Arsien Krallığı

“Doğru yere bakarsanız gerçeği görebilirsiniz ama önce inanmanız gerek.”

Büyülü ormandan geçip gizemli kapıları aşarak toprağın derinliklerine kurulmuş olan kadim Arsien Krallığı’nın kalıntıları arasında yol aldıktan sonra gezegenin kalbine ulaştı. Hayatta kalan son büyücünün ölmek üzere olduğunu gördüğünde çok az zamanının kaldığını anladı. Şimdi bir an önce Zaduma’da yaşayan son büyücünün ölmemesi için ruhu ile bedenini birleştirip Dünya’dan ayrılması gerekiyordu. Ama bunun için önce geçmişin tozlu rafları arasında kan izlerini takip edip bilinmeyen bir gezegende hüküm süren büyücülerin, onlara bağlı canlıların ve çoktan öldüğü düşünülen insanların, onlar ile olan savaşlarının sebeplerini öğrenmesi gerekiyordu. Ya bunu başarıp dünyadan ayrılarak sonsuz bir yaşam sürecekti ya da Dünya’daki ölümlü bedeninin içine hapsolup sonunun gelmesini bekleyecekti.

***

ÖNSÖZ

“İnsan iki kez ölür derler, birincisi bedenimizde nefes alıp verme kesilince, diğeri de adımızı bilen son kişi öldüğünde.”

Stand Up Guys filmi

***

Kalbim kan pompalamayı bırakıp dinlenmeye çekildiğinde, yazdıklarımı okuyan birileri olduğu sürece onların kafalarının içinde var olmaya devam etmek istiyorum. Şöyle ki eğer kitabın kapağında fotoğrafım varsa o fotoğrafa göre beni hayal edecek, oturup karşılıklı bir şekilde benimle sohbet edeceksiniz. Veyahut beni kendiniz şekillendirecek, bana başka bir bedende başka bir zihinde yaşama şansı vereceksiniz. Ta ki yazılarım yok olana kadar veya birileri okumayı bırakana kadar. Siz her okuduğunuzda can bulacak, sizinle uyuyacağım. Rüyalarınıza girecek, hayal dünyanızda iş verdiğiniz mimarlarınızdan biri olacağım. İşte yazma sebebim bu; sonsuz olmak!

Bana böylesine bir fırsatı verdiği için ilk olarak yazıyı icat eden kişiye sonsuz minnettarım. Ayrıca kitabı yazma süre zarfı içinde bana destek veren başta sevgili annem olmak üzere herkes ve son olarak bu kitabı alıp beni hayal dünyanıza dâhil edecek olan siz okurlara şimdiden teşekkür ederim.

Mehmet Kerim ERSAN

***

Tek gözlü Gökşahin tünediği dalın üstünden havalanıp, Dorami’nin gövdesi boyunca aşağı doğru süzülmeye başladığında, herkes şenlik meydanına toplanmıştı. Yukarıdan bakıldığında Zaduma’da yaşayan halkların tamamından en az bir temsilci var gibi gözüküyordu. Üstünden üç yıl geçmesine rağmen bu gezegene gelen insanlar hâlâ Zaduma’ya alışamamıştı ve üzerinde yaşayan canlılara şaşkın gözlerle bakıyorlardı. Şenlik meydanın krallığı en yaşlı iki dev ağacı Seritsa ve Dorami’den (Arsien halkı dev ağaçlara da özel isim veriyordu) dökülen yaşam ve ölüm şelâlesinin enfes manzarasını görüyordu. Şelalelerden cam gibi berrak olanına yaşam, bulanık olanına ölüm adını vermişlerdi. Gökşahin yaşam şelalesi boyunca uçup döküldüğü yere varınca su altında gözüken balıklara saldırmasını söyleyen içgüdülerine hâkim olarak uçuşunu sürdürmeye devam etti. Şelaler, Porsay gölünde buluşuyor, oradan da Arsien krallığını baştanbaşa geçen Vuyula nehrine dönüşüyordu. Meydan gölün nehre dönüştüğü yere kurulmuştu. Porsay gölünün sığ yerlerine Aslanyeleliler tarafından kalker bloklarından yapılmış her halktan heykeller vardı ve heykeltıraşlar harıl harıl gezegendeki yaşama yeni katılmış olan insanların heykellerini de yapmaya devam ediyorlardı. Gökşahin heykellerin üzerinden uçup tüccar köprülerine yöneldi. Vuyula nehrinin iki yakasını birbirine bağlayan köprüler yapılmıştı. Bu köprüler dev ağaçların içine açılıyor, oradan yeniden toprağa bağlanıyordu. Dev ağaçların içine Zaduma’da yaşayan her halktan tüccarlar 13 yılda bir tezgâh açıyor, nehrin her iki yakasında kutlanan şenliklerde karşıya geçenler onların tezgâhlarından alış veriş yapıyorlardı. Bu yüzden bu köprülere tüccar köprüleri adı verilmişti. Köprüler ve dev ağaçların içi sonsuzluk ateşi ile aydınlatılmış, yine sonsuzluk ateşinde pişirilen yemeklerle donatılmıştı. Şenliğin asıl merkezi Seritsa ve Dorami dev ağaçlarını arkanıza aldığınızda nehrin sol tarafında kalıyordu. Ortada, diğer herkesin de görebilmesi için yığma bir tepenin üstüne yine Aslanyeleliler’in mermer bloktan yaptıkları diriliş ağacının birebir kopyası olan bir anıt vardı. Anıtın etrafı aslına göre daha küçük yapılmış bir göl ile çevrelenmiş, Diriliş Ağacı mücevherlerle süslenmiş, gölün tabanına ise Aslanyeleli ressamlar tarafından Zaduma’nın haritası resmedilmişti. Anıtın etrafına daire şeklinde iç içe dizilmiş masalar her halkın önde gelenleri için hazırlanmıştı. Anıta en yakın olan yere büyücüler için canlı ağaçtan koltuklar yapılmış ancak onlar yemek yemediği için masa konulmamıştı. Masalar yerine onları ziyaret eden canlılar için oturma yerleri yapılmıştı. Gökşahin masalara yemekleri dizen Aslanyeleliler’in üzerlerinden uçarken onun yemek çalmaya geldiğini düşünmüş birisi, eliyle onu ürküterek biraz daha yüksekten uçmasına sebep oldu. Şenlikler aslında bir hafta sürüyor fakat en büyük kutlama tam birleşmenin olduğu gün büyücülerin katılımıyla yapılıyordu. Şenlik gece boyu devam ediyor, sabah olduğunda ise gelen herkes Seritsa ve Dorami’nin gövdesine yapılmış uyuma yerlerine dağıldığında bitiyor, ertesi gününün akşamı Aslanyeleliler 13 yıl sonraki şenliklere kadar kapılarını kapamak üzere misafirlerini yolcu ediyordu.

Şahin şenlik alanını terk edip Vuyula nehri boyunca şehrin içlerine doğru uçmaya başladı. Neredeyse herkes şenlik alanına gittiği için şehrin sokakları arasında kanat çırparken ona karışacak olan hiç kimse yoktu. Nehri terk edip Aslanyeleliler’in kutsal mabet dedikleri, şehirdeki tek taş yapıya doğru yöneldi. Bu yapı Zaduma gezegeninde yaşayan canlıların köklerinden var olduklarına inandıkları diriliş ağacına ev sahipliği yapıyordu. Gökşahin, taş yapının koridorları arasında uçarken, onun şahin bedenine bürünmüş kırmızı kanlı büyücü olduğunu bilen tek Aslanyeleli’nin üstünden geçtikten sonra arkasından gülümsediğini hissedebiliyordu. Koridorları geçip açık olan kapıdan girdiğinde nihayet diriliş ağacının olduğu yere ulaşmıştı. O da diğer büyücüler gibi kendi dalının olduğu kök üzerine tünediğinde, o gece sonsuza dek yok edileceğini bilmiyordu…

Uyan!!!

Gün, ağardı. İstemeye istemeye yine babamın yıllar önce Zaduma gezegeninde yok edildiği anın kâbusu ile uyanmıştım. Dün gece uyumadan önce ‘Yeraltından Günyüzüne’ adlı kitabı okumuştum. Hani gece yatmadan önce kitap okuduysanız yahut bir film seyrettiyseniz; muhakkak ışıkları kapatıp yorganın altında girdiğinizde, genel iradenizin kontrolü dışında filmin karakterlerinden birinin yerine geçer; kimi zaman katil, kimi zaman kahraman olur ve filmin devamını kendinize göre çekersiniz. Ya da kitap okuduysanız, kalemi elinize alıp bir geceliğine de olsa kitabın devamını yazarsınız ve bütün bunlar rüyalarınıza girer.

İşte bu sabah uyandığımda ne gördüğüm kâbusun ne de okuduğum kitabın aksine, açık kalan televizyondaki yemek programının etkisinde kalmıştım. Kendimi yemek programına katılmış hıyar gibi hissediyordum. Aşçı beni dilim dilim doğramış, sonra da sabaha kadar bir kabın içerisinde karıştırmıştı. O yüzden kafamın içerisindeki her şey özensiz hazırlanmış salata gibi darmadağındı. Nerede olduğumu kestiremiyordum. Lâvabonun başında birkaç dakika bekledikten sonra, ayılamayacağımı anladım. Elimi yüzümü yıkamıştım ama göz kapaklarım yıllardır kullanılmayan, her köşesi örümcek ağı tutmuş bir evin yorgunluğunu çeken tahta pencereler gibi açılmakta direniyordu. Açılsınlar diye beklediğim her saniye, işe biraz daha geç kalıyordum.

Paslanmış göz kapaklarımın açılmasını beklemeyi bırakıp, aceleyle üzerime bir şeyler geçirdikten sonra, evden çıkmak için kapıya yöneldiğimde kapı kenarına uzanmış, beni seyreden tüy yumağını fark ettim. Öylesine halsiz ve bitkindi ki uyumadan önce verdiğim mamasına hiç dokunmamıştı. Son günlerde sanki öleceğinden haberi varmış gibi davranıyordu. Çocukluğumdan beri benimle olan bu hayvana öylesine çok bağlanmıştım ki veteriner son bir kaç ay ömrü kaldığını söylediğinde, neredeyse ağlayacaktım. Veteriner her ne kadar iyice ağırlaşmadan, daha fazla ağrı sancı çekmeden uyutmamı tavsiye etse de birkaç günü daha onunla geçirmek istiyordum. Çünkü onu uyutursam, sanki çocukluğuma dair tüm anılarımın ve bütün hayallerimin de onunla birlikte yok olacağı hissi beni çok korkutuyordu. Ona her baktığımda onu ilk bulduğum hali aklıma geliyordu. Tüyden yüzü gözü görünmeyen, her tarafı çamurla kaplı sevimli bir köpek yavrusuydu. “Acaba o bana bakınca çocukluğumu görüyor mu?” diye merak etmişimdir hep. “Çoktan katlettiğim, içimdeki çocuğun kayıp mezarının yerini biliyor mu?”

Evden çıktığımda, henüz son gördüğüm rüyanın etkisinde olduğumun farkında değildim. İsteksizce bir iki kişiye selam verdikten sonra bir köşeye çekilip servisi beklemeye başladığımda, yine her zaman olduğu gibi kendimi bulunduğum ortamda fazlalık gibi hissediyor, sanki affı mümkün olmayan bir günah işlemiş gibi gözlerimi herkesten kaçırıyordum. Kalabalık korkum yeniden kabarmış, elim ayağım birbirine dolanmıştı. Heyecanımı bastırmak için alelacele cebimden sigara paketini çıkardıktan sonra çakmağın evde kaldığını fark ettiğimde, içimden kendime sonsuz küfürler ederek yanımdakine baktım.

“Pardon, ateşinizi alabilir miyim?”

Adam sanki Azrail’le boğuşuyormuşçasına oflaya puflaya pantolonunu kocaman göbeğinden yukarı doğru çektikten sonra, çakmağını cebinden çıkartıp bana doğru uzattı. Sigaramı yaktıktan sonra nezaketen ikram ettiğim sigarayı almadı. Çakmağı cebine yerleştirip aynı itina ile pantolonunu tekrar göbeğinin altına indirdi ve ben yokmuşum gibi davranarak servisi beklemeye devam etti.

Sigaradan uzunca bir nefes çektiğimde, adamın neden sigara teklifimi geri çevirdiğini anlıyordum. Öyle ki sigara namludan çıkan mermi gibi boğazımın her zerresini yakıyor, kale surlarına isabet alan top güllesi misali midemi alt üst ediyordu. Olanca gücümle bu taarruza karşı koymaya çalışarak kafamı kaldırıp gökyüzüne doğru tüm dumanı savurdum.
Ay, hâlâ gökyüzünde direniyor, akşamdan kalma sarhoşlar gibi ağır ağır ilerliyordu. Güneş ise sanki hiç uyanmak istemiyor da annesi geldiğinde kafasını yorganın altından biraz çıkarıp, “Anne ben hastayım,” diyen çocuklar gibi bulutların arkasından çok hafif varlığını hissettiriyordu.

Servise bindiğimde yanıma hiç de istemediğim bir kadın oturmuş, tam benim tersi yönüme doğru çoktan bacak bacak üstüne atmıştı. Az önce sigara içtiğim için kendime küfürler savururken, saçlarımın arasından akan bir ter damlası gözüme kaçmış gözümü yakıyor, sigara kokusu yetmiyormuş gibi bir de ter kokusu yanımda oturan kadından utanmama iyice tuz biber ekmiş oluyordu. O yüzden kendi kendime afakanlar vermeye devam ediyor, gaz odasına atılmış insanlar gibi olabildiğince az nefes almaya çalışarak kendi kokumla boğuluyorken yolculuğun bir an önce bitmesi için Allah’a dualar ediyordum. Bu sırada karşımızda oturanlardan dişleri tavşanı andıran adam yanındakine ağzından tükürükler saçarak bir şeyler anlatıyor, göz altından kadını izliyordu. Kadın ise “Ulan dürzü, ben sana mı kaldım!” dercesine kendini tutamayarak kıkırdıyor, bunu gören adam daha fazla tükürük saçarak konuşmasını sürdürüyordu. Ben ise sabahleyin seninle ilgili düşüncelerin yer aldığı, kafamın karanlık köşesinde gizli kalmış hapishanede çıkan isyanı bastıramamış, şimdi beynimin her köşesini kaplamış sana mahkûm kaçak düşüncelerle dolup taşıyor, her hücremin yapı taşında seni hissediyordum. Ancak otobüsü durdurmak için şoför frene olanca gücüyle abanınca, aracın sarsıntısıyla daldığım düşten uyandım. Şantiye girişinin ilk kontrol noktasına varmıştık. Otobüsten topyekûn inip turnikelere doğru yönelince hızla herkesten önce kartımı okutup otobüste başka bir yere oturmuş, kadından kurtulmuştum.
Benden boşalan koltuğa tavşan dişli adam oturmuş, salyasını akıta akıta kadına gülümsüyor ve yüz bulmaya çalışıyordu. Bu manzarayı seyretmemek için kafamı başka bir yöne çevirmiş sana mahkûm düşüncelerim beynimi yeniden esir etmeden önce otobüsün içerisinde ayakta duran bir kaç düz işçiye odaklanmaya çalışıyordum.

Yine aracın sarsılmasıyla, son kontrol noktasına vardığımızı fark ettim. Sallana sallana otobüsten inen insanların ortasındaydım. Tavşan dişli adam umduğunu bulamamış, kadın ona yüz vermemişti. Yine de benim ona bilinçli olarak yer verdiğimi düşünmüş olmalı ki inmek için beni bekliyordu. Ona yaklaştığımda bana selâm verip; “Günaydın Taci Bey, kolay gelsin,” dedi.

Tiksintiyle hafif yüzümü gerginleştirerek, “Günaydın size de,” deyip ofise doğru yöneldim. Ofis boş alan sıkıntısı çektiğimizden yemekhanenin üstüne yapılmıştı. Yukarıya çıkmak için üç farklı yerde merdiven bulunuyordu. Arka kısımdaki merdivenden çıktıktan sonra ilk odada çalışıyordum. Mutfağın üzerinde bulunduğumuz için pencereleri açtığımızda içerisi yemek kokusuyla doluyordu. Proje müdürünün emriyle tüm kapılar açık olduğu için beş kişi çalıştığımız odada, masam tam kapının karşısındaydı. Bu yüzden gelen geçen herkesin gözü önünde oturmuş, cam bardakta kahvemi içiyordum.

Allahtan bugün Cumartesi’ydi. Cumartesi’leri öğleye kadar çalışıyorduk ve pencereyi kaplayan bulutların karartısına bakılırsa, muhtemelen bugün öğleden sonra yağmur yağacaktı. Bu duruma çocuklar gibi seviniyor, dört gözle öğle olmasını bekliyordum. Belki bu bahaneyle çarşıya çıkar, kimsesiz sokakların tadına varabilirdim.

Ofiste hemen her gün bir konu bulunur. Yemek arasında fotokopi makinelerinin başında, sigara içmek için belirlenen alanlarda hep bu konu tartışılırdı. Fakat nedense bugün elimde bir sürü kâğıtla fotokopi makinesinin başında tek başıma bekliyordum. Etrafımda dedikodu yapacak kimse olmadığından, seni düşündüğümü zannedebilirsin lakin kafamı kurcalayan tek şey, bu gece yapacağım yolculuktu. Aklım hep oradaydı. Bu yolculuk, bilinen seyahat türlerinden oldukça farklıydı. Gideceğim yere kara, deniz veya hava taşıtıyla gidilemiyordu çünkü bedenim bu Dünya’da kalırken, ruhum bu yolculuğa bedenime ihtiyacı olmadan çıkıyordu. Tarifi zor olan bu yolculuğum, bir nevi fakslanmaktı. Ruhum, sahip olduğu bedenden başka bir bedene transfer oluyordu. Ruhumu hep gideceği bedene ait hissediyordum çünkü hayatımın mutlu dönemlerinin çoğunu orada geçirmiştim. Sürekli bulunmak istediğim bu yer, Dünya üzerinde değildi. Tamamıyla başka bir gezegene fakslandığım için istediğim zaman oraya gidemiyordum. Bu gece de gideceğim gezegenin adı Zaduma idi. Dünya’da yaşayan insanlar, bu gezegeni Theia olarak biliyordu. Ama benim aksime onlar, Theia’nın Dünya’da henüz yaşam yokken, Dünya’nın ilk oluşum yıllarında Dünya ile aynı yörüngede bulunan ve daha sonra Dünya’ya çarparak bir kısmının Ay’ı oluşturduğunu, geriye kalan kısmının yok olduğunu zannediyorlardı.

Oysa Theia yani Zaduma yok olmamış, hâlâ Güneş etrafında dönüyordu. İnsanların Zaduma hakkında bildiklerinin bir kısmı doğruydu. Zaduma gerçekten Dünya ile aynı yörüngeyi paylaşıyordu. Fakat insanların bildiğinin aksine yok olmamıştı çünkü özel bir büyü ile gizlenmiş, insan gözüyle görünemeyen bir gezegendi. Dünya ile aynı yörüngede yol alıyor, aynı güneşi paylaşıyor ama Dünya’dan görünmüyordu. Zaduma’nın kendisine ait yine aynı özel büyü ile gizlenmiş olan üç tane de uydusu vardı. Bunların adları; Sabra, Agaris ve Nemlar’dı. Zaduma’nın takip ettiği yörünge çizgisi, zikzaktı. O yüzden yörüngesel hareketlerinden dolayı belli aralıklarla Dünya ile aynı noktada buluşur, bazen teğet geçer 13 Zaduma yılında bir de Dünya’yı tam merkezleyerek içinden geçerdi.

Zaduma’da yaşayanların bir kısmı Zaduma ile Dünya’nın bu tam birleşmesini kutlardı. Tam birleşme Zaduma yılıyla on üç yılda bir; Dünya yılı ile ise üç yıl, yedi ay on bir gün, dokuz saatte bir oluyordu. Bu birleşmeler sırasında bazen Dünya’da tuhaf doğa olayları yaşanır, insanlar buna anlam veremezlerdi. Bundan uzun yıllar önce babam gördüğü rüyaların etkisi ile bu tuhaflıkları araştırırken Zaduma’nın yok olmadığını, varlığını sürdürdüğünü keşfetmişti. Ama kimseyi bu duruma inandıramayacağını bildiğinden, sır olarak kendine saklayıp uzun yıllar Zaduma’yı araştırdıktan sonra bir yolunu bularak o birleşmelerden birinde Zaduma’ya geçmeyi başarmıştı. Bu durum, ben yedi yaşındayken babamın neden ortadan kaybolduğunu açıklıyordu. Babamı o günden sonra bir daha gören olmadı. Babamın kaybolmasının üzerinden birkaç yıl geçmişti ki bir gece yarısı, bir yaratık tarafından uyandırıldım. Bu yaratığın adı Yula’ydı. Beni ilk uyandırdığında çok korkmuştum ama babamın bedenine bürününce, ağlamayı bırakmıştım. Bu yaratık yani Yula, Zaduma gezegeninde yaşayan ölümsüz bir varlıktı. Bana babamın Zaduma’da olduğunu söylemişti. Daha doğrusu, babamın Zaduma’ya yıllar içerisinde bazı insanları bedenleriyle birlikte taşıdığını ve en son beni taşıyıp tamamıyla Dünya’dan ayrılacağını fakat o gece babamı Zaduma’da istemeyen varlıklar tarafından yok edildiğini anlatmıştı.

Şimdi oradaki insanları yönetecek bir kişiye ihtiyacı vardı. Yula, babamın bir görev için Zaduma’daki hayatın kaynağı olan Diriliş Ağacı tarafından seçilmiş olduğunu söyledi. Şimdi benim onun oğlu olarak, babamın yarıda kalan görevini tamamlamam gerekiyordu. Ancak Yula beni oraya nasıl götüreceğini bilmiyordu. Babam Zaduma’daki yaratıkların Dünya’ya geçmeye çalışacağını düşünmüş, o yüzden canlıların bedenleri ile iki gezegen arasında nasıl seyahat edileceğini Yula’ya bile söylememişti. Yula çok uğraşmış, babamın beden ile geçişi nasıl sağladığını bulamamış ama ruhumu Zaduma’ya taşımanın yolunu bulmuştu. Bunu sağlamak için kendi ölümsüzlüğünden ödün vermek zorunda kalıyordu. Ben Zaduma gezegeninde bulunduğumda Yula ölümsüz oluyor, ben Dünya’ya döndüğümde herikimiz de ölümlü olarak zayıf düşüyorduk. Bir nevi farklı bedenlerde yaşayan ortak bir ruhu paylaşıyorduk. Orada istediğim kadar kalamıyordum çünkü Dünya’daki bedenimin temel ihtiyaçlarını karşılamak zorundaydım. Ben Zaduma’da iken Dünya’daki bedenim ölürse ne olacağını bilmiyorduk ve bunu riske edemezdik.

Çocukken temel ihtiyaçlarımı karşılamam için gereken maddî kaynakları annem kazandığı için zamanımı çoğunlukla Zaduma’da geçiriyordum. Ancak annemin vefatından sonra Dünya’da yaşayan her yetişkin birey gibi, ben de gezgin ruhuma ev sahipliği yapan ölümlü bedenimin canlı kalması için gerekli şeyleri sağlamak adına çalışmak zorundaydım. Bu yüzden Zaduma’ya eskisi kadar sık gidemiyordum. Öte yandan, Zaduma’nın başlangıcından beri var olan Yula; insanlar Zaduma’ya gittikten sonra ait olduğu ırkın tamamını kaybetmiş, ruh bağı olan hiç kimse olmadığından, geriye yakınım diyebileceği sadece ben kalmıştım. Benim de Yula’dan başka kimsem yoktu fakat sana olan aşkım beni Dünya’ya bağlı tutuyordu.
Yula, Zaduma’ya uğrayamadığımdan çok zayıf düşmüştü ve yok olmak üzereydi. Onu kaybetmeden önce ve babamın yarım kalan işini tamamlamak için ben de babam gibi bir şekilde bedenimi Zaduma’ya taşımanın, Yula’ya kendi ruhunu geri vermenin bir yolunu bulmalıydım. Eğer bir şekilde bedenimi taşımanın yolunu bulamazsam Yula yok olacak, ben de bir daha Zaduma’ya gidemeyecektim. Yula fazlasıyla zayıf düştüğü için zamanım bitmek üzereydi. Bu durumda geriye yapılacak pek bir şey kalmıyordu. Bir şekilde bedenimi oraya geçirmenin yolunu bulabilmeli veya olanlara son vermeliydim. Bir sesle irkildim!

“Taciii! Ne dalmışsın be abi, deminden beri sesleniyorum cevap vermiyorsun.”

Bu Davut’tu. Çalıştığım yerde samimiyet kurduğum ender kişilerdendi. Silkinip kendime gelerek hafifçe gülümsedim.

“Son iş günümüz. Yorgunluk, idare et.”

Beni severdi. O yüzden sürekli benimle muhabbet eder, beni kendi sosyal aktivitelerine dâhil etmek isterdi. Tuhaflıklarıma alışık olduğundan gülümseyip, “Olur öyle, boş ver şimdi işi de ne yapacaksın bu akşam? Gel birlikte çıkalım bu gece,” dedi.
Hiçbir şey yapmak istemiyordum. Akşam Zaduma’ya gitmeliydim. Onu geri çevirerek odama döndüm. Günün geriye kalan kısmında her zaman olduğu gibi zihnime işlenmiş, hücre yapımın değişmez temel taşlarından biri olan, hiç geri kalmayarak sürekli tekrar eden sıradan aptallıklarımla ve bir o kadar daha anılarım olduğu ambara kaldıracağım pişmanlıklarla geçti.

Güneş tam tepemde, sanki kafamı kaldırıp ona baktığımda gözlerimi eritecekmiş gibi duruyordu. O yüzden şimdilik sadece beynimi pişirmesiyle yetiniyor; asfaltta kızaran ayaklarımı, dipleri tutmasın diye habire hareket ettiriyordum. Sabah ofiste yağmurun yağacağını tahmin ederek çarşıya çıkmış, ancak aksine oldukça açık bir hava ile karşılaşmıştım. İşçi pazarında umduğu işi bulamayan ameleler gibi erkenden eve dönmeye karar vermiş, otobüsün gelmesini bekliyordum. Sanırım yağmurun yağmasını sadece ben istiyordum. Geriye kalan herkes halinden memnun gibiydi. Güneşin sıcak yüzünü gören herkes olabildiğince açılıp saçılmıştı. Ortalama herkesin üzerinde şort vardı. Vücut hatlarına güvenen kimi erkekler yarı beline kadar çıplak, bacaklarına güvenen kızlar neredeyse iç çamaşırları görünecek kadar kısa şortlar giymişlerdi. Ve tabi ben hariç hemen hemen herkes yüz hatlarına yakışan gözlükleri takmıştı. Sanki birbirine ait olmayan yapboz parçalarından bir araya getirilmiş vücut kıstaslarım, yetmezmiş gibi dağınık saçlarım; üzerine bir de yağmur için giydiğim yazlık montumla herkesin dikkatini çekiyordum. İnsanlar bana, abazanlar kızlara, ben ise karşı bankta oturan evli çifte bakıyordum. Bebek arabasındaki çocuklarıyla ilgileniyorlardı. Ben ne zaman bu kadar mutlu olacaktım. Ne zaman herkesin aksine etrafımda olup bitenlere aldırmadan çocuğumla ilgilenecektim.

Benzer İçerikler

Nâr-ı Aşk

yakutlu

Kusursuz İçgüdü – Nicci French – Online Kitap Oku

yakutlu

Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy