Azil | Hakan Günday | Birazoku


Yazdıklarıyla uçları zorlayan genç yazar Hakan Günday Azilde hem sisteme karşı olan hem de sistemle iç içe geçen karakterlerine ustalıkla can veriyor Teknoloji, insanların davranışını, ahlakını, sosyoekonomik ilişkilerini, asla geri dönülmeyecek bir biçimde değiştiriyor. Söz konusu değişim, insanlığın amacından sapmasına ve doğadışı, adsız bir türün yeşermesine neden oluyor. İnsanlığın bin çabayla iki bin yılda yarattığı asgari ahlak, elli yılda televizyon tarafından çiğneniyor.Ve on yıldır da internet tarafından yutuluyor. Bireyin yalnızlığı, toplum dışına çıkmasıyla sonuçlanıyor.Toplum dışına itilen (ya da bunu kendi tercih eden) birey, kendi doğrularını yaratıp onlarla yaşamaya başlıyor. Zamanla toplum ile birey arasında genişleyen ahlak farkı, ikisinin de hastalanmasının temel nedeni oluveriyor. Hakan Günday “Azil”de içinde yaşadığımız toplumsal yapıya yönelen eleştirisini, modern insanın hiçleşme sorunsalını, gerçek, hayal, kâbus arasındaki geçişler ile zaman ve mekân geçişlerini, yer yer sertleşen ifadelerle öyle ustalıkla aktarıyor ki, okuyucuyu adeta tokatlıyor. Yazdıklarıyla uçları zorlayan genç yazar Hakan Günday her ne kadar yeraltı edebiyatı yapmadığını söylese de, insanı rahatsız ve tedirgin edici, hem sisteme karşı olan hem de sistemle iç içe geçen karakterlerine ustalıkla can veriyor. Günday, ana karakteri Asilin psişik özelliğine ve dünya algısına uygun bir dili de büyük bir beceriyle kullanıyor.Roman boyunca çok sayıda felsefi tanımlama ve tespit, ana karakterin üslubuyla sıralanıyor.
***

Aynı yerde kaldıkça, nesneler ve insanlar yozlaşır, çürür ve de leş gibi kokmaya başlarlar.
Gecenin Sonuna Yolculuk, Louis Ferdinand Celine

Herhangi bir kapalı dizgede, düzensizlik daima artar.
Termodinamiğin İkinci Yasası

Asil’in mektubu

Bu cümle, yazmayı öğrendiğimin kanıtıdır. Bu cümleyse, okumaya devam ettiğinin kanıtı. Birlikte, iki kanıtı olan bir suç işleyeceğiz. Bir hayata son vereceğiz. Ancak korkma. Do­ğum yeri belli olmayan ölümün serpilişi o kadar yavaş olacak ki ölenin kim olduğunu anlamayacaksın, işlediğin bir suçtan ötürü, belki de ilk kez pişmanlık duymayacaksın. Belki de o gün geldiğinde, bir hayata son vermenin suç olmadığına inanacaksın. Ancak şimdi titrediğini biliyorum. Elindeki kâğıdı tutmayı sürdürmekle yırtıp atmak arasında hangi hızla gi­dip geldiğini rüzgârından hissedebiliyorum.

Tek başına işlenen suç bir göktaşıdır. Sırtında sadece sahi­bine yer vardır. Ancak suç, var olan en güçlü tutkaldır. Suçun işlenmesinde payı olanların her biri, birbirine yapışır. Her ne kadar birbirlerinden kaçmaya çalışsalar da suç çekimi onların ayrılmasını engeller. Sanıldığı gibi suçun işlendiği yere değil, birbirlerine dönerler. Çünkü suç güvenli ve güvenilir değildir. Güvensizlik, yirmi dört saatlik gözetimler gerektirir. Suç or­takları birbirini gözetler. Bu yüzden, sen ve ben bir suçla yapı­şacağız. Tutkalımız ne dostluk ne de aşk; güvensizlikten delir­memek için, yalnız kalana kadar, ortaklarının birbirlerini öl­dürmeye çalıştıkları suç. Kızdıran, acıtan, muhteşem suç. Bü­tün şahdamarlarını mat eden suç. Ancak bizim ortaklığımız­da rahat bir uyku için birinin diğerini öldürmesine gerek yok. Çünkü işlenecek suç gerçekleştiğinde sayımız bire düşecek.

Beni sadece fotoğraflardan tanıyorsun. Sadece nasıl gö­ründüğümü ve objektife nasıl baktığımı biliyorsun. Ama ne­ler düşündüğümü ve neler hissettiğimi bilmene olanak yok. Beni anımsaman olanaksız. Resimli romanlara benzediğine emin olduğum rüyaların bile beni anımsamana yetmez. Çünkü kimsenin anımsamadığı ve dönmediği bir yerdeyim. Bu yüzden kendini yorma. Nasıl olsa bu satırları okudukça kimin yazdığını unutacaksın. Sen mi, ben mi? Ne fark eder? Hiçbir şeyin fark etmediğini öğreneceksin. Sadece daktilo harfleri. Hepsi o kadar. Ne el yazısı ne imza ne de bir kim­lik. Suç işlemek için hiçbirine gerek yok. Yok olacak bir var­lığın varlığı yeterli. Gerisi ağaç, apartman, sokak.

Hangi okullardan mezun olduğunu, hangi evlerde yattığı­nı bilmiyorum. Bir mesleğin var mı? Kaç çocuk sana “Baba* diyor? Aslında hiçbiriyle ilgilenmiyorum. Yine de nereye var­dığını görmek, en çok kullandığın kelimeyi duymak, ağzın­daki diş sayısını bilmek isterdim. Bir ayna ya da bir vitrin camında ne gördüğünü bana anlatmanı isterdim. Ama hiçbi­rini öğrenemeyeceğim. Belki de sadece bu beni üzüyor: Kim olduğunu bilmemek. Ancak önemli değil. Çünkü kim olursan ol, bana dönüşeceksin. Bittiğin an başlayacağım. Sana, yara­tarak yok olmanın anlamını ezberleteceğim. Kendinle ve ha­yatınla vedalaş. Okuduklarını reddetmeye çalışsan bile bel­leğin sana ihanet edecektir. Gözlerinden girip zihninden çı­kan her bilgi, sahip olduklarından birini yok edecek. Benim­le savaşma. Çünkü kazanırsan, kaybedersin.

Hiçbir şey anlamadığını biliyorum. Bir yanlışlık olduğunu düşündüğünü de biliyorum. Bütün bunların seninle ilgisini çözemiyorsun. Ancak tesadüfün olmadığı bir evrende senin için çizdiğim yolda ilerlemek zorundasın. İlişkimizin gerçek­liğini kanıtlayacak cümleler mi okumak istiyorsun? Bu ko­nuda cömert olmayacağım, çünkü seni tasarladığım bu gün­lerde, akli dengen pahasına karanlıkta yürümeyi öğretece ğim sana. Dolayısıyla sunacağım kanıtlar, sol elini kullan­mayı tercih etmenden ve sağ gözünün mavi oluşundan ibaret kalacak. Daha fazlasını bekleme, çünkü gelmeyecek. Zama­nımız azalıyor. İkimizinki de.

Mahkûm olduğum şartların kolay olduğunu sanma. Sü­rekli kaçıyor, gizleniyor ve yalan söylüyorum. Bunlar, hayat­ta kalmamı sağlıyor. Her ne kadar hayatta kalmanın bedeli ölüm olsa da, şimdilik bu kadarını ödeyebiliyorum.

Sana nasıl ulaştığımı ve kim olduğumu bir gün öğrene­ceksin. O gün gelene kadar bunları düşünmemeye çalış. Sa­hip olduğun bütün fotoğrafları bulmak için eşyalarını altüst etme. Sadece oku. Oku ve zamana bırak. Sayesinde var oldu­ğumuz zamanın seni taşımasına izin ver. Unutma ki zaman, gidecek yeri olmayanların evidir. Sadece zaman onları ileri­ye taşır. Ölümcül bir hastalığa sahip olan ile intihar etmek­ten yorgun düşenin ortak noktası, ilerleyen zamanda geri gi­diyormuş gibi görünmeleridir. Ancak bu, ilerleyen bir trenin sadece son vagonuna kadar yürümeye benzer. Sonrası yok­tur. Beden sahibi olan, ilerlemek zorundadır. Zamana güven. Yaşarken asla varamayacağın yerlere seni sadece o götürür. Oku ve zamana bırak.

“Oku ve zamana bırak” cümlesinden sonra sadece boşluk vardı. Elindeki kâğıdı, dirseklerini dayadığı masaya bıraktı. Sırtını sandalyesine yasladı. Önünde bir deste kâğıt, üzerle­rinde de harfler, kelimeler, cümleler yatıyordu. Ve boşluklar. Destenin yanında da bir zarf. Kâğıtlar da, zarf da sararmış­tı. Satın alındıkları tarihte renkleri mutlaka beyazdı, ancak sonbahar her yere ve her şeye geliyordu. îlk gördüğü anda eksiksiz incelediğinden emin olsa da zarfa uzanıp eline aldı. Göz hizasına getirdi. Üzerinde sadece adı, soyadı ve içinde bulunduğu evin adresi yazıyordu. Daktilo harfleri. Ne bir damga ne bir pul. Posta kutusunda bulunmuş bir mektup.

Hiç dostu yoktu. Hiç düşmanı yoktu. Hayatının hiçbir döne­minde mektup yazmamıştı ve kimseden yanıt beklemiyordu. Adresini ve kimliğini bilen hiçbir insan kendisine şaka yapa­cak kadar yakın değildi. Ancak solaktı ve sağ gözü maviydi.

Bir iskambil kâğıdı gibi zarfı masaya attı. Ellerini ense­sinde kavuşturup bakışlarını karşısındaki duvara yasladı. Düşünmeye çalıştı. Düzenli bir düşünceler zinciri kurmak için kendini zorladı. Ama olmadı. Hayatının öyle bir dönemindeydi ki imzasız ve merak kışkırtıcı mektubun değeri ancak bir günlük gazeteninki kadardı. Hiçbir şey, içini tıka basa doldurmuş kadından daha önemli değildi. Aşıktı. Hiç­bir zaman olmadığı ve olamayacağı kadar. Ancak kadınla arasında bir nefes vardı. Aralarındaki uzaklık bir hayat ka­dardı. Üzerindeki takım elbisenin rengi siyahtı ve sabah ev­den çıkmasının nedeni, âşık olduğu kadının cenazesine ka­tılmaktı.

Ceketinin iç cebindeki paketten bir sigara çekti. Sigaranın filtreli ucunu burnuna dayadı. Sağ gözkapağını indirip siga­rayı sol gözüyle izledi. Umutsuz bir hayvanınkine benzeyen nefesler verdi. Sol gözkapağını indirip sağ gözüyle sigarayı izledi. Gözbebeklerinin arası yedi santimetreydi. Sadece ye­di santimetre. Oysa gördüğü iki farklı sigaraydı. Aynı yüzün taşıdığı iki göz bile dünyayı tamamen farklı avlıyordu. Aynı yüzdeki iki gözün arasında bile bakış açısı farkı vardı. “Peki hangi göz, benim?” dedi, kulaklarının duyacağı yükseklikte. Sorusunu kendi yanıtladı: “Hiçbiri.” Bu kez kimse duymadı.

Kendi gözlerinden kuşku duyduğu o anda, yabancı yüzle­rin neler görebileceğini düşünmek bile istemedi. Çünkü di­ğer insanlara uzaklığı sonsuzluk kadardı. Sonsuzluktan be­ri olduğu gibi. Hayal edilemeyecek kadar büyük. Hayal ede­mediği her şeyden kaçardı. Korkardı. Haklıydı. Bir sandal­yede değil, daima hissettiği yalnızlığın doruğunda oturuyordu. O güne kadar, gözlerinden hangisinin kendisi olduğunu düşünmemişti. O güne kadar siyah bir takım elbise giyme­mişti. O güne kadar yaşadığı hayatı anımsamıyordu, çünkü her ne kadar yedi santimetre arayla her şey farklı görünse de, âşık olduğu kadının ölümü her yerden aynı görünüyordu. Sol gözünden, sağ gözünden, sol omzundan, sağ baldırından, sırtından. Her yerden.

Masadaki kâğıtlara baktı ve üzerlerindeki yazıları okuya­madı. Acısı, okuma dahil bütün bilgilerinin önünü tıkamış­tı. Gözlerinin ardındaki acı barikatı kimseyi içeri almıyordu. O an, iç organlarının yandığını hissetti. Böbrekleri, midesi, ciğerleri kundaklanmış, alev almıştı. Çok geçmeden ateşin dumanı da ağzından ve burnundan çıktı. Sigarayı yaktığı çakmağı kâğıtların üzerine bırakıp dirseklerini masaya da­yadı. Sigarayı biraz daha küle çevirdi ve yüzünü avuçlarının arasına aldı. Sol elinin iki parmağına sıkışmış sigaradan dağılan duman odaya yayıldıkça, ellerinin arasındaki başı, bacası tüten ve asla yoksulluktan değil, ancak acıdan sıvası dökülmüş bir gecekonduya dönüşüyordu. Yangını söndürmek için önce nefesini tutup ateşi oksijensiz bıraktı, sonra gözyaşıyla suladı, son olarak da buzdolabındaki dokuz biranın kö­püğünü kullandı.

Ama hiçbir şey sönmedi. Sadece kustu. Kustu ve biraz da­ha kustu. Kusacak bir şey kalmadığında da kendinden geçip uykuya sızdı.

Üzerinde siyah takım elbise, altında beyaz fayans. Doğa­ları gereği siyah ve beyaz olan her şeyin kullanıldığı ve renk­li kamerayla çekilen bu siyah-beyaz filmde zamanın geçişin­den başka izlenecek bir hareket yoktu.

Soğuk fayansın sağ yanağını ütülediğini hissetti. Gözleri­ni açmadı, ancak uyanmıştı. Banyoda pencere ve kolunda sa­at yoktu. Her nedense, gündüz mü yoksa gece mi olduğunu düşündü. Ne yanıt geldi ne de yanıtlama çabası. Zamanın hangi kıtasında bulunduğuna dair sorusu ölü doğmuştu, çünkü zihni, uyandığı değil, uyuduğu saatlerde uçuşuyordu. Yine aynı kâbusu görmüştü. Hep aynı kâbus:

Üç ya da dört yaşlarındaki hali, birden karşısında belirir­di. Play Station’m “Herkesi öldür!” oyunlarından birindeymiş gibi elindeki tabancanın sadece namlusunu görürdü. Üç met­re uzağında duran kendisine ateş etmek için bir nedeni yok­tu, ama ederdi. Her defasında kendini, elindeki tabancayla vurur ve açıklayamadığı bir pişmanlık duygusuyla uyanırdı. Alnı ve sırtı tere batırılıp çıkarılmış gibi olurdu.

Ancak bu kez farklıydı. Kendini, uykusunda da olsa öldür­düğü için pişmanlık duymuyordu. Olması gerekenin gerçekleş­tiğine dair bir duygu. İçinde sadece bu vardı. Biraz da mide bu­lantısı. İnşa edilen bir bina gibi yavaşça kalktı. Ayaklarının üzerinde durduğunda, kulağında kâbustan kalan patlama vardı. Kâbustan kalan tek ses daima tabancaya ait olandı.

Odaya geçip sandalyeye oturdu. Önündeki masanın üç çek­mecesi vardı. Ortadakini açtı. Aradığını buldu. Bir tabanca. Kâbuslarındakine benzeyen bir namlu. Şarjörü dolu. Öyle ol­duğunu biliyordu, çünkü kurşunları yerleştiren oydu. Kendi­ni öldürecekti. Bunu da biliyordu. Böyle olması gerekiyordu. Çünkü o bir aptaldı. Gittiği bütün okullarda, daha sınıftaki sırasına alışmadan duymaya başladığı kelime: Aptal. Yedi hayata yetecek kadar duyduğu kelime: Aptal. Anne ve baba­sının uzun zaman önce kabul ettikleri bir hal: Aptallık. Ve bir aptalın ölmesi için fazla şey gerekmiyordu. Vicdanı taşıracak kadar hata ve göğüs kafesini parçalayacak kadar acı. Ayrıca kötüydü. Bunu kendisi iddia etmiyordu. Annesi söylüyordu. Hep söylemişti. Hep söyleyecekti. “Sen kötü bir çocuksun ve çok aptalsın!” Evet, belki çok akıllı değildi. Ama neden kötü olduğunu bilmiyordu ya da kendini neden kötü bir insanmış gibi hissettiğini. Annesine inanmış ve aptallıkta düşüp kötü­lükte kalkan bir çocuk olmuştu. Annesine inanmış ve yirmi sekiz yaşında ailesiyle yaşayan bir asalak olmuştu. Annesine inanmış ve intihar etmeye karar vermişti. İki hafta önce, âşık olduğu kadının hastalandığını öğrenince şöyle düşün­müştü: Ölürse ölürüm. Giderse giderim. Yaşarsa yaşarım.

Sevgi, tırmananları birbirine bağlayan bir halattı. Biri düşerse diğerlerinin hayatta kalması için halatın kesilmesi gerekiyordu. Ancak sevgi, kesilemeyecek kadar kalın bir ha­lattı ve sonunda herkes düşerdi. Aptallar sevdikleriyle düşer, kötüler sevdiklerini aşağı çeker. Onda ikisi de vardı. Annesi­ne inanmıştı. Çünkü aksini söyleyen kimseyi tanımamıştı. Âşık olduğu kadın hariç. Sadece o. Sadece o kadın öğrenme güçlüğünü, konuşma zorluğunu, işsizliğini, garip davranış­larını önemsememişti. Sadece o, gözlerine bakıp, “Sen benim için değerlisin” demişti. Ama şimdi yoktu. Adını telaffuz ede­mediği bir hastalık. Doktorların adını defalarca hecelediği, ama aklında tutamadığı bir bela. Adı önemsiz bir felaket. So­nucu ölüm olan bir ölüm. Sevgi halatı. Düşenlerin kafatası­nı çatlatacak bir yükseklik. Acele etmeye gerek yok. Nasıl ol­sa ilk düşen öldü. Sıra herkeste.

Elindeki tabancaya bakarken bunları düşünüyordu. Düşünebileceklerinin hepsini. Çünkü bunlar sonunculardı. Bir daha düşünmeyecek. Bir daha hissetmeyecek. Bir daha ko­nuşmayacaktı. Ancak hayat kaygandı ve gözleri yere sağlam basmayacak kadar ıslaktı. Masadaki kâğıtlara kayan gözle­ri boş eline emretti. Mektubun devamını kavradı. Odada kendisinden başka kimse olmadığı için okuduğunu anlama­makla suçlanma olasılığı da yoktu. Yaşadığı son günü oku­yarak geçirecek ve anlayıp anlamadığını kimse umursama­yacaktı. Yalnızken, aptallık da, kötülük de yok oluyordu. Yal­nızken korku yoktu. Bu yüzden ölmeliydi. Yalnız kalabilece­ği bir yere gitmek için. Bu dünyada olmayan bir yere varmak için intihar etmeliydi.

Okumaya devam etti.

Her şey bir patlamayla başladı. Ancak patlayan neydi? Ne­den patladı ve bir patlama olması gerekli miydi? Binlerce ve binlerce soru.

Azınlıklar, ne etnik ne dinsel ne de renklere ilişkin olan­lardır. Yeryüzü ve dışındaki tek azınlık, yanıtlardır. Her şe­yi ve herkesi sorular yönetir. Evren nüfusunun çoğunluğu sorulardan oluşur. Soru ve yanıtların nadir evliliklerinden doğan melezler de bildiklerimizdir. Melezlerin ışığı neyi ay­dınlatıyorsa onu görürüz. Gerisi karanlıktır. Hiçbir gözün alışamayacağı kadar karanlık. El yordamının bile kör kaldı­ğı karanlık. Kabul etmen gereken ilk gerçek de, doğumunda gözlerinin kapalı olduğudur. Hayata karanlıktan geldiğini bilmelisin. Anavatanın karanlıktır. Karanlığın kuralları yoktur. Karanlığın tarihi yoktur. Gözlenebilen tek hareket, karanlığın dışına düşendir. Sadece karanlığın dışı kuralla­ra sahiptir. Doğumundan birkaç saat sonra gözlerini açma­nın nedeni, ışığın seni beklediğini bilmendir. Kurallar, bu­luşmaların gecikmesini yasaklar.

Kurallar, karanlığın dışındaki hareketin kimlik bilgileri­dir. Kurallar, onların varlığını bilmeyenlere göre kader, diğer­leri için pusuladır. Önce varlıklarını kabul etmen, sonrasında da onları tanıman gerekir. Bedenli ya da bedensiz, her şeyin ve herkesin boyun eğdiği kurallar, yaratıcılığın sınırlarıdır.

İçinde doğduğun evi tanımak zorundasın. Patlamanın, geç­mişi yok ettiğini bilmelisin. Patlama öncesindeki hiçbir davra­nış ve düşüncenin sonucu yoktur. Kuralların doğum tarihi, za­manın başlangıcıdır. Zamanın başlangıcıysa patlama anıdır.

Hâlâ içinde yaşıyor olsan bile, doğduğun evi asla tanıya­madığını biliyorum. Üzerindeki çelik ve cam tabutların, kentin kalbinden uzaklaştıkça ahşap ve taş kundaklara dö­nüştüğü uzun caddenin sonunda, bütün sokak sularının dö­küldüğü denizin kıyısında sessiz bir ev. Sessiz ve kalın du­varlı bir ev. Sessiz, kalın duvarlı ve vestiyerine oksijen ası­lan bir ev. Nefes almadan önce düşünülen bir ev. Cennet bro­şürlerinin tuvalet kâğıdı olarak kullanıldığı bir cehennem. Her şeyin ve herkesin mükemmel olduğu bir ev. Kusursuz odalar, kusursuz halılar, kusursuz kusurlar. Hiçbir şeyi seç­medikleri için boş vicdanlı sakinlerinin mutlak mutlular olduğu bir ev.

Kalın duvarların ve sessizliğin baskısıyla birbirine yapış­mış üç kişi. Bir anne, bir baba, bir de sen. Birbirlerinden baş­ka her şeye sahip bir aile. İçinden zamanın geçmediği, üç odalı bir buzdolabı. Her şeyin ve herkesin durduğu, her şeyin ve herkesin durmak zorunda kaldığı bir aile tablosu. Ne iyi ne kötü. Zamandan muaf tutulmanın ödülü. Hiçbir şey olma­mak. Hiçbir sıfatı sırtında taşımamak. Kamburların hiç doğmadığı bir ev. Ne güzel ne çirkin. Ne zeki ne aptal. İçin­de kuralların olmadığı bir ev. Tek kuralın ev olduğu bir ev. Doğduğun ev. Doğumevin. Ancak doğmayabilirdin.

Baban seni istemedi. Baban, ikinin üç olmasını istemedi. Baban seni öldürmek istedi. Nedeni basitti. Her doğumun bir bölünme, her bölünmenin de güç kaybı olduğunu düşünüyor­du. Güç kaybı mutlak durağanlığı bozacak ve denge sonsuza dek yok olacaktı. Kalın duvarların ezdiği bedenleri yemek masasının etrafında lokma arası cümleler kurarken, baban, annene, “Kürtaj” dedi. Daha fazla konuşmadı. Annense sus..

Benzer İçerikler

Bedoş | Kemal Bilbaşar | Birazoku

yakutlu

Savaşta Ne Yaptın Baba? – Can Dündar Online Kitap Oku

yakutlu

Aşk’ın Zülfikârı Şems-i Tebrizî

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy