Sitare’m | Okan Cevahir | Birazoku


Bazı kelimeler vardır tek başlarına pek anlam ifade etmezler ama yana yana gelince çok şey değişir insanın kalbinde. Basit ve hızlı söylenir bu kelimeler ama çok kişiyi hareket edemeyecek duruma sokmuştur. En sert yumruktan daha çok acı verebilir bazen ve bazen de anne sevgisine denk bir sıcaklık hissettirebilir kişiye.

“İçeri girdim ve çıktım yüksekçe bir yere
Urganı geçirdim evet ölüm bu bile bile
Derin bir iç çekiş ve doldurdum ciğerleri
Son kez, vermek istemiyorum aldığım bu son nefesi…”

Bedeninde yaşanmış bir yalanın izleri oluşmaya başlıyor, gözleri doldu ağlamak istiyor işe yaramayacağını bile, bile… Yediremiyordu kendine… Bu sözlerden sonra nasıl sevebilirsin? Nasıl hâlâ fotoğraflarına bakıp iç geçirirsin? Nasıl?
Kalbi bu yaraya alışık olmadığını o kadar belli ediyordu ki sanki o an canının çekileceğini anlamıştı. Ölüm ilk defa bu kadar kolay gelmişti ona.

Ayrı kaldım gözlerden, sözlerden, gamzelerden. Bir aşk hikâyesi bu, sonu iyi bitmeyenlerden…

Birinci Bölüm

AVCININ KIZI

“Gökyüzü yine yıldızlarla kaplı Sitare’m.” dedi şiir avcısı, dışarıda kızının ona uzattığı çayı alırken.

“Evet baba, çok güzel parlıyorlar.”

“Senin adın neden Sitare bilir misin kızım?”

“Evet babacım. Çok kez anlattın bu hikâyeyi bana.”

Bu sözden sonra acı bir gülümseme kapladı şiir avcısının yüzünü. Çayından bir yudum aldı ve devam etti, “Haklısın kızım annen öldükten sonra bende biraz unutkanlık başladı sanırım.” dedi ve yüzündeki tebessümü arttırdı.

“O nasıl söz babacım? Sen anlat, bir kez daha anlat; her gün hiç anlatmamış gibi anlat. Ben seni hiç sıkılmadan dinlerim.”

Bu sözlerden sonra şiir avcısı, kızının yüzüne baktı ve konuyu değiştirmek istercesine konuşmaya başladı:

“Eee kızım, yarın gidecek misin evine?”

“Evet, okullar açılıyor gitmem lazım ama istersen sen de gel. Annem öldükten sonra gelmedin hiç. Tıktın kendini buraya.”

“Ben burada mutluyum kızım biliyorsun. Sen git, işinden geri kalma ama arada ziyarete gelmeyi de unutma.”

“Olur mu hiç babam? Aklımdan çıkmıyorsun ki.”
“Aynı annen gibisin. O da benim gönlümü titretmeyi iyi bilirdi bir sözüyle. Neyse hadi sen git yat, yarın erken kalkacaksin.”

“Tamamdır babacım, sen de çok geç kalma.”

Onaylar anlamında başını salladı Şiir Avcısı ve kızının odasına gidişini izledi. Kızı 25 yaşında güzeller güzeli bir hanımefendiydi. Babasına çok düşkündü. Trabzon’da bir lisede edebiyat öğretmenliği yapıyordu ve her tatilde merkezden ve insanlardan uzak bir yerde oturan babasının yanına geliyordu. Babasi etraftakiler tarafından sevilen biriydi. Eşi öldükten sonra kendini soyutlayan ve kelimelerin, şiirlerin arasında bulan Şiir Avcısı’nın gerçek adını kızı ve birkaç kişi bilirdi. Çoğu kişi eşi öldükten sonra delirdiğini söylese de çoğu insandan daha akıllı ve daha zekiydi.

Kızı odasına geçtikten sonra Şiir Avcısı oturduğu yerden kalkıp yere uzandı ve denizden gelen dalga sesleri ışığında gökyüzüne baktı ve şu cümleleri fısıldadı gökyüzüne:
“Bu dünya ol ahiretten içeri Aşık’ın yeri var kimseler bilmez Yunus öldü diye sela verirler Ölen hayvan imiş aşıklar ölmez” Şiir Avcısı’nın en sevdiği şair olan Yunus Emre’nin bu dizelerinden sonra devam etti fısıldamaya:

“Sen gittikten sonra gökyüzüne bir yıldız daha eklendi be gülüm ve anladım ki sen ölmedin. Hak ettiğin yere, senin güzelliğinin yanında sönük kalacak yıldızlara ışık olmaya gittin ve ben anladım ki gerçek âşıklar asla ölmez. Sen benim hep gökyüzümdesin…”Sabah pencereden yüzüne vuran güneş ışığıyla Sitare ağır ağır açtı gözlerini. Mutfaktan sesler geliyordu. Kalkıp clini yüzünü yıkadı ve mutfağa geçti. Babası kahvaltıyı hazırlamıştı.

“Günaydın babacım.” diyerek babasının yanağına bir buse kondurdu. Şiir Avcısı gülümseyerek cevap verdi:

“Günaydın Sitare’m, geç bakalım sofraya güzel bir kahvaltı yapalım senle, baba kız.”

Beraber masaya geçtiler. Güzel bir kahvaltının ardından Sitare’nin yola çıkma vakti geldi. Kitaplarını ve eşyalarını alıp kapıya çıktı, babasına bir öpücük yolladı ve yola koyuldu. Kulaklığını taktı yolda yürürken müzik dinlemeyi çok seviyordu ve ne kadar yürüdüğünü anlamadan otobüs durağına geldi. Otobüse binip direkt okula gidecekti çünkü sabah erkenden dersi vardı ve ilk günden geç kalmak istemiyordu. Sonunda otobüs durağa geldi. Her zamanki gibi tıklım tıklımdı ve oturacak yer bulabileceğinden şüpheliydi. Otobüsün kapıları açıldı ve tam tahmin ettiği gibi oturacak hiçbir yer yoktu. O anda bir adamla göz göze geldi. Kirli sakallı, dalgalı saçlı, temiz yüzlü bir adamdı bu. Sitare’ye yer vermek istercesine kalkıp yerini ona gösterdi. Sitare minnet gösteren bir bakış atarak o adamın yerine oturdu ve çantasından kitabını çıkararak okumaya başladı. Yol boyunca kitabına devam etti. Kitabına öyle dalmıştı ki otobüsün okula vardığını bile anlamamıştı.

“Okul önünde!” diye bir sesle irkilen Sitare etrafına baktı. O adamdı… Nasıl yani Sitare’nin ineceği yeri nerden biliyordu? Otobüs okul önünde durdu ve Sitare inmek için ayaklandı. Adam buyurun dermişçesine eliyle kapıyı gösterdi. Sitare yüzünde güzel bir tebessümle teşekkür ederek otobüsten indi ve hemen ardından o adam da takip etti kendisini. Sitare’yle birlikte okula doğru yürümeye başladı. Sitare önünde yürüyen bu adamı arkasından meraklı bakışlarla süzüyordu. Sağ tarafında taşıdığı bir bilgisayar vardı simsiyah bir takım elbise giyiyordu ve gariptir ki her şeyi siyahtı. Ama Sitare’nin dikkatini çeken adamın üzerindekiler değil yürüyüşüydü. Sanki her adımında yerler titriyormuş gibi hissediyordu. O kadar sarsıcı bir yürüyüşü vardı ki her adımında yol onun için ayrı bir yol açıyormuş gibiydi. Sanki doğa onun yürüyüşüne âşıktı.

Bütün bunları düşünen Sitare okulun bahçesinde olduğunu anlamamıştı. Bir dakika! O adamda mı okuldaydı acaba? Öğrenci miydi? Ama öğrenci olmak için fazla büyüktü. Belki de bir veliydi. Olabilir, çünkü okulun ilk günü yeni başlayanlar çoğunlukla aileleri ile geliyordu ve bu sonuç daha muhtemeldi. Okula girdiği anda Sitare’nin etrafını öğrencileri sardı ve Sitare o adamı okulun içine girdikten sonra gözden kaybetti.

Sitare öğrencileriyle hasret gideriyordu ama aklı sürekli o adamdaydı. Okuldan çıktığını görmedi, acaba gözden mi kaçırmıştı? Her neyse kafasını o adamla bulandırmak istemiyordu. Aşk mı? Sitare çoktan kalbinin kapılanını kapatmıştı hem babasını tek bırakamazdı. O adamı kafasından sildi ve müdürün odasına doğru yol aldı. Bazı belgelere imza atması gerekiyordu. Her sene aynı olay artık sıkılmıştı. Oflaya puflaya müdür odasının kapısının önünde buldu kendini. İstemsizce kapıyı çalıp içeri girdi ve gözleri fal taşı gibi açıldı. O adam müdürün odasında bazı kâğıtlara imza atıyordu. Ne alaka? Sitare şok geçirmiş gibi o adamın suratına bakıyordu. Müdürün ona seslendiğini duymamıştı bile. Hemen kendini topladı müdüre döndü ve naif bir sesle, “Buyurun müdürüm.” diye cevap verdi. Sitare’nin sesi o kadar tatlı ve naifti ki onunla konuşan kişiler kendini uçsuz bucaksız bir kelime denizinde yüzüyor gibi hissediyordu. Kelimelerle arası çok iyi olan Sitare, bu özelliğini babasından almıştı.

Sitare müdürün uzattığı belgeleri alıp sırayla imzalamaya başladı. Her seneki aynı şeylerdi, okuma gereği bile duymadı. Ya da yanındaki adamın ortamdaki ağırlığından hissettiği tedirginlik yüzünden okuyamıyordu. Bütün belgeleri imzalayıp müdüre uzattı ve o an fark etti ki o adam da aynı belgeleri uzatıyordu. Bu ne demekti? Yoksa o adam da mı öğretmendi? Bu sonuç aklının ucundan bile geçmemişti. Müdür, Sitare ve o adamın elinden belgeleri alırken konuşmaya başladı:

“Sitare Hocam, bu arada tanıştırayım. Bu arkadaşımız yeni felsefe hocamız Kürşat Bey.”

Ismi Kürşat mıydı? Tıpkı kendisi gibi ağır bir ismi vardı. Sitare farkında olmadan elini uzattı ve her zamanki güzel tebessümü ve iç titreten ses tonuyla cevap verdi:

“Memnun oldum Kürşat Bey. Ben de Sitare, edebiyat hocasıyım.”

Kürşat bu naif kadının elini sıkıp, “Ben de memnun…” diye derin ama insana rahatlık veren bir ses tonuyla cevap verdi. Sitare güze bir tebessümle karşılık verip müsaade istedi.

İlk dersi yeni gelen birinci sınıflara. Hızlı adımlarla sınıfa doğru ilerledi. Sınıfın önüne geldiği an yüzüne bir gülümseme yerleştirip sınıfa girdi. Onun için ilk izlenim çok önemliydi. Öğrencilerine sert ve suratsız bir öğretmen olarak gözükmek istemiyordu.

Öğrencilerini, “Günaydın ve hoş geldiniz sevgili dostlarım.” diye selamladı.

Öğrencilerine, dostlarım derdi çünkü her zaman öğrencileriyle dip dibe olup onların dertlerine çare olmaya çalışan bir öğretmen olmuştu. Bu yüzden bu samimiyetini belli etmek için öğrencilerine dostum diye hitap ederdi. Bu özelliğini babasının bir öğüdüyle kazanmıştı: “Her ne iş yaparsan yap, her ne olursan ol, birlikte olduğun insanlarla önce gönül bağını kur, insanları önce gönülden tanı Unutma gönlü temiz olan insandan sana asla zarar gelmez. Sen gönlünü temiz tuttuğun sürece de gönlü kirli kimse yolunu kesemez.”

Sınıftaki öğrencilerle tanışma faslı bittikten sonra öğrencilerinden biri soru sormak için elini kaldırdı. Sitare onaylar şeklinde başını salladı ve öğrencisi ayağa kalkıp konuşmaya başladı.

“Hocam benim adım Hakan. Bir sorum var size.”

“Elbette sorabilirsin.” diyerek yüzündeki tebessümü artırdı. Hakan devam etti:

“Hocam isminizin Sitare olduğunu söylemiştiniz. Rica etsem anlamını söyler misiniz?”

Sitare bu soruyu bekliyordu çünkü her sene öğrencileri aynı soruyla geliyordu. Sitare yüzündeki tebessümü daha da artırarak öğrencisine bakt: “Bu soruyu bekliyordum ve her sene yaptığım şeyi yapıcam. Benim ismimin anlamı ve hikayesi size ödev olsun. Yarın ki dersimizde bu konu üzerinde tartışalım en beğendiğim açıklamayı yapan öğrencinin bir sözlü notu yüz olacak.”

 

Benzer İçerikler

Denizin Külleri | Gizem Kayahan

yakutlu

Şahbaz’ın Harikulade Yılı 1979 | Mine Söğüt

yakutlu

Hayal Küre | Koray Avcı Çakman

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy