…
– Evi tanıyor olmalısın.
– Ezberledim…
-Pekâlâ Rıza Efendi, sen vazifeni yaptın. Bundan ötesi bize düşer… Ağzını sıkı tut… Kimseye lâf sızdırmamaya bak…
– Kur’an hakkı için Kadı Efendi…
– Gidebilirsiniz… Allah’a emanet olunuz.
– Siz de efendim…

Baskın
Kunduracı Rıza’nın ihbarı, geniş çapla soruşturmaya yol açmıştı. İlgili makamlar meselenin üzerinde titizlikle dururlarken, araştırma emri Mülâzım Sadık Bey’e verilmişti… Aldığı görevin ehemmiyetini idrak ediyordu… Geceyi gündüze ekleyip, tebdil-i kıyafetle, ihbar edilen evin etrafında kuş bile ucurmadı…
Zaman zaman yorgunluktan halsiz düştü, uykusuzluktan sersemlemişti. Buna rağmen, canını yüzde yüz tehlikelere hedef tutarak, görevini sürdürmekten imtina etmedi…
Kumandanının önünde mukaddes kitabı, Kur’an-ı Kerîm’i öperek and içmişti.
– Hem Vallahi, hem Billahi, demişti… Bu baş bu vücudun üzerinden ayrılmadıkça, görevimi başaracağım…
»
Erzurum insafsız bir gecenin, karanlık libaslarını giyinmişti. Sanki bu serhadlar şehrinin Üzerine, simsiyah perdeler çekilmişti…
Pencerelerden dökülen çelimsiz ışıklar da olmasa, insanoğlu görebilmek yeteneğini yitirmiş sayılırdı.

Vakit, gecenin yarılandığını işaretlerken, hâlâ bir kıpırdanış söz konusu olmuyordu. Gecenin, o insan ruhuna çöreklenen bezdirici sessizliği gittikçe artıyor, neferler gözlerine misafir olmak isteyen uykuyu kovmak için çırpınıyordu.
Mülâzım Sadık’ın sabrı tükenmiş, müfrezesinin bıktırıcı bekleyişi, heyecanı oldukça azaltmıştı…
Neden sonra cephane yüklü salınan arabanın yanında bir gölge belirdi.
Karanlığın arasında kandil gibi sallanan hayaletler ikilendi, üçtendi ve de az sonra dörttendi…
Çok geçmeden arabanın üzerindeki yeşil otlar kucak kucak alınmaya başlanmıştı…
Müfrezenin yitirmek üzere olduğu heyecan, insafsızca körüklenirken, parmaklar tetiklerin üzerine yüklendi… Karanlıkta parıldayan gözler, Sadık Bey’in yattığı sipere çevrilmiş, emir bekliyordu…
Bulundukları mevki oldukça muntazam ve emniyetliydi…
Sırlını Erzurum’un amansız dağlarına yaslamış bir arazi, hedefleri olan ev, kendilerine kırk elti metre mesafede bulunuyordu…
Yerleşme bölgesinin bitiminde olan hane, son günlerin Ermeni cephaneliği, haline getirilmişti… Bu durum Komitelerin sinsice bir kıpırdanışa geçmiş olduklarının en canlı örneğini teşkil ediyordu.
Gözaltında bulundurulan evde, kör bir ışık, yanıp yanıp söndü… Mülazım Sadık Bey, bir metre ileriden ve geriden zor duyulur şekilde öfkesini boşaltmaya çalıştı:
– Hainler, yeyip içtikleriniz gözünüze, dizinize dursun… Salih Onbaşı, Sadık Bey’in yanındaki sipere mevzilenmişti:
– Kumandanım, diye fısıldadı.
Sanki bu hali ile sabrının tükenmiş olduğunu bildiriyordu… Mülâzım Sadık hedefini dikkatle kontrol altında tutarken, elini hafif bir hareketle yukarı kaldırıp, dur işaretlerini verdi…
Müfreze şaşırmıştı.., Arabanın üzerindeki cephane sonuna kadar tanışıp, evin içine yerleştirildiği halde, Mülâzım Sadık Bey hâla seyirci durumundaydı,..
Salih Onbaşı, taşkın bir heyecanla yeniden fısıldadı:
– Kumandanım…
Mülâzım Sadık, arkadaşlarının endişesinden haberdardı, Ancak biliyordu ki, yanlış atılan tek adım, büyük felâketlere sebebiyet verebilirdi. Kıt duyulur bir soslu, müfrezeye hitap elli:
– Sakın taşkınlık yapayım diyen olmasın. Sessizce, vereceğim emirleri beklemenizi istiyorum…
Siperde yatan neferler durgunlaştı, göz altında bulundurulan evin ışıkları söndü. Hayalet gibi gözüken insanlar, gözlerden silinip kayboldu.
Mülâzım Sadık Bey, sakin ve sabırlıydı.
Salih Onbaşı ne yapsın bilemiyordu. Suç bile olsa, kumandanına yeniden ikazda bulunmayı vazife saymıştı… Sesi tırnağının dibine zorla döküldü, derler ya, İşte öyle bir fısıltı, gecenin sessizliğine İnilti gibi karışıp Öldü:
– Kumandanım… Biz bu hainleri seyretmeye mi geldik, baskına mı?
Mülâzım Sadık Bey, acı acı gülümsemişti… Elini Salih Onbaşı’nın toprağın üzerinde bekleyen elinin üzerine bıraktı ve kısık bir sesle Onbaşıyı cevaplandırdı:
– Baskın için geldik Onbaşı. Yalnız şunu hiç unutma. Aşırı heyecan, salim düşüncenin katilidir… Mesuliyet taşıyan insanlar İçin hareketlerin isabetli kararlara dayanması şarttır.
Onbaşı:
– Öyle ise, öyle ise, diye telâşlandı.
– Seni anlıyorum Onbaşı. Hemen baskın çözüm yolu değil. Şu anda senin düşündüğünü yapmak, karanlıkların sessizliğini kuşun sesleri ile bozmaktan ve de geceye birkaç kurban bırakmaktan ileri geçmez.
Senin dediğin gibi de olabilir. Ancak, dakikaların, hatta saniyelerin aylardan, hattâ, yıllardan bile kıymetli olduğu vakitler vardır, işte o zaman her şey mümkün olabilir… Su anda her şey kontrolümüz altında ve geçen vakit bizim için nöbettir… Güneşin doğuşunu beklemeli…
Onbaşı heyecan dolu kafasını önüne eğerek kumandanını tasdik etti… Dudaklarından acı acı dökülen fısıltı cevabı oluyordu.
– Lâkin Erzurum’un güneşi geç doğar kumandanım…
–  Doğru Onbaşı, doğru. Belki dediğin gibi geç doğar ama mutlaka doğar…
Onbaşı hırsından ağlıyordu.
–  Doğar Kumandanım doğar, diye sızlandı. Ekmek yediği çanağa pisleyenlerin üzerine de… Yaşadıkları topraklara ihanet edenlerin üzerinde de… Zalimin, küffarın üzerlerine de. Bu topraklar uğruna dini ve namusu için can veren şehidlerin mübarek kanları üzerine de doğar… Şühedanın, geride kalan yetimlerin üzerine bile, doğar. Daha doğrusu… Gün battığı kadar doğar Kumandanım.
Onbaşının içinden sökülen sitem dolu fısıltılar Mülâzım Sadık’ın heyecanını körüklerken, Salih Onbaşı az da olsa rahatlamışa benziyordu…
Sadık Bey, Onbaşısını kırmadan dinlemişti… Kulağı, hazin hazin dökülen sözlerde, gözleri hedefinden ayrılmıyordu…
– Kumandanım. Geride bir bergüzanm var. Tam iki yaşında. Anası, bir de anam…
Mülâzım hassasiyet taşıyan bir sesle sordu:
– Onbaşı, bunları bana neden anlatıyorsun?
– Bilmem ki Kumandanım, içimden öyle geldi iste. Sılayı hatırladım galiba…
Kumandan, acıdan dişlerini sıka sıka sustu… Bu sessizlik Onbaşıyı yeniden bir şeyler sormaya zorluyor gibiydi:
– Kumandanım, sizin de geri kalan kimseniz var mı? Mülâzım göğüs geçirdi… Sanki acı bir son Onbaşı Salih’e
malum oluyordu…
– İkiz oğlum var Onbaşı… Daha üçer yaşlarındalar… Anam, babam, iki kız, üç de erkek kardeşim var…
Onbaşı:
– İyi, dedi ve sustu.
Köyünde bıraktığı bergüzarından, eşinden yana düşündü, -hayaller kurdu… Onlarla, askere yeni geliyormuş gibi helâllaştı… Velhasıl ateş emrine giden zamanı öldürmek için çabaladı…
Gecenin kör karanlığı, kümeslerden yükselen birkaç horoz sesiyle birlikte bozuluyordu… Bir iki bahçeden köpek sesleri gelmeye başlamıştı… Gökyüzü yavaş yavaş siyah çarşaflarını yırtarken, nemli bir sis tabakası, topraktan semalara doğru süzülmeye başlamıştı… Artık, ortalık ağarıyordu.
Salih Onbaşı’nın hüzünlü bakışları, yerini bir anda heyecan yuvalarına benzetmişti… Bozuk bir asapla istikametine bakıp irkildi… Omuzlarını oynatarak, üşümüşlüğünü gideriyordu… Parmağını tetiğin üzerine yükleyip:
-Kumandanım, diye fısıldadı…
Mülâzıma bakıyordu. Sâdık Bey sakin bir sesle:
– Gördüm, dedi. Sakın emir almadan yanlış bir iş görmeye kalkışmayın. Önümüzdeki mahalle Ermenilerin toplandığı bir muhittir.
– İlk kurşunu ben atacağım. Bu hareket, takviye kuvvetlerine gel demektir…
Cephane depo edilen evin içinden, bir Ermeni genci çıkıp kuşkulu bakışlarla etrafı gözden geçirdi… Hemen arkasından, yürümeye başladı…
Mülâzımın gür sesi, bayatlamış sükûneti bozuyordu…
– Olduğun yerde dur. Bir adım daha atarsan, yersin kurşunu…
Ermeni genç. neye uğradığını bilememişti… Olduğu yerde çivilenmiş gibi durup, ellerini yukarı kaldırdı… Titriyordu. Yüzünü sesin geldiği tarafa çevirip, ürpererek baktı… Mülazım Sadık:
– Yürü, diye bağırdı. Bu tarafa gel…
Ermeni genç. Mülâzımın emrine uyup, korkak adımlarla yürümeye başlamıştı… Mülâzım:
– Kahpe dölleri, diye homurdandı.
Müfreze tam siper elleri tetikte kendilerine yaklaşan genci beklerken, cephaneliğin içi çoktan karışmıştı.
Evde bulunan beş çeteci, yerlerinden fırlayıp, silahlarına sarıldı. Eller havada giden arkadaşlarına, hayretle bakıyorlardı.
Evin, siperden yana olan poncercsinden, dört silah namlusu uzandı. Bir tanesi, evin giriş kapısını tutuyordu… Beklemedikleri bir şaşkınlıkla başbaşa kalmışlardı… Paniğe kapılan parmaklar, tetiğin üzerine çoktan oturmuştu… Kapıda nöbet tutan arkadaşları hariç, pencereden uzanan dört namlu ateş kusmuştu… Ermeni gencini teslime götüren adımlar, vazifesini yapmadan tükenmişti…
Bir nefeste olduğu yere cansız olarak serilip kalmıştı…
Mülâzım Sadık, öfkesinden dişlerini sıkıp, çetecilere yüksek bir sesle hitap etti:

Benzer İçerikler

Hata Yaptıysam Aramızda Kalsın (Yol Öyküleri) | Cezmi Ersöz

yakutlu

Düşerken | Tarık Tufan | Birazoku

yakutlu

Dik Bayır | Abbas Sayar

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy