Yalnızlığa Kadar Yolun Var | Servet Saygınoğlu


“Yalnızlığa Kadar Yolun Var”, Servet Saygınoğlu’nun “Bir Kafes, Kuş Aramaya Çıkmış” kitabından sonra kaleme aldığı ikinci kitabıdır.

Yazar, romanında iliklerinize kadar hissedeceğiniz aşkın ardından yaşanan çaresizliği ve yalnızlığın bilgeliğini işliyor.

Okurken hem şaşıracak hem de kendi hayatınızda söylemek isteyip de söyleyemediğiniz birçok düşünceyle karşılaşacaksınız.

Ve kaydını dondurduğun yalnızlığına kaldığın yerden devam edersin…

1

“Gideni unutmak diye bir şey yoktur, yokluğuna alış­mak ve halinden memnun olmayı öğrenmek vardır.”

İşlerin hiç iyi gitmediği bir gündü. Akşama kadar onlarca şey yapmış; takatten düşmüş bir haldeydim. Şükür, sağ selamet paydos saatine kadar zamanımı iyi bir şekilde geçirmeyi başarmıştım. Kafamda, bir an önce eve gitme­nin hayalleri dolaşıyordu; gider gitmez, ılık bir duş alıp ya­tağıma uzanacaktım. O an buzdolabındaki meyve suyu, kola ve çerezin bitmek üzere olduğunu hatırladım.

Eve giderken mahalle bakkalının önünde Tahir Amca’ya rastladım. Tahir Amca; iyi kalpli, göz kenarlarındaki kırı­şıklıkların hesabını verecek kadar okumuş, devlete yıllar­ca hizmet etmiş, yaşayacağı her şeyi yaşamış, emekli ve yaşlı bir adamdır. Ona selam vermeden asla geçmem sokaktan. Arada bir ayaküstü laflarız ve her zaman vereceği nasihatler vardır. Her emekli gibi, emekliliğinden memnun olmayan biridir.

Tahir Amca gibiler, hayata dair birikimlerin en üst düze­ye ulaştığı, aynı zamanda akıllarının zehir gibi çalıştığı dö­nemlerde tekaüt olurlar. Çünkü beden, eskisi gibi canlı değildir. Şimdilerin basketbol koçları ve teknik direktörle­ri gibi. Yılların tecrübesi vardır; nerede, ne şekilde davranacaklarını çok iyi bilirler fakat vücutta takat kalmamıştır.

Tahir Amca ile sohbetin sonrasında bakkala daldım ve Bakkal Amca’ya selam verdim. Selamım bellidir; sabah ise ‘iyi geceler’ akşam ise ‘günaydın’ derim. İlk tanıştığı­mız zamanlarda bu, tersine davranışımı garipsiyordu, son­radan alıştı. Artık bana rastladığında sabahın nuru da olsa ‘iyi geceler kardeş’ der ve işe giderken günün ilk tebes­sümünü mutlaka yaşatır bana.

Alacaklarımı aldım, tam çıkmak üzereydim ki peşimden seslendi:

Ev arkadaşın Kemal’in de eve doğru gittiğini gördüm. Düşünceli görünüyordu. Moralinin bozuk olduğunu anla­mıştım. Sordum ama ‘bir şeyim yok’ deyip çıktı.

‘Tamam’ deyip eve doğru ilerledim. Kemal’i düşündüğüm sırada sokakta oynayan çocukların topu, ayağıma doğru geldi, topa okkalı bir şekilde vurdum ve top, çocuklardan birinin suratına çarptı.

‘Eyvah’ dedim. Neyse ki çocuğu biraz teselli ettikten son­ra yola devam ettim. Karanlık çökmek üzereydi. Kemal, apartmanın önündeki ağacın dibinde oturuyordu. Başını öne eğmesinden kız arkadaşı ile fena şeyler yaşadığını an­lamıştım. Sessizce gidip yanına oturdum, çerez paketini açtım, bir iki tane ağzıma attıktan sonra paketi ona uzattım, başını sağa sola salladı. Bu halini görene kadar onun her türlü ruh halini bildiğimi sanıyordum. Doğru, ayrılık yaşa­dığını hiç görmemiştim onun. Sevgilisiyle çok mutluydu­lar. Ancak inanılmaz kıskanç biriydi ve her akşamki telefon görüşmelerinde mutlaka bir bağırma, çağırma oluyordu.

Sevgi ve ilginin bu kadan, karşıdaki insanı bir süre sonra canından bezdiriyor ve kaçırıyordu. Normal yaşam içerisin­de de böyledir. Cinsellikten tutun, alkole kadar… Yasakla­nan her ne varsa, insanlar bu yasakların üzerine yürürler. Bu nedenle, en çok yasağı olan ülkelerden biri olduğumuz halde aynı zamanda yasakları da en çok çiğneyenlerde­niz. Merak ediyoruz ‘neden yasak’ diye… Yasağı çiğne­mek, bir nevi insanın kendine bir şeyleri yapabildiğini ka­nıtlaması oluyor.

Kemal’in kısıtlamalarını, kız arkadaşının ne şekilde kullandığını pekâlâ biliyordum. Fıtratımızda var kural çiğnemek.

Çerezden zar zor da olsa avucuna döktüm. Arada bir göz­lerinden yaş damlıyor, yere bakarak sessizce düşünüyor­du. Yere bakmayı hayatta kabullenemem. Hırsızlık yapan­ların başı daima öndedir. Değilse de ve biraz utanmaları da varsa, başlan önlerinde olmalıdır. Çünkü yaptıkları şey, yüz kızartıcı bir suçtur.

Kemal’e doğru eğildim ve şöyle dedim:

Kafanı kaldır, karşıya bak. Sağa sola bak, ne bileyim, bir taraflara bak işte, ama yere bakma. Sen, yere baka­cak kadar aşağılık bir insan olamazsın. Bundan eminim, kaldır kafanı ve karşıya bak.

Kafasını kaldırdı, eliyle gözlerini sildikten sonra burnu­nu çekti.

“Burun çekmek, ağlamanın bitiş ifadesidir. ”

Başladı anlatmaya:

Ortada herhangi bir şey yokken arayıp benden sıkıldığı­nı söyledi, artık zarar veriyormuşum ona. Kurban olayım sen söyle, ne hata yaptım ben ona ya, onu sevmekten başka ne yaptım? Her şeyiyle ilgilendim, parası yokken para gönderdim, hep aradım, tuvalete gittiğim zamanlar­dan bile haberdardı. Her şeyimi paylaştım onunla, etraf­ta yüzlerce kız varken, onlarca memleket uzaktaki insana anımdaymış gibi bir aşk yaşattım. En son geldiğinde söz vermişti; her şey daha güzel olacaktı, memlekete gittiğin­de beni çağırıp ailesiyle tanıştıracaktı. Bildiğin gibi ailem, bu kızı kabul etmiyor ama sonuçta ailem değil ben sevi­yorum. Olacak iş değil ya, sıkıldığından bahsediyor. Söy­le ya, sen söyle, ben onu sevmekten başka ne yaptım.

Bu kez omzumda ağlamaya devam etti. Sırtını hafiften tokatladım:

Boşver be Kemo, bu da geçecek. Geçti zaten geçece­ği kadar. Ya ilgi fazlalığından giderler ya da ilgisizlikten… Orta yolu tutturamıyoruz işte; ne sen ne de ben. Üzül Ke­mal üzül, ne mutlu ki üzülebiliyorsun.

“Üzülebiliyorsan, henüz yaşıyorsundur.”

Şimdi ayrılıklar ve kırgınlıklar yaşıyoruz ya; o kadar ağır geliyor ki altından hiç kalkamayacağımızı düşündüğümüz oluyor. Aslında ne kadar güzel bir şey yaşadığımızın far­kında değiliz; çünkü duygularımız, kırklı yaşlan geçtiği­mizde bu kadar canlı ve taze olmayacak. Mutsuzluğu da sevmek gerek, hep mutluluk olmaz. Düşünsene, herke­sin mutlu olduğu bir hayat…’Hep mutlu, hep mutlu. Ne bu ya!’ demeye başlardık. Rahatlık batar; insanlar kendilerini damdan bacadan atardı, birbirlerinin keyfini bozmak için kavga ederlerdi. Yine mutsuzluğu anlatmaya başladım…

Her zaman mutlu olunmasın! Herkesin yatları, katları ol­masın, Çünkü herkes zengin olsaydı, yatları katları ya­pan işçiler olmazdı dolayısıyla yapanlar olmazdı. Tamirci vatandaş, zengin olsaydı arabanı yaptıramazdın. Zengin adam elini yağa, pasa, kire sürer mi? Hatta araba bile ol­mazdı çünkü arabalar, fabrikalardan çıkıyor. E nasıl ola­cak peki? İşin özü şu: İnsanın her türlüsü, bize lazım. İş­çisi de, temizlikçisi de, zengini de, yoksulu da…Bunların hepsi gerekli.

Ayrılıktan falan bahsediyordum ama gördüğün gibi hayat, kapitalizm üzerine kurulu. İster istemez, hangi konudan başlarsak başlayalım, dönüp dolaşıp yine konuyu mut­suzluğa, mutluluğa, açlığa ya da yoksulluğa getiriyoruz. Fazla paran olsaydı, ufak bir melankoli durumunda solu­ğu sevgilinin yanında alırdın. Bir o gelirdi, bir sen giderdin. Yine gördüğün gibi maddiyat fazlasıyla önümüze çıkıyor.

Aşk mı istiyorsun? O halde sana aşktan bahsedeyim. Çok uzun bahsedeceğim, hazır ol! Her haliyle güzeldir aşk. Üzülebiliyorsan, ağlayabiliyorsan, sımsıkı sarılabiliyorsan sevebildiğindendir.

Hâlâ sevebiliyor olduğunu düşün bir kere ve bunun için kutla kendini. Gözlerin yıldızlar gibi parlıyor… ‘Hayatta kim­seye güvenmem’, ‘artık kimsenin yüzüne bakmam’ gibi sözlerle bezginlik ve küskünlük duymayı bırak ve sevmeyi kendine yakıştır. Elinden geleni yaptın sen, bu saatten sonra gözün arkada kalmamalı. Varsın karşındaki, sevgi­ni hak etmediği için gitsin ki hak etmedi gerçekten. Var­sın senin verdiğin değere layık olmasın. Sen, görevini ve kendine yakışanı yaptın. Bırak gitsin. Hak eden, kalır ya­nında. Hak edeni kovsan da gitmez zaten. Hayata küsen daima kaybedendir ve kendine yazık etmiştir. Şimdi kalk gidelim eve ya da istersen kafaları çekelim. Ama biz, mut­suzken içecek kadar fiyakalı adamlar değiliz; her mutsuz­luğumuzda kafa demleyecek olsak, maaşımız yetmez. Ka­dehleri, keyifli günlere saklayalım en iyisi.

Apartmanın merdivenlerinden zor çıkıyordu. Ben de güya eve gelince keyif yapacaktım. Ama en yakın arkadaşımın böyle bir akşamda yanında olmayacaksam, boş tenekeden farkım olmazdı. O bile işe yarıyor, çöp bidonu yapıyorlar.

Koluna takılarak çıktık merdivenleri. Malum bekâr haya­tı yaşıyorduk. Hemen kovanın içerisine su doldurup ısıtı­cıya bıraktım. Su ısınıyordu. Güzel bir duş alsa kendine gelecekti. Banyoyu hazırlarken yatağına sırt üstü uzanmış düşünüyordu. Arada bir çıkışmaları oldu ama sakinleştir­dim, zorla da olsa duşa girdi.

Banyodan çıktı ve derin bir nefes aldı. Yüzüne renk gelmişti. O duştayken ben de çerezleri tabağa koymuş, kolaları hazırlamıştım; alkolsüz, muhabbetin dibine vurmak için. Konuşmaya başladım sonra:

Kurtuldun oğlum. Hak etmedi, defoldu gitti, seni hak edenler bulsun. Otur şuraya, at ağzına bir iki parça çerez, yudumla kolanı. Yüzü gülen insan görmeye hasret kaldık. Yalandan yere atılan kahkahalar, nasıl da belii oluyor in­sanların yüzünde. Bariz bir şekilde rol yaptıkları anlaşılıyor. Neyin zorlamasıdır bu, anlamadım gitti. Bu zavallılar, ken­dilerini neden bu kadar akıllı zannederler? Sorundur bu, büyük bir sorun. Çözümü de şu; uzak duracaksın Kemal, pencereden ya da ekrandan seyreder gibi güleceksin hal­lerine. Haaa unutmadan şunu da sorgulamak lazım; sen ne kadar onlardansın? O seyirci konumuna gelmek için çok yorulman gerek, çok yaşaman gerek, çok izlemen gerek, çok çekmen gerek, çok sürünmen gerek, çok şey görmüş olman gerek ki anında tanıyasın. Daha kendini bile tanı­madan seyretmeye kalkarsan anlamazsın onları. Çünkü yaşamadığın bir şeyi anlamaya çalışmak diye bir şey ol­maz. ‘Anlıyorum’ deyip de kimse yalan söylememeli. Er­kek, kalkıp da sancılı hamile bir kadına: ‘Seni anlıyorum’ diyemez Abi. Diyorsa da yalan söylüyordur.

Kafasını dağıtmaya çalışıyordum. Benim gibi çenebaz biri de meydanı boş bulunca affetmiyordu tabi. Bazen ağzı açık olmayan Antep fıstıklarına denk geliyorduk ve gülmek için neden çıkıyordu karşımıza. Birkaç saat muhabbet et­tik. Onun yaşadıklarının on katını anlatırken yaşamış ka­dar oldum. Ondan daha beter bir şey yaşadığım için ca­nımı yakmıyordu. Elli basamağı soluksuz çıkan adam, on basamağa isyan eder mi? Aynen böyleydim işte.

-Bakıyorum keyfin yerine geldi. İyisin iyisin. Bana bakma sen, canım çıktı bugün. Zaten iş yerindeki ustabaşıyla da sürekli papaz olup duruyorum. Adamın bir şey bildiği yok; patron akrabası olduğu için başımıza ustabaşı yaptılar. Neyse, yatıp uyuyalım…

diyerek çıktım odasından. Odama geldim, derin bir nefes alıp sigaramı yaktım. Karşı komşu yine müziği açmıştı; az bir ses, huzur veriyordu. O cadının bir tek müzik tarzını se­viyordum; temizlik yapmaya kalktı mı, adeta tadilat yapı­yor gibiydi. Işığı söndürüp okuma lambamı yaktıktan son­ra yatağıma uzandım ve açtım kitabımı. Yirmi sayfa kadar okuyup lambayı kapattım.

Son zamanlarda felsefeye sarmıştım, kendimi bazen Ef­latun gibi görüyordum. Felsefe, ilk başlanıldığı anda in­sanı çok sinir eder. İki oturumda bir romanı bitirip öyle kalkardım. Ama felsefe, öyle değil, bir cümle sonrasını merak etmiyorsun. Bu nedenle okuması da zor. Seni sü­rüklemiyor, beyninle oynuyor, bakış açın genişliyor; deyim yerindeyse beyin jimnastiği yaptırıyor sana. Daha geniş düşünüyor, daha pratik oluyorsun. Bir nevi, at gözlükle­rini çöpe atıyorsun.

Sabah kalkıp işe gittim, yoğun bir gündü yine. Ustayla bi­raz daha papaz oldum. Normal şartlarda beceriksiz biri olsam, -patron akrabası sonuçta- ilk günden kovdurur- du beni. Zaten yeltenmiş beni kovdurmaya; haberi geldi. ‘Murat, en iyi elemanlarımdan biridir, onu idare edeceksin. Olabildiğince uzlaşmaya bak. Yoktan yere sana ustabaşı görevini verdim, bu kadar insanı idare edebilmen gerek. Yani görevini hak et’ demiş patron da ona. Her seferinde bana çatıyor, işten ayrılmam için elinden geleni yapıyor­du. Ben ki onun gibi nice usta başını kendinden bezdir­dim. ‘Şükür bugün de bitti’ diyerek paydos ettim ve eve doğru yol aldım. Yürüdüğüm yol, öyle dar bir yoldu ki ak­şamüstleri de araçlar süratli geçiyordu. Biri vurup gitse, cesedimi sabah bulurlardı. Kim vurduya giderdim yani.

Eve gelirken her gün yemek yediğim yere uğradım. Mus­tafa Abi ile baldızı Şengül Hanım döktürmüşlerdi yine. Kamımı doyurduktan sonra tekrar evin yolunu tuttum. Bakkala uğramadan eve girmem mümkün değildir. Bak­tım Tahir Amca oturuyor, yanında da boş sandalye var. Tahir Amca’nın muhabbetinden nasiplenebilirdim fakat Kemal’in yanında olmam gerekiyordu. ‘İyi geceler’ diye rek bakkala girdim, bir şeyler aldım eve geldim.

Kemal işten gelmiş, yine bilgisayannın karşısına geçmiş­ti. Odasının kapısını çalıp açtım:

-Hayırlı bayramlar Kemal Efendi, yemek yedim deme sa­kın?
-Yok, henüz bir şey yemedim.
-Tamam, tavuk şiş söylüyorum şimdi.
-Fena olmaz.
-İyisin değil mi?
-Eh işte. Artık kimseye güvenmeyeceğim, istemiyorum kimseyi, insanlar hep mi nankör olur Abi, hazmedemiyo­rum bunu. İlgilenmekten benim bıkmam gerekirken o ben­den bıktı. Böyle bir şey olabilir mi ya?
-Bırak şimdi insanlara güvenmiyorum hikâyesini. Kendin­le, adamlığınla gurur duy. Elinden gelenin fazlasını yaptın sen, bunun şahidi benim.
-Hak etmiyorlar Murat Abi, hak etmiyorlar. Hiçbiri hak etmiyor.

Kimse, verilen değeri hak etmiyor. İnsanlar, ‘artık kim­seye güvenmeyeceğim’, ‘artık kimseyi istemiyorum’ gibi cümleler kurmaya bayılırlar. Bunları söyledikten sonra da kendilerini kapatırlar. Şöyle bir paradoks var: ‘Şimdiki…

Benzer İçerikler

Aşkın Gerçek Yüzü – Caitlin Crews – Online Kitap Oku

yakutlu

Zihin Okuma Teknikleri – Stan B.Walters

yakutlu

Akdeniz Roman Özeti Panait Istrati Hakkında Bilgi

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy