“Nostaljik bir mazi güzellemesi yapmak istemem,” diyor Can Dündar, zindana dönüşen, koyu bir karanlık olan 70’lerdeki ilişkileri anlattığı yazısında: “Ama aşkın ha babam ertelendiği o kanlı karanlıkta bile, en dayanışmacı ve masum yanları saklıydı insanoğlunun…”
“Şimdi bakıyorum da, umursamaz kalabalıklarda metruk bir yalnızlık yaşıyor neslim…”
Aşka Veda, Can Dündar’ın aşka dair yazılarını btr araya getiriyor. Körkütük, sırılsıklam aşkları, özlemi, yalnızlığı, ayrılığı ve terk edilme acısını, “kâh içten içe kabaran kâh gürül gürül çağlayan o deli nehri,” anlatıyor. Siyasetten ve popüler kültürden kadın ve erkeklerin zaman içinde değişen yüzlerine bakıyor. “Söylenmemiş o iki sözcük yüzünden heba olup grtmiş” nesiller ile nihayet kavuşan ama mutsuz mu mutsuz olan günümüz gençliğini karşılaştırıp şiirini kaybeden zamane ilişkileri sorguluyor. Şehvet sevdadan soyunduğunda, Eros okunu kırdığında, ptyasa duruma el koyduğunda aşkın nasıl can çekişmeye, körelip çirkinleşmeye başladığını sergiliyor. Hazsız evliliklerden evliliksiz hazlara, sekssiz aşktan aşksız sekse; ateşten gömleği gönüllü giyenlerden, aşkını kariyerine feda edenlere geçişin izini sürüyor.
Aslında bir türlü veda edemediğimiz, her daim ihtimal dahilinde olan aşkı anlatıyor Can Dündar, Aşka Veda’da
Ve olası bir sevda kuraklığı tehlikesine karşı, okurları uyarıyor…
***
Önsöz
Aşk devrimcidir.
Otorite, düzen, nizam tanımaz.
Coşkuyla çarpan iki kalbin yarattığı etkiye hiçbir direnç dayanmaz.
Sınırlar, harp içindir; aşk sınırdan anlamaz.
Yaş, sosyal statü, renk, ırk, cins, dil, mezhep, milliyet farkı, tutkuya mâni olamaz.
İki yürek buluştu mu onları dizginleyen çitler, bariyerler, örf ve âdetler, gelenek ve görenekler, ilkeler, nizamnameler, akrabalar ebeveynler tutuşur.
Ten, derde ilaç olur; ölüm, ayrılığa yeğ tutulur.
Seven iki yürek, ayrılmaya zorlandıkça birleşir.
Aşk, yalnızca içeriden yıkılabilen bir kaledir. Sadece âşıkların birbirini yemesiyle yok olur.
• • •
Devrimcinin düşmanı düzendir.
Kazanmanın konforlu rehaveti, “Elde ettim işte!” felaketine dönüşür kısa zamanda…
Devlet, aile, özel mülkiyet el ele verip işe karışır; büyük heyecan, alışmayla, kurumsallaşmayla yatışır.
O ilk kıvılcımdan güçlü bir dostluk ateşi yakamazsanız, uğruna dünyayla savaşabileceğiniz insanı bir iç savaşta kaybedersiniz.
Onca hızlı daldığınız rüyadan bu kadar hızlı uyanabilmiş olmanıza da hayret edersiniz.
• • •
Sevgili editörüm Cem Alpan’ın, aşk, kadın, erkek, evlilik üzerine yazdığım yazılar arasından titizlikle seçtikleriyle hazırladığı bu kitap, ilişkilerin yukarıda özetlediğim iki yüzünü, yani tersiyle düzünü birlikte anlatmayı deniyor.
Yüzünde, yanağında, yüreğinde aşk denen alazın korunu hissedenlerin, ateşten gömleği gönüllü giyenlerin, sevdiğine kalbini verenlerin duygularıyla başlıyor kitap…
Abayı yakmanın, gönülden bağlanmanın, eriyip çarpılmanın hazzından, tadından dem vuruyor.
Körkütük, sırılsıklam, doludizgin aşkların nelere kadir olduğundan bahsediyor.
Bazen kanlı bir örgüt içinde, bazen bir genelev köşesinde, bazen kambur bir kızın muhayyilesinde, kâh içten içe kabaran, kâh gürül gürül çağlayan o deli nehri anlatıyor.
Sonra kadından erkeğe, dünden bugüne, devrimden düzene sevdanın nasıl şekil değiştirdiğine bakıyor.
“Sekssiz aşk”tan “aşksız seks”e geçişin izini sürüyor.
Şehvet sevdadan soyunduğunda, Eros okunu kırdığında, piyasa duruma el koyduğunda aşkın nasıl can çekişmeye, körelip çirkinleşmeye başladığını sergiliyor.
Geçmiş kuşaklara göre bir hayli serbestleşmesine rağmen eski tadı vermeyen, saadet getirmeyen, şiirini kaybeden zamane ilişkilerini sorguluyor.
• • •
Asırlar önce Shakespeare o muhteşem 129. sonesinde, “Acıkan şehvet, ruhu ezip geçer,” demişti.
O açlık, “aşka veda”yı getirdi.
Ama yine o sonenin dediği gibi:
Ne tuhaf ki dünyada bunlan bilen çok
Ama cehenneme götüren cennetten hiç kaçan yok.
Sonunda cehennem korkusu olsa da bizi yaşatan, o cennetin hayalidir.
Veda etsek de biliriz ki aşk, her daim ihtimal dahilindedir.
CAN DÜNDAR
Mayıs 2012
Eğer..
Onu hatırladıkça başı göğe ermişçesine ya da asansör boşluğuna düşmüşçesine ürperiyorsa yüreğiniz…
Ömrü saatlere sıkışmış bir kelebek telaşıyla o hüzünden, bu neşeye konup kalkıyorsanız gün boyu nedensiz… Ve her konduğunuzda diğerini iple çekiyorsanız bu hislerin…
Onunlayken pervaneleşen yelkovanlar, onsuz mıhlanıp kalıyorsa yerine, bir akrep kadar hain…
Sınıfta, büroda, yolda, yatakta içiniz içinize sığmıyor, ondan söz edilince yüzünüz, sizden habersiz, mis kokulu bir ekmek dilimi gibi kızarıyor, mahcup somurtuyor veya muzip sırıtıyorsa…
Ve o, her durduğunuz yerde duruyor, her baktığınız yerden size bakıyor, siz keyiflendikçe gülüp hüzünlendikçe ağlıyorsa…
Dünyanın en güzel yeri onun yaşadığı yer, en güzel kokusu bedenindeki ter, en dayanılmaz duygusu gözlerindeki kederse…
Hayat onunla güzel ve onsuz müptezelse…
Elmalar pembe, kiremitler pembe, gökyüzü, yeryüzü, onun yüzü pembeyse…
Kışlar ilkbaharsa yazlar ilkbahar, güzler ilkbahar…
Her şiirde anlatılan oysa; her filmin kahramanı o… Her roman ondan söz ediyor, her çiçek onu açıyorsa…
Bir anlık ayrılık, bir ömür gibi geliyor ve gider gitmez, özlem saç diplerinizden çekiştirip beyninizi acıtıyorsa…
İştahınız kapanıyor, iştahınız açılıyor, iştahınız şaşırıyorsa…
İştahınız, hasret acısında bile karşı konulmaz bir tat buluyorsa…
Eliniz telefonda yaşıyor, işaretparmağınızla ha bire onu tuşluyor, dara düştüğünüzde kapıyı çalanın o olduğunu adınız gibi biliyorsanız…
Mütemadi bir sarhoşluk halinde, her çalan telefona o diye atlıyor, vitrindeki her giysiyi ona yakıştırıyor, konuşan birini dinlerken, “Keşke o anlatsa!” diye iç geçiriyorsanız…
Kokusu burnunuzdan, sureti gözünüzden, sesi kulağınızdan, teni aklınızdan silinmiyorsa bir türlü…
Özlemi, sol memenizin altında, tek nüsha bir yasak yayın gibi taşıyorsanız gün boyu…
Hem kimseler duymasın hem cümle âlem bilsin istiyorsanız…
Onsuz geceler ıssız, sokaklar öksüzse…
Ayrılık ölüme, vuslat sehere denkse…
Gamze gamze tebessüm de onun içinse alev alev öfke de…
Bunca tavır, onca sabır ve nihayetsiz kahır hep onun yüzsuyu hürmetine…
Uğruna ödenmeyecek bedel, gidilmeyecek yol, vazgeçilmeyecek konfor yoksa…
Dışarıda yer yerinden oynuyor ve “içeri”de bu sizi zerrece ilgilendirmiyorsa…
Nedensiz küsüyor, sebepsiz affediyorsan ve bütün bu hallerinize siz bile akıl erdiremiyorsanız…
Kaybetme korkusu, kavuşma sevincinden ağır basıyorsa ve aşk, gurura baskın çıkıyorsa bu yüzden her daim…
Gece yarısı kadim bir dost gibi kucaklayan tanıdık bir şarkı, bütün acı sözleri unutturmaya yetiyorsa…
Her gidişte ayaklarınız “geri dön” diye yalpalıyorsa ve siz kendinize rağmen dönüyorsanız sınırsız, sabırsız, doyumsuz bir tutkuyla…
…O halde “Sevgililer Günü” sizin gününüz!..
“Çok yaşa”yın ve de “siz de görün.”
Yüzyılımızın Son “Sevgililer Günü”
“Sevgililer Günü’ne hazırlanan şehrin caddelerini arşınladım akşam…
Vitrinlerde kırmızı, tombul kalpler çarpıyordu heyecanla; her çiçekçi bir Cennet bahçesi…
Kendine bahar yağmuru süsü vermiş bir sağanak, telaşlı yüzleri yalayarak neşeyle gezindi sulusepken… Damla damla öpücükler bıraktı beyaz gonca güllerin taze yaprakları üzerine…
Hiç sevgili olmamış bir çocuk, yoksulluktan çatallaşmış sesine zoraki bir yalvarma tonu yamayarak somurtuk bir çifte, alı mora dönmüş bir karanfil satmaya çabalıyordu, “sevgilinin başı için”…
‘Başı kopasıca!” diye geçirdi içinden genç kadın, yanındaki nemrut herifin kolunda sürüklenirken… Çiftleşirken başka çiftleri hayal ediyordu kaç zamandır…
Şık bir zampara, ikişer parmağıyla lastiğinden gerdiği, ortası kalpli kırmızı donu, mahcup tezgâhtar kıza doğru uzatarak sözde beden tutturmaya çalışıyordu; bedenini hiç olmazsa bu “Sevgililer Günü”nde bir eşle eşleştirebilme hasretiyle…
“Kendinize mi alacaksınız?” sorusuna, “Hayır sevgilim için,” yanıtını verdi, ihanete uğramış güzel bir kadın, av malzemeleri satan bir dükkânda avcı bıçaklarını incelerken…
Köşedeki ihtiyar, telleri pas tutmuş siyah şemsiyesinin altında “Senede Bir Gün”ü çalıyordu, akortsuz kemanı, ağarmış saçları ve solmuş yanağıyla; “Yeter ki gel bana, senede bir gün…”
“Daha fazlası çekilmez zaten,” diye söylendi, ağzı sakallarının içinde kaybolmuş bir berduş… “Beklemek, kavuşmaktan güzel,” diye ekledi, kemancının önündeki kâseye bozuk para atarken…
Kemancıyı dinlerken avucundaki fotoğrafı sımsıkı göğsüne bastıran mahzun bakışlı genç kız korktu bu tespitten, “Vuslat, aşkı öldürür mü?” sorusu saplandı yüreğine… Fotoğrafı biraz daha sıktı.
Mağazada alışverişte gördüğü kadına vurulan orta yaşlı bankacı, soyunma odasındaki boy aynasında vücudunu süzdü uzun uzun…Tanıdık gelen, lakin çok değişmiş bir eski dosta bakar gibi…
Hayran olduğu kadın da aynı anda, yan kabinde utanıyordu bedeninden… Aynadaki akisleri sırt sırtaydı. Korselerini takıp elbiselerini giydiler ve perdeleri açıp gülümsediler birbirlerine…
Aşk yapmaktan çok aşk filmi yapmış bir yönetmen, sanat galerisindeki “Sevgililer Günü” konulu söyleşide, “Yaşamak, zevk almaktır. Aşkınızı söylemekten çekinmeyin,” diye bağırdı, ön sırada gözünü alamadığı kızı yeterince cesaretlendirdiğini umarak…
Televizyondaki tele-vaiz, cimadan maksadın sadece zürriyet olmak icap ettiğini vaaz ediyordu o sıralarda…
Kentin arka sokaklarında bir cumbanın perdeleri ardına gizlenen genç kız, gazetede önce ilk sayfadaki “Sevgililer Günü” duyurularını, sonra üçüncü sayfadaki namus cinayeti haberlerini okudu; bunaldıkça sokağa bakıp, “beyaz kamyonetli tüpçü”sünü kolladı; kendisini alıp götüreceği günün hayalini kurarak, muhtemel bir kıskançlık krizinden korkarak…
Tüpçü, bir Nataşa’nın kollarında “ilk korunma dersi”ni almakla meşguldü…
• • •
Sağanak, ıslak ellerini sokaklardan çekerken hüzünlü bir hilal, boynunu uzattı kara bulutların arasından…
Gece, nemli bir şal gibi örttü kentin üstünü…
Kocaman gözleri olan bir kadın pencereden bakıp sevgiyi arandı.
Restorandaki permalı kız, “Bu, evlendikten sonraki ilk ‘Sevgililer Günü’müz olacak,” dedi genç kocasına; müjde verir gibi değil, soru sorar gibi… Cevap alamayınca, “Sevgilim, bana bakarken başka bir şey düşünüyor gibisin,” diye diklendi; bunu söylerken başka bir şey düşünerek…
Üniversite öğrencisi genç, bilgisayar başında sanal bir sohbetin her satırına ayrı yalanlar döşeyerek nefret ettiği bir sınıf arkadaşına ilanıaşk ediyordu; hattın öbür ucundakinin o olduğunu bilmeden…
“Modern bir körebe oyunu oynar gibiyiz, değil mi?” diye yazdı ekrana…